29 Nisan 2019 Pazartesi

KUL HAKKI:

Allah’ın kullarını affetmeyeceği iki GÜNAH vardır ki bunlardan biri KUL HAKK’ı, diğeri ŞİRK’tir.

GÜNAH; Allah’ın emirlerine aykırı olan, dince suç olduğu açıklanmamış olsa da, insanlara zarar verdiği, vicdanları incittiği, doğrudan uzaklaştığı için suç sayılabilecek iş ve davranışlardır.

Günahlardan bazısı insanın kendisi ile Rabbi arasındadır (şirk). Bazısı da insanın kendisini de aşarak başkalarını da etkiler (kul hakkı).

ŞİRK; Allah’tan başkasında güç ve kuvvet görmek, sebeplerin yaratıcısının da Allah olduğunu kavrayamamaktır. ’’Gerçekten Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur’’ (Nisa, 48) ŞİRK koşana MÜŞRİK denir.

KUL HAKKI ise; Umumi bir kaide olarak, başkalarının hukuku (Hakk’ı) ile bağlantılı olan günahlardandır. Kulun bedenine ve malına yapılan tecavüz maddi hukuk (Hak), kalp ve rûhuna verilen zararlar mânevi hukuk(Hak) olarak değerlendirilmelidir.

İbnü’l Arabî Hazretleri kul hakkı kavramını yaratılmış ‘’Şey’’lerin hakkı olarak ele alır ve bunu ünlü bir hadise dayandırır.

‘’Nefsinin senin üzerinde bir hakkı vardır, Rabbinin senin üzerinde bir hakkı vardır, misafirinin senin üzerinde bir hakkı vardır ve ehlinin senin üzerinde bir hakkı vardır. Her Hak sahibine Hakk’ını ver’’

Allah Hakîm’dir ve her hak sahibine hakkını verendir. Bu ismin sıfatı Hikmet’tir ve bir Şey’i yerli yerine koymak demektir. Hikmet’in zıddı Zulüm’dür. Zulüm bir Şey’i yerli yerine koymamaktır. 

‘’O halde sen akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Allah’ın rızasını isteyenler için bu, en iyisidir. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir’’ (Rum, 38)

‘’Her hak sahibine hakkını vermek’’ Tahkik’in kısa bir tanımıdır. Tahkik; gerçekliğin, hakikatin, doğruluğun ve ‘’Eşya’’nın uygunluğunun farkına varmaktır ve bu farkındalığa dayanarak onlara hakkını vermektir. Yani eşya için en isâbetlisi ve doğrusunu yapmaktır. (Şey/Eşya, halk yani Allah’ın yarattıklarıdır)

 ‘’Her şeyin’’ bize karşı bir hakkı vardır ve her hak, Allah’a, insanlara veya eşyaya karşı sorumluluğumuzu temsil eder. NESNE’nin bir hakkı vardır ve işte tam bu yüzden onunla iştigal eden ÖZNE’nin bir sorumluluğu vardır.

İnsanların farkına varması gereken ilk Hak, Allah’a olan Hakkı’dır. Kur’ân’da geçtiği üzere, Allah insanları şeylere ehemmiyet verip Allah’ın hakkını ihmal ettikleri için kınamaktadır.

‘’De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah fasık topluluğu doğru yola erdirmez’’ (Tevbe, 24) Bütün şeylerin hakkından önce bilinmesi ve tasdik edilmesi gereken hak Allah’ınkidir. Bunların ilki Tevhid’dir.

‘’Allah’ın kulları üzerindeki hakkı’’, kullarının O’na ibâdet etmesi ve O’na şirk koşmamasıdır. ‘’Kullarının Allah üzerindeki hakkı’’ ise kulların bunları yaptıkları takdirde Allah’ın onları cennetine koymasıdır.

