14 Kasım 2019 Perşembe

SIRÂT-I MUSTAKÎM:

Sırat ‘’yol’’, Mustakîm ise ‘’insan topluluğu/kavim’’ anlamına gelir. Yollar çeşitlidir.

‘’SIRÂTULLAH’’, Allah’a ulaştıran yol demektir. Buna göre bütün yollar ve sıratlar, kendisinde yürüyen için dosdoğrudur ve bütün yollar Allah’a ulaştırır. Bu nedenle de yollar yaratıkların sayısınca artar. Bu, bütün işlerin üzerinde yürüdüğü Said ve Şaki’yi de kapsayan ve kulları Allah’a ulaştıran genel yoldur. Çünkü Allah ismi çelişen, çelişmeyen bütün isimleri kendinde toplar.  Ancak herkes kendindeki ismin Allah’a nispetiyle Hidâyet’e veya Dalâlet’e doğru koşar. ‘’Onları seçtik ve kendilerini sırât-ı mustakîme ulaştırdık’’ (En’am, 87) 

‘’SIRÂT-I HASS’’ Peygamberin yoludur ve sadece kendisine tahsis edilmiştir. Bu yol: Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın sapasağlam ipi ve kuşatıcı şeriatıdır.

‘’SIRÂTU’R-RAB’’ ise Allah’ın yolu, fakat isimleri yönünden Allah’ın yolu demektir. Sırâtu’r-Rab, teklifin ışığında onu mustakîm (doğru) hale getirmek için merbubunu (kulu, yaratılmışı) talep eder.

Fâtiha sûresi, üç farklı yoldan bahseder. 1) Doğru yola ilet, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, 2) gazâba uğramışların ve 3) sapmışların yoluna değil. Bu yollardan biri DOĞRU, diğer ikisi YANLIŞ yoldur. Bununla birlikte, bir açıdan yaratılış emri ile ortaya çıkmış olmaları bakımından bütün yollar doğrudur. Bütün yollar Allah’tan gelir O’na geri döner. Yaratılışta kötülük olmadığı için bütün yollar iyidir. ‘’Allah’ın yolu’’ her şeyin üzerinde yürüdüğü, her şeyi toplayan yoldur. Saadet ve hüsran da bu yolun içindedir. ‘’Bütün işler O’na döndürülecektir’’ (Hûd, 123) Ancak O’na dönen herkes mutluluğa ulaşamaz. Mutluluk ve Saadetin yolu şeriatın koyduğu yoldan başkası değildir. Çünkü her mahlûkun, her zerrenin Rabbine çekilmesi onun Sırât-ı Mustakîm’idir. Fakat en doğru yol Fâtiha sûresinde geçen ‘’ihdina’s-sırâta’l-mustakîm’’ deki Muhammedî zuhûr olan Sıraât-ı Mustakîm, yani TEVHİD’dir.

Sırât-ı mustakîm kıldan ince, kılıçtan keskin daracık yol demektir. Bu yol Kıyâmet günü haşır (toplanma yeri) ile cennet arasında cehennemin üzerine uzatılır. Mümin önündeki nûr vâsıtasıyla bu köprüyü geçer. Üzerinden geçtiği ve cennete ulaşıncaya kadar Hakk’ın ayaklarını sabitleştirdiği sırat, ‘’SIRÂTU’L HÜDÂ’’dır. Sen onu dünya hayatında zâhiri ve bâtıni sâlih (iyi, güzel) amellerinden kendin için inşa etmişsindir. Söz konusu sırat bu dünya hayatında mânevi olarak bulunur, görülmez. Kıyamet gününde ise cehennem üzerine başı haşır, sonu ise cennetin kapısına uzanacak şekilde duyulur bir köprü olarak uzatılır. Sen de, onu gördüğünde onun kendi eserin ve ürünün olduğunu anlarsın. Anlarsın ki; O köprü, dünya hayatında senin tabiat cehenneminin üzerine uzatılmış bir köprüydü.

‘’Hiç bir canlı yoktur ki Allah onun perçeminden/alnından tutmuş olmasın. Benim Rabb’im kuşkusuz Sırât-ı Mustâkim üzeredir’’ (Hûd, 56) Gerçekte Rabbinin dosdoğru yolu üzerinde bulunmayan hiçbir şey yoktur, çünkü Hakk’ın perçeminden tutmadığı hiçbir şey yoktur ve hiçbir şey perçemini sahibinin elinden kurtaramaz.

