13 Şubat 2017 Pazartesi

TAKLİT VE TAHKİK

İnsandaki temel hedef, kalbin hayatına giden yolu, varlığının kökünde yatan TEVHİD’in sezgisini ortaya çıkarmak ve kendi tabiatında yatan kulluğa varmak için lâzım olan yolları hatırlamaktır. Bunun temelinde de BİLGİ yatmaktadır. ‘De ki: Rabb’im ilmimi arttır’’ (Tâ-Hâ,114) En mükemmel varlık, en yüce İnsan-ı Kâmil Hz.Peygamber’e bile ilim istemesi söyleniyorsa, diğer insanlara da aynısını yapmak düşmektedir. Bu emr-i ilâhideki İLİM(Eşya'nın hakîkati) arayışı, basitçe insanlardan ve kitaplardan bir şey öğrenme, malûmat elde etmek değildir. Elbette insanlar KUR’AN’ın rehberliğini takip etmelidir. Fakat bu bahsettiğimiz ÖZEL BİLME arayışı son derece ŞAHSİ’dir ve Uzmanların, Âlimlerin ve Bilim adamlarının kanaatlerinin, hakikî FARKINDALIK üzerine bir etkisi yoktur. Kimse senin yerine bilemez. Kalbin hayatı sadece senin ŞAHSEN yaşayacağın farkındalıkla ilgilidir ve bu farkındalığın yeri sadece kişinin kendisi olabilir.

İlmi aramak Hz. Peygamberin kelâmıyla ‘’her müslüman üzerine farzdır’’. Ancak hangi tür ilim aranmalı, hangi tür ilimden sakınılmalı ve ilimden kazanılacak fayda nedir?. İLİM Hakk’a uygun olduğunda ve insana, Allah’a dönüşünde bir şeyler kazandırdığı zaman faydalı olabilir. Gerçekte değerli ilim ‘’Müşâhade’’ yoluyla gelen Allah’ın ilmi olup, bu ilim kitaplardan ya da hocalardan öğrenilememektedir.Ama, insanı kemâle erdiren de bu İLİM’dir. Matematik veya Tıp gibi diğer ilimler sadece bu dünyada yararlıdır ve ölümden sonra bize eşlik etmeyecektir. Şeriat ilminin de öteki dünyada faydası olmayacaktır. Allah’ın insana yüklediği mükellefiyetler ölümle sonlanacaktır. Öteki dünyada herkes Allah’a ibâdet edecek, bu da aslî ibâdet olacaktır. Dolayısıyla ŞERİAT ilmi, kişinin bu dünyadaki amellerini yerine getirmesinde rehberlik ettiği ölçüde önemlidir. Fakat bu ilmin de öteki dünyada hiçbir kullanımı olmayacaktır. Bu dünyada kişi, ŞERİAT’ı sadece gerekli olduğu ölçüde öğrenmelidir. Aşırı yemek yemenin bedende hastalıklara sebebiyet vereceği gibi bu ilme de aşırı önem vermek rûhta hastalıklar ortaya çıkaracaktır.

İnsan rûhunun bir başlangıcı vardır, çünkü Allah ona bir varlık vermiştir. Fakat bir sonu yoktur, çünkü Âyan-ı Sâbite’sinden açığa çıkardığı İLMİN sonu yoktur. Âlemin bilgisi, kişinin kendini ve Rab’bini bilmesi sürecinde elde edilmesine rağmen âlem, kişinin Rab’bini bilmesinde perdelerin en büyüğü de olabilir. Âlemdeki işaretlerin neyi işaret ettiklerini anlamadan onlara ne kadar yoğunlaşırsak, bizi EŞYA’yı olduğu gibi görememenin zûlmetinde o kadar derinleşmiş oluruz. ''EŞYA'' ALLAH'IN İSİM VE SIFATLARININ TECELLİ ETTİĞİ AYNA'LARDIR.(Hepimiz Eşya'yız)

Eşyayı bilmeyi denemek, deryada bir dalganın yerini belirtmeyi denemek gibidir. Allah’ı Allah’tan başka bilen yoktur. İlâhi bilgiye müracaat etmeden eşyanın bilgisi mümkün değildir. Doğru bilgi sadece Allah’a aittir ve insan ancak ilâhi bilgiden nasibdar olduğu ölçüde doğruluktan hissedar olur.

