29 Nisan 2018 Pazar

ÎMAN

ÎMAN; ŞÜPHEYE MAHAL BIRAKMAYACAK ŞEKİLDE KALBEN İNANMAK ANLAMINDADIR. ‘’İşte o şüpheye yer olmayan kitaptır, itikadı tam olanlara bir rehberdir. O müminler ki gayba inanırlar ve namazı ikâme ederler ve kendilerine infak etiiğimizden başkalarını da rızıklandırırlar’’(Bakara 1,2,3) Îmânın ZIDDI İNKÂR/küfürdür ki, o da ÖRTMEK, kapatmak demektir.

KUR’AN’DA GERÇEK ÎMAN: ’’De ki; O Allah birdir. Allah Samed’dir. Doğmamıştır, doğurmamıştır. Ve O’nun hiç bir eşi de yoktur’’ diye İHLÂS sûresinde açıklanmıştır. ŞEHÂDET ÂLEMİNDEKİ ÎMAN İSE; ‘’Allah’a ve Meleklerine ve Kitaplarına ve Peygamberlerine ve Âhiret gününe ve Kadere, Hayır ve Şerrin Allah’tan olduğuna îman ettik’’ olarak AMENTÜ duası ile açıklanmıştır.

İnsanın aslî vatanına özlem ve sevgisine ‘’ÎMAN’’ denir. ‘’VATAN SEVGİSİ ÎMANDANDIR’’ sözündeki  VATAN, Allah’ın yanı olduğuna göre, insanın oraya özlem duyması doğaldır. Bu bütün DİN’ler için geçerlidir. Müslüman; bilen, bilerek îman eden kimse demektir. Bilmeden îman, TAKLİD’i  îman’dır. Çünkü insan dil ile ikrar, KALP ile TASDİK ettiği takdirde ÎMAN etmiş olur. Îman, Gaybi(Tenzih) ve Şuhûdî(Teşbih) olarak iki türlüdür. Gaybî görünmeyene yani Allah’a, Şuhûdî ise Allah’ın AYNA’sı ve görünür âlemdeki gölgesi olan Peygambere’dir. Aynı Namazdaki iki SECDE gibi. Birinci secde GAYBA îman, ikinci secde O’nun görünür âlemdeki tecellisine ŞAHİT olmayadır. O’da Hz. Muhammed’dir. Çünkü ‘’Allah’a itaat Resul’e itaattir ’’ (Nisa,80) Mânâ, maddeye hakimdir. Elektriğin dahi kendini gösterebilmesi için aletlere, yani maddeye bağlanmasına ihtiyaç vardır. Allah’a ÎMAN ancak O’nun Peygamberine inanmakla mümkündür. (Kelime-i Şehâdet getirmek)

O halde Allah’ın bilinmesi, ancak gözle görülenlerin ve Peygamberlerin vasıtasıyla olacaktır. Bunun için de İLİM yani BİLGİ gereklidir. Bu bilgiyi de insanlara ancak Peygamberler ve ilmi ondan öğrenenler verebilir. Gayba ÎMAN kolaydır. Çünkü insan îman ettiğini hayalinde yaratır. Görülmeyene ÎMAN zordur. Çünkü hayalinde yarattığı gördüğüne uymaz. Hz. Peygamber ‘’Mümin Mümin’in aynasıdır’’ derken MÜSLİM değil, MÜMİN demiştir. Çünkü MÜSLİM olmak için önce MÜMİN olmak gerekir. MÜSLİM, SELÂMETE çıkmış demektir. ÎMAN ETMEYEN SELÂMETE ÇIKAMAZ. Selâmete çıkan yani KURTULUŞ’a eren bundan sonra her tarafa ‘’Esselâmün aleyküm ve rahmetullah’’ Allah’ın rahmeti ve selâmeti üzerinize olsun diye selâm vermeye başlar. Artık onun sağı da, solu da Allah’tır.

Ümmet iki kısma ayrılır. Ümmet-i icâbet ve Ümmet-i davet. İcabet edenler sevgi, aşk ve îman ehli iken, ikinci grup ÎMAN etmeyenlerdir. ÎMAN EMNİYETTEN GELİR VE ÎMANI OLMAYAN ÇOK SIK ‘’AMAN’’ der. Avam, GAYBA  ÎMAN eder, ancak şahadete inemez. (Lütfi Filiz Hz.)

