26 Ekim 2019 Cumartesi

BEYT-İ  MÂ’MUR  ve  SIDRETÜ’L MUNTEHA:

YEDİNCİ SEMÂ’DA İKİ MAKAM.

Semâ GÖKYÜZÜ anlamındadır. Bazen de FELEK olarak geçer. Arapların dehr/zaman dediğine, Türkler felek demişlerdir. Felek ilmi mârifet ilmidir. İbnü’l Arabî Hazretlerine göre; Felek, göğün yıldızının yüzmesinin meydana getirdiği şeydir(yörünge). Her Semâ’nın bir yıldızı ve bir feleği vardır. ’Her biri kendi feleğinde yüzer’’ (Enbiyâ, 33- Yâsin, 40). Feleklerin sayısı yıldızların sayısıncadır. Her yıldızın bir rûhu olup, Allah bu yıldızların idâresini bu rûhlara vermiştir. (Allah her Semâ’ya bir Nebî yerleştirmiştir. Örn. Ay Hz. Âdem’in, Utarit Hz. Îsâ’nın,  Zühre Hz. Yusuf’un, Güneş Hz. İdris’in, Merih Hz. Dâvut’un, Müşteri Hz. Mûsâ’nın, Zuhal Hz. İbrâhim’in mekânıdır. (Nûrlar Risâlesi Syf. 95)

Bütün felekler yıldızsız  ‘’Atlas feleği’’nden çıkar. Bu felek ile günler, haftalar ve aylar var olmuştur. Bütün felekler bu feleğin etrafında devreder. Atlas feleği; feleklerin feleği ve ‘’ARŞ’’ olarak da adlandırılır. (Dokuz felek; Arş, Kürsi, Zûhal, Müşteri, Merih, Güneş, Zühre, Utarit, Ay) Dokuz Feleğin tüm hareketleri ve onların yıldızlarının seyri ile DÜNYA ve dünyadakiler var olmuştur. Yine DÜNYA ve dünyadakiler onların hareketiyle yok olacaktır.

Hazret; büyük âlemdeki felekler ile insan vücûdundaki felekler arasında bir ilişki kurar. 

Yuvarlak, maddî ve mânevî dönen/devreden her yuvarlağı felek olarak değerlendirir. Allah’ın felekler, yıldızlar, unsurlar ve tabiatlara olan ilmi Allah’ın HÜKMÜ’dür. Felekler, yıldızlar, unsurlar ve tabiatları meydana getirmesi, Allah’ın KAZÂ’sıdır. Döndürmeye başlayıp da, felek ve yıldızların tesirlerinin bu âlemde zâhir olması Allah’ın KADER’idir. Bu âlem halkına iyilikten, kötülükten, uğursuzluktan, güzel talihten vs. ne gelirse hepsi, göklerin hükümdarı olan bu yıldızların eseridir. (Hz. İdris fassı Syf. 47-54)

Kısaca; FELEK KAVRAMI VARLIK MERTEBELERİNİ ANLATIR. (Nefs’in yedi mertebesi vardır. Emmare/Ay, Levvame/Zühre, Mülhime/Utarit, Mutmainne/Güneş, Radiye/Merih, Merdiye/Müşteri, Sâfiye/Zûhal. Bizim varlığımız acaba hangi mertebede seyretmekte, dönmekte?)

Beyt-i Mâ’mur; her gün ’’yetmiş bin’’ meleğin namaz kılmak ve tavaf etmek için ziyaret ettiğine inanılan ‘’yedinci Semâ’da’’ bir makamdır. Yedinci Semâ; Hz. İbrâhim’in makamı olup, gönlü temsil eder. Beyt-i Mâ’mur Hakk’ı sığdıran kalp demektir. Beyt-i Mâ’mur ‘’ARŞ’’ tır. Arş ise İnsan-ı Kâmil’in kalbidir.

Allah; ‘’Beni yerler ve Gökler kuşatamadı, yalnız Mümin kulumun kalbi kuşattı’’ der. Bu kalp, mümin kulun kalbidir. Burada Mümin, Mümin’in aynasıdır ifadesi ortaya çıkar ki; Birinci mümin Hz. Peygamber/İnsan-ı Kâmil, ikinci mümin ise Allah’tır. Yani ‘’Allah Kâmil kulun kalbi vâsıtasıyla, Âlem’de isim ve sıfatlarıyla tecelli eder’’ demektir.

