KUR’ÂN’IN MÂNÂLARI:
Yazı; 17.
yüzyılın öne çıkan İranlı düşünürü Molla
Sadra’nın Kur’ân’ın mânâları ile ilgili düşüncelerinin, özellikle
Fâtiha sûresinin şerhine ilişkin çok değerli bilgilerinin yer aldığı
çalışmalarından derlenmiştir. (Asıl adı, Muhammed b. İbrâhim eş- Şirâzî Ö. 1640)
Molla Sadra;
bu çalışmaları ile ilgili düşüncelerini şöyle dile getirir: ‘’Bir süredir Kur’ân’ın mânâları
hakkında bir eser yazmayı arzu ediyordum. Bu amaca ulaşmak için kendi fikirlerimi
bir yana bırakarak, rûhuma danışacaktım. Rûhumun
efendisinden bir emir geldi ve sırr-ı gaybimden bir işâret zûhur etti.
Allah’ın takdiriyle bir hüküm gelip çatmış ve O, bazı ilâhi sembollerin açığa
çıkmasını ve Kur’ân’i ilimlerle ilgili konular ve Kur’ân tefsirinin incelikleri
hakkında bir eser yazılmasını emir buyurmuştur.’’ Sadra’nın ifâdesi ile bu eser kalbine ilhâm
olan ilâhi bir fetih (açılma) ile gerçekleşmiştir.
Molla
Sadra’ya göre, öncelikle Kur’ân’ın remizlerine (sembollerine) nüfus ederek
mânâlarını anlayabilmek isteyen biri için, kesinlikle zorunlu olan mânevi ön
şartların bazısı şöyledir:
Sabır ve
sâfiyet (kalp temizliği) sahibi olmak, Şehâdeti ya da Allah’ın birliğini
sürekli tekrarlamak, Mânevi disiplin altına girmek, İnzivada vakit geçirmek,
Avamın karakter özelliklerinden ve bilimlerden uzak durmak, Denizde yüzmenin
(hakîkat) ilmini öğrenmek, Kuşların dilini (Ledûn ilmini) bilmek, Melekût
âleminin dilini anlamak, Lâhut ve Ceberût âleminin esrarına vâkıf olmak. Ayrıca
Kelâm’ı okurken Allah ile yüz yüze geldiğini hissetmek, Allah’ın Kur’ân’ı
okurken kendisine hitap ettiğine şahitlik etmek ve en yüksek makam olarak
Mütekellim’i (söyleyeni) Kelâm’ın kendisinde görmek. Bunun yanında bir şart
daha koşarak ve bir âyete dayandırarak şöyle der; ‘’Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun’’ (Nahl, 43). Zikir ehli
olarak kastettiği, kendileri olarak ölmüş ve Allah’ta yaşayanlardır. (Nefsinden
fâni/yok, Hakk ile bâki/var olanlar).
Sadra’ya
göre Kur’ân’ın her bir harfi binlerce sembol içermekte ve Kur’ân harflerini,
gökyüzündeki kuşları yakalamak için mânâlarla salınmış bir avlama ağına
benzetmektedir. Her bir kuş (yâni insan rûhu) kendi ‘’rızk’’ ını Kur’ân’da
bulmaktadır, fakat çok azı Kur’ân’ın avlanma ağları tarafından yakalanacaktır.
Kur’ân’ı sadece belli tür bilgiler elde etmek için okuyan kişi kurtuluşa
erecektir. Ancak, Kur’ân’da başka bir tür rızk arayan kuşlar, rızıklarını
sadece onun yüzeysel değil, en derin anlamlarında ararlar ve onun ‘’mahkûmları’’
olurlar.
Kur’ân,
akıntısında çoğu insanın boğulduğu ve birkaçı dışında diğerlerinin
kurtarılamadığı derin bir okyanustur. Kişi derine indikçe dibe ulaşması ve
yüzeye hazinelerle dönmesi daha muhtemel hale gelir. Onun derinliklerine
dalanlar ‘’Allah ehlidir’’.