‘’Nefsin hakkına gelince’’;  Nefsimize hakkını verebilmek, neyin sureti olduğumuzun mânâsını bilmeyi gerektirir. ‘’Nefsini bilen Rabbini bilir’’. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: ‘’Kendinden başla!’’ Kendi halimizi Allah’a göre bildiğimizde ancak Allah’ın hakkını gözetebiliriz. (Wıllıam C. Chıttıck)

Kevser Yeşiltaş ‘’kul hakkı’’ ifadesini şöyle ele alır. Kul hakkı öğretisi, kadim zamanlarda doğru kullanımdaydı. Zamanla bu kelime anlam bozukluğuna uğradı. Kul hakkı, başkalarının kulluğunun hakkı değil, bizzat insanın kendi kulluğuna olan bir haktır. Kul hakkı, kişinin kendine olan hakkıdır.

İnsanın kendini tanıyamaması, kendini unutarak yalnızlığa terk etmesi, onun kul hakkına girer. Kişinin kendi kulluğunun hakkına. Kısaca kul hakkı insanın kendinedir. Başkalarının kulluğuna değil.

Zâten yeterince fedakârlık yapan, kendini sevdiklerine adayan, kendi hayatını başkaları odaklı yaşayan kişinin, başkalarına nasıl bir kul hakkı olabilir ki?

Kişinin kendini tanımadan başkalarına uzattığı her el, kişinin enerjisini azaltır, yorar ve yaşlandırır. Hatta birçoğunu hasta eder.

Kendini yeterince tanıyan, kendiyle barışık kişinin kendi dışındaki herkese uzattığı el, gücüne güç katar, huzurlu kılar ve kişiyi mutlu eder. Kişi kendini tanımadan kendini unuttu ve terk etti. Mutsuzluk ve huzursuzluk içinde çırpınıyor. Kendini bulmayı akıl etti ya da böyle bir bilginin varlığından haberdar oldu. Kendini aramaya ve bulmaya karar verdi. Nasıl bulacak? Bu sorunun cevabı gene kişinin kendindedir. Kişi kendini nerede unutmuştur? Bunu kimse bizim adımıza yapamaz. Hiçbir kitap bu soruyu cevaplayamaz. Bu soruyu sormak için yalnızlığa, sessizliğe ihtiyaç da olmayabilir.  Kişi yalnız kalmayı bekler, işlerini bitirmeyi bekler. Emekli olmayı, sessiz bir köye yerleşmeyi, çocuklarını büyütüp kendinle baş başa kalma hayalini yaşar. Bu süre zarfında da hiçbir zaman gerekli çalışmayı yapamaz ve sürekli erteler.

Dünya koşuşturma ve kalabalıklar yeridir. O kalabalıklar arasında da kendi içine dönüp, kendini tahlil edebilir. Hareket bitmez, kalabalıklar azalmaz. O hengâme içerisinde kendini hatırlamalıdır.  Kişi kendini nerede, hangi zaman diliminde unutmuştur: Kardeşi doğduğu zaman mı? Evladı dünyaya geldiği zaman mı? Bir akrabasına bakmak zorunda olduğu zaman mı? Evlendiği zaman mı?

Evinin sorumluluğunu üstlendiği zaman mı? İşte kişi kendini nerede bıraktı ise orada bulacaktır.

Kendini arayan ve bulan kişi, kendi ile karşılaşan kişidir. Kendi ile karşılaşan kişi, kendi ile yüzleşecek olan kişidir. Kendini bulma, kendi ile karşılaşma demektir. Yüz yüze gelmek.