Her yürüyen, Rabbinin doğru yolu üzerinde yürür. Hepsinin varış yeri, her şeyi kuşatan ve her şeyden önce olan Rahmete’dir. Hakkın dışındaki her şey ‘’dabbe/hayvan’’ yani hayat sahibidir. Hiçbir şey kendi nefsiyle hareket etmez, başkasıyla hareket eder. Buna göre o şey, Sırât-ı Mustakîm üzere olan şeyin (Rabbinin) hükmüne tâbi olarak hareket eder.

Sırât-ı Mustakîm herkesin kendi ismine doğru aldığı yoldur. O isim bir vücuda zuhûr ettiğinde o vücut o ismin hakîkatine bağımlı olur. Başka bir şansı yoktur. O isim o kulun Rabbidir ve Allah idrakidir. Bunun için herkesin Rabbi (ismi) farklıdır. Kuldaki isim ortaya çıkana kadar vücut Kahhâr ismiyle terbiye olur, tâ ki hakîkati ortaya çıksın.

Her şey rûh sahibidir, her şeyin Sırât-ı Mustakîm’i ancak var olan Allah’ın ismine doğrudur, nefis burada rol oynamaz. Çünkü nefis diye bir şey yoktur, olmayan bir şey üzerinde de yürünemez, var olanda hareket edilir. Bu hareket kemâl noktasına kadar devam eder.  Her şey, İnsan-ı Kâmil’in kalbine girebilmek için bir yol arar ve o Sırât-ı Mustakîm’den aslına ulaşmak için hasret çeker.

Hz. Şeyh kulun Hakk’a doğru yürüyüşünü ikiye ayırır. 1. Mânevî zevke doğru yürümek 2. Rabbin emirlerine doğru yürümek. Birinci kısım yürüdüğü yolu ve son durağını bilenlerdir. Yani yürüdükleri dosdoğru yoldur kendileri için. İkinci kısım ise ne yürüdüğü yolu ne de yolun sonunu bilir.

 ‘’Eğer onlar Tevrat ve İncil’in ve kendilerine Rablerinden indirilen şeylerin hakkını yerine getirselerdi, altlarından, üstlerinden ve ayaklarının altından rızıklanırlardı (yerlerdi)’’ (Mâide, 66) Kul hem keşif ve idrakle Hakk’ı görmek için harekete geçerse, hem de onun emirlerine (şeriata) uyarak ona yanaşırsa hem üstünden hem altından rızıklanmış olur. Başlarının üzerinden yemek Bâtınî /kalbî ilimlerdir. Ayakların altından yemek ise ayaklar ilmi/Allah’a doğru yürüme bilgisi (ilm-i ercül) olup, zâhirî/maddi ilimlerdir.

Ken’an Rıfâî Hz. der ki: ‘’Mâdem ki herkes bir vazife ile mükellef ve memurdur, o halde fenalık yapanlar neden cezâ görüyor? ’’ diyecek olursanız ortaya şöyle bir cevap çıkar. Hakk’ın birbirine zıt isimleri vardır. Meselâ Muiz (izzet veren) olduğu gibi Müzil (dilediğini zillete düşüren) de vardır. Hâdi olduğu gibi Mudil (doğru yoldan saptıran) de vardır. Afüv (affedici) olduğu gibi Müntakim de (intikam alan) vardır. Bu isimler, isimlerin küllü olan Cenâb-ı Hak’tan ‘’Yâ Rabbi, bize bu isimlerin gereğini yerine getirebilmek için bir zuhûr yeri ihsan et!’’ diye niyazda bulunarak birer vücut istediler. Cenâb-ı Hak da bu taleplerini yerine getirdi ve her bir isim bir vücuda büründü.

O halde, kahır yaptığın vakit, karşında Müntakim isminin zuhûrunu bekle. Evet, bir insana fenalık yaparsan intikam alıcı isim hemen karşına gelir. Onun için ‘’Zulüm yapan neden cezâsını bulur?’’ diyemezsin. Çünkü zâlime karşı Adil ismi vardır. Neden bu kimse böyle hareket ediyor, ben olsam böyle yapmazdım demek abestir. Yapamazsın, çünkü sen o isme mazhâr değilsin. Mesela Allah seni Muiz yani İzzet ismine lâyık etmiş, Müzil (zillete düşüren) ismine değil. (Ken’an Rıfâî Hz.)