Sadece Allah, kendisinin ve eşyanın bizâtihi, dolaysız, vâsıtasız, doğrudan bilgisine sahiptir. Allah, Kendisinin bilgisini lütfedebilir, fakat yine O’nu O’ndan başka bilen olmaz. Aklî düşünceyle veya beşerî yollarla elde edilecek her bilgi, mahlûk(yaratılmış) olması nedeniyle doğru değildir. İnsanlar, sadece kendi yeteneklerinin, şartlarının, yetiştirilme ve tahsillerinin el verdiği ölçüde bilebilir. Bu yüzden BİLGİ’miz, Hakîkat ile yalan, doğruluk ile yanlışlık arasındadır. Yani ‘’İZAFÎ’’dir.

İlâhi olana yönelmeden, insanın hakîki bilgiye ulaşmaya çalışması beyhûdedir. BÜTÜN BİLGİ, BİLEN KİŞİNİN DIŞINDAN GELMEKTEDİR. Bilgi edinirken, dışarıya yani bizden gayrı olanlara bağlı kalmaya ve onlara güvenmeye mecbûruz. Bilgimizde selâhiyet sahibini takip ederiz; Yani TAKLİT ederiz. TAKLİT’in ZIDDI ise TAHKİK’tir. EŞYA’nın hakîkatini bularak EŞYA’yı bilmeye TAHKİK denir.TAHKİK; Hakk’ın gerçek bilgisidir. İşte; bilgiyi  aramanın gayesi  TAHKİK’e ulaşmak, hakîkatini bilmektir. TAHKİK’e ulaşamayan kişi, eşyanın hakîkatini bilemez. TAKLİT ise, ancak ENBİYA’nın özellikle Hz. MUHAMMED’in ayak izlerini takip etmektir. Ayak izlerini takip etmek, sadece amel yönünden değildir. Nebevî miras ‘’MÜŞÂHADE’’ yoluyla doğrudan Allah’tan BİLGİ almayı gerektirmektedir. Allah’ın ilim verdikleri dışında kimsede BİLGİ yoktur.

İnsan olmaklığımızın ortaya çıkardığı iki temel soru vardır: BİZ NEYİZ ve NİÇİN BURADAYIZ ?. Bu soruları sorma, cevaplama ve cevaplarını amele geçirme sürecinin hepsi  ‘’TAHKİK’’  ile alâkalıdır.

 BİZ NEYİZ ?. HAK MI, BÂTIL MI?  Her şey Hakk’tır, çünkü her şey Mutlak Hakk tarafından yaratılmıştır. ‘’Bizim Rabb’imiz her şeye hilkanini veren.....’’ Allah’ın emr-i tekvinine (yaratıcı emrine), bir şeye ‘’KÜN’’ demesine ve o şeye VARLIK vermesine baktığımızda mahlûkatın HAK olduğunu, Hakk’ın yaradılıştaki faaliyetini gördükçe, HAKK’ın HALK’ta zâhir olduğunu görüyoruz.

NİÇİN BURADAYIZ ?. ‘’Doğru yolu gösterendir...’’ Yaradılışımızdaki maksad Allah’ın gösterdiği doğru yolu takip etmektir. Kişi sadece emr-i tekvini takip ederek insanî maksûda eremez. Her halükârda, her şey tabiatı gereği bu emri takip etmektedir ve bu yüzden yapabileceğimiz hiç bir şey yoktur. Sadece İNSAN Allah’ın sûretinde yaradılmıştır ve bu nedenle kendi tabiatları doğrultusunda değil, aynı zamanda NEBEVİ HÜKÜMLER’le doğru yola iletilirler. Çünkü; İNSANÎ maksûda ancak emr-i teklife MÜSBET cevap vermekle ulaşılabilir. Peygamberlere nakledilen bu emirle Allah doğruyu, Hakk’ı, doğru amelleri bize gösterir.