Bu durum, yeryüzünde olacak fiziksel bir durum değil, ancak mânen ve içsel olabilecek bir durumdur. Kişi kendini çoğunlukla çocukluk zamanlarında terk eder ve kendinden habersiz büyür. İnsan yaşamı boyunca, muazzam bir duygusallık ve alınganlık boyutundadır. Kırılgan ve hassastır. Kendini bilinçsizce feda etmiştir. Fakat bu fedaları hiç kıymet bilinmemiştir. Bu da onu hassas, kırılgan, alıngan ve küsen biri yapmıştır. Şüpheci ve kararsızlık boyutu bir cehennem gibidir. Bunun nedeni de kendini terk etmiş olmasıdır. Kendini terk etmiş olmanın verdiği bir azaptır bu. Bilinçaltından sızım sızım dışarı sızar, kendini belli etmeye çabalar. Ama bir türlü anlatamaz derdini. Ve insan bu durumu bilmeden bir ömür yaşar. Ve kendi ile karşılaşmayı, öldükten sonraya bırakmış olur. Kadim öğretiler, kendini tanı derken, aslında ‘’bu işi öldükten sonraya bırakma, henüz nefes alırken hallet’’ demek ister.

Peki, kişi kendi ile karşılaştığında neler olur? Elbette ki, kendinin kendine söyleyeceği sözler ve edeceği sitemler vardır. Kendini bulan kişi ateşten gömleği sırtına giyer. Bu işin vicdanî boyutudur ve kolay değildir. İnsan yaşamı boyunca kendini af eder. Bu doğru ama eksik bir yöntemdir. İnsanı ancak, terk ettiği kendi affedebilir. Bu da uzun bir zaman alır.

Onu ikna etmek, gönlünü almak, affetmesini beklemek uzun ve meşakkatli bir yoldur. Kendimi affettiğimde ne olacak? Bu en büyük mucizedir ve kendini dinlemeye hazırsan, başlıyorsun demektir. Vicdan azabı ile yüzleşme vakti. Kişi, terk ettiği kendinin gönlünü almadan KUL HAKKI’nı yerine getiremez.

Kişi istediği kadar kendini affetsin, başkalarını affetsin terk ettiği kendisi onu affetmeden, bu düğüm çözülmüyor ve gerçek huzura kavuşamıyor. Bu birkaç meditatif seansla, birkaç çalışmayla kolayca olabilecek bir yöntem değil. Tüm servetini bağışlasan, bu içsel çalışmayı kimse senin adına çözümleyemez. Üstelik bu çalışma dünyevi işler aksatılmadan yapılmalıdır. Kişi hem dış dünya ile hem iç dünyası ile iletişim halinde ve GÖZLEMCİ durumundadır.

Bir kendim var, bir de karşılaştığım kendim. İki farklı ben! O halde gerçek ben kim? Bu aşamaya gelebilmek gerçek bir mucizedir. Bu sorgulama ne işe yarar? Önce sakinleşir insan. Atarlı ve saldırgan hareketleri daha erdemli hale gelir. Rüyalar değişmeye başlar. Her an biraz daha huzura yaklaşmış olur. Yaşama karşı duruşu ‘’ELİF’’ harfinde olduğu gibi, daha erdemli bir boyut alır. Daha fazla sabır göstermeye başlar. Yoğunluk ve yorgunluğu azalır. Vicdanının rahatladığını hisseder.

Buraya kadar gelen her kişi, o bulduğu kendi olan güçlü tarafına, o kavrayışa bir ‘’isim’’ verir. Bu kişiye özeldir. Kişi ile kendi arasında özel bir sırdır. Bunu ister ifşa eder, ister paylaşır. İsterse bir ömür boyu sır gibi saklar. Kendi güçlü tarafı ile karşılaşan kişi, mucizelere de şahitlik etmeye ve sorularına cevap almaya başlayacaktır.

‘’Bir ben var, bir de benden içeri’’. Arayıp da bulduğu, karşılaştığı, yüzleştiği ve tanıştığı kendisi. İnsan hakiki kendisi ile karşılaşana kadar birçok kimlik ile karşılaşır. İnsan hakikatte gerçek kendi ile karşılaştığını nasıl anlar?

Sorduğu sorulara en erdemli cevapları aldığı anda. O cevaplar kişinin kendi iç yolculuğunda, yolunu aydınlatacak olan cevaplardır. Kendini bilen, rûhsal kaynağını özünü de bilir. Yolun bundan sonrası mahremiyete girer. Bu bir sırdır. Kendi ile Hakikati arasında içsel bir çalışmadır. Bu içsel çalışma yöntemi her insanın parmak izi gibi şahsına özeldir ve gizlilik içerir.