Allah; Kur’ân’ı Kerîm’in Tûr sûresinin 4. âyetinde ‘’BEYT-İ MÂ’MURA’’ yemin etmiştir. Hz. Peygamber miracda, ‘’YEDİNCİ SEMÂ’’ da; sırtını Beyt-i Mâ’mur’a dayamış bir halde oturan Allah’ın dostu Hz. İbrâhim ile karşılaşmıştır. Hz. İbrâhim Hz. Peygamber’e,  Beyt-i Ma’mur’un (darah) adını söyleyerek onları tanıtmış,  Hz. Peygamber’de orada iki rekât namaz kılmıştır. ‘’Bu ev Kâbe tarzındadır (kalp). İki kapısı vardır. Doğuya (rûha) bakan kapısından her gün yetmiş bin melek girer (Mümin olsun, kâfir olsun insanın aklına günde yetmiş bin düşünce gelir), sonra karşısındaki batı (nefs) kapısından çıkarlar ve bir daha ebediyen geri dönmezler. Allah her gün bu melekleri ab-ı hayat nehrinden, Cebrail’in her gün bu suya dalıp çıkarken kanatlarından düşen damlalardan yaratır. Her gün yaratılan bu meleklerden sonra Âdemoğullarının düşünceleri onların kalplerinde oluşmaya başlar. Bütün kalpler bu evden yaratılmıştır ve daima mâ’mur olacaklardır. Her melek de aynen kalpte geçen düşüncenin sûretinde olacaktır’’ (İbnü’l Arabî Hz. Kur’ân- Varlık Syf. 140-142)

Yeryüzündeki Kâbe, Semâ’daki Beyt-i Mâ’mur’un ‘’izdüşümü’’ yani gölgesidir. Melekler Arş’ı, hacılar Kâbe’yi tavaf eder.

Kalp; ‘’Rab’’ isminin mazhârıdır. Hz. İbrâhim de isimlerin tümü olan er-Rab (Âlemlerin Rabbi) isminin istiva ettiği yerdir. ‘’Rahman arşa istiva etti’’ (Tâ-Hâ sûresi-5). Âlemlerin Rabbi; yani bütün isimleri CEM eden/toplayan isim ALLAH iken, Allah’ın her kuldaki bir veya birkaç ismi o kulun Rabbi, terbiye edicisidir. Kulun bütün irtibatı ezelde aldığı ismi olan Rabbi yani kalbi iledir.

 Bu isim ve sıfatlar Allah’ta (Ayan-ı Sâbite’de) aslî/subûtî (sabit)  iken, bize yansıması selbî (karşıtı) şeklindedir. Yani aynada görüntülerin tam tersinin yansıması gibi olduğundan bize düşen bu sıfatları hakikatine çevirmektir. Çünkü isimlerimiz (Rabbimiz), meşreplerimizin (huylarımızın) tam tersidir.

Kul ismini aşikâr edince ve orada Hakk kendini seyredince, O da kendini Hakk aynasında seyreder. Bu kavuşma ve mirac sonunda kulun bütün melekeleri (Melek/kuvvet) o kalbin (Rabbinin/ isminin) sesine kulak vermeye ve etrafında tavaf etmeye başlar ki, gerçek tavaf budur. İnsanın ‘’has/aslî ismi’’ Kâbe’ye, diğer esmaları ise bunun etrafında tavaf eden hacı adaylarına benzetilebilir. Bu tıpkı Güneş’in uydularının, onun etrafında tavaf etmesi gibidir. (Lütfi Filiz-1 Syf. 254)

Tavaf; bilindiği gibi sağdan sola doğru yapılan yedi dairesel harekettir. Yedi dairesel tavaf, yedi sıfatı oluşturur. 