‘’Nefsinin senin üzerinde Hakk’ı vardır, Rabb’inin senin üzerinde Hakk’ı vardır, misafirinin senin üzerinde Hakk’ı vardır ve ehlinin senin üzerinde bir Hakk’ı vardır. Her Hakk sahibine Hakk’ını ver’’

‘’Her Hak sahibine  Hakk’ını vermek’’ TAHKİK’in kısa bir tanımıdır. TAHKİK, gerçekliğin, hakîkatin, doğruluğun ve eşyanın uygunluğunun farkına varmaktır ve bu farkındalığa dayanarak onlara Hakk’ını vermektir, yani EŞYA için en isabetli olanı ve doğrusunu yapmaktır.

Allah her şeyin hilkatini/yaradılışını verirken, ŞEY’in Hakk’ını da vermiştir. İşte biz de NİÇİN BURADAYIZ? Sorusuna cevaben;  TAHKİK’e erebilmek ve ‘’HER HAKK SAHİBİNE HAKK’ını  VERMEK’’  için buradayız diyebiliriz. ‘’HER HAKK SAHİBİNE HAKK’INI VERMEK’’ TAHKİK’TİR VE İNSANIN VAROLUŞUNUN GAYESİDİR.  TAHKİK; ALLAH’ın HER ŞEYE SADECE YARADILIŞ DEĞİL, AYNI ZAMANDA HİDÂYET DE VERDİĞİNİ ANLAMAMIZI TALEP EDER.

Hakk mahlûkata tatbik edildiğinde, sadece mahlûkatın hakîkatini değil, aynı zamanda yaradılıştaki doğru yerlerini ve insanoğlu üzerindeki haklı ve münâsip taleplerini de ortaya çıkarmaktadır. Kişi bir şeyin Hakk’ını idrak ettiğinde, kendisinin o şeye vereceği doğru karşılığı da anlar.Eşyaya Hakk’ını vermek, evvela eşyanın Allah ile irtibâtını anlamaktır. Eşyanın Vechullâhı açığa çıkardığını ve Tecelli-i İlâhinin zâhir olduğu şeyler olarak hareket ettiğini hesaba katmadan onları düşünürsek, onların Hakk’larını gözden kaçırırız. Başka bir ifade ile TEVHİD’i gözden kaçırır ŞİRK’e düşeriz.

Bütün ŞEY’lerin(Eşya'nın) Hakk’ından önce  yerine getirilmesi gereken Hakk,  Allah’a karşı olan Hakk’larımızdır. Bunların ilki ‘’TEVHİD’’dir. Sonra ibâdet ve Allah’a ŞİRK koşmamaktır. Kulların Allah üzerindeki Hakk’ı ise bunları yaptıktan sonra ‘’CENNET’’tir.

Mûhakkik’ler; Rûh’taki ve âlemdeki her şeye Hakk’ını vererek, Allah üzerindeki Hakk’ını da vermiş olurlar ve Allah vergisi BİLGİ ve HAKÎKAT’i tahakkûk ettirirler. Onlar BÂTIL’a bile Hakk’ını verir, BÂTIL’ı münasip yerinden dışarı çıkarmazlar.

TAHKİK’in meyvesi ‘’MUHAMMEDÎ MAKAM’’ ve ‘’MAKAMSIZLIK MAKAMI’’dır. Gerçek hürriyete ancak her türlü kaydın ötesine geçmiş ve ‘’FITRAT’’ diye bilinen insanın ZÂT’ının aslî saflığına dönmüş kişiler ulaşabilir. FITRAT; İnsan hakîkatinin varoluşuna esas oluşturan ezeli saflık ve arınmışlık, salt fıtrî TEVHİD halidir ve insanların bu dünyaya gelmeden evvel Allah’ın huzurunda işittikleri ‘’Sizin Rab’biniz değil miyim?’’ hitabına verdikleri ‘’Evet’’ cevabıyla anılmaktadır.

‘’(Resûlüm)Sen vechini hanif olan dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaradılışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler’’ (Rum, 30)  ‘’Her doğan FITRAT üzere doğar fakat, sonra ebeveynleri onu Hıristiyan, Yahûdi veya Mecûsi yapar’’ (Hz. Muhammed sav.)

