YEDİNCİ
SEMÂ’DA İKİ MAKAM.
Semâ GÖKYÜZÜ
anlamındadır. Bazen de FELEK olarak geçer. Arapların dehr/zaman dediğine, Türkler felek
demişlerdir. Felek ilmi mârifet
ilmidir. İbnü’l Arabî Hazretlerine göre; Felek, göğün yıldızının yüzmesinin
meydana getirdiği şeydir(yörünge). Her Semâ’nın bir yıldızı ve bir feleği vardır.
‘’Her
biri kendi feleğinde yüzer’’ (Enbiyâ, 33- Yâsin, 40). Feleklerin sayısı
yıldızların sayısıncadır. Her yıldızın bir rûhu olup, Allah bu yıldızların
idâresini bu rûhlara vermiştir. (Allah her Semâ’ya bir Nebî yerleştirmiştir.
Örn. Ay Hz. Âdem’in, Utarit Hz. Îsâ’nın,
Zühre Hz. Yusuf’un, Güneş Hz. İdris’in, Merih Hz. Dâvut’un, Müşteri Hz.
Mûsâ’nın, Zuhal Hz. İbrâhim’in mekânıdır. (Nûrlar Risâlesi Syf. 95)
Bütün
felekler yıldızsız ‘’Atlas
feleği’’nden çıkar. Bu felek ile günler, haftalar ve aylar var olmuştur.
Bütün felekler bu feleğin etrafında devreder. Atlas feleği; feleklerin feleği ve ‘’ARŞ’’ olarak da adlandırılır.
(Dokuz felek; Arş, Kürsi, Zûhal,
Müşteri, Merih, Güneş, Zühre, Utarit, Ay) Dokuz Feleğin tüm hareketleri ve
onların yıldızlarının seyri ile DÜNYA ve dünyadakiler var olmuştur. Yine DÜNYA
ve dünyadakiler onların hareketiyle yok olacaktır.
Hazret; büyük
âlemdeki felekler ile insan vücûdundaki felekler arasında bir ilişki kurar.
Yuvarlak, maddî ve mânevî dönen/devreden her yuvarlağı felek olarak değerlendirir. Allah’ın felekler, yıldızlar, unsurlar
ve tabiatlara olan ilmi Allah’ın HÜKMÜ’dür.
Felekler, yıldızlar, unsurlar ve tabiatları meydana getirmesi, Allah’ın KAZÂ’sıdır. Döndürmeye başlayıp
da, felek ve yıldızların tesirlerinin bu âlemde zâhir olması Allah’ın KADER’idir. Bu âlem halkına
iyilikten, kötülükten, uğursuzluktan, güzel talihten vs. ne gelirse hepsi, göklerin hükümdarı olan bu yıldızların
eseridir. (Hz. İdris fassı Syf. 47-54)
Kısaca; FELEK KAVRAMI VARLIK MERTEBELERİNİ
ANLATIR. (Nefs’in yedi mertebesi vardır. Emmare/Ay, Levvame/Zühre,
Mülhime/Utarit, Mutmainne/Güneş, Radiye/Merih, Merdiye/Müşteri, Sâfiye/Zûhal.
Bizim varlığımız acaba hangi mertebede seyretmekte, dönmekte?)
Beyt-i Mâ’mur; her gün ’’yetmiş bin’’ meleğin namaz kılmak ve tavaf etmek için ziyaret
ettiğine inanılan ‘’yedinci Semâ’da’’ bir makamdır. Yedinci Semâ; Hz. İbrâhim’in
makamı olup, gönlü temsil eder. Beyt-i Mâ’mur Hakk’ı sığdıran kalp demektir.
Beyt-i Mâ’mur ‘’ARŞ’’ tır. Arş ise İnsan-ı Kâmil’in kalbidir.
Allah;
‘’Beni yerler ve Gökler kuşatamadı, yalnız Mümin kulumun kalbi kuşattı’’ der. Bu kalp, mümin kulun kalbidir. Burada
Mümin, Mümin’in aynasıdır ifadesi ortaya çıkar ki; Birinci mümin Hz.
