26 Eylül 2021 Pazar

 FASS/YÜZÜK KAŞI:

‘’Fass’’ bir şeyin özü ve özeti demektir. Kelimenin bir başka anlamı da ‘’yüzüğün nakış mahalli’’ ve yüzüğü süsleyen, üzerine sahibinin isminin yazıldığı kısımdır.

‘’Fass’’ kelimesi Türkçe’ye ‘’Yüzük kaşı’’ olarak tercüme edilmiştir. Kaşgarlı Mahmut’un (1008-1102) ‘’Lügat-ı Türk’’ adlı eserine göre ‘’kaş’’, beyaz veya siyah temiz bir taştır. İnsanlar özellikle bu taşın beyazını yüzük taşı olarak kullanmış ve bu beyaz taşın kişiyi şimşek, yıldırım düşmesi, susuzluk gibi felâketlerden koruduğuna inanmışlardır. Yine yazar Hotan’da ‘’Kaş Öküz’’ denilen bir dereden bahseder ve sözü geçen taşın burada bulunduğunu, derenin de ismini o taştan aldığını söyler. Ayrıca bu özelliğin taşın tabiatından kaynaklandığını belirtir ve beze sarılıp ateşe atıldığında bezin yanmadığının, susayan kimse ağzına aldığında susuzluğunu giderdiğinin defalarca tecrübe edildiğini nakleder.

Dâvûd Kayserî Hz. (1260-1350) Vücûd’un tenezzül ve urûcu (iniş ve yükselişi) ile fass arasında ilginç bir bağlantı kurar. Buna göre tenezzül ve urûc, devrî bir hareket olduğu için yüzük halkasına benzerken, İnsan-ı Kamil’in kalbi de ilâhi hikmetlerin nakışlarının mahallidir. İşte İbnü’l Arabi. Hz. de mertebeleri yüzük halkasına, kalbi de nakışların mahalli olan öze/fassa benzeterek eserine ‘’Fusûsu’l Hikem’’ ismini vermiştir. Bu dev eser bu anlamda peygamberlerin rûhlarına indirilen Hikmet ve sırların özeti olduğuna delâlet etmektedir.

Yine Vücûd’un dâirevi hareketi esnasında sayısız tecellîler sebebiyle birçok mevcut, yani ‘’kelime’’ zuhûr etmekte, nüzul ve urûca bağlı olarak bu kelimelerden bir daire meydana gelmektedir. Her kelime özel bir ilâhi ismin tecellîsine mazhâr olmakla birlikte onlardan bâzısı daha kapsamlı ve kuşatıcı isimlerin mazhârlarıdır (görüldüğü yerlerdir). Dolayısıyla ilâhi tecellîyi daha kapsamlı bir biçimde kabul eder. İşte bu mazhârlar peygamberlerin, yani ‘’kelime’’ lerin kalpleridir ve hem nüzul hem de urûc esnasında meydana gelecek olan en yüksek tecellîleri kabul ederler. Öyleyse onların kalplerine indirilen her Hikmet kıymetli bir yüzük taşıdır. Bu taşın yerleştirildiği kalpler ise bu hikmetlerin yazıldığı taşlar, yâni fasslardır (Kalpler hikmetlerin indiği, yazıldığı mahaldir). Diğer taraftan ‘’fass’’ kelimesi ’’bir şeyin özü’’ anlamına geldiğine göre ‘’Füsûsu’l Hikem’’ de vücûd dairesindeki tecellîlere gelen hikmetlerin peygamberlerde öz hâline bulunduğunu ifâde eder. (Kelime/Logos/Muhammedi Hakîkat: Rahmani Nefes’in eseri ve ‘’kün’’ emrinin dıştaki zuhûrudur. Hz. Îsâ, bedenlenmiş kelimedir. ‘’Meryem oğlu Îsâ Mesîh ancak Allah’ın elçisidir, Allah’ın Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir ve O’ndan bir rûhtur.’’ Nisâ, 171)

Muhammedi Hakîkat hem bütün peygamberlere hem de diğer kelimelere ait hikmetlerin tamamını kendinde toplamıştır. Bu sebeple dairedeki en yüksek hikmet onundur ve o, bu halkadaki en kıymetli tüzük taşıdır (Kalptir). Dolayısıyla ‘’Füsûsu’l Hikem’’in fassı da Muhammedî Hakîkat’ten başkası değildir.

‘’O, Âlem için yüzüğün kaşı (fassı) gibidir.’’ Kastedilen eşsiz ve kâmil insan efendimiz Hz. Muhammed’dir (sav.).