Kendini bilen kişi, kendine rehber olan rabbini de bilir. Bu bilgi kadim zamanlardan beri öğreti halini almış olan son aşamadır

2 Nisan 2019 Salı

BESMELE:

BİSMİLLÂHİRRAHMANİRRAHİM.

Âlem’de ne varsa Kur’ân’da, Kur’ân’da ne varsa Fâtiha’da, Fâtiha’da ne varsa başındaki Besmelede, Besmelede ne varsa başındaki ‘’B’’ harfinde, ‘’B’’ harfinde ne varsa altındaki  ‘’NOKTA’’dadır.

İlim bir noktadır. O’nu cahiller çoğalttı. İlim eşyanın (yaratılmışların) hakîkati’dir. 

Nokta; Maddi ve mânevî bütün âlemlerin varlık kaynağı olması bakımından bölünme ve parçalanma kabul etmeyen ‘’Mutlak Gayb’’dır. Nokta; Kâinatın harcı olan atomun gücünü, aynı zamanda da varlıkların ulûhiyetini (Allah isminin sıfatını) simgeler.

Her şeyin aslı noktadır. Nokta kendini tekrar ederek ’’ELİF’’ i oluşturur. ELİF yedi noktanın birleşmesinden  meydana gelir. ELİF de eğilip bükülerek diğer harfleri meydana getirir.

ELİF’in en üst noktası (sırların sırrı) ‘’B’’nin altındaki noktaya yansır. Besmelenin ‘’B’’ si Arap alfabesinin  2. harfidir. Ayrıca ‘’ELİF’’ ve diğer harfler  arasında berzahtır.

Gerçekte Elif harf olmayıp, harflerin kutbudur.  Her harfin içinde ‘’ELİF’’ vardır. ‘’ELİF’’ hiçbir harfe bitişmez, her şey ona bitişir. Allah’ın zâtına işarettir. Allah da ‘’ELİF’’ gibi her şeydir ve her şeydedir. Hiçbir şeye muhtaç olmayıp, her şey ona muhtaçtır.

Bismillah, Allah’ın isimlerinin ‘’B’’ harfinde vücut giymesidir. Bismillah’tan ‘’B’’ kaldırılırsa, İsmillah (Allah’ın isimleri) kalır ki, burada ‘’B’’ ile  Allah’ın bütün isimlerinin  taşıyıcısı  ve Allah ile yaratılmışlar arasında Berzah olan Hz. Muhammed’e işaret edilmektedir. ‘’B’’ nin altındaki nokta da Hz. Ali, yani İnsan-ı Kâmil’dir. Yani;  ‘’B’’ vücûd, nokta ise mânâdır.

Nokta Arapçada ‘’sıfır’’gibi yazıldığından Adem/yokluk sayılır. Nokta Cevher’dir ve eşyanın hakîkatidir. Hz. Ali makamıdır. Yâni ‘’AŞK’’ tır. O Kalem’den (ilk akıl) düşen mürekkebin ilk damlası olup ‘’Rahmet’’ tir. Kalem mürekkebini hokka gibi olan ‘’nûn’’ dan alır. Kalem sûresi bu nedenle ‘’nûn’’ harfi ile başlar (Kalem aklı simgelediğinden, sınava gireceklere Kalem sûresi okunur). ‘’B’’ nin altındaki hakîkat noktası üste çıkarsa ‘’nûn’’ olur, yani kişi hakîkatle dirilir. Diri kişi etrafını da diri kılar.

Nokta aynı zamanda ‘’KÜN/OL’’ emridir. ‘’KÜN’’ Hz. Peygamber’e emirdir. Allah Hz.Muhammed’i (sav.)  kendi nefsinden (özünden), bizi de Hz. Muhammed’in (sav.) nefsinden yaratmıştır. Her şey ‘’KÜN’’ ile başlar, ‘’MİRAC’’ ile sona erer.