Allah; ancak bu ‘’yedi imam ismin, yedi sıfatı’ ile idrâk edilebilir. Hayat (el-Hayy),  İlim (el-Alîm),  İrade (el-Mürid),  Kudret (el-Kâdir), İşitme (es-Semî),  Görme (el-Basîr),  Konuşma (el- Mütekellim)   
                                                                      
İnsan küçük âlemdir. Allah, sâlikin bedeninde de yedi göğü ayırmıştır. Bu yedi Semâ’nın (yedi gök) her birinde gökteki gezegenlerin karşılığı olarak sıfat diye adlandırılan yüzen gezegenler yaratmıştır. (Seferler syf. 83) Yedi sıfat, yedi yıldızdır (Nûh fassı syf. 132). Bunlar; Hayat (ay), İlim (Zühre), İrâde (Utarit), Kudret (Müşteri), Duyma (Güneş), Görme (Merih), Kelâm’dır (Zûhal). Bunların hepsi belirlenmiş bir ecele doğru akıp gitmektedir.

Allah seni yıldızlara özgü dönüş bilgisine ulaştırdığında tavaf eden sayılırsın. Felek ve yıldızlar sûfli/aşağı âlemin tedbir sahipleridir. İhtiyarları yoktur. (İdris fassı Syf. 53)

İşte sen ne zaman sende mevcut olan yedi sıfatın sadece Allah’a ait olduğunu, gökteki yıldızlar gibi hiç bir irâdenin olmadığını idrak edersin, o zaman tavaf eden sayılırsın. (gerçek hac budur)

O zaman Kâbe; hem Kalp’tir, hem Arş’tır, hem de Rab yani ezelde aldığımız ismimizdir.

Bilgi; Evliya ve Enbiya’nın kâmillerinde üç türlü ‘’hatır’’/hâl vardır. İlâhi, Rûhani, Nefsâni. Bu nedenle Kâbe/kalp ilk yapıldığında üçgen idi. (Zemzem’in üç damarı gibi).

Sonradan insanların avamına göre ‘’şeytanî hatır’’ da itibar olunup ‘’dört köşeli’’ oldu. Rükn-i Irak’i şeytani hatıra işarettir. Bu taraf ilâhi feyz’den mahrûmdur.

Kâbe’nin dört rüknü; Şam (Hz. Âdem), Irak (Hz. İbrâhim), Yemen Hz. Îsâ), Hacer-ül Esved (Hz. Mûhammed)

Abdülhay/Hayat, Abdülhalim/İlim, Abdülmürid/İrade, Abdülkadir/Kudret. Bunlar dört Direk’tir (Evtad-ı Erbaa).  (dört mânevi mertebe) 

Semi/Duyma, Basar/Görme, Mütekellim/Konuşma. (üç maddi mertebe) 
          
(İbnü’l Arabî/İsmâil Hakkı Bursevî Hz. İlâhi İsimler)

SİDRETU’L  MUNTEHA:

‘’YEDİNCİ SEMÂ’’da bir makam olup, mahlûkatın âmellerinin varacağı son duraktır. ‘’Andolsun ki onu (Cebrâil’i), Sidretu’l Munteha’nın yanında önceden bir kere daha görmüştü’’ (Necm, 13 -14) Bu, Allah’a sulûk eden kimsenin nihâi olarak ulaştığı son noktadır. (Cilî Hz.)

SİDRE; ARABİSTAN KİRAZI, MUNTEHA İSE ‘’SON’’ DEMEKTİR. 

BU MAKAM BİR AĞAÇ OLARAK TASVİR EDİLMİŞTİR. Bu ağacı ‘’ebed’’ (sonsuzluk) bahçesine ‘’bir’’in (el-ahad) eli dikmiştir. Tohumu ‘’kün’’ hubbesidir. Bu tohum topraktan çıkınca ikiye ayrılır. Bir yanı ‘’sağ’’ (ashab-ı yemin/nûr), bir yanı ‘’sol’’ (ashab-ı şimal/zûlmet) tarafa doğru büyür. Ortadaki dal Muhammedi daldır (mûkarreb melekler). Bu ağacın meyveleri iyi ve güzel olanlar ‘’cennet’’ ambarlarına, kötü ve habis olanlar ‘’cehennem’’ ambarlarına konulur. Bu ağacın hayatını ve sürekliliğini sağlayan ‘’su’’, Kün kelimesinin sırrından ibâret olan Ceberût âlemidir. Bu ağacın dalları birbirinden farklı ve meyveleri çok ve çeşitli ise de kökü birdir. Bu da ‘’kün’’ kelimesinin habbesinden, yani çekirdeğindendir. ‘’Çekirdeğe bakan birliği, dallara ve yapraklara bakan o çekirdekten ayrı olmayan çokluğu görür. Çekirdekte ağacı, ağaçta çekirdeği görmek sadece baş gözüyle olmaz. Başlangıcı bir olanın sonu da bir olacaktır. Her şey KÜN ile başlar MİRAC ile tamamlanır’’ (İbn. Arabi Hz. Şeceretü’l-Kevn/Varlık Ağacı) ‘’Kökü sabit ve dalları gökyüzündedir’’ (İbrâhim sûresi, 24)

