ZİHİN:
Zihin nedir ve ne işe yarar?
‘’Zihin sanıldığı gibi beynimizin içinde değil, bedenimizi de içine alan, bedenin dışında bir enerji alanıdır. Zihin, verilerin biriktirilmesini, depolanmasını ve hatırlanmasını sağlamak amacı ile anne karnındayken veri toplamaya başlar ve bunları yetişkinlik döneminde duygu ve his olarak yönlendirmek için ortaya çıkarır. Zihin hafızayla ilgilidir. Zihin sadece günlük yaşamda hayatımızı kolaylaştıracak bir alettir. Bu sayede geçmişteki deneyimlerimize, anılarımıza giderek şimdiki anda karşılaştığımız şeyleri buna göre değerlendiririz ve bir karar veririz.
İnsan zihni birçok veriyi alarak kişinin yararına düzenleyen bir işlevdir.
Beyinde gerçekleşen bu işlem zihinsel faaliyetler olarak açıklanmaktadır. İnsan
zihni bilinçli olarak çalışarak insanın daha
önce kayıt ettiği verilerden olumlu veya olumsuz sonuçlar çıkararak
hayatta kalma güdüsü ile hareket etmeyi sağlamaktadır.
Zihin hizmetkâr olarak çok faydalı ama
efendi olarak çok tehlikeli olabilir. (Nefs gibi)
Çünkü zihnin kontrolü de nefsin kontrolü gibi çok zordur. Çoğu insanın zihni negatif düşüncelerle zehirlenmiştir. Zihni negatif duygu ve düşüncelerle zehirlenmiş insanlar yaşama karşı heyecanını kaybeder, yalnızca geçmişle ilgilenir, yeni bir şey üretemez. Zihin aktif hale gelince ve negatif düşüncelerle dolunca kişi An’da kalamaz, hayatıyla ilgili doğru kararlar veremez, zekâ uyuşur ve sürekli hatalar yapmaya başlar. O yüzden zihin sakinleşmeli, arınmalı ve gerektiğinde kullanılmalıdır.’’ (Bilim dergisi)
Zihin hakkında söylemler çoğaltılabilir. Bugünün yeni anlayışı, başımıza gelen pek çok olumsuz olaydan zihni sorumlu tutar. Olumsuz bakış açılarıyla doldurulmuş zihin her şeyin sorumlusu olarak gösterilir. Bu anlayış bu alanı bir cazibe merkezi haline getirmiş ve zihin temizliği, bilinçaltı temizliği adı altında farklı farklı faaliyet alanları ortaya çıkmıştır. Bu alanlardan da kişiyi olumlu ve pozitif düşünceye yönelten pek çok söylemler yapılmaktadır. Aslında bu söylemler çok doğru ve yerindedir.
Gerçekten de dinî ve tasavvufî anlayışa göre tekâmül için kin, nefret, kıskançlık v.b. nefsî ve negatif duygulardan uzak durulması, sevgi ve hoşgörünün arttırılması önerilir. Bu duygular Allah ile kul/kalp arasında perde olarak kabul edilir. Gaye An’da kalabilmek ve An’ın gerekliliğini yerine getirebilmektir. Çünkü geçmiş hayal, gelecek ise meçhuldür. Zaman An’ların toplamıdır. Ancak bunu başarabilmek gerçekten çok zordur.
Peki, neden bazı insanlar sürekli negatife yönelirken, bazılarının bakışı daha olumlu ve pozitiftir? Veya neden aynı olaya bakan iki kişiden biri hayrı, diğeri şerri görür? Veya neden bazı insanların anı ve hatıralarında acı veya nefret, bazısın da sevgi ve hoşgörü vardır?
Niyâzi Mısrî Hz. bu konuda şöyle der: ‘’Her insan sûrette cismi küçük olsa da, mânâda büyüktür. İnsan tıpkı büyük bir şehir gibidir. 7 gök, 7 arz, Arş, Kürsî, Levh, Kalem, Cennet, Cehennem günde birkaç defa o vücut şehrine bir yandan girer, döner dolaşır, öbür yandan çıkar. Ama bunu insanların pek azı hissedebilir. Bu vücut şehrinin ortasında sultanın oturduğu büyük bir taht vardır.
Bu tahta oturan
sultan Tanrı hükmüdür. Rûh onun mülkü; Kalp hazinesi;
Akıl ise ölçeği ve terazisidir.