‘’Şüphe yok ki, îman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve sâbiler, bunlardan her kim Allah’a ve âhiret gününe gerçekten îman eder ve sâlih amel işlerse elbette Rableri katında bunların ecirleri vardır, bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun da olacak değillerdir’’ (Bakara-62)

Yukarıdaki âyette ÎMAN; biri insanlara nazaran zâhiri, diğeri Allah katında geçerli, ‘’Hakikî  îman’’ olmak üzere iki defa zikredilmiş ve her şeyden önce ‘’îman edenler’’ sözü, Yahudilere, Hıristiyanlara ve sâbilere mukâbil tutulmuştur. İslâmiyet’e zâhirde îman etmiş olanlar, yani Müslüman dinini dilleriyle söylediklerinden dolayı insanlar arasında Müslüman sayılanlar, Mûsâ dinine mensup olan Yahudiler, Îsâ dinine mensup olan Hıristiyanlar, bu üç dinin dışındakilerden olanlar, yani onlardan her kim Allah’a ve âhiret gününe gerçekten dış görünüşleriyle ve iç yüzleriyle îman eder ve bu îmâna yakışır şekilde iyi iş yaparsa, şüphesiz bunların Rableri katında ecir ve mükâfatları vardır.

İnsanlar Âdem’in sülbünden yeryüzüne indikleri zaman Cenâb-ı Allah kendilerine ‘’Dedik ki; Hepiniz cennetten inin. Eğer Ben’den size bir hidâyet gelir de, kim benim hidâyetime uyarsa, işte onlara herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü de çekmeyeceklerdir’’(Bakara-38) âyeti ile herhangi bir zamanda gelen hidâyetine uymaları şartıyla bunu vadetmemiş miydi? İşte Âdem’in tevbesinin semeresi olan o ilâhi vaad, ebediyete kadar sürüp gidecek bir genel kanundur. Şu halde Yahudiler gibi zillete ve Allah’ın gazabına uğramış olanlar bile her ne zaman tövbe eder, Allah’a ve âhiret gününe cidden îman ederek Allah’ın son zamanda gönderdiği hidâyete uyar ve ona göre sâlih amel işlerse o gazaptan kurtulur. Lâkin bundan yararlanmak için görünüşte, yani insanlar arasında mümin ve Müslüman sayılmak yetmez, hatta belli bir süre sâlih kişi olarak yaşamış olmak da yetmez. O îmana sebat edip, son nefeste îman ve güzel amel ile Allah’a kavuşmak lâzımdır.

Bu âyetten, nihâyet şu sonuca geliriz ki, İslâm dininin hâkim olduğu Müslüman toplumun teşekkülü için  ‘’gerçek îman’’ şart değildir. Onun zâhiren bile gerçekleşmesi söz konusu olduğu gibi, öbür dinlere mensup insanlar dahi din hürriyeti ile hayat haklarına mazhar olurlar. Fakat bütün bunlar arasında ferdi veya sosyal anlamda GERÇEK KURTULUŞ ancak Kâmil îman ve sâlih âmel sahiplerine vadolunmuştur. Kâmil Îman ve sâlih âmel erbâbının bilgi ve amel feyzinden mahrum olan, sadece dış görünüşüyle Müslüman bulunan bir islâm toplumunun ‘’Onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır’’ ilâhi vaadine mazhar olması söz konusu değildir. Allah’a imânı olmayanlar, Hakkı yerine getiremezler, Âhirete îmanı olmayanlar da ebediyete hizmet edemezler.

Kur’an’ın ve onun tebliğcisi Hz. Muhammed’in biricik davası Allah’ın birliğini insana belletmek ve benimsetmek olmuştur. Bu yüzden Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in mücadelesi ŞİRK’in, yani putperestliğin devrilmesine yöneliktir. Bunun da ötesinde Kur’an, Allah’ın birliği konusunda tereddütü olmayan tüm sistemlerin mensuplarını, insan hayatını huzursuzluğa sevk edecek davranışlar sergilememek, insanlık için barışçıl ve hayırlı hizmetler vermek şartıyla KURTULUŞ’a aday gösterir. Kur’an hiçbir zaman Hıristiyanlık’ta iddia edildiği gibi ‘’Benim mabedim dışında kurtuluş yoktur’’ dememiştir. En iyiyi ve en güzeli göstermek, fakat zorlamamak.... İşte Kur’an’ın din konusunda tavrı ve yolu budur. Kur’an SONSUZ KURTULUŞ için ‘’İKİ ŞART’’ öngörmektedir:

1.Allah’ın birliğine ve O’nun insanları hayat mecralarından hesaba çekeceğine (Âhiret’e) inanmak.