Dâvûd Kayserî Hz. ‘’fass’’ ın bir başka karşılığının ‘’iki kemiğin birleşme yeri’’ anlamına geldiğini söyler. İşte kemiklerin birleşmesiyle nasıl ki vücûdun iskeleti tamamlanıyorsa, diğer mevcutlara ait hikmetlerin, peygamberlerin hakîkatlerinde birleşmesiyle de vücûd dairesi tamamlanır. Nitekim İnsan-ı Kâmil’e ‘’kelime-i câmia’’ denilmiştir. Ancak fass, ‘’iki kemiği birleştiren nokta’’ olmanın dışında ‘’iki kemiğin birbirinden ayrıldığı yer’’ e tekâbül eder. Dolayısıyla Kâmil insan bir taraftan hakîkatleri bir araya getirirken, diğer taraftan onları birbirinden ayırmaktadır.  İşte bu yüzden o, bir yönüyle ‘’kelime-i câmia’’, bir yönüyle ‘’kelime-i fâsıla’’ dır.

Dâvût Kayserî Hz. ayrıca yüzük taşının yüzüğe eklenen son parçası olduğunu ifâde eder. Yüzük taşı yüzüğün kendisinden bir parça olduğu gibi, yüzüğün üzerine oturtulan ayrı bir cüz de olabilir. Aynı şekilde insanın da âlemde iki konumu vardır: ‘’Âlemin bir parçası olması, tek başına bir âlem olması.’’ Bu nedenle insan diğer mevcutlardan sonra yaratılmıştır. İnsan cansız bir beden olan âlemin ruhûdur ve beden rûh olmadan kemâle ulaşamaz. (Dâvûd Kayserî/Varlık, Bilgi ve İnsan Syf. 226-230)

Peki, bu değerli bilginin dervişan anlayışında tezahürü nasıldır?

‘’Öz Osmanlı şiirine hâkim olan Melâmi anlayıştan ötürü şairler sıkça kendilerini bir Abdal ve Kalenderî derviş olarak gösterirler. Kalender; dünyayı ve dünyevî değerleri umursamayan, içinde yaşadıkları toplumun ve toplumsal düzenin inanç ve geleneklerine karşı çıkan, bunu kılık- kıyafet, tutum ve davranışlarıyla gündelik hayatlarına da yansıtan sûfî ve dervişlerdir.

Bu derviş topluluklarının yaşantıları, kendilerine has âdet ve uygulamaları, giyim kuşamı ve kullandıkları eşyaları, divanlarda zengin bir biçimde karşımıza çıkar. Bâkî de divanında ağırlıklı olarak Abdal ve Kalenderî dervişlerine ait âdet ve geleneklerden söz etmiş, çeşitli derviş giysilerinin isimlerini kullanmış ve kullandıkları bazı eşyalara gönderme yapmıştır.

Mahmud Abdülbâkî (1526-1600) “Hâtem” kasîdesinde yer alan bir beyitte yüzüğü, kaşını kazıtmış ve boynuna altın bir tavk (gerdanlık) takmış bir Kalendere benzetir. Altın ve taşlı bir yüzük benzetmesi altında Kalenderîlerin saç, kaş, bıyık ve sakallarını tıraş etme şeklindeki ‘’çâr-darb’’ uygulamasına gönderme yapar. (Çâr-darb; dört vuruş. Bektâşi ve Kalenderî târikatı Abdal’larının saçlarını, kaşlarını, bıyıklarını ve sakallarını tıraş etmeleridir). Kalenderîler çâr-darb yapmanın yanında boyunlarına köleliğin ve mahviyetin simgesi olarak tavk, yani bir çeşit halka takmışlardır. Yüzük “tavk-ı zerrîn” parmağa girecek kısım olan halkadan kinâyedir. Kaş ise taşın konulduğu yuvadır. Kaşın kazıtılması, yüzük için kaş kısmının taşa göre oyulması, yuva açılması anlamında olabilir.

Abdallar insan yüzünü ‘’Allah’ın cemâlinin yansıdığı bir ayna’’ olarak kabul ettiklerinden dolayı saç, sakal, bıyık ve kaş gibi unsurların bu aynayı kararttığını ve bu nedenle kazıtılması gerektiğini düşünüyorlardı. Çâr-darb da önce sakal ve bıyık, sonra saç ve daha sonra kaş tıraş edilir. Sakalı kesmek dünya sevgisinden kurtulmak, bıyığı kesmek benlikten arınmak, saçları tıraş etmek insanların önünde toprak gibi mütevazı olmak, kaş ise örtüyü kaldırmak ve Hakk’ın sevgisinden gayrısını terk etmektir.’’ 

BÂKÎ DÎVÂNI’NDA TASAVVUFÎ VE BATINÎ KÜLTÜR* (Esma Şahin)