26 Ekim 2019 Cumartesi
13 Ekim 2019 Pazar
Tecellî kavramı Vahdet-i Vücûd/Tek Vücûd anlayışının
üzerine inşa edildiği temeldir. Öyle ki, bu kavram doğru anlaşılmadan muhakkik (hakîkat
ehli) sûfilerin sistemlerini çözmek neredeyse imkânsızdır. Tecellî varlık
bilim/insan açısından kullanıldığında feyiz, zuhûr, tenezzül,
taayyün (ortaya çıkma) gibi kavramlarla ilişkilidir.
Varlık/insan
açısından tecellî, gayb mertebesinde olanın zuhûr mertebesine çıkması demektir. Bu kavram HAK için kullanıldığında Hakk’ın zâtının
bütün isim ve sıfatlarıyla kendini izhâr etmesi/açığa çıkarması demek olur.
Tecellî kavramı muhakkik sûfiler tarafından âlemin var oluşunu izah etmek için
kullanılır. Vahdet-i Vücûd anlayışına
göre varlık birdir ve onda ikilik bulunması imkânsızdır. Varlıkta
yaratan-yaratılan ikiliğini geçersiz kılmak maksadıyla sûfiler tecellî
kavramını kullanmışlardır. Buna göre tek bir hakîkat vardır ve bu tek hakîkat tecellî
yani zuhûr etmektedir. Âlem ise bu hakîkatin tecellîler yani zuhûr
mertebesinden ibârettir.
Tecellî; VARLIK ve MÜŞÂHEDE tecellîsi olmak üzere ikiye ayrılır.
Varlık
tecellîsi; âlemin
doğrudan ve dolaylı olarak HAK’tan varlık almasıyla ilgilidir. Buna göre Tanrı
ile âlemin doğrudan ve dolaylı olmak üzere iki türlü irtibatı vardır. Birinci
irtibat Tanrı’nın her bir varlıkla ÖZEL irtibatıdır ki bu irtibata ‘’VECH-i
HAS’’ terimi kullanılmıştır. İkinci irtibat ise, bir nedensellik silsilesiyle Şey’lerin
meydana gelmesidir (Dünyanın hem güneş hem de aydan ışık alması gibi).
Mutlak bir olandan yalnız bir çıkar ilkesi
çerçevesinde Hak’tan yalnızca bir şey zuhûr eder ki, bu da varlık tecellîsidir.
Varlık tecellîsi de Feyz-i Akdes ve Feyz-i Mukaddes
olarak iki kısımdır.
Feyz-i
akdes (zât): Hakk’ın
kendi zâtında zâtı için zâtıyla tecellî etmesidir. Bu tecellî insan bilgisinin konusu
olamaz. Çünkü bu sadece zâta ait bir tecellîdir.
Feyz-i
mukaddes (sıfat) ise: zâtın
mümkün varlıklarda gerçekleşen tecellîsidir. Bu tecellîyi ilâhi isimler ve
sıfatlar gerektirmiştir. Bundan dolayı âlemde zâtın ilişkisini sağlayan
etkenler ilâhi isimler ve sıfatlardır.
Hakk’ın tecellîleri sonsuzdur ve tecellîde tekrar
yoktur. Her tecellî bir öncekini kapsar ve genişleyerek devam eder. Buna bağlı
olarak âlem de sürekli olarak genişler ve mükemmelleşir. Âlemin sürekli yokluğa
gitmesi ve Tanrı’nın da onu sürekli varlığa çıkarmak için kendisine tecellî
etmesine Halk-ı Cedid/her an yeniden yaratılma denir. (Âlemde her AN her ‘’Şey’’
yok olmakta, her an kesintisiz o ‘’Şey’’
in bir benzeri yaratılmaktadır)
Müşâhede tecellisi ise marifetullah ile ilgilidir. Bu tecellînin özelliği
insanın varlığını silmek ve ona bilgi kazandırmaktır. Allah hakkında bilgi
ancak müşahede tecellîsi ile elde edilir. Bu tecellî varlığın istidadına göre
değişir.
Tecellî’nin
üç temel işlevi vardır; 1. Hakk’ın zâtında gizil halde bulunan
isim ve sıfatların, buna bağlı olarak da âlemin ortaya çıkması. 2. Ortaya çıkan bu isim ve sıfatlar
vâsıtasıyla ilâhi zât hakkında BİLGİ elde edilmesidir. Çünkü Hak bilinmeyi sevdiğinden
dolayı tecellî etmektedir. 3. Âlemin
var oluşunun devamlılığının sağlanmasıdır.