‘’Kur’ân şifadır’’ ayrıca, şeytanın kafesinde zincire
vurulmuş ve düşmüşlerin uçurumunda olanları kurtarmak için cennetten
gönderilmiş ‘’Allah’ın sağlam ipidir’’. Kur’ân tıpkı insan gibi biri açık,
diğeri sırlı olmak üzere iki boyuta sahiptir. Bu her iki boyutun da bir zâhiri
ve bir de bâtıni yüzü vardır. Bâtıni yön de sadece Allah tarafından bilinir
olan başka bir bâtıni yüze sahiptir. ‘’Onun
tefsirini Allah’tan başka kimse bilmez’’ (Âl-i Îmrân, 7). Kur’ân’ın iç yüzü, yedi içsel boyuta
sahiptir. Bu yedi boyut, insanın her bir iç boyutu gibidir. Bunlar nefs,
kalp, akıl, rûh, sır ve sırrın sırrı’ dır. Kur’ân’ın dış hakîkati
insanın dış hakîkatine, Kur’ân’ın iç hakîkati ise insanın iç hakîkatine benzer.
Tıpkı Kur’ân’ın dış kapağının insanın derisine benzemesi gibi. Kur’ân’ın rûhu
olan lübb’ü
(özü) ise, öğrenme ve düşünme tarafından elde edilen bilgi yoluyla
değil, Allah vergisi ‘’ilm-i
Ledûn’’ aracılığıyla elde edilir.
Kişi
Kur’ân’ı ne kadar çok anlarsa o oranda ‘’var’’ olacaktır. Dolayısıyla kişi,
Kur’ân’ın derin katmanlarına nüfus etmek için, kendi derinliklerine nüfus etmelidir.
Bu ise yalnızca kendi rûhunun te’vili ile meşgul olursa gerçekleşir. Bu da
neticede rûhunun kaynağına dönmesine yol açacaktır. Kişinin kaynağına dönmesi
de egonun kontrol altına alınmasını gerektirir. Böylesi bir durumda nefis (ego)
kendini terk eder ve zamanı, mekânı aşar. Kur’ân’ın kabuğundan özüne ilerlemek
için kişi kendi varlığının kabuğundan özüne yani ‘’kalbe’’ yol almalıdır.
Bu kalp bilgisi ‘’İlm-i Ledün’’ bilgisi ile aynıdır. Bu tür bir bilgi kişinin,
rûhun ve Allah’ın kitabını okumasına imkân verir.
Kur’ân
ısrarla okuyucularına Allah’tan geldiklerini ve yeryüzünde kısa bir süre
kaldıktan sonra O’na döneceklerini bildirmektedir. Mebde (Başlangıç) ve Meâd
(Dönüş yeri). İşte bu ikisi arasında yer alanlar, yani bu dünyadaki
eylemlerimiz dönüş rotamızı belirleyecektir. Fâtiha sûresi kısalığına rağmen
insanların âhiret hayatlarındaki durumlarıyla birlikte Mebde ve Meâd’ın
(başlangıç ve sonun) sırlarını bir araya getirir. Bir anlamda Fâtiha sûresi tüm
Kur’ân’ı içerir ve Kur’ân’ın anası (ümmü’l-Kur’ân)’dır. Fâtiha sûresi ile Kur’ân’ın ilişkisi, insan
ile kâinatın ilişkisi gibidir.
Kişinin
başlangıcı aynı zamanda onun dönüş noktası olduğu için, dönüş yeri de her bir
kişiye hastır. Eğer başlangıç noktası her bir rûh için farklı ise, her rûhun
yürüdüğü yol da kesinlikle farklı olacaktır. Fâtih sûresinin 6. âyetinde,
Allah’tan kendilerini istikamet üzere olan yola yönlendirilmesini
istediklerinde, aslında kendilerini kurtuluşa erdirecek kendi yollarında
yönlendirilmek istemektedirler (Kulu kurtuluşa erdirecek yol, kendi
hakîkatinin yoludur).
