29 Nisan 2019 Pazartesi

KUL HAKKI:

Allah’ın kullarını affetmeyeceği iki GÜNAH vardır ki bunlardan biri KUL HAKK’ı, diğeri ŞİRK’tir.

GÜNAH; Allah’ın emirlerine aykırı olan, dince suç olduğu açıklanmamış olsa da, insanlara zarar verdiği, vicdanları incittiği, doğrudan uzaklaştığı için suç sayılabilecek iş ve davranışlardır.

Günahlardan bazısı insanın kendisi ile Rabbi arasındadır (şirk). Bazısı da insanın kendisini de aşarak başkalarını da etkiler (kul hakkı).

ŞİRK; Allah’tan başkasında güç ve kuvvet görmek, sebeplerin yaratıcısının da Allah olduğunu kavrayamamaktır. ’’Gerçekten Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur’’ (Nisa, 48) ŞİRK koşana MÜŞRİK denir.

KUL HAKKI ise; Umumi bir kaide olarak, başkalarının hukuku (Hakk’ı) ile bağlantılı olan günahlardandır. Kulun bedenine ve malına yapılan tecavüz maddi hukuk (Hak), kalp ve rûhuna verilen zararlar mânevi hukuk(Hak) olarak değerlendirilmelidir.

İbnü’l Arabî Hazretleri kul hakkı kavramını yaratılmış ‘’Şey’’lerin hakkı olarak ele alır ve bunu ünlü bir hadise dayandırır.

‘’Nefsinin senin üzerinde bir hakkı vardır, Rabbinin senin üzerinde bir hakkı vardır, misafirinin senin üzerinde bir hakkı vardır ve ehlinin senin üzerinde bir hakkı vardır. Her Hak sahibine Hakk’ını ver’’

Allah Hakîm’dir ve her hak sahibine hakkını verendir. Bu ismin sıfatı Hikmet’tir ve bir Şey’i yerli yerine koymak demektir. Hikmet’in zıddı Zulüm’dür. Zulüm bir Şey’i yerli yerine koymamaktır. 

‘’O halde sen akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Allah’ın rızasını isteyenler için bu, en iyisidir. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir’’ (Rum, 38)

‘’Her hak sahibine hakkını vermek’’ Tahkik’in kısa bir tanımıdır. Tahkik; gerçekliğin, hakikatin, doğruluğun ve ‘’Eşya’’nın uygunluğunun farkına varmaktır ve bu farkındalığa dayanarak onlara hakkını vermektir. Yani eşya için en isâbetlisi ve doğrusunu yapmaktır. (Şey/Eşya, halk yani Allah’ın yarattıklarıdır)

 ‘’Her şeyin’’ bize karşı bir hakkı vardır ve her hak, Allah’a, insanlara veya eşyaya karşı sorumluluğumuzu temsil eder. NESNE’nin bir hakkı vardır ve işte tam bu yüzden onunla iştigal eden ÖZNE’nin bir sorumluluğu vardır.

İnsanların farkına varması gereken ilk Hak, Allah’a olan Hakkı’dır. Kur’ân’da geçtiği üzere, Allah insanları şeylere ehemmiyet verip Allah’ın hakkını ihmal ettikleri için kınamaktadır.

‘’De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah fasık topluluğu doğru yola erdirmez’’ (Tevbe, 24) Bütün şeylerin hakkından önce bilinmesi ve tasdik edilmesi gereken hak Allah’ınkidir. Bunların ilki Tevhid’dir.

‘’Allah’ın kulları üzerindeki hakkı’’, kullarının O’na ibâdet etmesi ve O’na şirk koşmamasıdır. ‘’Kullarının Allah üzerindeki hakkı’’ ise kulların bunları yaptıkları takdirde Allah’ın onları cennetine koymasıdır.

