21 Mayıs 2023 Pazar

 KUR’ÂN’IN MÂNÂLARI:

Yazı; 17. yüzyılın öne çıkan İranlı düşünürü Molla Sadra’nın Kur’ân’ın mânâları ile ilgili düşüncelerinin, özellikle Fâtiha sûresinin şerhine ilişkin çok değerli bilgilerinin yer aldığı çalışmalarından derlenmiştir. (Asıl adı, Muhammed b. İbrâhim eş- Şirâzî Ö. 1640)

Molla Sadra; bu çalışmaları ile ilgili düşüncelerini şöyle dile getirir: ‘’Bir süredir Kur’ân’ın mânâları hakkında bir eser yazmayı arzu ediyordum. Bu amaca ulaşmak için kendi fikirlerimi bir yana bırakarak, rûhuma danışacaktım. Rûhumun efendisinden bir emir geldi ve sırr-ı gaybimden bir işâret zûhur etti. Allah’ın takdiriyle bir hüküm gelip çatmış ve O, bazı ilâhi sembollerin açığa çıkmasını ve Kur’ân’i ilimlerle ilgili konular ve Kur’ân tefsirinin incelikleri hakkında bir eser yazılmasını emir buyurmuştur.’’  Sadra’nın ifâdesi ile bu eser kalbine ilhâm olan ilâhi bir fetih (açılma) ile gerçekleşmiştir.  

Molla Sadra’ya göre, öncelikle Kur’ân’ın remizlerine (sembollerine) nüfus ederek mânâlarını anlayabilmek isteyen biri için, kesinlikle zorunlu olan mânevi ön şartların bazısı şöyledir:

Sabır ve sâfiyet (kalp temizliği) sahibi olmak, Şehâdeti ya da Allah’ın birliğini sürekli tekrarlamak, Mânevi disiplin altına girmek, İnzivada vakit geçirmek, Avamın karakter özelliklerinden ve bilimlerden uzak durmak, Denizde yüzmenin (hakîkat) ilmini öğrenmek, Kuşların dilini (Ledûn ilmini) bilmek, Melekût âleminin dilini anlamak, Lâhut ve Ceberût âleminin esrarına vâkıf olmak. Ayrıca Kelâm’ı okurken Allah ile yüz yüze geldiğini hissetmek, Allah’ın Kur’ân’ı okurken kendisine hitap ettiğine şahitlik etmek ve en yüksek makam olarak Mütekellim’i (söyleyeni) Kelâm’ın kendisinde görmek. Bunun yanında bir şart daha koşarak ve bir âyete dayandırarak şöyle der; ‘’Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun’’ (Nahl, 43). Zikir ehli olarak kastettiği, kendileri olarak ölmüş ve Allah’ta yaşayanlardır. (Nefsinden fâni/yok, Hakk ile bâki/var olanlar).

Sadra’ya göre Kur’ân’ın her bir harfi binlerce sembol içermekte ve Kur’ân harflerini, gökyüzündeki kuşları yakalamak için mânâlarla salınmış bir avlama ağına benzetmektedir. Her bir kuş (yâni insan rûhu) kendi ‘’rızk’’ ını Kur’ân’da bulmaktadır, fakat çok azı Kur’ân’ın avlanma ağları tarafından yakalanacaktır. Kur’ân’ı sadece belli tür bilgiler elde etmek için okuyan kişi kurtuluşa erecektir. Ancak, Kur’ân’da başka bir tür rızk arayan kuşlar, rızıklarını sadece onun yüzeysel değil, en derin anlamlarında ararlar ve onun ‘’mahkûmları’’ olurlar.

Kur’ân, akıntısında çoğu insanın boğulduğu ve birkaçı dışında diğerlerinin kurtarılamadığı derin bir okyanustur. Kişi derine indikçe dibe ulaşması ve yüzeye hazinelerle dönmesi daha muhtemel hale gelir. Onun derinliklerine dalanlar ‘’Allah ehlidir’’.

 ‘’Kur’ân şifadır’’ ayrıca, şeytanın kafesinde zincire vurulmuş ve düşmüşlerin uçurumunda olanları kurtarmak için cennetten gönderilmiş ‘’Allah’ın sağlam ipidir’’. Kur’ân tıpkı insan gibi biri açık, diğeri sırlı olmak üzere iki boyuta sahiptir. Bu her iki boyutun da bir zâhiri ve bir de bâtıni yüzü vardır. Bâtıni yön de sadece Allah tarafından bilinir olan başka bir bâtıni yüze sahiptir. ‘’Onun tefsirini Allah’tan başka kimse bilmez’’ (Âl-i Îmrân, 7).  Kur’ân’ın iç yüzü, yedi içsel boyuta sahiptir. Bu yedi boyut, insanın her bir iç boyutu gibidir. Bunlar nefs, kalp, akıl, rûh, sır ve sırrın sırrı’ dır. Kur’ân’ın dış hakîkati insanın dış hakîkatine, Kur’ân’ın iç hakîkati ise insanın iç hakîkatine benzer. Tıpkı Kur’ân’ın dış kapağının insanın derisine benzemesi gibi. Kur’ân’ın rûhu olan lübb’ü (özü) ise, öğrenme ve düşünme tarafından elde edilen bilgi yoluyla değil,  Allah vergisi ‘’ilm-i Ledûn’’ aracılığıyla elde edilir.