Bu şehrin dört kapısı vardır: Göz, kulak, dil ve el. Bütün mahlûkat bir taraftan girer,
öbür taraftan çıkar. Şehre girenler aklın önünden geçmeden çıkamazlar. Bu
kafileden kimi GÖZ kapısından girer,
EL kapısından çıkar. Kimi KULAK kapısından girer, DİL kapısından çıkar. Yani işitmek ve
görmek sûretiyle girer, söz ve eylem olarak çıkar. Akıl da önünden geçenlerin
resmini çeker, hayâle verir.
Hayâl akıl defterinin sahibidir. Akıl da çektiği
resimlerden beğendiğini alıkoyar, beğenmediklerini salıverir.
Görme ve işitme yoluyla vücut şehrine girişlerinde müminle-
münâfık arasında fark yoktur. Fakat gelen sermayeyi alıp fiilde ve sözde
kullanma bakımından ikisi arasında çok farklar vardır.
Mümin, kulak ve göz
yoluyla gelenlerden Allah indinde iyi olanları alır; iyi yapar, iyi konuşur.
Münâfık ise, kulak ve göz yoluyla
gelenlerden Allah indinde şerli olanlarını alır; şer yapar, şer konuşur.
İyi toprak, kötü
tohumu ıslah eder; iki-üç evrede iyi yapar. Kötü toprak da, iki-üç evrede iyi
tohumu bozar. (Vücut toprak, tohum sözdür)’’
Anlaşılacağı üzere bu konuda istidat ve ezeli nasip çok önemlidir. Aynı olaya bakan iki kişiden Mümin olan kendi istidadına göre, Münâfık olan da kendi istidadına yani ezeli kabiliyetine göre görür, ona uygun iş yapar veya zihnine/hafızasına kaydeder.
Dualar gibi, düşüncelerde istidada göredir. Düşüncelerin
de kelimeler gibi kaybolmadığı, Birleşik alan, Morfik alan olarak da bilinen
Kollektif bilinç de bir alan oluşturduğu ve insanların bu alandan duygu,
düşünce ve eylem olarak beslendiği söylenmektedir. Bu görüşün 100 Maymun
örneği ile örtüştüğü de ifade edilir. Yine 11 Eylül saldırılarında ikiz
kulelerin yıkılmasıyla Dünya üzerinde yaşanan derin üzüntünün, yine Dünya’nın
manyetik alanında sapma meydana getirdiği ve pek çok Balina ve Yunus’un
radarlarının bozulup karaya vurarak ölmesi de bu anlayışa bağlanmıştır.
Bu anlayış esas alındığında evrende meydana gelen
pek çok olay ve eylemlerin nedenlerinin insanların düşüncelerinin sonucu olduğu
anlamı çıkar. Oysa Kur’an’ı Kerim; ‘’Yeryüzünde vuku bulan ve başınıza gelen hiç bir musîbet yoktur ki, biz
onu yaratmadan önce bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılı olmasın. ‘’ (Hadid, 22) âyeti ile yeryüzünde
gerçekleşen her olayın Levh-i Mahfuz da kayıtlı olduğunu ve zamana bağlı olarak
zuhûra geldiğini söyler.
‘’Mesnevî’nin
bir beytinde şöyle buyrulur; Melek-i Mukarreb Levh-i Mahfuzdan gayb
âlemini nasıl çekip alırsa, bu enfüs/iç âleminde olan akıl da, her sabah, her
günün dersini ve ilmini Levh-i Mahfuzdan çekip alır. Melek-i Mukarreb,
bu âlemi tasarruf etmeye, evirip çevirmeye memur olan meleklerdir ki, bunlar
Mikâil, İsrâfil, Cebrâil ve Azrâil’dir.’’(Oku kitabını…İsrâ,14)
Kur’an’ı
Kerim kalbe özel bir önem verir, çünkü kalp ilâhi tecellîlerin mazhârıdır. Bu
nedenle kalp her türlü perdeden arınmalıdır.