Fâtiha
sûresi Allah’ın zâtının tanım, tarif, isim ve sınırlamanın ötesinde olduğunu
söylemektedir. Zât, insan idrakinin kavrayışının ötesindedir. İslâm
düşüncesinde genellikle Allah’ın zâtını şiddetli Nûr, Bütünlük, Mükemmellik,
Sonsuzluk olarak tanımlamak yaygındır. Zât kendini ilâhi isimler aracılığıyla
bilinir kılmaktadır. Bu sebeple de
kosmos, Allah’ın isimlerinden oluşmaktadır. Bu isimler Zât’ının dışa vuran
yüzlerinin özelliklerinden ibâret olduğu için her bir isim Zât’ının kosmosla
ilişkisinin özel bir yönüne işâret etmektedir. İsimler kendilerine
has bir varlığa sahip değildirler. Ancak zâta bağlı oldukları için nisbî
bir hakîkate sahiptirler. Kosmostaki her şey Allah ismine işâret eder. Bütün
olarak alındığında tüm kosmos Allah ismiyle isimlendirilerek Zât’ı ilân eder.
Allah ismi varlıkta meydana gelen ilk çokluk örneğidir. İnsanlar tarafından
ibâdet edilen ve âhirette kendisine dönülecek olandır.
Kosmos kelâm
(Kün emri) ile açığa çıkar. Kelâm tarif edilebilir hâle geldiğinde ve
indirildiğinde Kitap (Kur’ân) hâlinde gelir. Yaratılmış dünyanın varlığının
sahifesi Allah’ın kitabıdır. Kosmos, Allah’ın mahiyetinin dışa vurumu için hazırlanmış
bir tiyatro sahnesi gibidir. Allah’ın sûreti üzerine yaratılmış insan da
kendi içinde kosmosu barındırır. Her bir insan bir dünyadır. Âlemler ile Allah
‘’Âlimler’’ i kastetmiş olabilir.
Böylece her bir âlim bir dünyadır. Burada insan olarak ele alınan
İnsan-ı Kâmil’dir. İnsan-ı Kâmil (Mükemmel İnsan), Muhammedi Hakîkatin özel
bir dışa vurumu ve kosmosun bir prototipi (örneği) olarak mikrokosmostur (küçük
evrendir). İnsan makrokosmostaki (büyük evrendeki) her şeyden bir şey
taşır.
İnsan-ı
Kâmil, Allah’a hamdin en üst derecedeki sûreti olduğu ve Fâtiha Kur’ân’daki her
şeyi kapsadığı için, İnsan-ı Kâmil ve Fâtiha varlıkta özel bir ilişkiye
sahiptir. Bu sebeple Fâtiha’yı sadece İnsan-ı Kâmil tefsir edebilir. İnsan-ı
Kâmil kendi içinde Fâtiha’nın Mabde ve Meâd’a (başlangıç ve sona) ait sırlarını
barındırır.
İnsan (bir
küheylan gibi) bir bedenden
ve (bir sürücü gibi) bir rûhtan
meydana gelmiştir. Allah onu âhiret hayatına bir yolculuk için yaratmıştır ve
insanın yolculuğunun gayesi Allah’la buluşmaktır. Onun yaratılma sebebi budur
ve o doğuştan olmak kaydıyla bu sebebe binaen hazırlanmış ve tabii bir şekilde
ona meylettirilmiştir. Çünkü rûhun amacı budur. Bedenin amacıysa faydaları elde
etmek, iyi şeylere ulaşmak ve kendini kötülüklerden arındırmaktır. ’’Kulluk/ibâdet’’
ve ‘’hizmet’’ in manası budur.