HAK âleme sürekli tecellî etmekte, âlem de bu nedenle var
olmaya devam etmektedir. Eğer Hakk’ın âlemdeki tecellisî bir an kesilse, âlem
derhal aslı olan yokluğa geri döner. Hakk’ın tecellisî, âlemin ayakta durma
sebebidir. Hakk’ın tecellîsi hangi
âlemde gerçekleşirse gerçekleşsin ve Hak hangi ‘’Şey’’e (eşya/varlık) tecellî
ederse etsin bu tecellî, ’’ez_Zâhir’’ isminden kaynaklanır.
‘’el-Bâtın’’ isminden
ne bu dünyada, ne de âhirette tecellî vukû bulmaz. (Abdülkerîm Cîlî/ Hz. Hakîkat-i
Muhammedî Syf. 22-23)
GÖLGE:
‘’Bil ki: Hak’tan başkası (SİVA) ya da ‘’ÂLEM’’ diye
isimlendirilen şey, Hakk’a nispetle bir şahsın gölgesi gibidir. Böyle olunca o,
Allah’ın GÖLGE’sidir. O da, varlığın nispetinin aynıdır. Çünkü GÖLGE, şüphesiz,
histe mevcuttur.’’ (İbnü’l Arabî
Hz. Hz. Yûsuf fassı)
Âlem/Kosmos,
Allah dışındaki herşeydir. Bütün bir âlem
gölgeye benzer.
Zira gölgenin kendi varlığı yoktur, ancak hakîki var
olanın gölgesi olur. Burada hakîki varlık Allah olup, âlem de sadece O’nun
hayali yani gölgesidir. Nasıl ki gölge ancak varlığın hareketiyle hareket eder
ya da durursa, bütün âlem de hareket ve duruşuyla Hakk’ın varlığına tabidir. Gölge
aslın ispatı olmakla beraber, hakîki vücutla (Allah ile) aynı değildir.
Âlem Allah’ın
gölgesidir. Zira Allah ismi bütün
isimleri ihtiva eder. Öyleyse gölge, oluşması için Allah ismine (zâhiri Hak)
muhtaçtır. Vücutlarımız da âlemde tecellî
eden Hakk’ın gölgesinin gölgesidir (Hakk’ın
gölgesi İnsan-ı Kâmil, İnsan-ı Kâmil’in gölgesi DÜNYA’dır. Dünya, birbirini
takip eden gölgelerin toplamıdır). Kula göre gölgesi olduğu âlem mevcuttur.
Kullar ise gölge olmaları nedeniyle histe mevcuttur. Bu aynı aynalar metâforu
gibidir. Bir varlığın etrafında çeşitli aynalar olsa ve varlık ortada dursa,
her aynada başka bir yönden varlığın o parçası görülür. Her parça bütüne bağlı
ve bütünden zuhur etmekle beraber, aynada bir bozukluk olsa bu varlığı
bağlamaz, aynadaki görüntüyle ilgilidir.
Gölgeler mensup oldukları şahısların zâtında bilkuvve
vardır, bir mahal bulduğunda ortaya çıkar ve bilfiil hâle geçer. Gölgenin
olması için üç şeye ihtiyaç vardır:
Hakîki
varlık (Allah), gölgenin oluşabilmesi için bir mahâl (kul) ve
Işık/tecellî.
Çünkü Hakk’ın mutlak vücudu ancak gölgesi olan KUL ve
ilâhi bir ışık olan NÛR ismiyle idrak olunur. Kulun vücudu olmazsa Allah gizli
kalır. Burada anlatılan nûr ‘’ışık’’
olmayıp, ‘’ışıkla karanlığın birleşimi’’
demektir. Zira nûr iki yönlüdür. Bir yönü varlığa, bir yönü yokluğa bakar (Berzah).
Nûr süreklidir.
Çünkü zât-ı İlâhiden çıkan ‘’ışık/tecellî’’ süreklidir
ve kesildiği an âlem yok olur.
Kâşânî Hazretleri gölgeyi şöyle anlatır: Gölge (Zıll)
Allah’ın dışındaki her şeydir. Bunun iki nedeni vardır. Birincisi;
Allah’tan başka hiçbir şeyin kendi kendine var olması imkânsız olduğu için,
hiçbir şey kendi başına müstakil değildir. Var görünenler sadece gölgelerdir.
Gölgenin, sahibinin hareketinin dışında bir hareketi olmadığı gibi, ancak
sahibine göre bir gerçekliği, sûreti ve zâtı düşünülebilir. İşte hakîkati
müşâhede eden kimse, var olanların ancak birtakım gölgeler olduklarını bilir.
