Allah’ın kullarını affetmeyeceği iki GÜNAH vardır ki
bunlardan biri KUL HAKK’ı, diğeri ŞİRK’tir.
GÜNAH; Allah’ın emirlerine aykırı olan,
dince suç olduğu açıklanmamış olsa da, insanlara zarar verdiği, vicdanları
incittiği, doğrudan uzaklaştığı için suç sayılabilecek iş ve davranışlardır.
Günahlardan bazısı insanın kendisi ile Rabbi arasındadır (şirk).
Bazısı da insanın kendisini de aşarak başkalarını da etkiler (kul hakkı).
ŞİRK; Allah’tan
başkasında güç ve kuvvet görmek, sebeplerin yaratıcısının da Allah olduğunu
kavrayamamaktır. ’’Gerçekten Allah
kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise dilediğini
bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş
olur’’ (Nisa, 48) ŞİRK koşana MÜŞRİK
denir.
KUL HAKKI ise; Umumi bir
kaide olarak, başkalarının hukuku (Hakk’ı) ile bağlantılı olan günahlardandır.
Kulun bedenine ve malına yapılan tecavüz maddi hukuk (Hak), kalp ve rûhuna
verilen zararlar mânevi hukuk(Hak) olarak değerlendirilmelidir.
İbnü’l Arabî Hazretleri kul
hakkı kavramını yaratılmış ‘’Şey’’lerin hakkı olarak ele alır ve bunu ünlü
bir hadise dayandırır.
‘’Nefsinin senin
üzerinde bir hakkı vardır, Rabbinin senin üzerinde bir hakkı vardır,
misafirinin senin üzerinde bir hakkı vardır ve ehlinin senin üzerinde bir hakkı
vardır. Her Hak sahibine Hakk’ını ver’’
Allah Hakîm’dir ve her hak sahibine hakkını verendir. Bu
ismin sıfatı Hikmet’tir ve bir Şey’i yerli yerine koymak demektir. Hikmet’in
zıddı Zulüm’dür. Zulüm bir Şey’i yerli yerine koymamaktır.
‘’O halde sen akrabaya,
yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Allah’ın rızasını isteyenler için bu, en
iyisidir. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir’’ (Rum, 38)
‘’Her hak sahibine hakkını vermek’’ Tahkik’in kısa bir
tanımıdır. Tahkik; gerçekliğin, hakikatin, doğruluğun ve ‘’Eşya’’nın
uygunluğunun farkına varmaktır ve bu farkındalığa dayanarak onlara hakkını vermektir.
Yani eşya için en isâbetlisi ve
doğrusunu yapmaktır. (Şey/Eşya, halk yani Allah’ın yarattıklarıdır)
‘’Her şeyin’’ bize karşı bir hakkı vardır ve her
hak, Allah’a, insanlara veya eşyaya karşı sorumluluğumuzu temsil eder.
NESNE’nin bir hakkı vardır ve işte tam bu yüzden onunla iştigal eden ÖZNE’nin
bir sorumluluğu vardır.
İnsanların farkına varması gereken ilk Hak, Allah’a olan Hakkı’dır. Kur’ân’da geçtiği üzere, Allah
insanları şeylere ehemmiyet verip Allah’ın hakkını ihmal ettikleri için kınamaktadır.
‘’De ki: Eğer
babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız
mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler
size Allah’tan, peygamberinden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık
Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah fasık topluluğu doğru yola
erdirmez’’ (Tevbe,
24) Bütün şeylerin hakkından önce bilinmesi ve tasdik edilmesi gereken hak
Allah’ınkidir. Bunların ilki Tevhid’dir.
‘’Allah’ın kulları
üzerindeki hakkı’’, kullarının O’na ibâdet etmesi ve O’na şirk koşmamasıdır. ‘’Kullarının Allah üzerindeki hakkı’’
ise kulların bunları yaptıkları takdirde Allah’ın onları cennetine koymasıdır.
‘’Nefsin hakkına
gelince’’; Nefsimize hakkını verebilmek, neyin sureti
olduğumuzun mânâsını bilmeyi gerektirir. ‘’Nefsini bilen Rabbini bilir’’. Hz.
