HALÎFE:
Hatırla ki Rabbin
meleklere: ‘’Ben yeryüzünde bir Halîfe yaratacağım’’ dedi. Onlar: ‘’Biz
hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak,
orada kan dökecek insanı mı halîfe kılıyorsun?’’ dediler. Allah da onlara: ‘’Sizin
bilmediklerinizi herhalde ben bilirim’’ dedi. (Bakara-30)
‘’Ey Davud! Biz seni
arz’da halîfe yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet.’’ (Sâd
sûresi-26)
‘’Sizi yeryüzünün
(arz’ın) Halîfesi kılan, size verdiği nimetler hususunda sizi denemek için
kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur.’’(En’an sûresi-39)
‘’Sizi arz’da
Halîfe’ler yapan O’dur.’’ (Fâtır sûresi- 39)
Halîfe, vekâlet gibi
asâletin karşıtı olarak, başkasına vekil olmak, yani az veya çok onun
yerini tutarak onu temsil etmek demektir.
‘’Bilmez misin ki,
hakîkaten göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Hepsi O’nundur.’’ Bakara sûresi'nin
107. âyetinde de belirtildiği gibi Allah göklerin, yerin ve ikisinin
arasındaki her şeyin sahibi iken, neden meleklere ‘’yeryüzünde Halîfe
yaratacağım’’ demiştir?.
Cenâb-ı Hakk bir
Hadis-i Kudsî de: ‘’ Ben gizli bir hazine idim. İstedim ki bilineyim’’
diye buyurmuştur.
Allah bilinmek
istemiş, ÂLEM’i ve ÂDEM’i yaratarak bunları varlığına
‘’AYNA’’ kılmıştır.
Aslında âlem ayna,
Âdem’de o aynanın cilası olmuştur.
Nasıl ki aynanın
arkasındaki sır olmadan aynalık vasfı olmazsa, insan olmadan da Allah’ın
tecellîsi (ki cila kökünden türemiştir) olmaz.
Allah’ın varlığının
tecellîsi bir aynayı gerekli kılmış, âlem aynasında aksini, Âdem aynasında
da Ayn’ını (aslını) seyretmiştir.
Allah neden ayna yaratmıştır?.
Allah’ın ‘’ayna’’ gibi
bir vesîle olmadan tecellîsi, nûrunun şiddetinden bütün âlemin yanmasına neden
olacağından, Allah ‘’Âdem’’i kendi sûretinde yaratarak güzelliğini o aynada
seyretmiş, bütün âleme oradan tecellî etmiştir.
Hz. Âdem Allah’ın
değil, O’nun isim ve sıfatlarını yansıdığı aynadır. Ayna sıfat
mertebesidir. Çünkü Allah’ın zâtı tecellî etmez.
Ayna’nın aynalık vasfı
ancak bir bakanın var olmasıyla ortaya çıkar.
Ayna ‘’ARAZ’’
dır. Araz ise devamlılığı ve kalıcılığı olmayan, kendi başına bir varlığı
bulunmayan ve var olmak için bir CEVHER’e muhtaç olan şey demektir.
Allah ‘’Ben herşeyi
senin için, seni de kendim için halk ettim(yarattım).’’ diye buyurmuştur.
Allah kâinatta
yaratılan her şeyi İNSAN’a hizmet etsinler diye yaratmıştır. İnsan olmasa madenlerin,
bitkilerin, hayvanların hiç bir anlamı kalmaz.
O halde; kâinatta her şey insan
için, insan da Allah için yaratılmıştır. Aslında İNSAN diye kastedilen Halîfe, Hz. Âdem, Hz. Mûhammed
(sav.) yani İnsan-ı Kâmil’dir.
Melekler Hz. Âdem yaratılmadan evvel, insanın
kan dökeceğini ve fesat çıkaracağını nereden biliyorlardı?
Cenâb-ı Hakk, Âdem’i
halk etmeden evvel, İlmullah’ı (Allah ilmini) zâhire çıkardı. Kur’ân’ı
bildirdi. İşte Melekler Kur’ân’ı Levh-i Mahfuz’dan okuyarak bu bilgiyi
elde ettiler.