Sidre’nin yanından Kur’ân nehri akar. Bu nehirden ‘’üç’’ nehir daha doğar ki; zebûr, tevrat ve incil nehirleridir. Bunlar da; su, süt, şarap ve baldır.

Sidre’nin cennetlerdeki en yüce mazhâr’ı ‘’tuğba ağacı’’ dır. Allah bu ağacı kendi elleri ile dikmiş ve ona kendi rûhundan üflemiştir. Âdem gibi. Sidre’nin cehennemdeki en aşağı mazhâr’ı ise ‘’zakkum ağacı’’dır.

Sidre; mahlûkatın varacağı son makamdır (misâl-melakût âlemi). Cebrâil’in dahi miracda  (beden ve akıl ile) ileriye(ceberût âlemine) geçemediği bir makamdır.

Sidre’den sonrası Cenâb-ı Hakk’a mahsus olan kudret ve azâmettir. Mahlûkatın (yaradılmışların) oraya ayak basmasına imkân yoktur. Çünkü burası (misâl âlemi) bölünme ve parçalanma kabul ederken, ilerisi (ceberût âlemi) her şeyin hakîkatlerinin bütün olarak zâtından zâtına yansıyan âlemdir. (İbnü’l Arabî Hz.)

Abdülkerim Cili Hz. İnsan-ı Kâmil adlı eserinde; Sidretu’l Munteha’yı ‘’Îman’’ makamı olarak nitelendirmiş, ağacın tasvirinde kullanılan;  yaprakları fil kulakları gibi olup, yapraklarının cennet evlerinden her eve gireceğini de Îmânın büyüklüğüne ve Îmânın olduğu evin cennet gibi olacağına bağlamıştır.

Hz. Peygamber Sidre’nin Arabistan kirazı olarak isimlendirilmesini de; ‘’ bir insan içini Arabistan kirazı ile doldurursa, Allah da onun kalbini Îman ile doldurur’’ diye açıklamıştır.

Sidre’nin son makam olması nedeniyle; şeriat, Allah ile karşılaşmaya hazırlanan ölünün yıkanmasında ‘’sidr ağacının’’ kullanılmasını gerektirmiştir.

Bilgi: Burada sembollerle anlatıldığı gibi, Sidretu’l Munteha İnsan-ı Kâmil, Beyt-i Mâmur İnsan-ı Kâmil’in Kalbidir. İnsan-ı Kâmil’in ağaç olarak tasvir edilmesi, ağacın kökünün tek olmasıyla ilâhi âleme bağlılığına, dallarının ve meyvelerinin çokluk ve çeşitliliği ile dünya hayatına benzetilmesindendir. Bu ağacın yedinci Semâ’da olmasının sebebi de, bu Semâ’nın TEVHİD Peygamberi Hz. İbrâhim’in mâkâmı olmasındandır.




13 Ekim 2019 Pazar

TECELLÎ ve GÖLGE:

Tecellî  kavramı Vahdet-i Vücûd/Tek Vücûd anlayışının üzerine inşa edildiği temeldir. Öyle ki, bu kavram doğru anlaşılmadan muhakkik (hakîkat ehli) sûfilerin sistemlerini çözmek neredeyse imkânsızdır. Tecellî varlık bilim/insan açısından kullanıldığında feyiz, zuhûr, tenezzül, taayyün (ortaya çıkma) gibi kavramlarla ilişkilidir.

