5 Eylül 2014 Cuma

HALÎFE:

Hatırla ki Rabbin meleklere: ‘’Ben yeryüzünde bir Halîfe yaratacağım’’ dedi. Onlar: ‘’Biz hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halîfe kılıyorsun?’’ dediler. Allah da onlara: ‘’Sizin bilmediklerinizi herhalde ben bilirim’’ dedi. (Bakara-30)
‘’Ey Davud! Biz seni arz’da halîfe yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet.’’  (Sâd sûresi-26)
‘’Sizi yeryüzünün (arz’ın) Halîfesi kılan, size verdiği nimetler hususunda sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur.’’(En’an sûresi-39)
‘’Sizi arz’da Halîfe’ler yapan O’dur.’’ (Fâtır sûresi- 39)
Halîfe, vekâlet gibi asâletin karşıtı olarak, başkasına vekil olmak, yani az veya çok onun yerini tutarak onu temsil etmek demektir.
‘’Bilmez misin ki, hakîkaten göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Hepsi O’nundur.’’ Bakara sûresi'nin 107.  âyetinde de belirtildiği gibi Allah göklerin, yerin ve ikisinin arasındaki her şeyin sahibi iken, neden meleklere ’yeryüzünde Halîfe yaratacağım’’ demiştir?.
Cenâb-ı Hakk bir Hadis-i Kudsî de: ‘’ Ben gizli bir hazine idim. İstedim ki bilineyim’’ diye buyurmuştur.
Allah bilinmek istemiş, ÂLEM’i  ve  ÂDEM’i yaratarak  bunları varlığına ‘’AYNA’’  kılmıştır.
Aslında âlem ayna, Âdem’de o aynanın cilası olmuştur.
Nasıl ki aynanın arkasındaki sır olmadan aynalık vasfı olmazsa, insan olmadan da Allah’ın tecellîsi (ki cila kökünden türemiştir) olmaz.
Allah’ın varlığının tecellîsi bir aynayı gerekli kılmış,  âlem aynasında aksini, Âdem aynasında da Ayn’ını (aslını)  seyretmiştir.
Allah neden ayna yaratmıştır?.
Allah’ın ‘’ayna’’ gibi bir vesîle olmadan tecellîsi, nûrunun şiddetinden bütün âlemin yanmasına neden olacağından, Allah ‘’Âdem’’i kendi sûretinde yaratarak güzelliğini o aynada seyretmiş, bütün âleme oradan tecellî etmiştir.
Hz. Âdem Allah’ın değil, O’nun isim ve sıfatlarını yansıdığı aynadır. Ayna sıfat mertebesidir. Çünkü Allah’ın zâtı tecellî etmez.
Ayna’nın aynalık vasfı ancak bir bakanın var olmasıyla ortaya çıkar.
Ayna ‘’ARAZ’’ dır. Araz ise devamlılığı ve kalıcılığı olmayan, kendi başına bir varlığı bulunmayan ve var olmak için bir CEVHER’e muhtaç olan şey demektir.
Allah ‘’Ben herşeyi senin için, seni de kendim için halk ettim(yarattım).’’ diye buyurmuştur.
Allah kâinatta yaratılan her şeyi İNSAN’a hizmet etsinler diye yaratmıştır. İnsan olmasa madenlerin, bitkilerin, hayvanların  hiç bir anlamı kalmaz.
O halde; kâinatta her şey insan için, insan da Allah için yaratılmıştır.  Aslında İNSAN diye kastedilen Halîfe, Hz. Âdem, Hz. Mûhammed (sav.) yani İnsan-ı Kâmil’dir.

Melekler Hz. Âdem yaratılmadan evvel, insanın kan dökeceğini ve fesat çıkaracağını nereden biliyorlardı?
Cenâb-ı Hakk, Âdem’i halk etmeden evvel, İlmullah’ı (Allah ilmini) zâhire çıkardı. Kur’ân’ı bildirdi. İşte Melekler Kur’ân’ı Levh-i Mahfuz’dan okuyarak bu bilgiyi elde ettiler.