Allah;
Kur’ân’ı Kerîm’in Tûr sûresinin 4. âyetinde
‘’ Beyt-i Mâ’mura’’ yemin
etmiştir. Beyt-i Mâmur, Mâ’mur edilmiş
kalp anlamındadır. Yeryüzündeki Kâbe, Semâ’daki
Beyt-i Mâ’mur’un ‘’izdüşümü’’ yani gölgesi kabul edilir. ‘’Bu ev Kâbe tarzındadır (kalp). İki kapısı
vardır. Doğuya (rûha) bakan kapısından her gün yetmiş bin melek girer (Mümin olsun, kâfir olsun insanın
aklına günde yetmiş bin düşünce gelir), sonra
karşısındaki batı (nefs) kapısından çıkarlar ve bir daha ebediyen geri
dönmezler. Allah her gün bu melekleri ab-ı
hayat nehrinden, Cebrail’in her gün bu suya dalıp çıkarken kanatlarından
düşen damlalardan yaratır. Her gün yaratılan bu meleklerden sonra
Âdemoğullarının düşünceleri
onların kalplerinde oluşmaya başlar. Bütün
kalpler bu evden yaratılmıştır ve daima mâ’mur olacaklardır. Her melek
(kuvvet, düşünce) de aynen kalpte geçen düşüncenin sûretinde olacaktır’’ (İbnü’l Arabî Hz. Kur’ân- Varlık Syf.
140-142)
İbnü’l Arabi Hz. der ki:
Rûha gelen her feyz, İlâhi âlemden gelir. Ki orası gayb âlemidir. Rûh
kendine gelen o feyzi kalbe iletir. Kalp ise o feyzi duyulara dağıtır.
Duyularda o feyze uygun işler görürler. (Tuhfetü’s –Sefere/Yol Hediyesi Syf.
63-64)
12 yy. ifade edilen
bu mânevi keşif, bugün bilimsel olarak da kabul görmüştür. Beynin verileri
kalbe gönderdiği, kalbin karar merkezi olduğu ispatlanmıştır. Yine bilim, devrim
niteliğinde bir deney gerçekleştirir ve Beynin düşünceyi 6 saniye önce aldığını ispatlar. Peki, kararların
verilmesinde ve bu kararların uygulanmasında etken nedir denilirse bir üst
akıl, ilâhi kader diyebiliriz. Çokça ifade edilen cüzî irademiz de külli iradeye
bağlıdır ve bazı değerli Mutasavvıflara göre cüzi irade kaderimizi yaşamamız
için bize sunulan hareket kabiliyetidir. Kalem yazmış, mürekkep kurumuştur.
Bu konuda yazılanlar zihnin insan davranışları üzerindeki etkisini reddetmek değildir. Belki de hakîkatimizi örten perde zihnimizdir. Tüm çevremizin, yaşantımızın zihnimizin oluşturduğu sanal bir âlem olduğu da söylenmektedir. Burada vurgulanmak istenen bizlerin Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellî yeri olması ve bir varlığımızın dahi olmaması kabulü ile zihnimize, düşüncelerimize nasıl tasarrufta bulunabileceğimizdir?
Bir insan yüzlerce kere fakirim dese, fakir olduğunu söylediği için fakir kalmaz. Ezeli kader içinde doğum, ölüm, said-şaki olmak ve rızık değişmez. Söylediği için olay gerçekleşmez, sadece o söz o olayın sebebi olabilir. Çünkü kâinatta her şey bir sebep üzerine gerçekleşir. (Olay söylendiği için mi gerçekleşir, yoksa gerçekleşmesi gerektiği için mi söylenmiştir?)
Daha ileri bir anlayış ile bizler gölgenin gölgesi
olarak kabul ediliyoruz (Hz. Peygamber Hakk’ın gölgesi, biz de Hz. Peygamberin
gölgeleriyiz). Allah, bir an âlem aynasında kendini seyretmekten vazgeçse veya
özel veçhini yarattıklarından esirgese yokluğa döneriz.
Bizler birer ‘’Araz’’ ız. Yani varlığımız başka bir ‘’Cevher’’ in hayatına bağlı. Tam hayat sahibi sadece İnsan-ı Kâmil’dir. Bizler de O’nun hücreleri ve ondan beslenen parazitleri konumundayız.
Sadece ve sadece Allah’ın bizde görünen isminin hakîkatini tam olarak açığa çıkardığımızda O’nun bu âlemdeki ‘’o kadarlık isminin’’ aynası olabiliyoruz. Allah’ın tüm isimlerinin aynası ‘’Hakk’’ olması sıfatıyla Hakk kendini bizim aynamızda, biz kendimizi Hakk aynasında seyredebiliyoruz. Bu kadar. Bu da bizim kemâl noktamız, miracımız, hakîkatimize varışımız oluyor.
Bu kavramlar
‘’Hakîkat’’ açısından böyledir. ‘’Şeriât’’ açısından ele alınır ise durum
farklılaşır. Her sorunun Hakîkat ve Şeriât açısından cevabı farklı farklıdır.