Varlık olan Hak sûretten ibâret olan Halk’tır. Aklî ilimle değil de keşfî ilme sahip olan ve keşfî ilimle bakan, Halk’ta Hakk’ı müşâhede edebilir. Hak her şeyin hakîkatidir. Kâfirin kâfir oluşu da onun Hakk’ıdır. Çünkü bu isim onun ezelinde vardır. Ancak bu bakış kâfirin şeriata ters davranışını kabul ettiremez. Anlaşılıyor ki kalben itirazı terk, vücut ile mücadeleye devam gerekir.

Firavun Mûsâ’ya sordu: ‘’Sizin Rabbiniz kimdir yâ Mûsâ?’’ Hz. Mûsâ da:’’ Bizim Rabbimiz, her şeye yaratılışının icâbı ne ise onu verdi ve onu o şeye, arkasından sürdü’’ (Tâ-Hâ, 49-50) dedi. Bütün hareketler dosdoğrudur, her şeyin bir doğruluğu vardır. Örn. Yayın doğruluğu eğriliğindendir, ondan istenen budur. O halde âlemde doğruluktan başka bir şey yoktur.  Allah’ın Peygamberine hitabı da bu yöndedir. ‘’Emrolunduğu gibi dosdoğru ol’’ (Hûd, 112)

Ârif Halk’ı Hakk’a davet ederken her şeyin Hak olduğunu, karşısındaki kişinin de hangi isme sahip olduğunu bilir ve ona göre muamele eder. ‘’Mürşit kalplerin casusudur’’ sözünün mânâsı budur. Onlar yanlış yolda olanın da Hakk’a doğru gittiğini bilenlerdir. Yolun başı da sonu da Hakk’tır. Bu arada Hak kulundan isim ve sıfatlarıyla tecellî eder ama aynı zamanda Hak kulundan gayrı olup, kendi zâtında TEK’tir.

Bizi imtihan eden Allah değil, ilâhi (birbirine zıt) isimlerdir. Bunun sebebi isimlerin farklılığının dünyaya, birliğinin ise âhirete ait bir özellik oluşudur. Bu durumda âhirette farklılıklar kalkacağı için Allah’ın Rahmet’i her yere hâkim olacaktır.

Sırât-ı mustakîm yeme içmede, giyimde, evlenmede, dini ve dünyevi bütün işlerde ‘’adâlet ve orta yoldan’’ ayrılmamaktır. İşte dünyadaki Sırât-ı mustakîm, âhiretteki Sırât-ı mustakîm gibidir. Sırât-ımustakîm’i tanıma konusunda Hidâyet’e erdirilmek, Allah’ın kuluna vermiş olduğu en büyük nimettir. (C.Nur Sargut/Mülk sûresi, Syf. 474-480 ve Hz. Hûd fassı, 14-60)

Rabbim dosdoğru yol üzerindedir. İnsanlar için bundan daha büyük bir müjde olabilir mi? (Füsusu’l Hikem Syf. 85)

İbnü’l Arabî Hazretleri yaratma yolundan da bahseder: ‘’Kuşkusuz Allah, kendi yolunda, kurşunla kaynamış binalar gibi, saf bağlayarak savaşanları sever’’ (Saff, 4) Kim Allah’ın görünen (Zâhiri) yolunda saf bağlayarak çalışmazsa, Allah ehli olmaz. Aynı şekilde, cemâat halinde namaz kılanların safları da, Allah yolunda bağlanmış bir saftır. Orada Allah yolunun gözükmesi için, cemâat halinde namaz kılanların birbirine sıkı sıkıya tutunması, Tek bir çizgi haline gelmesi gerekir. Hiç kuşkusuz bu durum, çokluk olmasını gerektirir. Bu da Allah’da mübarek ve yüce isimlerinin birbirine sıkı sıkıya tutunması demektir.