‘’Nefsin hakkına gelince’’;  Nefsimize hakkını verebilmek, neyin sureti olduğumuzun mânâsını bilmeyi gerektirir. ‘’Nefsini bilen Rabbini bilir’’. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: ‘’Kendinden başla!’’ Kendi halimizi Allah’a göre bildiğimizde ancak Allah’ın hakkını gözetebiliriz. (Wıllıam C. Chıttıck)

Kevser Yeşiltaş ‘’kul hakkı’’ ifadesini şöyle ele alır. Kul hakkı öğretisi, kadim zamanlarda doğru kullanımdaydı. Zamanla bu kelime anlam bozukluğuna uğradı. Kul hakkı, başkalarının kulluğunun hakkı değil, bizzat insanın kendi kulluğuna olan bir haktır. Kul hakkı, kişinin kendine olan hakkıdır.

İnsanın kendini tanıyamaması, kendini unutarak yalnızlığa terk etmesi, onun kul hakkına girer. Kişinin kendi kulluğunun hakkına. Kısaca kul hakkı insanın kendinedir. Başkalarının kulluğuna değil.

Zâten yeterince fedakârlık yapan, kendini sevdiklerine adayan, kendi hayatını başkaları odaklı yaşayan kişinin, başkalarına nasıl bir kul hakkı olabilir ki?

Kişinin kendini tanımadan başkalarına uzattığı her el, kişinin enerjisini azaltır, yorar ve yaşlandırır. Hatta birçoğunu hasta eder.

Kendini yeterince tanıyan, kendiyle barışık kişinin kendi dışındaki herkese uzattığı el, gücüne güç katar, huzurlu kılar ve kişiyi mutlu eder. Kişi kendini tanımadan kendini unuttu ve terk etti. Mutsuzluk ve huzursuzluk içinde çırpınıyor. Kendini bulmayı akıl etti ya da böyle bir bilginin varlığından haberdar oldu. Kendini aramaya ve bulmaya karar verdi. Nasıl bulacak? Bu sorunun cevabı gene kişinin kendindedir. Kişi kendini nerede unutmuştur? Bunu kimse bizim adımıza yapamaz. Hiçbir kitap bu soruyu cevaplayamaz. Bu soruyu sormak için yalnızlığa, sessizliğe ihtiyaç da olmayabilir.  Kişi yalnız kalmayı bekler, işlerini bitirmeyi bekler. Emekli olmayı, sessiz bir köye yerleşmeyi, çocuklarını büyütüp kendinle baş başa kalma hayalini yaşar. Bu süre zarfında da hiçbir zaman gerekli çalışmayı yapamaz ve sürekli erteler.

Dünya koşuşturma ve kalabalıklar yeridir. O kalabalıklar arasında da kendi içine dönüp, kendini tahlil edebilir. Hareket bitmez, kalabalıklar azalmaz. O hengâme içerisinde kendini hatırlamalıdır.  Kişi kendini nerede, hangi zaman diliminde unutmuştur: Kardeşi doğduğu zaman mı? Evladı dünyaya geldiği zaman mı? Bir akrabasına bakmak zorunda olduğu zaman mı? Evlendiği zaman mı?

Evinin sorumluluğunu üstlendiği zaman mı? İşte kişi kendini nerede bıraktı ise orada bulacaktır.

Kendini arayan ve bulan kişi, kendi ile karşılaşan kişidir. Kendi ile karşılaşan kişi, kendi ile yüzleşecek olan kişidir. Kendini bulma, kendi ile karşılaşma demektir. Yüz yüze gelmek.

Bu durum, yeryüzünde olacak fiziksel bir durum değil, ancak mânen ve içsel olabilecek bir durumdur. Kişi kendini çoğunlukla çocukluk zamanlarında terk eder ve kendinden habersiz büyür. İnsan yaşamı boyunca, muazzam bir duygusallık ve alınganlık boyutundadır. Kırılgan ve hassastır. Kendini bilinçsizce feda etmiştir. Fakat bu fedaları hiç kıymet bilinmemiştir. Bu da onu hassas, kırılgan, alıngan ve küsen biri yapmıştır. Şüpheci ve kararsızlık boyutu bir cehennem gibidir. Bunun nedeni de kendini terk etmiş olmasıdır. Kendini terk etmiş olmanın verdiği bir azaptır bu. Bilinçaltından sızım sızım dışarı sızar, kendini belli etmeye çabalar. Ama bir türlü anlatamaz derdini. Ve insan bu durumu bilmeden bir ömür yaşar. Ve kendi ile karşılaşmayı, öldükten sonraya bırakmış olur. Kadim öğretiler, kendini tanı derken, aslında ‘’bu işi öldükten sonraya bırakma, henüz nefes alırken hallet’’ demek ister.