Çünkü Melekler İNSAN’dan önce yaratılmıştır. Melekler soyut varlıklar olup, Allah ile insanlar arasında elçi ve aracıdırlar.
Melek/meleke; kuvvet yani AKIL’dır. Melekler ne mütehayyiz (belli bir yer tutan), ne de cisimdirler.
‘’Onlar gece ve gündüz Allah’ı tesbih ederler ve bu işten hiç usanmazlar’’ (Enbiyâ sûresi-20)
Melekler, saf nûrdurlar. Dört unsur (ateş, hava, su, toprak) ve altı yönün dışındadırlar. Yerin ve göğün ötesindedirler. Onların gıdası Tanrı’nın zikridir.
Meleklerin özgür iradeleri yoktur ve itaatkârdırlar. Sadece bir kere, Kur’ân’ın belirttiğine göre, Tanrı’nın hikmetinden sual etmişlerdir ki, bu da, Tanrı’nın Âdem’i yaratma ve onu kendi temsilcisi/Halîfe  olarak tayin etme niyetini açıkladığı zamandır. Fakat Tanrı’nın emir ve irâdesine teslim olduktan sonra, melekler yeni yaratılan Âdem’e secde etmişlerdir.
Birinci secde Allah’ın emri ile, ikinci secde Nûr-i İlâhiyi Âdem’in alnında görerek yapılmıştır.
Secde kulluktur ve sadece Allah’a yapılır. Meleklerin Âdem’e yaptığı secde selâm secdesidir.
Allah Âdem’i topraktan ve iki eli ile yoğurarak yaratmış, onu düzenleyerek rûhundan üflemiştir. İki elden kasıt ‘’celâl ve cemâl’’ dir. Yani sağ el ile mutlular (said), sol el ile mutsuzlar (şaki) kastedilmiştir.
Meleklerin  aksine Âdem’in hamuru şöhretle yoğrulmuştur, âsi olması muhtemeldir. Tabiatında hırs ve hile vardır. İnsanı her nevi şerre davet eden nefs de onunla birlikte bulunur.
İşte Âdem, bu iki sûreti kendinde toplayan bir varlık olarak yaratılmış, bundan dolayı da Halîfe’lik Âdem’e verilmiştir.
Halîfe’si olduğu kimselerin isteklerini karşılayacak yetenekler Âdem’de bulunmasaydı ve Hakk’ın yardımının insanlara, dolayısıyla âlemlere ulaşmasını sağlamada aracı durumunda olmasaydı, insanlar üzerinde Halîfe olmazdı.
Âdem; yaratan ile yaratılanlar arasında köprü yani ‘’berzah’’ tır.
Allah; İnsan-ı Kâmil’in dış/zâhir/görünen sûretini âlemin gerçek sûretine, iç/bâtın/görünmez sûretini de kendi sûretine göre yaratmıştır.
O halde Âdem hem ‘’Hakk’’, hem ‘’halktır’’. O, kendisinden insan türünün yaratıldığı tek bir nefstir.’Ey insanlar! Sizi tek bir nefsten yaratan  ve ondan eşini yaratıp ikisinden pek çok erkekler ve kadınlar üreten Rab’binizden sakının’’ (Nisa sûresi-1)
Halîfe, Hakk’ın sûreti ve aynası olduğundan onun hakikatini anlamak mümkün değildir. Çünkü ‘’biri’’ sadece ‘’bir’’ bilebilir.
‘’De ki; Rabbimin  kelimeleri için denizler mürekkep olsa... Muhakkak Rabbimin kelimeleri tükenmeden önce deniz tükenirdi.’’ (Kehf sûresi-109)
İnsan-ı Kâmil, bazen güçlü bir hükümdar sûretindedir. Bazen Rahmet, bazen şiddet ve güç, bazen intikam ve zorlama, bazen bağışlama ve hoşgörü, bazen örtme, bazen lûtuf, bazen sevinç, bazen şaşkınlık sûretinde görülür ve bazen de güler yüzlü bir şekilde ortaya çıkar.