 İsimlerin bu şekilde sürekli birbirine tutunmasından yaratma yolu zuhûr eder. Böylece, Hayy (diri) sıfatı Alîm (her şeyi bilen) sıfatıyla, Mürîd (isteyen), Kâil (söyleyen), Kâdir (Kudret sahibi), Hakem (her şeyi yerli yerine koyan), Mukît (besleyen), Muksit (adaletle dağıtan), Müdebbir (yöneten), Mufassıl (ayıran), Râzık (rızık veren), Muhyî (dirilten) sıfatları yan yana dizilir. Buna göre, âlem diridir, bilendir, isteyendir, söyleyendir, güç ve Kudret sahibidir, hakemdir, besleyendir, adaletle dağıtandır, yönetendir ve ayırandır. Geriye kalan ilâhi isimler de bu şekilde devam eder, gider.

Târikatta (yolda) bu süreç ‘’Allah’ın isimleriyle ahlaklanma’’ diye adlandırılır. Böylece ilâhi isimler, kulda zuhûr eder, aşikâr olur. İsimlerin sürekli yan yana gelmesiyle de yaratma yolu ortaya çıkar. Eğer onların arasına yaratılışta bir boşluk girse, Allah’ın yolu kaybolur. Saflarda açılacak boşluklardan sızan şeytanların yolları açığa çıkar. Öyleyse kim bu süreklilik içinde kendi safını, kendi çizgisini oluşturursa, ‘’yaratanlar’’ arasına girecektir.

Allah’ın yolu, tıpkı noktalardan oluşan bir çizgi gibidir. İki çizgi bir yüzey, iki yüzey bir cisim oluşturur. Her cisim de, bir Zât ve yedi sıfattan meydana gelen mükemmel bir sûreti temsil etmek için sekiz öğeden ibarettir (Zât, Hayat, İlim, İrâde, Kudret, Duyma, Görme, Konuşma). Bu terkibin sonucu cisim ortaya çıkar. (İlâhi aşk, Syf. 120-123)

Nokta (sıfır boyut); Hakk,

Çizgi (iki nokta/tek boyut)); Cevher-i Ferd/melekler/rûhlar, (Duyma)

İki çizgi (yüzey/iki boyut/uzunluk ve genişlik); Cinler/Nefs (İnsanın bâtını aslında cindir),    (Görme)

Cisim (üç boyut/uzunluk, genişlik, derinlik); İnsanlar. (Hayal gücü)

Âhiret (dört boyut) (Hayal gücünden daha yüksek bir meleke gerektirmektedir)

Üç boyutlu varlıklar olmamızdan dolayı cinleri ve melekleri göremeyiz. Ancak cinler ve melekler bizi görebilir. İnsanların cinler ve melekler âlemine, bir ve iki boyuta dönüşerek geçme imkânı vardır. Mânevi yükselmede yolun başında sâlik bu tür geçişlerle karşılaşabilir. İşte bu yüzden Kâmil İnsan’lar, tâ ki Hakk’ı müşahede edene kadar rûhlarla kolayca irtibata geçebilirler. Bu nihai makama vâsıl olmadan evvel sâlik sıfır boyutta(Hak’ta) yok olmalıdır. Çünkü Hak sadece bu esrarla müşahede edilir. Ve bu esrar O’nun yarattığı her şeydedir. 

İbnü’l Arabi Hz. Zaman ve KozmoloJi, Syf. 254-261

 




26 Ekim 2019 Cumartesi

BEYT-İ  MÂ’MUR  ve  SIDRETÜ’L MUNTEHA:

YEDİNCİ SEMÂ’DA İKİ MAKAM.

Semâ GÖKYÜZÜ anlamındadır. Bazen de FELEK olarak geçer. Arapların dehr/zaman dediğine, Türkler felek demişlerdir. Felek ilmi mârifet ilmidir. İbnü’l Arabî Hazretlerine göre; Felek, göğün yıldızının yüzmesinin meydana getirdiği şeydir(yörünge). Her Semâ’nın bir yıldızı ve bir feleği vardır. ’Her biri kendi feleğinde yüzer’’ (Enbiyâ, 33- Yâsin, 40). Feleklerin sayısı yıldızların sayısıncadır. Her yıldızın bir rûhu olup, Allah bu yıldızların idâresini bu rûhlara vermiştir. (Allah her Semâ’ya bir Nebî yerleştirmiştir. Örn. Ay Hz. Âdem’in, Utarit Hz. Îsâ’nın,  Zühre Hz. Yusuf’un, Güneş Hz. İdris’in, Merih Hz. Dâvut’un, Müşteri Hz. Mûsâ’nın, Zuhal Hz. İbrâhim’in mekânıdır. (Nûrlar Risâlesi Syf. 95)