Çünkü Melekler
İNSAN’dan önce yaratılmıştır. Melekler soyut varlıklar olup, Allah ile insanlar
arasında elçi ve aracıdırlar.
Melek/meleke; kuvvet yani
AKIL’dır. Melekler ne mütehayyiz (belli bir yer tutan), ne de cisimdirler.
‘’Onlar gece ve gündüz
Allah’ı tesbih ederler ve bu işten hiç usanmazlar’’ (Enbiyâ sûresi-20)
Melekler, saf nûrdurlar. Dört unsur (ateş,
hava, su, toprak) ve altı yönün dışındadırlar. Yerin ve göğün ötesindedirler.
Onların gıdası Tanrı’nın zikridir.
Meleklerin özgür
iradeleri yoktur ve itaatkârdırlar. Sadece bir kere, Kur’ân’ın belirttiğine
göre, Tanrı’nın hikmetinden sual etmişlerdir ki, bu da, Tanrı’nın Âdem’i
yaratma ve onu kendi temsilcisi/Halîfe olarak tayin etme niyetini
açıkladığı zamandır. Fakat Tanrı’nın emir ve irâdesine teslim olduktan sonra, melekler
yeni yaratılan Âdem’e secde etmişlerdir.
Birinci secde Allah’ın
emri ile, ikinci secde Nûr-i İlâhiyi Âdem’in alnında görerek yapılmıştır.
Secde kulluktur ve sadece Allah’a yapılır.
Meleklerin Âdem’e yaptığı secde selâm secdesidir.
Allah Âdem’i topraktan ve iki eli ile yoğurarak
yaratmış, onu düzenleyerek rûhundan üflemiştir. İki elden kasıt ‘’celâl ve
cemâl’’ dir. Yani sağ el ile mutlular (said), sol el ile mutsuzlar (şaki)
kastedilmiştir.
Meleklerin
aksine Âdem’in hamuru şöhretle yoğrulmuştur, âsi olması muhtemeldir. Tabiatında
hırs ve hile vardır. İnsanı her nevi şerre davet eden nefs de onunla birlikte
bulunur.
İşte Âdem, bu iki sûreti kendinde toplayan bir
varlık olarak yaratılmış, bundan dolayı da Halîfe’lik Âdem’e verilmiştir.
Halîfe’si olduğu
kimselerin isteklerini karşılayacak yetenekler Âdem’de bulunmasaydı ve Hakk’ın
yardımının insanlara, dolayısıyla âlemlere ulaşmasını sağlamada aracı durumunda
olmasaydı, insanlar üzerinde Halîfe olmazdı.
Âdem; yaratan ile
yaratılanlar arasında köprü yani ‘’berzah’’ tır.
Allah; İnsan-ı Kâmil’in
dış/zâhir/görünen sûretini âlemin gerçek sûretine, iç/bâtın/görünmez sûretini
de kendi sûretine göre yaratmıştır.
O halde Âdem hem ‘’Hakk’’,
hem ‘’halktır’’. O, kendisinden insan türünün yaratıldığı tek bir
nefstir. ‘’Ey insanlar! Sizi tek bir nefsten yaratan ve ondan
eşini yaratıp ikisinden pek çok erkekler ve kadınlar üreten Rab’binizden sakının’’
(Nisa sûresi-1)
Halîfe, Hakk’ın sûreti
ve aynası olduğundan onun hakikatini anlamak mümkün değildir. Çünkü ‘’biri’’
sadece ‘’bir’’ bilebilir.
‘’De ki; Rabbimin
kelimeleri için denizler mürekkep olsa... Muhakkak Rabbimin kelimeleri
tükenmeden önce deniz tükenirdi.’’ (Kehf sûresi-109)
İnsan-ı Kâmil, bazen
güçlü bir hükümdar sûretindedir. Bazen Rahmet, bazen şiddet ve güç, bazen
intikam ve zorlama, bazen bağışlama ve hoşgörü, bazen örtme, bazen lûtuf, bazen
sevinç, bazen şaşkınlık sûretinde görülür ve bazen de güler yüzlü bir şekilde
ortaya çıkar.