Peygamber şöyle buyurmaktadır: ‘’Kendinden başla!’’ Kendi halimizi Allah’a göre
bildiğimizde ancak Allah’ın hakkını gözetebiliriz. (Wıllıam C. Chıttıck)
Kevser Yeşiltaş ‘’kul
hakkı’’ ifadesini şöyle ele alır. Kul hakkı öğretisi, kadim zamanlarda
doğru kullanımdaydı. Zamanla bu kelime anlam bozukluğuna uğradı. Kul hakkı,
başkalarının kulluğunun hakkı değil, bizzat insanın kendi kulluğuna olan bir
haktır. Kul hakkı, kişinin kendine olan hakkıdır.
İnsanın kendini tanıyamaması, kendini unutarak yalnızlığa
terk etmesi, onun kul hakkına girer. Kişinin kendi kulluğunun hakkına. Kısaca
kul hakkı insanın kendinedir. Başkalarının kulluğuna değil.
Zâten yeterince fedakârlık yapan, kendini sevdiklerine
adayan, kendi hayatını başkaları odaklı yaşayan kişinin, başkalarına
nasıl bir kul hakkı olabilir ki?
Kişinin kendini
tanımadan
başkalarına uzattığı her el, kişinin enerjisini azaltır, yorar ve yaşlandırır.
Hatta birçoğunu hasta eder.
Kendini yeterince tanıyan, kendiyle barışık kişinin kendi
dışındaki herkese uzattığı el, gücüne güç katar, huzurlu kılar ve kişiyi mutlu
eder. Kişi kendini tanımadan kendini unuttu ve terk etti. Mutsuzluk ve
huzursuzluk içinde çırpınıyor. Kendini bulmayı akıl etti ya da böyle bir
bilginin varlığından haberdar oldu. Kendini aramaya ve bulmaya karar verdi.
Nasıl bulacak? Bu sorunun cevabı gene kişinin kendindedir. Kişi kendini nerede
unutmuştur? Bunu kimse bizim adımıza yapamaz. Hiçbir kitap bu soruyu
cevaplayamaz. Bu soruyu sormak için yalnızlığa, sessizliğe ihtiyaç da
olmayabilir. Kişi yalnız kalmayı bekler,
işlerini bitirmeyi bekler. Emekli olmayı, sessiz bir köye yerleşmeyi,
çocuklarını büyütüp kendinle baş başa kalma hayalini yaşar. Bu süre zarfında da
hiçbir zaman gerekli çalışmayı yapamaz ve sürekli erteler.
Dünya koşuşturma ve kalabalıklar yeridir. O kalabalıklar
arasında da kendi içine dönüp, kendini tahlil edebilir. Hareket bitmez,
kalabalıklar azalmaz. O hengâme içerisinde kendini hatırlamalıdır. Kişi kendini nerede, hangi zaman diliminde
unutmuştur: Kardeşi doğduğu zaman mı? Evladı dünyaya geldiği zaman mı? Bir
akrabasına bakmak zorunda olduğu zaman mı? Evlendiği zaman mı?
Evinin sorumluluğunu üstlendiği zaman mı? İşte kişi kendini
nerede bıraktı ise orada bulacaktır.
Kendini arayan ve bulan kişi, kendi ile karşılaşan kişidir.
Kendi ile karşılaşan kişi, kendi ile yüzleşecek olan kişidir. Kendini bulma,
kendi ile karşılaşma demektir. Yüz yüze gelmek.
Bu durum, yeryüzünde olacak fiziksel bir durum değil, ancak
mânen ve içsel olabilecek bir durumdur. Kişi kendini çoğunlukla çocukluk zamanlarında terk eder ve
kendinden habersiz büyür. İnsan yaşamı boyunca, muazzam bir duygusallık ve
alınganlık boyutundadır. Kırılgan ve hassastır. Kendini bilinçsizce feda etmiştir.
Fakat bu fedaları hiç kıymet bilinmemiştir. Bu da onu hassas, kırılgan, alıngan
ve küsen biri yapmıştır. Şüpheci ve kararsızlık boyutu bir cehennem gibidir.