Biz Allah’ın sonsuzluğu önünde bir noktayız. Nokta olan insan dünyaya geldikten sonra ‘’AN’’dan uzaklaşır. Ancak nefsinin yedi mertebesini birleştirerek  ‘’ELİF’’ olur ve ‘’AN’’a yaklaşırsa ki bu sıfır noktasıdır, kuantum sıçramalarını gerçekleştirebilir.

Hz. Muhammed; ‘’Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır. Şehirlere kapılarından giriniz’’ derken, bana ancak bir İnsan-ı Kâmil vâsıtasıyla ulaşabilirsiniz demektedir.

Kişi BESMELE çektiğinde hem Allah’ı, hem Hz. Muhammed’i (B), Hem de Hz. Ali’yi (nokta) anar.  Semâvi dinlerin kitaplarının hepsi ‘’B’’ ile başlar. ‘’B’’ nin altındaki nokta da her sûrenin başında mevcuttur. Mesnevi ‘’Bişnev/İşit’’ ile Celcelutiye ‘’Bede’tü’’ ile Tevrat ‘’Bereşit/İlk, Başlangıç’’ ile İncil de ‘’B’’ ile başlar. Tevbe sûresi başında BESMELE yoktur, ancak ’’B’’ ile başlar (Berâe).

Allah Kur’ân’ı Kerim’de ‘’Allah’tan başkası adına (Besmelesiz) kesilmiş hayvanın etini haram kılmıştır’’ (En’am-145, Bakara-173, Nahl-115) Namaza Subhaneke duası ile başlanır ve Besmele çekilmez. Çünkü ‘’Süphan’’ Tenzih’tir ve Allah’ın asla bilinemeyeceği ve idrak edilemeyeceği ismidir. Arkasından Fâtiha okunur ve başında euzu besmele çekilir, Şeytan’ın şerrinden ve vesvesesinden Allah’a sığınılır.

Besmele; Allah, Râhman ve Râhim’i içerir. Yani ‘’esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla’’ demektir. Esirgeyen Rahman, bağışlayan ise Rahim’dir. Rahman ve Rahim ‘’Rahmet’’ kelimesinden türemiştir. Allah ismi toplayıcı bir isim olduğu için kahrı da, Rahmeti de içerir. Allah Besmeleye üç Rahmet yerleştirmiştir. Birincisi, Allah isminde gizli olan Rahmet iken,  diğerleri Rahman ve Rahim isimlerindeki Rahmet’tir.

Rahman umumi, Rahim ise hususîdir. Rahman, bütün yaratılmışlara, iyiye de kötüye de (iyinin zıddına da) rızık verendir. Rahim ise, Rahmet ve merhameti sınırsız olan, azarlamadan, intikam almadan koruyan, affedendir.

Ayrıca Rahman dış, Rahim ise içtir. Rahman afak/dünya, Rahim ise enfüs/ âhirettir. Fâtiha (feth) Rahman ve Rahim’in, enfüs ile afak’ın, iç ve dışın birleşmesi ile ortaya çıkar. Bu da ‘’B’’ nin altındaki NOKTA’dır. İkisini birleştiren İNSAN-I KÂMİL olur.

Rahim tecellîsinin âhirette olacağının anlamı; ’insan ancak dış dünyadan gözünü iç dünyasına çevirirse, Allah’ın rahim tecellisini, merhametini idrak edebilir’’ demektir.

Peygamber’in rahmetine ceza sıfatı karışmamış, O âlemlere Rahmet olarak gönderilmiştir. İnsan-ı Kâmil’in ise kederine ceza sıfatı karışmış olabilir.

Hz. Muhammed (sav.) , Rahman ve Rahim ile Cemâl, bast tecellîsidir.
Hz. Ali (ra), Rabbiyet ile Celâl, kabz tecellîsidir.