Peki, kişi kendi ile karşılaştığında neler olur? Elbette ki, kendinin kendine söyleyeceği sözler ve edeceği sitemler vardır. Kendini bulan kişi ateşten gömleği sırtına giyer. Bu işin vicdanî boyutudur ve kolay değildir. İnsan yaşamı boyunca kendini af eder. Bu doğru ama eksik bir yöntemdir. İnsanı ancak, terk ettiği kendi affedebilir. Bu da uzun bir zaman alır.

Onu ikna etmek, gönlünü almak, affetmesini beklemek uzun ve meşakkatli bir yoldur. Kendimi affettiğimde ne olacak? Bu en büyük mucizedir ve kendini dinlemeye hazırsan, başlıyorsun demektir. Vicdan azabı ile yüzleşme vakti. Kişi, terk ettiği kendinin gönlünü almadan KUL HAKKI’nı yerine getiremez.

Kişi istediği kadar kendini affetsin, başkalarını affetsin terk ettiği kendisi onu affetmeden, bu düğüm çözülmüyor ve gerçek huzura kavuşamıyor. Bu birkaç meditatif seansla, birkaç çalışmayla kolayca olabilecek bir yöntem değil. Tüm servetini bağışlasan, bu içsel çalışmayı kimse senin adına çözümleyemez. Üstelik bu çalışma dünyevi işler aksatılmadan yapılmalıdır. Kişi hem dış dünya ile hem iç dünyası ile iletişim halinde ve GÖZLEMCİ durumundadır.

Bir kendim var, bir de karşılaştığım kendim. İki farklı ben! O halde gerçek ben kim? Bu aşamaya gelebilmek gerçek bir mucizedir. Bu sorgulama ne işe yarar? Önce sakinleşir insan. Atarlı ve saldırgan hareketleri daha erdemli hale gelir. Rüyalar değişmeye başlar. Her an biraz daha huzura yaklaşmış olur. Yaşama karşı duruşu ‘’ELİF’’ harfinde olduğu gibi, daha erdemli bir boyut alır. Daha fazla sabır göstermeye başlar. Yoğunluk ve yorgunluğu azalır. Vicdanının rahatladığını hisseder.

Buraya kadar gelen her kişi, o bulduğu kendi olan güçlü tarafına, o kavrayışa bir ‘’isim’’ verir. Bu kişiye özeldir. Kişi ile kendi arasında özel bir sırdır. Bunu ister ifşa eder, ister paylaşır. İsterse bir ömür boyu sır gibi saklar. Kendi güçlü tarafı ile karşılaşan kişi, mucizelere de şahitlik etmeye ve sorularına cevap almaya başlayacaktır.

‘’Bir ben var, bir de benden içeri’’. Arayıp da bulduğu, karşılaştığı, yüzleştiği ve tanıştığı kendisi. İnsan hakiki kendisi ile karşılaşana kadar birçok kimlik ile karşılaşır. İnsan hakikatte gerçek kendi ile karşılaştığını nasıl anlar?

Sorduğu sorulara en erdemli cevapları aldığı anda. O cevaplar kişinin kendi iç yolculuğunda, yolunu aydınlatacak olan cevaplardır. Kendini bilen, rûhsal kaynağını özünü de bilir. Yolun bundan sonrası mahremiyete girer. Bu bir sırdır. Kendi ile Hakikati arasında içsel bir çalışmadır. Bu içsel çalışma yöntemi her insanın parmak izi gibi şahsına özeldir ve gizlilik içerir.

Kendini bilen kişi, kendine rehber olan rabbini de bilir. Bu bilgi kadim zamanlardan beri öğreti halini almış olan son aşamadır