2.Sâlih amel işlemek.

O halde Allah’a ÎMAN, varlık ve oluşun arkasında bir yaratıcı şuurun varlığını kabulden ibârettir. İşin özü budur. Allah kavramıyla ilgili üretilen bütün diğer fikirler işin teferruatıdır. (Hamdi Yazır)

 ‘’Şüphesiz îman edenler’’ taklidî îman ile inananlar, zâhirî îmana sahip olanlar(Mûseviler) ve bâtınî îmâna sahip olanlar(Hıristiyanlar) ile aklın uygun bulduklarından perdelendikleri için akıl melekelerine ve vehmî ve hayalî olgularla perdelendikleri için nefsani kuvvetlerin yıldızlarına tapanlar(Sâbiler), bunlardan her kim gerçek anlamda Allah’a ve âhiret gününe îman ederse, tevhid ve kıyâmet ilmine kesinkes kani olursa, Allah’ın huzuruna çıkarken kendisi için yararlı olanı, âhirette mutluluk sağlayacak şeyi bilirse, işte bu gibi kimseler için Rab’leri katında fiil ve sıfat cennetlerinden oluşan rûhanî bâki sıfatlar vardır. (İbn. Arabî Hz.)

ÎMAN KALBİN GAYBI(görünmeyeni, bilinmeyeni) TASDİK ETMESİDİR. Îmânın kalbin tasdiki demek olduğunun kanıtı, Kûr’an’ın îmânın mahallini kalp yapıp, dilin doğrulaması anlamındaki İslâm’a bitiştirmesidir. ‘’İstemediği halde ve kalbi îmanla dolu olan kimse müstesna’’ (Nahl,106) ‘’Müslüman olduk deyiniz, îman henüz kalplerinize yerleşmemiştir’’ (Hucurât,14)‘’Onlar Allah’ın kalplerine îman yazdığı kimselerdir’’(Mücâdele,22)

İbn’ül Arabî Hz.lerine göre Îmânın iki anlamı vardır. Birincisi, îman genel anlamda TASDİK (doğrulama) eylemidir ve zıddı İNKÂR’dır. Burada îman İslâm terimiyle irtibarlı değildir. Tasdik eden herkes konusu sapkınlık olsa bile îman etmiştir. Îmân genel bir iştir, zıddı inkâr da böyledir. Çünkü Allah Hakk’a îman edeni MÜMİN, bâtıla îman edeni de MÜMİN; Allah’ı inkâr edeni KÂFİR, putu(tağutu) inkâr edeni de KÂFİR diye isimlendirmiştir. O halde ÎMAN genel anlamıyla TASDİK demek olup, kul her tür îman fiilinde MÜMİN olarak kabul edilir. FAKAT; insanın Allah’a îman etmesi ona HANİF, yani yönelen ismini kazandırır. ‘’Ben HANİF olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaradana çevirdim. Ben Müşriklerden değilim’’ (En’âm,79)

‘’Onlar bâtıla îman etmiş ve Allah’ı inkâr etmişlerdi ’’ Böylece Allah,inkâr edenlere de îman elbisesini giydirmiştir. O halde îman sadece MUTLU kimselere özgü olmadığı gibi, inançsızlık da bedbahtlara özgü değildir. Îman Allah’ın bir Nûr’udur ve özelliği de O’nun katından  gelen her şeyi kabul edici olmaktır. Bu Nûr kulun kalbinde bulunur ve onu GÜVEN’e ulaştırır. Şu halde ÎMAN, MÜŞÂHADE’den önce ve sonra TASDİK ve TASDİK’e istidatlı olmaktır.

Biz Peygamber’in getirdiği her şeye îman ederiz. Ben îmânımı, ana-babamı TAKLİT ederek aldım ve îmânıma göre âmel ettim, tâ ki, Allah benim gözümü, kalp gözümü ve hayalimi açtı. Artık hakîkatler benim için görünür; taklit sayesinde, HAYAL edilen hüküm de mevcud hale gelmiştir. Bundan sonra îman ve müşâhade arasında bir yol tuttulur. Müşahâde îmânın alanına giren bir şeyde gerçekleştiğinde, îmâna göre değil de müşâhadeye göre amel edip ikisi birleştirilmediğinde, ayakların kayması söz konusudur. Kâmil kişi, müşâhade zevkiyle beraber, îmâna göre amel eden kimsedir. O îmândan ayrılmaz ve müşâhadenin onda etkisi yoktur. İşte ÎMAN bu DENGE’nin ta kendisi ve gerçeğe ermenin sonucudur. Îman kalbin istikrara kavuşmasından ve nefsin dinginliğinden ibârettir.  Kul Rabb’ini arayıp bazen puta, bazen güneşe, bazen aya, bazen de ateşe yönelir. Bu durumda kul şaşırmıştır ve bir karara varamamıştır. Allah onun iyi niyetini bildiğinde kalbine hidâyet Nûr’unu yayar ve kalp istikrara kavuşur, nefs tatmin olur.(Hz. İbrâhim gibi)