Peygamber/İnsan-ı Kâmil, ikinci mümin ise Allah’tır. Yani ‘’Allah Kâmil kulun kalbi vâsıtasıyla, Âlem’de isim ve
sıfatlarıyla tecelli eder’’ demektir.
Allah;
Kur’ân’ı Kerîm’in Tûr sûresinin 4. âyetinde ‘’BEYT-İ MÂ’MURA’’ yemin
etmiştir. Hz. Peygamber
miracda, ‘’YEDİNCİ SEMÂ’’ da;
sırtını Beyt-i Mâ’mur’a dayamış bir halde oturan Allah’ın dostu Hz. İbrâhim ile
karşılaşmıştır. Hz. İbrâhim Hz. Peygamber’e,
Beyt-i Ma’mur’un (darah) adını söyleyerek onları tanıtmış, Hz. Peygamber’de orada iki rekât namaz
kılmıştır. ‘’Bu ev Kâbe tarzındadır (kalp). İki kapısı vardır. Doğuya (rûha)
bakan kapısından her gün yetmiş bin
melek girer (Mümin olsun, kâfir olsun insanın aklına günde yetmiş bin
düşünce gelir), sonra karşısındaki batı (nefs) kapısından çıkarlar ve bir daha
ebediyen geri dönmezler. Allah her gün bu melekleri ab-ı hayat nehrinden, Cebrail’in her gün bu suya dalıp çıkarken
kanatlarından düşen damlalardan yaratır. Her gün yaratılan bu meleklerden sonra
Âdemoğullarının düşünceleri onların kalplerinde oluşmaya başlar. Bütün kalpler bu evden yaratılmıştır ve
daima mâ’mur olacaklardır. Her melek de aynen kalpte geçen düşüncenin
sûretinde olacaktır’’ (İbnü’l Arabî Hz. Kur’ân- Varlık Syf. 140-142)
Yeryüzündeki Kâbe, Semâ’daki Beyt-i
Mâ’mur’un ‘’izdüşümü’’ yani gölgesidir. Melekler Arş’ı, hacılar Kâbe’yi
tavaf eder.
Kalp; ‘’Rab’’ isminin mazhârıdır. Hz. İbrâhim
de isimlerin tümü olan er-Rab (Âlemlerin Rabbi) isminin istiva ettiği yerdir. ‘’Rahman arşa istiva etti’’ (Tâ-Hâ
sûresi-5). Âlemlerin Rabbi; yani bütün isimleri CEM eden/toplayan isim ALLAH
iken, Allah’ın her kuldaki bir veya birkaç ismi o kulun Rabbi, terbiye
edicisidir. Kulun bütün irtibatı ezelde aldığı ismi olan Rabbi yani kalbi
iledir.
Bu isim
ve sıfatlar Allah’ta (Ayan-ı Sâbite’de) aslî/subûtî (sabit) iken, bize yansıması selbî (karşıtı)
şeklindedir. Yani aynada görüntülerin tam tersinin yansıması gibi olduğundan
bize düşen bu sıfatları hakikatine çevirmektir. Çünkü isimlerimiz (Rabbimiz),
meşreplerimizin (huylarımızın) tam tersidir.
Kul ismini
aşikâr edince ve orada Hakk kendini seyredince, O da kendini Hakk aynasında
seyreder. Bu kavuşma ve mirac sonunda kulun bütün melekeleri (Melek/kuvvet) o
kalbin (Rabbinin/ isminin) sesine kulak vermeye ve etrafında tavaf etmeye başlar ki, gerçek tavaf budur.
İnsanın ‘’has/aslî ismi’’ Kâbe’ye,
diğer esmaları ise bunun etrafında tavaf eden hacı adaylarına benzetilebilir.
Bu tıpkı Güneş’in uydularının, onun etrafında tavaf etmesi gibidir. (Lütfi Filiz-1
Syf. 254)
Tavaf; bilindiği gibi sağdan sola doğru yapılan yedi dairesel harekettir. Yedi
dairesel tavaf, yedi sıfatı oluşturur.