Varlık/insan açısından tecellî, gayb mertebesinde olanın zuhûr mertebesine çıkması demektir. Bu kavram HAK için kullanıldığında Hakk’ın zâtının bütün isim ve sıfatlarıyla kendini izhâr etmesi/açığa çıkarması demek olur. Tecellî kavramı muhakkik sûfiler tarafından âlemin var oluşunu izah etmek için kullanılır. Vahdet-i Vücûd anlayışına göre varlık birdir ve onda ikilik bulunması imkânsızdır. Varlıkta yaratan-yaratılan ikiliğini geçersiz kılmak maksadıyla sûfiler tecellî kavramını kullanmışlardır. Buna göre tek bir hakîkat vardır ve bu tek hakîkat tecellî yani zuhûr etmektedir. Âlem ise bu hakîkatin tecellîler yani zuhûr mertebesinden ibârettir.

Tecellî; VARLIK ve MÜŞÂHEDE  tecellîsi olmak üzere ikiye ayrılır.

Varlık tecellîsi; âlemin doğrudan ve dolaylı olarak HAK’tan varlık almasıyla ilgilidir. Buna göre Tanrı ile âlemin doğrudan ve dolaylı olmak üzere iki türlü irtibatı vardır. Birinci irtibat Tanrı’nın her bir varlıkla ÖZEL irtibatıdır ki bu irtibata ‘’VECH-i HAS’’ terimi kullanılmıştır. İkinci irtibat ise, bir nedensellik silsilesiyle Şey’lerin meydana gelmesidir (Dünyanın hem güneş hem de aydan ışık alması gibi).

Mutlak bir olandan yalnız bir çıkar ilkesi çerçevesinde Hak’tan yalnızca bir şey zuhûr eder ki, bu da varlık tecellîsidir.

Varlık tecellîsi de Feyz-i Akdes ve Feyz-i Mukaddes olarak iki kısımdır.

Feyz-i akdes (zât): Hakk’ın kendi zâtında zâtı için zâtıyla tecellî etmesidir. Bu tecellî insan bilgisinin konusu olamaz. Çünkü bu sadece zâta ait bir tecellîdir.

Feyz-i mukaddes (sıfat) ise: zâtın mümkün varlıklarda gerçekleşen tecellîsidir. Bu tecellîyi ilâhi isimler ve sıfatlar gerektirmiştir. Bundan dolayı âlemde zâtın ilişkisini sağlayan etkenler ilâhi isimler ve sıfatlardır.

Hakk’ın tecellîleri sonsuzdur ve tecellîde tekrar yoktur. Her tecellî bir öncekini kapsar ve genişleyerek devam eder. Buna bağlı olarak âlem de sürekli olarak genişler ve mükemmelleşir. Âlemin sürekli yokluğa gitmesi ve Tanrı’nın da onu sürekli varlığa çıkarmak için kendisine tecellî etmesine Halk-ı Cedid/her an yeniden yaratılma denir. (Âlemde her AN her ‘’Şey’’ yok olmakta, her an kesintisiz o ‘’Şey’’ in bir benzeri yaratılmaktadır)

Müşâhede tecellisi ise marifetullah ile ilgilidir. Bu tecellînin özelliği insanın varlığını silmek ve ona bilgi kazandırmaktır. Allah hakkında bilgi ancak müşahede tecellîsi ile elde edilir. Bu tecellî varlığın istidadına göre değişir.

Tecellî’nin üç temel işlevi vardır; 1. Hakk’ın zâtında gizil halde bulunan isim ve sıfatların, buna bağlı olarak da âlemin ortaya çıkması. 2. Ortaya çıkan bu isim ve sıfatlar vâsıtasıyla ilâhi zât hakkında BİLGİ elde edilmesidir. Çünkü Hak bilinmeyi sevdiğinden dolayı tecellî etmektedir. 3. Âlemin var oluşunun devamlılığının sağlanmasıdır.

HAK âleme sürekli tecellî etmekte, âlem de bu nedenle var olmaya devam etmektedir. Eğer Hakk’ın âlemdeki tecellisî bir an kesilse, âlem derhal aslı olan yokluğa geri döner. Hakk’ın tecellisî, âlemin ayakta durma sebebidir. Hakk’ın tecellîsi hangi âlemde gerçekleşirse gerçekleşsin ve Hak hangi ‘’Şey’’e (eşya/varlık) tecellî ederse etsin bu tecellî, ’’ez_Zâhir’’ isminden kaynaklanır.