Varlık; iniş yayı, kalkış yayına bağlanan
bir daire şeklindedir. İnsanlar Allah’a doğru çekilirler ve tüm yaratılmış
şeyler bu kapıdan Yaratıcıya dönüş yoluna girerler. Geçici yolculuğun sonunda yürüyen
kişi kurtulacak ve süreklilik meskeninde rahata erecektir. İki tür yolcu vardır.
Yolculardan bir tanesi yolculuğunda rahatlık içerisindedir. Çünkü varlığı
sevilmiş, varlığına hizmet edilmiş, ihtiyaçları karşılanmış ve korunmuştur. Evine
ulaşması, Cennet ehlindekiler gibidir. Yolda kendi ayaklarıyla yürüyen diğer
yolcu ise, kıymetsiz levâzımata ve azaltılmış tedâriğe sahiptir. Eve vardığı
zaman yorgunluk ve meşakkat, kendisinden ayrılıncaya değin bir süre daha onunla
kalacaktır. Ardından rahatlık bulacaktır. Bu kişinin hali ateşle
cezalandırılmış ve acınacak hale gelmiş birinin hali gibidir. Ardından ise,
her şeyi kuşatan rahmet geniş bir alana yayılacaktır. Çünkü ateş ehli bir süre
sonra azaptan bir lezzet (tat) alacaktır. Eğer ateş ehli cehennemden alınıp
cennete konulacak olursa acı çekeceklerdir. Çünkü tıynetleri (yaradılışları),
cennetin hazlarına uygun değildir. Bir şeyin bir açıdan cezâ olması onun bir başka
açıdan rahmet olmasını engellemez. Bir kişi için aşırı acı veren bir şeyin bir
başkası için son derece zevk verici olabileceği söylenebilir. Ancak her
şeyin sonu rahmettir. ‘’Ve rahmetim her şeyi kaplamıştır.’’
(Â’raf, 156). Kulların rahmete ulaşabilmesi için önce Veliler, Peygamberler ve
inananlar şefaat eder. En sonunda O’nun, ‘’merhametlilerin en merhametlisi’’
ismi ’’Cebbar’’
ve ‘’Kahhar’’
isimlerine şefaat eder. Böylece onlardan gazâb çekilir. (Şefaat bir kişinin
bağışlanması için aracılık etmektir)
‘’Allah güzeldir ve
güzeli sever’’
Kâinatı inşa eden ve onu Kendi sûreti
üzere meydana getiren O’dur. Dolayısıyla bütün kâinat ziyadesiyle güzeldir. Onda
herhangi bir çirkinlik yoktur. Bilenlerin onun tarafından mest edilmesinin ve
tasdik edenlerin onun için sevgi duymasının sebebi budur. Kâinata sevgi bu
yüzdendir. Her şey Hakk’ın aynasıdır. O, her bir sûrette açığa çıkan, her
bir işârette aranan, her bir gözdeki bakış nesnesi, her bir ibâdet eyleminde
ibâdet nesnesi ve görünen ve görünmeyendeki Nihaî Gayedir. Tüm kâinat
O’na yakarır, O’nun önünde eğilir ve O’nu hamd ile tesbih eder.
Sonuç
olarak Allah’ın
âyetlerini kalbinin kulağıyla dinle… Sûretlere ne kadar takılırsan, kendi iç
varlığını arındırman o kadar zor olacaktır. Kendi iç varlığın ne denli az
arınmış olursa, içsel hakîkatleri kavrayışın da o denli az olacaktır. Kur’ân’ın
mânâlarını anlama gayesi ile Kur’ân’ı gramer, dil ve hukuk gibi zâhiri bakış
açılarıyla yorumlaman da, hakîki bilgiden uzaklaşmana yol açacaktır. Yol
herkes için özeldir ve başarılı kılan sadece Allah’tır.
Kaynak: Mohammed Rustom/Merhametin Zaferi,
Molla Sadra’da Felsefe ve Kutsal Kitap.