13 Ekim 2019 Pazar

TECELLÎ ve GÖLGE:

Tecellî  kavramı Vahdet-i Vücûd/Tek Vücûd anlayışının üzerine inşa edildiği temeldir. Öyle ki, bu kavram doğru anlaşılmadan muhakkik (hakîkat ehli) sûfilerin sistemlerini çözmek neredeyse imkânsızdır. Tecellî varlık bilim/insan açısından kullanıldığında feyiz, zuhûr, tenezzül, taayyün (ortaya çıkma) gibi kavramlarla ilişkilidir.

Varlık/insan açısından tecellî, gayb mertebesinde olanın zuhûr mertebesine çıkması demektir. Bu kavram HAK için kullanıldığında Hakk’ın zâtının bütün isim ve sıfatlarıyla kendini izhâr etmesi/açığa çıkarması demek olur. Tecellî kavramı muhakkik sûfiler tarafından âlemin var oluşunu izah etmek için kullanılır. Vahdet-i Vücûd anlayışına göre varlık birdir ve onda ikilik bulunması imkânsızdır. Varlıkta yaratan-yaratılan ikiliğini geçersiz kılmak maksadıyla sûfiler tecellî kavramını kullanmışlardır. Buna göre tek bir hakîkat vardır ve bu tek hakîkat tecellî yani zuhûr etmektedir. Âlem ise bu hakîkatin tecellîler yani zuhûr mertebesinden ibârettir.

Tecellî; VARLIK ve MÜŞÂHEDE  tecellîsi olmak üzere ikiye ayrılır.

Varlık tecellîsi; âlemin doğrudan ve dolaylı olarak HAK’tan varlık almasıyla ilgilidir. Buna göre Tanrı ile âlemin doğrudan ve dolaylı olmak üzere iki türlü irtibatı vardır. Birinci irtibat Tanrı’nın her bir varlıkla ÖZEL irtibatıdır ki bu irtibata ‘’VECH-i HAS’’ terimi kullanılmıştır. İkinci irtibat ise, bir nedensellik silsilesiyle Şey’lerin meydana gelmesidir (Dünyanın hem güneş hem de aydan ışık alması gibi).

Mutlak bir olandan yalnız bir çıkar ilkesi çerçevesinde Hak’tan yalnızca bir şey zuhûr eder ki, bu da varlık tecellîsidir.

Varlık tecellîsi de Feyz-i Akdes ve Feyz-i Mukaddes olarak iki kısımdır.

Feyz-i akdes (zât): Hakk’ın kendi zâtında zâtı için zâtıyla tecellî etmesidir. Bu tecellî insan bilgisinin konusu olamaz. Çünkü bu sadece zâta ait bir tecellîdir.

Feyz-i mukaddes (sıfat) ise: zâtın mümkün varlıklarda gerçekleşen tecellîsidir. Bu tecellîyi ilâhi isimler ve sıfatlar gerektirmiştir. Bundan dolayı âlemde zâtın ilişkisini sağlayan etkenler ilâhi isimler ve sıfatlardır.

Hakk’ın tecellîleri sonsuzdur ve tecellîde tekrar yoktur. Her tecellî bir öncekini kapsar ve genişleyerek devam eder. Buna bağlı olarak âlem de sürekli olarak genişler ve mükemmelleşir. Âlemin sürekli yokluğa gitmesi ve Tanrı’nın da onu sürekli varlığa çıkarmak için kendisine tecellî etmesine Halk-ı Cedid/her an yeniden yaratılma denir. (Âlemde her AN her ‘’Şey’’ yok olmakta, her an kesintisiz o ‘’Şey’’ in bir benzeri yaratılmaktadır)

Müşâhede tecellisi ise marifetullah ile ilgilidir. Bu tecellînin özelliği insanın varlığını silmek ve ona bilgi kazandırmaktır. Allah hakkında bilgi ancak müşahede tecellîsi ile elde edilir. Bu tecellî varlığın istidadına göre değişir.

Tecellî’nin üç temel işlevi vardır; 1. Hakk’ın zâtında gizil halde bulunan isim ve sıfatların, buna bağlı olarak da âlemin ortaya çıkması. 2. Ortaya çıkan bu isim ve sıfatlar vâsıtasıyla ilâhi zât hakkında BİLGİ elde edilmesidir. Çünkü Hak bilinmeyi sevdiğinden dolayı tecellî etmektedir. 3. Âlemin var oluşunun devamlılığının sağlanmasıdır.