Onlar kendilerine bir zarar ve fayda veremez, öldürmek veya diri tutmak veya
hayat vermek gibi özelliklerden yoksundurlar. İkincisi; Gölge ışık
vâsıtasıyla ortaya çıkar. Allah’ın dışındaki her şey, kendi başlarına bir şey
değillerdir, onlar sadece Rableri sayesinde ‘’ŞEY’’ olabilirler.
Ölüm ise
gölgenin gölge sahibine çekilmesi demektir. ‘’Sonra da onu
yavaş yavaş kendimize (başka yöne) çekmekteyiz’’ (Furkân, 46) Gölgeden
ibâret olan hayali, Allah Teâlâ kendi gölgesi olmasından dolayı zâtına çeker.
Bu da Nefes-i Rahmânî ile olur.
‘’Hak Tekliği
simgeler, fakat görünmeyenden görünene çıktığı vakit ayrışır ve ilâhi
isimler olarak belirir. Görünmeyenden görünene çıkış, bir nefes alma
şeklindedir. Bâtının yani görünmeyenin sıcak havası, zahirin yani görünenin
soğuk havasına çıkışıdır. Her insanın, her nesnenin, Â’yan-ı Sâbitede bir levhası
bulunmaktadır. Rab planının bu levha üzerinde çizdiği her ilâhi görüntü,
yansıyarak fizik dünyalarda gölge hayatları oluşturur. Levha üzerine çizilen
her ilâhi görüntü bir SEBEP oluşturur. Sebep, ilâhi bir ilimdir. Levhada
oluşan hakîkat görüntüsü, sebebi ile fizik dünyaya yansır.
Oluşan her şeyin, meydana gelen her olayın muhakkak
bir sebebi vardır. Sebep üzerine yaratılan her durum, onun hakîkatidir.
Hakîkati yok etmek de mümkün değildir. Çevremize baktığımızda yaşadığımız her
olay, oluşan her durum, başımıza her ne geliyor ise, sebebi ile birlikte
oluşur. Bu oluşumu, insanın yok etmesi, durdurması ve değiştirmesi mümkün
değildir. Her insan doğmadan önce, kendi levhasında hangi sebebi oluşturmuş
ise, Rab planı tarafından terbiye edilerek sonuçlarını fizik dünyalarda
yaşayacaktır.’’ (Kevser Yeşiltaş)
Sonuç olarak; İbnü’l Arabî Hazretleri mecazî olarak
ÂLEM’i büyük bir GÖLGE tiyatrosu, tam bir ilâhi komedyaya benzetmektedir
(Platon da mağara alegorisini kullanmıştır). Bu metâfor, dünyayı bilgisayar
monitöründe gösterilen bir film olarak tahayyül etmek gibidir. Buna göre Aklı-ı
Küll/İnsan-ı Kâmil, dünyayı yaratan ve organize eden ve Levh-i Mahfûz da
bunları gösteren bir süper bilgisayar olarak düşünülebilir. Günümüzde
bilgisayarlar, insan aklının belirli hususiyetlerine uygun bir şekilde
yaratılmışlardır ve birçok açıdan bilgisayarın çalışma tarzı insan aklına
benzemektedir. Ancak insan Hakk’a tamamıyla benzeyemeyeceği gibi, bilgisayar da
birçok açıdan insana tamamıyla benzeyemez.
İbnü’l Arabî Hazretleri Manevî İNSAN ve ÂLEM’in aynı
şekilde işlediğini söylemekte bu nedenle de ‘’Âlemi büyük insan, insanı da küçük âlem’’ olarak ifâde
etmektedir. Gözlerimizi açıp baktığımızda çevremizdeki şeylerin bir resmini
görürüz ve izlemeye devam edersek bu şeylerin hareket ettiğini görürüz. Bütün Kosmos/evren birbirini hızlı bir
şekilde takip eden hayali sûretlerin/gölgelerin
terkibidir. Ancak gölge olmazsa aslı bulmak mümkün değildir. Biz ancak o
gölgeyi takip ederek aslı bulabiliriz.
Dünya gölge gibidir, sen onun peşine düşersen, yakalayamazsın. Onu terk edersen o senin peşine düşer. Dünya geçip giden bir gölgedir. Daha doğrusu gölgenin gölgesidir. Gölgenin gölgesinin de gölgesi olmaz. Dünya zâtın gölgesidir ve kendisine ait bir zâtı, bir mülkü ve bir kudreti yoktur. Yüce Allah’ın Davut (as.)’a vahyettiği gibi: ‘’Ey dünya bana hizmet edenin hizmetine gir. Sana hizmet edeni ise yor’’
(İbnü’l
Arabî Hz. Tefsirî Kebir Tevilat Syf.632)