‘’el-Bâtın’’ isminden ne bu dünyada, ne de âhirette tecellî vukû bulmaz. (Abdülkerîm Cîlî/ Hz. Hakîkat-i Muhammedî Syf. 22-23)

GÖLGE:

‘’Bil ki: Hak’tan başkası (SİVA) ya da ‘’ÂLEM’’ diye isimlendirilen şey, Hakk’a nispetle bir şahsın gölgesi gibidir. Böyle olunca o, Allah’ın GÖLGE’sidir. O da, varlığın nispetinin aynıdır. Çünkü GÖLGE, şüphesiz, histe mevcuttur.’’ (İbnü’l Arabî Hz. Hz. Yûsuf fassı)

Âlem/Kosmos, Allah dışındaki herşeydir. Bütün bir âlem gölgeye benzer.

Zira gölgenin kendi varlığı yoktur, ancak hakîki var olanın gölgesi olur. Burada hakîki varlık Allah olup, âlem de sadece O’nun hayali yani gölgesidir. Nasıl ki gölge ancak varlığın hareketiyle hareket eder ya da durursa, bütün âlem de hareket ve duruşuyla Hakk’ın varlığına tabidir. Gölge aslın ispatı olmakla beraber, hakîki vücutla (Allah ile) aynı değildir.

Âlem Allah’ın gölgesidir. Zira Allah ismi bütün isimleri ihtiva eder. Öyleyse gölge, oluşması için Allah ismine (zâhiri Hak) muhtaçtır. Vücutlarımız da âlemde tecellî eden Hakk’ın  gölgesinin gölgesidir (Hakk’ın gölgesi İnsan-ı Kâmil, İnsan-ı Kâmil’in gölgesi DÜNYA’dır. Dünya, birbirini takip eden gölgelerin toplamıdır). Kula göre gölgesi olduğu âlem mevcuttur. Kullar ise gölge olmaları nedeniyle histe mevcuttur. Bu aynı aynalar metâforu gibidir. Bir varlığın etrafında çeşitli aynalar olsa ve varlık ortada dursa, her aynada başka bir yönden varlığın o parçası görülür. Her parça bütüne bağlı ve bütünden zuhur etmekle beraber, aynada bir bozukluk olsa bu varlığı bağlamaz, aynadaki görüntüyle ilgilidir.

Gölgeler mensup oldukları şahısların zâtında bilkuvve vardır, bir mahal bulduğunda ortaya çıkar ve bilfiil hâle geçer. Gölgenin olması için üç şeye ihtiyaç vardır:

Hakîki varlık (Allah), gölgenin oluşabilmesi için bir mahâl (kul) ve Işık/tecellî

Çünkü Hakk’ın mutlak vücudu ancak gölgesi olan KUL ve ilâhi bir ışık olan NÛR ismiyle idrak olunur. Kulun vücudu olmazsa Allah gizli kalır. Burada anlatılan nûr ‘’ışık’’ olmayıp, ‘’ışıkla karanlığın birleşimi’’ demektir. Zira nûr iki yönlüdür. Bir yönü varlığa, bir yönü yokluğa bakar (Berzah). Nûr süreklidir.

Çünkü zât-ı İlâhiden çıkan ‘’ışık/tecellî’’ süreklidir ve kesildiği an âlem yok olur.

Kâşânî Hazretleri gölgeyi şöyle anlatır: Gölge (Zıll) Allah’ın dışındaki her şeydir. Bunun iki nedeni vardır. Birincisi; Allah’tan başka hiçbir şeyin kendi kendine var olması imkânsız olduğu için, hiçbir şey kendi başına müstakil değildir. Var görünenler sadece gölgelerdir. Gölgenin, sahibinin hareketinin dışında bir hareketi olmadığı gibi, ancak sahibine göre bir gerçekliği, sûreti ve zâtı düşünülebilir. İşte hakîkati müşâhede eden kimse, var olanların ancak birtakım gölgeler olduklarını bilir. Onlar kendilerine bir zarar ve fayda veremez, öldürmek veya diri tutmak veya hayat vermek gibi özelliklerden yoksundurlar. İkincisi; Gölge ışık vâsıtasıyla ortaya çıkar. Allah’ın dışındaki her şey, kendi başlarına bir şey değillerdir, onlar sadece Rableri sayesinde ‘’ŞEY’’ olabilirler.