Kişi Kur’ân’ı ne kadar çok anlarsa o oranda ‘’var’’ olacaktır. Dolayısıyla kişi, Kur’ân’ın derin katmanlarına nüfus etmek için, kendi derinliklerine nüfus etmelidir. Bu ise yalnızca kendi rûhunun te’vili ile meşgul olursa gerçekleşir. Bu da neticede rûhunun kaynağına dönmesine yol açacaktır. Kişinin kaynağına dönmesi de egonun kontrol altına alınmasını gerektirir. Böylesi bir durumda nefis (ego) kendini terk eder ve zamanı, mekânı aşar. Kur’ân’ın kabuğundan özüne ilerlemek için kişi kendi varlığının kabuğundan özüne yani ‘’kalbe’’ yol almalıdır. Bu kalp bilgisi ‘’İlm-i Ledün’’ bilgisi ile aynıdır. Bu tür bir bilgi kişinin, rûhun ve Allah’ın kitabını okumasına imkân verir.

Kur’ân ısrarla okuyucularına Allah’tan geldiklerini ve yeryüzünde kısa bir süre kaldıktan sonra O’na döneceklerini bildirmektedir. Mebde (Başlangıç) ve Meâd (Dönüş yeri). İşte bu ikisi arasında yer alanlar, yani bu dünyadaki eylemlerimiz dönüş rotamızı belirleyecektir. Fâtiha sûresi kısalığına rağmen insanların âhiret hayatlarındaki durumlarıyla birlikte Mebde ve Meâd’ın (başlangıç ve sonun) sırlarını bir araya getirir. Bir anlamda Fâtiha sûresi tüm Kur’ân’ı içerir ve Kur’ân’ın anası (ümmü’l-Kur’ân)’dır.  Fâtiha sûresi ile Kur’ân’ın ilişkisi, insan ile kâinatın ilişkisi gibidir.

Kişinin başlangıcı aynı zamanda onun dönüş noktası olduğu için, dönüş yeri de her bir kişiye hastır. Eğer başlangıç noktası her bir rûh için farklı ise, her rûhun yürüdüğü yol da kesinlikle farklı olacaktır. Fâtih sûresinin 6. âyetinde, Allah’tan kendilerini istikamet üzere olan yola yönlendirilmesini istediklerinde, aslında kendilerini kurtuluşa erdirecek kendi yollarında yönlendirilmek istemektedirler (Kulu kurtuluşa erdirecek yol, kendi hakîkatinin yoludur).

Fâtiha sûresi Allah’ın zâtının tanım, tarif, isim ve sınırlamanın ötesinde olduğunu söylemektedir. Zât, insan idrakinin kavrayışının ötesindedir. İslâm düşüncesinde genellikle Allah’ın zâtını şiddetli Nûr, Bütünlük, Mükemmellik, Sonsuzluk olarak tanımlamak yaygındır. Zât kendini ilâhi isimler aracılığıyla bilinir kılmaktadır.  Bu sebeple de kosmos, Allah’ın isimlerinden oluşmaktadır. Bu isimler Zât’ının dışa vuran yüzlerinin özelliklerinden ibâret olduğu için her bir isim Zât’ının kosmosla ilişkisinin özel bir yönüne işâret etmektedir. İsimler kendilerine has bir varlığa sahip değildirler. Ancak zâta bağlı oldukları için nisbî bir hakîkate sahiptirler. Kosmostaki her şey Allah ismine işâret eder. Bütün olarak alındığında tüm kosmos Allah ismiyle isimlendirilerek Zât’ı ilân eder. Allah ismi varlıkta meydana gelen ilk çokluk örneğidir. İnsanlar tarafından ibâdet edilen ve âhirette kendisine dönülecek olandır.

Kosmos kelâm (Kün emri) ile açığa çıkar. Kelâm tarif edilebilir hâle geldiğinde ve indirildiğinde Kitap (Kur’ân) hâlinde gelir. Yaratılmış dünyanın varlığının sahifesi Allah’ın kitabıdır. Kosmos, Allah’ın mahiyetinin dışa vurumu için hazırlanmış bir tiyatro sahnesi gibidir. Allah’ın sûreti üzerine yaratılmış insan da kendi içinde kosmosu barındırır. Her bir insan bir dünyadır. Âlemler ile Allah ‘’Âlimler’’ i kastetmiş olabilir.  Böylece her bir âlim bir dünyadır. Burada insan olarak ele alınan İnsan-ı Kâmil’dir. İnsan-ı Kâmil (Mükemmel İnsan), Muhammedi Hakîkatin özel bir dışa vurumu ve kosmosun bir prototipi (örneği) olarak mikrokosmostur (küçük evrendir). İnsan makrokosmostaki (büyük evrendeki) her şeyden bir şey taşır.