HAK âleme sürekli tecellî etmekte, âlem de bu nedenle var olmaya devam etmektedir. Eğer Hakk’ın âlemdeki tecellisî bir an kesilse, âlem derhal aslı olan yokluğa geri döner. Hakk’ın tecellisî, âlemin ayakta durma sebebidir. Hakk’ın tecellîsi hangi âlemde gerçekleşirse gerçekleşsin ve Hak hangi ‘’Şey’’e (eşya/varlık) tecellî ederse etsin bu tecellî, ’’ez_Zâhir’’ isminden kaynaklanır.

‘’el-Bâtın’’ isminden ne bu dünyada, ne de âhirette tecellî vukû bulmaz. (Abdülkerîm Cîlî/ Hz. Hakîkat-i Muhammedî Syf. 22-23)

GÖLGE:

‘’Bil ki: Hak’tan başkası (SİVA) ya da ‘’ÂLEM’’ diye isimlendirilen şey, Hakk’a nispetle bir şahsın gölgesi gibidir. Böyle olunca o, Allah’ın GÖLGE’sidir. O da, varlığın nispetinin aynıdır. Çünkü GÖLGE, şüphesiz, histe mevcuttur.’’ (İbnü’l Arabî Hz. Hz. Yûsuf fassı)

Âlem/Kosmos, Allah dışındaki herşeydir. Bütün bir âlem gölgeye benzer.

Zira gölgenin kendi varlığı yoktur, ancak hakîki var olanın gölgesi olur. Burada hakîki varlık Allah olup, âlem de sadece O’nun hayali yani gölgesidir. Nasıl ki gölge ancak varlığın hareketiyle hareket eder ya da durursa, bütün âlem de hareket ve duruşuyla Hakk’ın varlığına tabidir. Gölge aslın ispatı olmakla beraber, hakîki vücutla (Allah ile) aynı değildir.

Âlem Allah’ın gölgesidir. Zira Allah ismi bütün isimleri ihtiva eder. Öyleyse gölge, oluşması için Allah ismine (zâhiri Hak) muhtaçtır. Vücutlarımız da âlemde tecellî eden Hakk’ın  gölgesinin gölgesidir (Hakk’ın gölgesi İnsan-ı Kâmil, İnsan-ı Kâmil’in gölgesi DÜNYA’dır. Dünya, birbirini takip eden gölgelerin toplamıdır). Kula göre gölgesi olduğu âlem mevcuttur. Kullar ise gölge olmaları nedeniyle histe mevcuttur. Bu aynı aynalar metâforu gibidir. Bir varlığın etrafında çeşitli aynalar olsa ve varlık ortada dursa, her aynada başka bir yönden varlığın o parçası görülür. Her parça bütüne bağlı ve bütünden zuhur etmekle beraber, aynada bir bozukluk olsa bu varlığı bağlamaz, aynadaki görüntüyle ilgilidir.

Gölgeler mensup oldukları şahısların zâtında bilkuvve vardır, bir mahal bulduğunda ortaya çıkar ve bilfiil hâle geçer. Gölgenin olması için üç şeye ihtiyaç vardır:

Hakîki varlık (Allah), gölgenin oluşabilmesi için bir mahâl (kul) ve Işık/tecellî

Çünkü Hakk’ın mutlak vücudu ancak gölgesi olan KUL ve ilâhi bir ışık olan NÛR ismiyle idrak olunur. Kulun vücudu olmazsa Allah gizli kalır. Burada anlatılan nûr ‘’ışık’’ olmayıp, ‘’ışıkla karanlığın birleşimi’’ demektir. Zira nûr iki yönlüdür. Bir yönü varlığa, bir yönü yokluğa bakar (Berzah). Nûr süreklidir.

Çünkü zât-ı İlâhiden çıkan ‘’ışık/tecellî’’ süreklidir ve kesildiği an âlem yok olur.

Kâşânî Hazretleri gölgeyi şöyle anlatır: Gölge (Zıll) Allah’ın dışındaki her şeydir. Bunun iki nedeni vardır. Birincisi; Allah’tan başka hiçbir şeyin kendi kendine var olması imkânsız olduğu için, hiçbir şey kendi başına müstakil değildir. Var görünenler sadece gölgelerdir. Gölgenin, sahibinin hareketinin dışında bir hareketi olmadığı gibi, ancak sahibine göre bir gerçekliği, sûreti ve zâtı düşünülebilir. İşte hakîkati müşâhede eden kimse, var olanların ancak birtakım gölgeler olduklarını bilir. Onlar kendilerine bir zarar ve fayda veremez, öldürmek veya diri tutmak veya hayat vermek gibi özelliklerden yoksundurlar. İkincisi; Gölge ışık vâsıtasıyla ortaya çıkar. Allah’ın dışındaki her şey, kendi başlarına bir şey değillerdir, onlar sadece Rableri sayesinde ‘’ŞEY’’ olabilirler.