Âdem, Hakk’ın bütün isimleriyle tecellisi olmak hasebiyle sûret giymiş Hakk gibidir.
O, bütün ilâhi isimleri kendinde toplayandır. Hüküm ve tasarruf sahibidir.
Besmelenin anlattığı Âdem’dir. Sırrı da ‘’O’’dur. O gizli hazinelerin hazinedarı ve mührüdür. Mühür nasıl hazineleri korursa, İnsan-ı Kâmil/Âdem’de yaradılmışları korur. Çünkü  Hakk’ın HALÎFE’si ve VEKİL’idir.
Bil ki: Gören ve görülen, var olmuş olan ve var eden, anlayan ve anlaşılan, bilinen ve bilen, ârif ve mâruf, vücûd ve mevcud, idrâk edilen ve idrak eden, bütün bu anlatılanlar bir şeydir. Aynıdır. Tek şeydir. Başka yol arama.
Bütün yaratılmışlar İnsan-ı Kâmil’in kuvve ve azasıdır. Dağlar kemikleri, dereler ve akarsular onun damarları, bitkiler kılları, acı sular kulak, tatlı sular göz ve ağzından akan sular olup, tuzlu sular teridir. ARŞ onun KALBİ, KÜRSÜ sadrıdır. Tüm peygamberler de AY’ın HİLÂL’den DOLUNAY’a geçerken geçirdiği evreler gibi geçirdiği TEKÂMÜL/GELİŞİM evreleridir.
Hz. Mûsâ Rabbini ‘’ilmen yakin’’, Hz. Îsâ ‘’aynel yakin’’, Hz. Mûhammed ise ‘’Hakk’el yakin’’ bilmesidir. Hz. İbrâhim mutmain (emin) olmuş nefsi, Hz. Eyüb sabrı, Hz. Ebûbekir sadakati, Hz. Ömer adaleti, Hz. Osman edebi,  Hz. Ali ise Zâhir’idir(Rabbi tecelli).
Hz. Cebrâil aklı, Hz. Meryem safiye makamındaki nefsi, Cebrâil’in üflemesiyle doğan Hz. Îsâ Veled-i Kalp’dir (kalp çocuğu).
İnsan-ı Kâmil; ‘’tam hayat’’ sahibidir ve tüm yaratılanlar onun parazitleridir. Yani ondan beslenir.
Velhasıl Allah kâinatta bir tek ‘’ayna’’ yaratmış, o aynada bilinmek istediği kadarını tecellî ettirmiştir. Allah bir an kendini ‘’Âdem’’ aynasında seyretmekten vaz geçecek olsa, âlem yok olur.
Görünen çokluk tek bir ‘’ayna’’dan yansıyan görüntülerden ibarettir.
Âyet’te geçen meleklerin tesbih ve takdis’ine gelince;
Tesbih; Allah’ı ortaktan, acizlikten ve eksikten tenzih etmek,
Takdis; Allah’ı mekâna taalluk etmekten, etkilenmekten, zâtı ve fiilleri itibariyle birden çok olmaktan, oluşumun kemâlinin bir parçası olmaktan tenzih etmek demektir.
Gökte ve yerde olan melekler, tesbih ederken, soyut rûhlar olan Mukarreb (yakınlaştırılmış) melekler, soyut olmaları, Rablerinin nurundan perdelenmemeleri, kendilerinden alt olanlara nûrlarını yansıtmaları ve başkaları üzerinde tesir bırakmaları, kahredici güce sahip olmaları nedeniyle  takdis edenlerdir. Takdis, tesbih’ten daha özeldir. Her takdis eden tesbih de ederken, tesbih eden takdis etmez.
Kaynak: İbnü’l Arabî Hz. Risâleleri. Abdülkerim Cili Hz. ‘’İnsanı-Kâmil’’