Allah; ancak
bu ‘’yedi imam ismin, yedi sıfatı’’
ile idrâk edilebilir. Hayat (el-Hayy),
İlim (el-Alîm), İrade (el-Mürid), Kudret (el-Kâdir), İşitme (es-Semî), Görme (el-Basîr), Konuşma (el- Mütekellim)
İnsan küçük
âlemdir. Allah, sâlikin bedeninde de yedi göğü ayırmıştır. Bu yedi Semâ’nın (yedi
gök) her birinde gökteki gezegenlerin karşılığı olarak sıfat diye adlandırılan yüzen
gezegenler yaratmıştır. (Seferler syf. 83) Yedi sıfat, yedi yıldızdır (Nûh
fassı syf. 132). Bunlar; Hayat (ay), İlim (Zühre), İrâde (Utarit), Kudret
(Müşteri), Duyma (Güneş), Görme (Merih), Kelâm’dır (Zûhal). Bunların hepsi
belirlenmiş bir ecele doğru akıp gitmektedir.
Allah seni
yıldızlara özgü dönüş bilgisine ulaştırdığında tavaf eden sayılırsın. Felek ve
yıldızlar sûfli/aşağı âlemin tedbir sahipleridir. İhtiyarları yoktur. (İdris
fassı Syf. 53)
İşte sen ne
zaman sende mevcut olan yedi sıfatın sadece Allah’a ait olduğunu, gökteki
yıldızlar gibi hiç bir irâdenin olmadığını idrak edersin, o zaman tavaf eden
sayılırsın. (gerçek hac budur)
O zaman Kâbe; hem Kalp’tir, hem
Arş’tır, hem de Rab yani ezelde aldığımız ismimizdir.
Bilgi; Evliya ve Enbiya’nın kâmillerinde üç
türlü ‘’hatır’’/hâl vardır. İlâhi, Rûhani, Nefsâni. Bu
nedenle Kâbe/kalp ilk yapıldığında üçgen idi. (Zemzem’in üç damarı gibi).
Sonradan
insanların avamına göre ‘’şeytanî hatır’’ da itibar olunup ‘’dört köşeli’’
oldu. Rükn-i Irak’i şeytani hatıra işarettir. Bu taraf ilâhi feyz’den
mahrûmdur.
Kâbe’nin
dört rüknü; Şam (Hz. Âdem), Irak (Hz. İbrâhim), Yemen Hz. Îsâ), Hacer-ül Esved
(Hz. Mûhammed)
Abdülhay/Hayat,
Abdülhalim/İlim, Abdülmürid/İrade, Abdülkadir/Kudret. Bunlar dört Direk’tir (Evtad-ı
Erbaa). (dört mânevi mertebe)
Semi/Duyma, Basar/Görme,
Mütekellim/Konuşma. (üç maddi mertebe)
(İbnü’l
Arabî/İsmâil Hakkı Bursevî Hz. İlâhi İsimler)
SİDRETU’L MUNTEHA:
‘’YEDİNCİ SEMÂ’’da bir makam olup, mahlûkatın âmellerinin varacağı son duraktır. ‘’Andolsun ki onu (Cebrâil’i), Sidretu’l
Munteha’nın yanında önceden bir kere daha görmüştü’’ (Necm, 13 -14) Bu,
Allah’a sulûk eden kimsenin nihâi olarak ulaştığı son noktadır. (Cilî Hz.)
SİDRE; ARABİSTAN KİRAZI, MUNTEHA İSE ‘’SON’’ DEMEKTİR.