Bu iki sultanı birbirinden ayrı gören ‘’Velâyet’’i idrak edemez. (Hz. Peygamber; Hz. Ali için ‘’eti etimdir, kanı kanımdır’’ diyerek ‘’B’’ ile altındaki noktanın aynı olduğunu vurgulamıştır. Çünkü ‘’B’’ noktasız olmaz)

‘’İbnü’l Arabî Hz. Besmele’deki; Allah, Rahman ve Rahim’i, üçlü yapı olarak ele alır. Âlem; Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla zuhûr etmiştir. Yâni toplu olarak ‘’Allah’’ tafsili olarak ‘’Rahman ve Rahim’’ adıyla.

Hak Allah’tır. Rahman, erkek yani akıldır (çünkü Allah Âdem’i Rahman sûretinde yaratmıştır ve ilk yaratılan akıldır). Rahim, kadın yani nefsdir (çünkü rahim kadında bulunur). Böylece  ‘’Hak, erkek ve kadın’’ üçlüsü zuhûr eder. Resulullah (sav.) akıl ve nefis (Rahman ve Rahim) olarak varlığın başlangıcıdır.

Hz. Muhammed varlıkların ondan doğması hasebiyle en büyük Rahim yani ana makamıdır.

Fâtiha sûresi de Kur’ân’ın anasıdır ve Hz. Muhammed’e tahsis edilmiştir. Diğer resûllerin Fâtiha’dan nasipleri yoktur.’’ (İbnü’l Arabî Hz.leri Kur’ân Varlık)

‘’Fâtiha sûresinin ilk ayeti olan Besmele, diğer Kur’ân ayetlerinin başında geçen Besmele’den farklı olarak Fâtiha’nın sırlarını barındırır.

Fâtiha’nın özü Besmele’dir. Besmele’nin anlattığı Âdem’dir. Sırrı da o’dur. O gizli hazinelerin hazinedarıdır. Çünkü o Hak dışında her şeyi, kendini de unutmuştur.

Allah Âdem’e ismini sormuş; Âdem, ‘’Ya Rabbi unutturuldum, sen neyi bilirsen, ben O’nu bilebilirim’’ demiştir. İşte Besmelenin sırrı buradadır. Bir kimse Mevlâ’nın güzel ve lâtif ismi anıldıktan sonra kendini unutuyorsa o işi bizzat Hak Teâla yapar.

Başlangıç ve son Âdem’dir. O halîfedir. Evren ayakta onunla durur. O padişahın hazinelerini koruyan mühürdür. O mühür açılırsa âlem yok olur.

Kul ‘’Bismillâh’’ dediğinde Besmele, varoluş içinde varlık makamı olmaktadır ki, bu Cenab-ı Hak için ‘’KÜN/Ol’’ emri makamı demektir.(Cîlî Hz. Besmelenin Şerhi)

 ‘’Kün’’ başlangıç ve sonun birleştiği noktadır.

 Eğer Kur’ân Bismillah ile değil de  ‘’Allah’’ lafzı ile başlasaydı, veliler ve peygamberler hariç bütün mahlukât mahvolurdu (Zât’ının tecellîsinden âlem yanardı). Çünkü Allah ismi mutlak bilinmezliği temsil eder. Bazı özel kullar için bu isim kapalı değildir (Allah isminin dünyada tecellîsi Hakk ismi ile olur)

 ‘’B’’ harfi Kur’ân’ın her sûresinde kul ile Zât-ı Akdes/ilâhi kaynak  arasında hicap/perdedir. Vücûd bu perdeye işarettir. ‘’Bism’’ (illah): Bism’de üç harf vardır.  ‘’Elif’’ her harf ondan meydana gelir ve zâta işaret eder. ‘’B’’ vücûd (vahdaniyet). ‘’Sin’’ Allah’ın sırrı. ‘’Mim’’ ise Muhammed (s.a.v.) in pak rûhuna delâlettir.