İnsan-ı Kâmil, Allah’a hamdin en üst derecedeki sûreti olduğu ve Fâtiha Kur’ân’daki her şeyi kapsadığı için, İnsan-ı Kâmil ve Fâtiha varlıkta özel bir ilişkiye sahiptir. Bu sebeple Fâtiha’yı sadece İnsan-ı Kâmil tefsir edebilir. İnsan-ı Kâmil kendi içinde Fâtiha’nın Mabde ve Meâd’a (başlangıç ve sona) ait sırlarını barındırır.

İnsan (bir küheylan gibi) bir bedenden ve (bir sürücü gibi) bir rûhtan meydana gelmiştir. Allah onu âhiret hayatına bir yolculuk için yaratmıştır ve insanın yolculuğunun gayesi Allah’la buluşmaktır. Onun yaratılma sebebi budur ve o doğuştan olmak kaydıyla bu sebebe binaen hazırlanmış ve tabii bir şekilde ona meylettirilmiştir. Çünkü rûhun amacı budur. Bedenin amacıysa faydaları elde etmek, iyi şeylere ulaşmak ve kendini kötülüklerden arındırmaktır. ’’Kulluk/ibâdet’’ ve ‘’hizmet’’ in manası budur.

Varlık; iniş yayı, kalkış yayına bağlanan bir daire şeklindedir. İnsanlar Allah’a doğru çekilirler ve tüm yaratılmış şeyler bu kapıdan Yaratıcıya dönüş yoluna girerler. Geçici yolculuğun sonunda yürüyen kişi kurtulacak ve süreklilik meskeninde rahata erecektir. İki tür yolcu vardır. Yolculardan bir tanesi yolculuğunda rahatlık içerisindedir. Çünkü varlığı sevilmiş, varlığına hizmet edilmiş, ihtiyaçları karşılanmış ve korunmuştur. Evine ulaşması, Cennet ehlindekiler gibidir. Yolda kendi ayaklarıyla yürüyen diğer yolcu ise, kıymetsiz levâzımata ve azaltılmış tedâriğe sahiptir. Eve vardığı zaman yorgunluk ve meşakkat, kendisinden ayrılıncaya değin bir süre daha onunla kalacaktır. Ardından rahatlık bulacaktır. Bu kişinin hali ateşle cezalandırılmış ve acınacak hale gelmiş birinin hali gibidir. Ardından ise, her şeyi kuşatan rahmet geniş bir alana yayılacaktır. Çünkü ateş ehli bir süre sonra azaptan bir lezzet (tat) alacaktır. Eğer ateş ehli cehennemden alınıp cennete konulacak olursa acı çekeceklerdir. Çünkü tıynetleri (yaradılışları), cennetin hazlarına uygun değildir. Bir şeyin bir açıdan cezâ olması onun bir başka açıdan rahmet olmasını engellemez. Bir kişi için aşırı acı veren bir şeyin bir başkası için son derece zevk verici olabileceği söylenebilir. Ancak her şeyin sonu rahmettir. ‘’Ve rahmetim her şeyi kaplamıştır.’’ (Â’raf, 156). Kulların rahmete ulaşabilmesi için önce Veliler, Peygamberler ve inananlar şefaat eder. En sonunda O’nun, ‘’merhametlilerin en merhametlisi’’ ismi ’’Cebbar’’ ve ‘’Kahhar’’ isimlerine şefaat eder. Böylece onlardan gazâb çekilir. (Şefaat bir kişinin bağışlanması için aracılık etmektir)

‘’Allah güzeldir ve güzeli sever’’ Kâinatı inşa eden ve onu Kendi sûreti üzere meydana getiren O’dur. Dolayısıyla bütün kâinat ziyadesiyle güzeldir. Onda herhangi bir çirkinlik yoktur. Bilenlerin onun tarafından mest edilmesinin ve tasdik edenlerin onun için sevgi duymasının sebebi budur. Kâinata sevgi bu yüzdendir. Her şey Hakk’ın aynasıdır. O, her bir sûrette açığa çıkan, her bir işârette aranan, her bir gözdeki bakış nesnesi, her bir ibâdet eyleminde ibâdet nesnesi ve görünen ve görünmeyendeki Nihaî Gayedir. Tüm kâinat O’na yakarır, O’nun önünde eğilir ve O’nu hamd ile tesbih eder.

Sonuç olarak Allah’ın âyetlerini kalbinin kulağıyla dinle… Sûretlere ne kadar takılırsan, kendi iç varlığını arındırman o kadar zor olacaktır. Kendi iç varlığın ne denli az arınmış olursa, içsel hakîkatleri kavrayışın da o denli az olacaktır. Kur’ân’ın mânâlarını anlama gayesi ile Kur’ân’ı gramer, dil ve hukuk gibi zâhiri bakış açılarıyla yorumlaman da, hakîki bilgiden uzaklaşmana yol açacaktır. Yol herkes için özeldir ve başarılı kılan sadece Allah’tır.

Kaynak: Mohammed Rustom/Merhametin Zaferi, Molla Sadra’da Felsefe ve Kutsal Kitap.