Çünkü Hakîkat ehline Şerîat, Şerîat ehline Hakîkat yasaktır. Hakîkat tek
olmasına rağmen yollar ve makamlar farklıdır. Hakîkat ehli her şeyi yerli
yerinde görür ve kendini akışa bırakır. Şerîat ehli biri iki gördüğünden,
ikilikte olduğundan yanlış ve abes gördüğünü düzeltmelidir.
Zihin konusunda söylenenlere dönecek olursak, 40 yaşına kadar zihin gereklidir denilir. Yani dualite/ikilik. Bir ben varım, bir de Hakk var. Çünkü beşer dünyayı mamur etmeli ve dünya için çalışmalıdır. Dünyada işler zihin yardımı ile yürür. Ancak ikilik birliği görememektir. İkiliği gören zihindir. Zihin bir algıdır. 40 tamamlanma sayısıdır. 40 yaşına kadar gerekli olan zihin bu yaştan sonra boşaltılmalı ve zihnin hâkimiyetinden çıkılmalıdır.
Peki, zihnin hâkimiyetinden kurtulan var mıdır denilirse; Hz. Peygamber ve Hz. Ali’yi örnek verebiliriz.
Hz. Peygamber’e ilâhi âlemden gelen bilgi ‘’Vahiy’’ diye adlandırılırken, kula
gelen bilgiye ‘’İlham’’
denilmektedir. Çünkü Hz. Peygamber’e gelen ilâhi bilgi akıl süzgecinden
geçmeyip, geldiği gibi nakledildiği için gerçek, hakîkat bilgisidir. Kula gelen
ise akıl ile yorumlanıp, zihin ile kirletilebileceğinden kulun zannına dayalı
olabilir.
Zihnin hâkimiyetinden kurtulmak ancak An’ı yaşamakla mümkün
olacaktır. İki rekât namazı An’a odaklanıp hiçbir şey düşünmeden kılmanın
hakîkat namazı olduğu söylenir ve bunu sadece ‘’Hz. Ali’’ başarmıştır.
Zihni susturmanın yolu An’ı yaşamaktır. Zihin An’da kalamaz.
An, zamansız ve mekânsızdır. Gördüğün ve duyduğun hiçbir şeye bir anlam (duygu)
yüklememek ve meşguliyet zihni susturur. Zihin geçmişin anıları ve gelecek
hayalleri ile uğraşır. ‘’An’a odaklanıp
zihnin hâkimiyetinden çıkabildiğinde o ilâhi âlemden ayrılmadığını
anlayacaksın’’ der Ârif’ler.
Hakîkat açısından gerçek bu. Şeriat’te/ikilikte ise mücadele şart. Çünkü kimse yaşarken yolun sonunu bilemez. Belki de hakîkatine ulaşması bu yolda vereceği mücadeleye bağlı olacaktır. Gerçi mücadele gücünü veren de ‘’O’’. İbn’ül Arabi Hazretlerinin dediği gibi;
‘’O bir elçi gönderdi; kendisinden, kendisiyle, kendisine.’’
‘’Elçiyi gönderen,
Elçinin Kendisi, Elçinin getirdikleri, Elçinin vardığı yer. Hepsi O’’
‘’Zihnin dışında herhangi bir şeyi bilme imkânımız yok’’ (Ali Nesin/Matematikçi)
‘’Biz Allah’ın zihnindeyiz’’(Ahmet Özhan/Üsküdar Ünv.
Tasavvuf kürsüsü, Öğretim görevlisi)
‘’Zihin’’ Nefs tabakalarının tümüdür. (Ümit
Akdemir/Mutasavvıf)
‘’Tanrı, Yüce Zihindir. O, her yerdedir ve daima vardır.
İnsan zihni bu Yüce Zihnin bir sûretidir (Hermes/ Hz. İdris)
Bilgi: Nefs’in metebeleri olduğu gibi, Zihnin de katmanları vardır. Zihin ile Nefs kavramları birbirine eş anlamlıdır. Örn: Nefs yok edilemez, ancak geliştirilebilir. Zihin de yok edilemez, susturulabilir. İkisi de gereklidir. Nefsin en alt mertebesi olan emmâre kontrol altına alınması gereken zihnin en alt katmanı ile benzerlik arzederken, Nefsin son mertebesi Sâfiye makamı, Saf zihni temsil eden Akl-ı Küll’e benzer.