Tevbe sûresinin başında Besmele’nin olmamasını İbnü’l Arabi Hz.leri şöyle açıklar; ‘’Berâe/Tevbe’nin rahmeti ortaya çıktığında (ki o Besmele’dir) ehlinin yüz çevirmesi, rahmetin kendilerinden kaldırılmasına hükmetti. Böylece melek durmuş ve Besmele’yi nereye koyacağını bilememiş. Çünkü Allah, bir şeyi ihsan ettiğinde bir daha ondan dönmez ve onu yokluğa döndürmez. Beşer toplumlardan her ümmet, rahmetini kendi peygamberine inanmakla almıştır. Bu bağlamda Allah şöyle buyurdu: ‘’Bu besmeleyi Süleyman’a îman eden hayvanlara veriniz. Onlar sadece kendi peygamberlerine inanmakla sorumludur’’. O hayvanlar Süleyman’ın kadrini, kıymetini bilip ona îman edince, kendilerine insanî rahmetten bir pay verildi. Bu insanî pay, müşriklerin elinden çekilip alınan ‘’Bismillâhirrahmanirrahim’’ dir.’’ (Neml-30) (İbnü’l Arabî Hz. leri Fütûhat-ı Mekkiyye)

 İbnü’l Arabî Hz; ‘’Besmele’’ ile ‘’Hacer-ül Esved’’arasında da bir bağ kurar.

Şöyle ki; ‘’İhlâs sûresi, tıpkı beş direk üzerinde yükselen, üzerinde çatısı bulunan, etrafı duvarlarla çevrili, açık kapısı olmadığı için hiç kimsenin hiçbir şekilde içeri giremediği bir ev gibidir. Ama evin dışında, duvarına yapışık bir direk bulunmaktadır. Keşif ehli kimseler bu direği mesh ederler, tıpkı yüce Allah’ın, Kâbe’nin dışına, sağ tarafına koyup duvarına eklediği Hacer-ül Esved’in meshedilmesi gibi. Beyt’ten maksat İhlâs sûresidir. Beş direği ise, sûrenin beş âyetidir. Altıncı direk olan Hacer-ül Esved’de, sûrenin başındaki Besmele’dir.’’

İhlâs sûresi; Sadece tenzih isimlerini ihtiva etmesi nedeniyle bu isimlerle ahlaklanmak imkânsızdır. Bunlar; HÜVE, ALLAH, AHAD, ALLAH, SAMED’ dir.

Besmele sütununa gelince; O meshedilir ve dış yüzü idrâk edilir (Rahman ve Rahim). Ama Beyt’in içinde kalan yüzü olan ‘’Bismillah’’ ile ahlâklanmak mümkün değildir. Çünkü kulluk ulûhiyetle (Allah ile) ahlâklanamaz (O’nun sıfatlarını giyinemez). (Kutsal sırlar Syf.38-40)

‘’İbnü’l Arabî Hz. leri Besmeleyi, insanın her fiilinin altında yatan niyet ile karşılaştırmaktadır. Şeriata göre, kişi dini amellerinde ‘’gaflet’’ ve dikkatsizliğinden dolayı eksik ise, bu durumun fiilin doğruluğu üzerinde bir tesiri yoktur. Çünkü niyet ameli telafi etmektedir. Aynı şekilde, Allah’ın her sûrenin başında Besmeleyle beyan edilen niyeti bütün tehditleri ve sûrede bahsedilen bütün gazâbı gerektiren sıfatları telâfi etmektedir. Bu yüzden, son mesele besmeleden dolayı ‘’rahmet’’ olacaktır. Bu iyi bir haberin ifâdesidir.’’ (Fütühat-ı Mekkiyye)

Anlaşılacağı üzere Besmele ve Hacer-ül Esved, Hz. Muhammed yani İnsan-ı Kâmil’dir.

Hakîkatten uzak olanların  Besmeleyi anlamaya nasibi yoktur.