Âdem, Hakk’ın bütün
isimleriyle tecellisi olmak hasebiyle sûret giymiş Hakk gibidir.
O, bütün ilâhi
isimleri kendinde toplayandır. Hüküm ve tasarruf sahibidir.
Besmelenin anlattığı
Âdem’dir. Sırrı da ‘’O’’dur. O gizli hazinelerin hazinedarı ve mührüdür. Mühür
nasıl hazineleri korursa, İnsan-ı Kâmil/Âdem’de yaradılmışları korur.
Çünkü Hakk’ın HALÎFE’si ve VEKİL’idir.
Bil ki: Gören ve görülen,
var olmuş olan ve var eden, anlayan ve anlaşılan, bilinen ve bilen, ârif ve
mâruf, vücûd ve mevcud, idrâk edilen ve idrak eden, bütün bu anlatılanlar bir
şeydir. Aynıdır. Tek şeydir. Başka yol arama.
Bütün yaratılmışlar İnsan-ı
Kâmil’in kuvve ve azasıdır. Dağlar kemikleri, dereler ve akarsular onun
damarları, bitkiler kılları, acı sular kulak, tatlı sular göz ve ağzından akan
sular olup, tuzlu sular teridir. ARŞ onun KALBİ, KÜRSÜ sadrıdır. Tüm
peygamberler de AY’ın HİLÂL’den DOLUNAY’a geçerken geçirdiği evreler gibi geçirdiği
TEKÂMÜL/GELİŞİM evreleridir.
Hz. Mûsâ Rabbini
‘’ilmen yakin’’, Hz. Îsâ ‘’aynel yakin’’, Hz. Mûhammed ise ‘’Hakk’el yakin’’
bilmesidir. Hz. İbrâhim mutmain (emin) olmuş nefsi, Hz. Eyüb sabrı, Hz. Ebûbekir
sadakati, Hz. Ömer adaleti, Hz. Osman edebi, Hz. Ali ise Zâhir’idir(Rabbi
tecelli).
Hz. Cebrâil aklı, Hz.
Meryem safiye makamındaki nefsi, Cebrâil’in üflemesiyle doğan Hz. Îsâ Veled-i
Kalp’dir (kalp çocuğu).
İnsan-ı Kâmil; ‘’tam hayat’’ sahibidir ve tüm
yaratılanlar onun parazitleridir. Yani ondan beslenir.
Velhasıl Allah kâinatta
bir tek ‘’ayna’’ yaratmış, o aynada bilinmek istediği kadarını tecellî
ettirmiştir. Allah bir an kendini ‘’Âdem’’ aynasında seyretmekten vaz
geçecek olsa, âlem yok olur.
Görünen çokluk tek bir ‘’ayna’’dan yansıyan
görüntülerden ibarettir.
Âyet’te geçen
meleklerin tesbih ve takdis’ine gelince;
Tesbih; Allah’ı ortaktan,
acizlikten ve eksikten tenzih etmek,
Takdis; Allah’ı mekâna taalluk
etmekten, etkilenmekten, zâtı ve fiilleri itibariyle birden çok olmaktan,
oluşumun kemâlinin bir parçası olmaktan tenzih etmek demektir.
Gökte ve yerde olan
melekler, tesbih ederken, soyut rûhlar olan Mukarreb (yakınlaştırılmış)
melekler, soyut olmaları, Rablerinin nurundan perdelenmemeleri, kendilerinden
alt olanlara nûrlarını yansıtmaları ve başkaları üzerinde tesir bırakmaları,
kahredici güce sahip olmaları nedeniyle takdis edenlerdir. Takdis,
tesbih’ten daha özeldir. Her takdis eden tesbih de ederken, tesbih eden
takdis etmez.
Kaynak:
İbnü’l Arabî Hz. Risâleleri. Abdülkerim Cili Hz. ‘’İnsanı-Kâmil’’