Ölüm ise gölgenin gölge sahibine çekilmesi demektir. ‘’Sonra da onu yavaş yavaş kendimize (başka yöne) çekmekteyiz’’ (Furkân, 46) Gölgeden ibâret olan hayali, Allah Teâlâ kendi gölgesi olmasından dolayı zâtına çeker. Bu da Nefes-i Rahmânî ile olur.

‘’Hak Tekliği simgeler, fakat görünmeyenden görünene çıktığı vakit ayrışır ve ilâhi isimler olarak belirir. Görünmeyenden görünene çıkış, bir nefes alma şeklindedir. Bâtının yani görünmeyenin sıcak havası, zahirin yani görünenin soğuk havasına çıkışıdır. Her insanın, her nesnenin, Â’yan-ı Sâbitede bir levhası bulunmaktadır. Rab planının bu levha üzerinde çizdiği her ilâhi görüntü, yansıyarak fizik dünyalarda gölge hayatları oluşturur. Levha üzerine çizilen her ilâhi görüntü bir SEBEP oluşturur. Sebep, ilâhi bir ilimdir. Levhada oluşan hakîkat görüntüsü, sebebi ile fizik dünyaya yansır.

Oluşan her şeyin, meydana gelen her olayın muhakkak bir sebebi vardır. Sebep üzerine yaratılan her durum, onun hakîkatidir. Hakîkati yok etmek de mümkün değildir. Çevremize baktığımızda yaşadığımız her olay, oluşan her durum, başımıza her ne geliyor ise, sebebi ile birlikte oluşur. Bu oluşumu, insanın yok etmesi, durdurması ve değiştirmesi mümkün değildir. Her insan doğmadan önce, kendi levhasında hangi sebebi oluşturmuş ise, Rab planı tarafından terbiye edilerek sonuçlarını fizik dünyalarda yaşayacaktır.’’ (Kevser Yeşiltaş)

Sonuç olarak; İbnü’l Arabî Hazretleri mecazî olarak ÂLEM’i büyük bir GÖLGE tiyatrosu, tam bir ilâhi komedyaya benzetmektedir (Platon da mağara alegorisini kullanmıştır). Bu metâfor, dünyayı bilgisayar monitöründe gösterilen bir film olarak tahayyül etmek gibidir. Buna göre Aklı-ı Küll/İnsan-ı Kâmil, dünyayı yaratan ve organize eden ve Levh-i Mahfûz da bunları gösteren bir süper bilgisayar olarak düşünülebilir. Günümüzde bilgisayarlar, insan aklının belirli hususiyetlerine uygun bir şekilde yaratılmışlardır ve birçok açıdan bilgisayarın çalışma tarzı insan aklına benzemektedir. Ancak insan Hakk’a tamamıyla benzeyemeyeceği gibi, bilgisayar da birçok açıdan insana tamamıyla benzeyemez.

İbnü’l Arabî Hazretleri Manevî İNSAN ve ÂLEM’in aynı şekilde işlediğini söylemekte bu nedenle de ‘’Âlemi büyük insan, insanı da küçük âlem’’ olarak ifâde etmektedir. Gözlerimizi açıp baktığımızda çevremizdeki şeylerin bir resmini görürüz ve izlemeye devam edersek bu şeylerin hareket ettiğini görürüz. Bütün Kosmos/evren birbirini hızlı bir şekilde takip eden hayali sûretlerin/gölgelerin terkibidir. Ancak gölge olmazsa aslı bulmak mümkün değildir. Biz ancak o gölgeyi takip ederek aslı bulabiliriz.

Dünya gölge gibidir, sen onun peşine düşersen, yakalayamazsın. Onu terk edersen o senin peşine düşer. Dünya geçip giden bir gölgedir. Daha doğrusu gölgenin gölgesidir. Gölgenin gölgesinin de gölgesi olmaz. Dünya zâtın gölgesidir ve kendisine ait bir zâtı, bir mülkü ve bir kudreti yoktur. Yüce Allah’ın Davut (as.)’a vahyettiği gibi: ‘’Ey dünya bana hizmet edenin hizmetine gir. Sana hizmet edeni ise yor’’ 

(İbnü’l Arabî Hz. Tefsirî Kebir Tevilat Syf.632)