Bunun nedeni de kendini terk etmiş olmasıdır. Kendini terk etmiş olmanın
verdiği bir azaptır bu. Bilinçaltından sızım sızım dışarı sızar, kendini belli
etmeye çabalar. Ama bir türlü anlatamaz derdini. Ve insan bu durumu bilmeden
bir ömür yaşar. Ve kendi ile karşılaşmayı, öldükten sonraya bırakmış olur.
Kadim öğretiler, kendini tanı
derken, aslında ‘’bu işi öldükten sonraya
bırakma, henüz nefes alırken hallet’’ demek ister.
Peki, kişi kendi ile karşılaştığında neler olur? Elbette ki,
kendinin kendine söyleyeceği sözler ve edeceği sitemler vardır. Kendini bulan
kişi ateşten gömleği sırtına giyer. Bu işin vicdanî boyutudur ve kolay
değildir. İnsan yaşamı boyunca kendini af eder. Bu doğru ama eksik bir
yöntemdir. İnsanı ancak, terk ettiği
kendi affedebilir. Bu da uzun bir zaman alır.
Onu ikna etmek, gönlünü almak, affetmesini beklemek uzun ve
meşakkatli bir yoldur. Kendimi affettiğimde ne olacak? Bu en büyük mucizedir ve
kendini dinlemeye hazırsan, başlıyorsun demektir. Vicdan azabı ile yüzleşme
vakti. Kişi, terk ettiği kendinin
gönlünü almadan KUL HAKKI’nı yerine getiremez.
Kişi istediği kadar
kendini affetsin, başkalarını affetsin terk ettiği kendisi onu affetmeden, bu
düğüm çözülmüyor ve gerçek huzura kavuşamıyor. Bu birkaç meditatif seansla, birkaç
çalışmayla kolayca olabilecek bir yöntem değil. Tüm servetini bağışlasan, bu
içsel çalışmayı kimse senin adına çözümleyemez. Üstelik bu çalışma dünyevi
işler aksatılmadan yapılmalıdır. Kişi hem dış dünya ile hem iç dünyası ile
iletişim halinde ve GÖZLEMCİ durumundadır.
Bir kendim var, bir de
karşılaştığım kendim.
İki farklı ben! O halde gerçek ben kim? Bu aşamaya gelebilmek gerçek bir
mucizedir. Bu sorgulama ne işe yarar? Önce sakinleşir insan. Atarlı ve
saldırgan hareketleri daha erdemli hale gelir. Rüyalar değişmeye başlar. Her an
biraz daha huzura yaklaşmış olur. Yaşama karşı duruşu ‘’ELİF’’ harfinde olduğu
gibi, daha erdemli bir boyut alır. Daha fazla sabır göstermeye başlar. Yoğunluk
ve yorgunluğu azalır. Vicdanının rahatladığını hisseder.
Buraya kadar gelen her kişi, o bulduğu kendi olan güçlü
tarafına, o kavrayışa bir ‘’isim’’
verir. Bu kişiye özeldir. Kişi ile kendi arasında özel bir sırdır. Bunu ister
ifşa eder, ister paylaşır. İsterse bir ömür boyu sır gibi saklar. Kendi güçlü
tarafı ile karşılaşan kişi, mucizelere de şahitlik etmeye ve sorularına cevap
almaya başlayacaktır.
‘’Bir ben var, bir de benden içeri’’. Arayıp da bulduğu, karşılaştığı,
yüzleştiği ve tanıştığı kendisi. İnsan hakiki kendisi ile karşılaşana kadar
birçok kimlik ile karşılaşır. İnsan hakikatte gerçek kendi ile karşılaştığını
nasıl anlar?
Sorduğu sorulara en
erdemli cevapları aldığı anda. O cevaplar kişinin kendi iç yolculuğunda, yolunu
aydınlatacak olan cevaplardır. Kendini bilen, rûhsal kaynağını özünü de bilir.
Yolun bundan sonrası mahremiyete girer. Bu bir sırdır. Kendi ile Hakikati
arasında içsel bir çalışmadır. Bu içsel çalışma yöntemi her insanın parmak izi
gibi şahsına özeldir ve gizlilik içerir.