BU MAKAM BİR AĞAÇ OLARAK TASVİR
EDİLMİŞTİR. Bu
ağacı ‘’ebed’’ (sonsuzluk) bahçesine
‘’bir’’in (el-ahad) eli dikmiştir. Tohumu
‘’kün’’ hubbesidir. Bu tohum topraktan
çıkınca ikiye ayrılır. Bir yanı ‘’sağ’’
(ashab-ı yemin/nûr), bir yanı ‘’sol’’
(ashab-ı şimal/zûlmet) tarafa doğru büyür. Ortadaki dal Muhammedi daldır
(mûkarreb melekler). Bu ağacın meyveleri iyi ve güzel olanlar ‘’cennet’’ ambarlarına, kötü ve habis
olanlar ‘’cehennem’’ ambarlarına
konulur. Bu ağacın hayatını ve sürekliliğini sağlayan ‘’su’’, Kün kelimesinin sırrından ibâret olan Ceberût âlemidir. Bu
ağacın dalları birbirinden farklı ve meyveleri çok ve çeşitli ise de kökü
birdir. Bu da ‘’kün’’ kelimesinin
habbesinden, yani çekirdeğindendir. ‘’Çekirdeğe bakan birliği, dallara ve
yapraklara bakan o çekirdekten ayrı olmayan çokluğu görür. Çekirdekte ağacı,
ağaçta çekirdeği görmek sadece baş gözüyle olmaz. Başlangıcı bir olanın sonu da
bir olacaktır. Her şey KÜN ile başlar MİRAC ile tamamlanır’’ (İbn. Arabi Hz.
Şeceretü’l-Kevn/Varlık Ağacı) ‘’Kökü
sabit ve dalları gökyüzündedir’’ (İbrâhim sûresi, 24)
Sidre’nin
yanından Kur’ân nehri akar. Bu nehirden ‘’üç’’
nehir daha doğar ki; zebûr, tevrat ve
incil nehirleridir. Bunlar da; su,
süt, şarap ve baldır.
Sidre’nin
cennetlerdeki en yüce mazhâr’ı ‘’tuğba
ağacı’’ dır. Allah bu ağacı kendi elleri ile dikmiş ve ona kendi rûhundan
üflemiştir. Âdem gibi.
Sidre’nin cehennemdeki en aşağı mazhâr’ı ise ‘’zakkum ağacı’’dır.
Sidre;
mahlûkatın varacağı son makamdır (misâl-melakût âlemi). Cebrâil’in dahi miracda (beden ve akıl ile) ileriye(ceberût âlemine)
geçemediği bir makamdır.
Sidre’den
sonrası Cenâb-ı Hakk’a mahsus olan kudret ve azâmettir. Mahlûkatın
(yaradılmışların) oraya ayak basmasına imkân yoktur. Çünkü burası (misâl âlemi)
bölünme ve parçalanma kabul ederken, ilerisi (ceberût âlemi) her şeyin hakîkatlerinin
bütün olarak zâtından zâtına
yansıyan âlemdir. (İbnü’l Arabî Hz.)
Abdülkerim Cili
Hz. İnsan-ı Kâmil adlı eserinde; Sidretu’l Munteha’yı ‘’Îman’’ makamı olarak nitelendirmiş, ağacın tasvirinde
kullanılan; yaprakları fil kulakları gibi olup,
yapraklarının cennet evlerinden her eve gireceğini de Îmânın büyüklüğüne ve Îmânın
olduğu evin cennet gibi olacağına bağlamıştır.
Hz. Peygamber
Sidre’nin Arabistan kirazı olarak isimlendirilmesini de; ‘’ bir insan içini Arabistan kirazı ile doldurursa, Allah da onun
kalbini Îman ile doldurur’’ diye açıklamıştır.
Sidre’nin
son makam olması nedeniyle; şeriat, Allah ile karşılaşmaya hazırlanan ölünün
yıkanmasında ‘’sidr ağacının’’
kullanılmasını gerektirmiştir.
Bilgi: Burada sembollerle anlatıldığı gibi, Sidretu’l Munteha İnsan-ı Kâmil, Beyt-i
Mâmur İnsan-ı Kâmil’in Kalbidir. İnsan-ı Kâmil’in ağaç olarak tasvir
edilmesi, ağacın kökünün tek olmasıyla ilâhi âleme bağlılığına, dallarının ve
meyvelerinin çokluk ve çeşitliliği ile dünya hayatına benzetilmesindendir. Bu
ağacın yedinci Semâ’da olmasının sebebi de, bu Semâ’nın TEVHİD Peygamberi Hz.
İbrâhim’in mâkâmı olmasındandır.