Ölüm ise gölgenin gölge sahibine çekilmesi demektir. ‘’Sonra da onu yavaş yavaş kendimize (başka yöne) çekmekteyiz’’ (Furkân, 46) Gölgeden ibâret olan hayali, Allah Teâlâ kendi gölgesi olmasından dolayı zâtına çeker. Bu da Nefes-i Rahmânî ile olur.

‘’Hak Tekliği simgeler, fakat görünmeyenden görünene çıktığı vakit ayrışır ve ilâhi isimler olarak belirir. Görünmeyenden görünene çıkış, bir nefes alma şeklindedir. Bâtının yani görünmeyenin sıcak havası, zahirin yani görünenin soğuk havasına çıkışıdır. Her insanın, her nesnenin, Â’yan-ı Sâbitede bir levhası bulunmaktadır. Rab planının bu levha üzerinde çizdiği her ilâhi görüntü, yansıyarak fizik dünyalarda gölge hayatları oluşturur. Levha üzerine çizilen her ilâhi görüntü bir SEBEP oluşturur. Sebep, ilâhi bir ilimdir. Levhada oluşan hakîkat görüntüsü, sebebi ile fizik dünyaya yansır.

Oluşan her şeyin, meydana gelen her olayın muhakkak bir sebebi vardır. Sebep üzerine yaratılan her durum, onun hakîkatidir. Hakîkati yok etmek de mümkün değildir. Çevremize baktığımızda yaşadığımız her olay, oluşan her durum, başımıza her ne geliyor ise, sebebi ile birlikte oluşur. Bu oluşumu, insanın yok etmesi, durdurması ve değiştirmesi mümkün değildir. Her insan doğmadan önce, kendi levhasında hangi sebebi oluşturmuş ise, Rab planı tarafından terbiye edilerek sonuçlarını fizik dünyalarda yaşayacaktır.’’ (Kevser Yeşiltaş)

Sonuç olarak; İbnü’l Arabî Hazretleri mecazî olarak ÂLEM’i büyük bir GÖLGE tiyatrosu, tam bir ilâhi komedyaya benzetmektedir (Platon da mağara alegorisini kullanmıştır). Bu metâfor, dünyayı bilgisayar monitöründe gösterilen bir film olarak tahayyül etmek gibidir. Buna göre Aklı-ı Küll/İnsan-ı Kâmil, dünyayı yaratan ve organize eden ve Levh-i Mahfûz da bunları gösteren bir süper bilgisayar olarak düşünülebilir. Günümüzde bilgisayarlar, insan aklının belirli hususiyetlerine uygun bir şekilde yaratılmışlardır ve birçok açıdan bilgisayarın çalışma tarzı insan aklına benzemektedir. Ancak insan Hakk’a tamamıyla benzeyemeyeceği gibi, bilgisayar da birçok açıdan insana tamamıyla benzeyemez.

İbnü’l Arabî Hazretleri Manevî İNSAN ve ÂLEM’in aynı şekilde işlediğini söylemekte bu nedenle de ‘’Âlemi büyük insan, insanı da küçük âlem’’ olarak ifâde etmektedir. Gözlerimizi açıp baktığımızda çevremizdeki şeylerin bir resmini görürüz ve izlemeye devam edersek bu şeylerin hareket ettiğini görürüz. Bütün Kosmos/evren birbirini hızlı bir şekilde takip eden hayali sûretlerin/gölgelerin terkibidir. Ancak gölge olmazsa aslı bulmak mümkün değildir. Biz ancak o gölgeyi takip ederek aslı bulabiliriz.

Dünya gölge gibidir, sen onun peşine düşersen, yakalayamazsın. Onu terk edersen o senin peşine düşer. Dünya geçip giden bir gölgedir. Daha doğrusu gölgenin gölgesidir. Gölgenin gölgesinin de gölgesi olmaz. Dünya zâtın gölgesidir ve kendisine ait bir zâtı, bir mülkü ve bir kudreti yoktur. Yüce Allah’ın Davut (as.)’a vahyettiği gibi: ‘’Ey dünya bana hizmet edenin hizmetine gir. Sana hizmet edeni ise yor’’ 

(İbnü’l Arabî Hz. Tefsirî Kebir Tevilat Syf.632)