FITRAT; DOĞUŞTAN TEVHİD’E YÖNELMEK olup, İTAATE İTAAT’TİR. Hiçbir şey, şeylere varlık veren EMR-İ TEKVİN’e karşı gelemez ve bu yüzden mahlûkatın her fiili zaten bir itaattir. Çünkü, eşyanın fıtratı EMR-İ TEKVİN’e itaat etmek ve RAHMAN’a ‘’KUL’’ olmaktır. Bu durum er ya da geç zuhûr edecektir. İki çeşit ‘’KULLUK’’ ve ‘’İBÂDET’’ vardır. ‘’ASLÎ’’ olan FITRAT’tan, ‘’ARIZÎ’’ olan ise Allah’ın Peygamberlere gönderdiği emirlerden gelmektedir. ASLÎ kulluğun hükmü, ÂRIZÎ olandan daha kuvvetlidir. Çünkü bu dünyadaki emirler ÂRIZÎ’dir ve ÂRIZÎ olan her şey kaybolacaktır. İnsan, bütün mahlûkat gibi Allah’ın mutlak kuludur ve HÜR İRADE’lerinde mecbur bırakılmıştır. Bu dünyanın özrü, insanların hür seçimlerinde mecbur olduklarından dolayı kabul edilmiştir ve bundan dolayı Allah, her şeyin son meselesini RAHMET’e sevk etmiştir.
Cehenneme gidecek olanlar dahi bu fıtrî  itaatin semeresini alacaklardır. Cehennem ehli, bütün eşya gibi Rahmân’ın kulları olarak yaratıldıklarını anladıkları zaman ızdırapları son bulacaktır. Herhangi bir Rab’lık, güç ve hâkim olma iddiaları kalmayacak, Mahlûk ve kuldan başka bir şey olmadıklarını kabul edeceklerdir. Hepsinin üzerinde ‘’BELÂ’’(Evet, Rab’bimizsin) sözü hüküm sahibi olup, bedbahtlıktan mutluluğa ulaşacaklardır. Bu söz, başından sonuna değin dünyada, berzah ve âhirette kendilerine eşlik edecektir. Çünkü kimse, Allah’tan gayrısına tapamaz. Dolayısıyla, Allah’a ortak koşmalarına rağmen, insanlar TEVHİD’den vazgeçmemişlerdir.Çünkü ‘’Bezm-i Elest’te onu kabul etmişler’’ ve bu yüzden FITRAT’ları üzere kalmaktadırlar. İşte bu durumları onları affa ve mağfirete götürecektir.

’Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok Rahîm, çok Gafûr’dur.’’(Zümer,53) Allah tövbe edenlere ve güzel amel işleyenlere af ve merhametini getirmiştir ve aynı zamanda haddi aşanlara, tövbe etmeyenlere de merhametini getirmiştir. Sonra ümitsizliği de yasaklamıştır.

Kur’an cehennemin ebediyen kalacağını beyan etmektedir. İbnü’l Arabî Hz. cehennemin ebediliğini inkâr etmemekte, fakat azâbın kalıcılığını reddetmektedir. Cehennem ehli orada ölmeyecektir. Çünkü acının kaldırılmasıyla ferahlık bulacaktır. Acı kaldırıldığında; AZAP, AZİBE(tatlıya) dönecektir. Gülistanda GÜL bulmaya kimse şaşırmaz. Şaşkınlık, cehennem çukurunda GÜL yetiştiğinde olur. Rahmet seni NÂR’ın içinde sardığı zaman, acı çektiğin her şeyin tatlı AZİP/AZAP olduğunu anlarsın.

İbnü’l Arabî Hz.leri Kûr’an’ın hiçbir zaman cehennemin kahrına dair doğrudan açık bir âyetinin olmadığını, hepsinin bir TEHDİT niteliğinde olduğunu ifade eder. Çünkü Allah, güzel ahlâkın kaynağıdır ve hiç bir kerem sahibi tehditlerini yerine getirmez. ‘’Varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır’’(Âl-i İmrân, 14) Allah’a dönüş yeriyle herhangi bir kötülüğün açıkça uzaktan, yakından bir ilişkisi yoktur. Ve Allah böyle bir ilişki kurmamaktadır. Çünkü O’nun RAHMET’i herşeyi kuşatır O’nun lütf u keremi boldur ve her şeyi ihata eder. Sadakallhülazim. AMİN.

Wıllıam C.Chıttıck (İbn. Arabi Hz.)