Îman güneşe benzer. O perde olmaksızın kalp gözlerine vurur(ayne’l-yakîn). Perdeler ve arzular kalktığında aydınlık artar ve kalbe yerleşir, nefis dinginleşir, uzuvlar ibâdete yatkınlaşır. Nûr Allah’ın ihsanına erenlere ve sevdiklerine, dostlarına velilerine bir hediyesidir. Mümin Rabb’ini arayışta tereddüt ve gezinmeden kurtulmuş ve dinginliğe ermiş kimse demektir. Îman beş kısımdır: Taklit, Bilgi, Görme, Hakk ve Hakîkat îmânı. Taklit avama, Bilgi delil sahiplerine, Görme müşâhade sahiplerine, Hakk îmanı âriflere, Hakîkat îmanı ise işin kaynağına vâkıf olanlara aittir. Hakîkatin hakîkati ise asâleten veya vâris olarak gönderilmiş bilginlere aittir. Bunun açıklanması yasaktır.

Müslümanlar dışında diğer kitap ehli kişiler Müslüman olduklarında, dinlerini değiştirmiş olmazlar. Çünkü onların dinlerinin bir gereği de Hz. Muhammed’e îman etmek, Peygamber olarak gönderildiğinde  şerîatına uymaktır. Geride bir tek MÜŞRİK kalır, çünkü ŞİRK şerîat tarafından kabul edilmiş ve belirlenmiş bir DİN değildir. ŞİRK, DİN diye isimlendirilmemiştir.  Din CEZA demektir ve MÜŞRİK için ne geçmiş ne de hayır amellerine karşılık CEZA(sevap) yoktur. Müşrik, mekânı olan cehennem ateşine ulaştığında, oradan hiç bir zaman çıkamayacaktır. Çünkü orası bir CEZA DEĞİL, her şeyi kuşatan Rahmet’in öne geçmesinden kaynaklanan bir TAHSİS’tir.

İslâm boyun eğmek demektir. İnsan dışta boyun eğdiğinde, görünüşte Müslüman olur. Ardından, içinden de Müslüman olması için içiyle boyun eğmelidir. İşte Müslüman olunca içi îmanla temizlenmenin anlamı budur. Allah bir grup hakkında şöyle der: ‘’Îman ettik dediler. De ki: Îman etmediniz, Müslüman olduk deyin, Îman kalplerinize girmiş değil’’(Hucûrat,14) Îman , yararlı ve cehennemde ebedî kalmaktan kurtaran batınî temizlik demektir. Allah îmânın TAKLİD’î değil, TAHKİK’î olmasını istemiş ve mümini tefekküre davet etmiştir. İnsanın kendi yaradılışı üzerinde düşünmesini, güneşe, aya, yer küresine , gökyüzüne, gece ile gündüzün seyrine ibret ve dikkatle bakmasını, böylece kendi eserlerini bizzat MÜŞÂHEDE ederek kendisine îman etmesini istemiştir.

MÜŞÂHEDE: Müşâhedenin iki manası vardır. Biri EŞYA’yı Hakk’ın birliğine delil bulmak, ikincisi de EŞYA’da HAKK’ı GÖRMEK. Müşâhede bizzat YAKÎN’dir. Müşâhede nefisle mücadelenin semeresidir. Nefsini arındırma yolunda çile çekmeyenlerin müşâhede hâline ermeleri imkânsızdır.

RÜ’YET: Kalp gözüyle değil, baş gözüyle görmektir. Rü’yet’in merkezi FUÂD, yani gönüldür. Rü’yed, olanı basîretle değil, gözle müşâhede etmektir. Rü’yet bilinen şeyi, müşâhede ise bilinmeyen bir husûsu görmektir. 

Nefs; Allah’ı görmede perdedir ancak, Nefs olmadan Allah görülemez. Zira Nefs’ini hiçlikle idrak eden ve Nefsi parçalanan vücûd da Allah idrâk edilir. Buna da GÖRME denilir.

Sadakallâhül Azim.