Bütün felekler yıldızsız  ‘’Atlas feleği’’nden çıkar. Bu felek ile günler, haftalar ve aylar var olmuştur. Bütün felekler bu feleğin etrafında devreder. Atlas feleği; feleklerin feleği ve ‘’ARŞ’’ olarak da adlandırılır. (Dokuz felek; Arş, Kürsi, Zûhal, Müşteri, Merih, Güneş, Zühre, Utarit, Ay) Dokuz Feleğin tüm hareketleri ve onların yıldızlarının seyri ile DÜNYA ve dünyadakiler var olmuştur. Yine DÜNYA ve dünyadakiler onların hareketiyle yok olacaktır.

Hazret; büyük âlemdeki felekler ile insan vücûdundaki felekler arasında bir ilişki kurar. 

Yuvarlak, maddî ve mânevî dönen/devreden her yuvarlağı felek olarak değerlendirir. Allah’ın felekler, yıldızlar, unsurlar ve tabiatlara olan ilmi Allah’ın HÜKMÜ’dür. Felekler, yıldızlar, unsurlar ve tabiatları meydana getirmesi, Allah’ın KAZÂ’sıdır. Döndürmeye başlayıp da, felek ve yıldızların tesirlerinin bu âlemde zâhir olması Allah’ın KADER’idir. Bu âlem halkına iyilikten, kötülükten, uğursuzluktan, güzel talihten vs. ne gelirse hepsi, göklerin hükümdarı olan bu yıldızların eseridir. (Hz. İdris fassı Syf. 47-54)

Kısaca; FELEK KAVRAMI VARLIK MERTEBELERİNİ ANLATIR. (Nefs’in yedi mertebesi vardır. Emmare/Ay, Levvame/Zühre, Mülhime/Utarit, Mutmainne/Güneş, Radiye/Merih, Merdiye/Müşteri, Sâfiye/Zûhal. Bizim varlığımız acaba hangi mertebede seyretmekte, dönmekte?)

Beyt-i Mâ’mur; her gün ’’yetmiş bin’’ meleğin namaz kılmak ve tavaf etmek için ziyaret ettiğine inanılan ‘’yedinci Semâ’da’’ bir makamdır. Yedinci Semâ; Hz. İbrâhim’in makamı olup, gönlü temsil eder. Beyt-i Mâ’mur Hakk’ı sığdıran kalp demektir. Beyt-i Mâ’mur ‘’ARŞ’’ tır. Arş ise İnsan-ı Kâmil’in kalbidir.

Allah; ‘’Beni yerler ve Gökler kuşatamadı, yalnız Mümin kulumun kalbi kuşattı’’ der. Bu kalp, mümin kulun kalbidir. Burada Mümin, Mümin’in aynasıdır ifadesi ortaya çıkar ki; Birinci mümin Hz. Peygamber/İnsan-ı Kâmil, ikinci mümin ise Allah’tır. Yani ‘’Allah Kâmil kulun kalbi vâsıtasıyla, Âlem’de isim ve sıfatlarıyla tecelli eder’’ demektir.

Allah; Kur’ân’ı Kerîm’in Tûr sûresinin 4. âyetinde ‘’BEYT-İ MÂ’MURA’’ yemin etmiştir. Hz. Peygamber miracda, ‘’YEDİNCİ SEMÂ’’ da; sırtını Beyt-i Mâ’mur’a dayamış bir halde oturan Allah’ın dostu Hz. İbrâhim ile karşılaşmıştır. Hz. İbrâhim Hz. Peygamber’e,  Beyt-i Ma’mur’un (darah) adını söyleyerek onları tanıtmış,  Hz. Peygamber’de orada iki rekât namaz kılmıştır. ‘’Bu ev Kâbe tarzındadır (kalp). İki kapısı vardır. Doğuya (rûha) bakan kapısından her gün yetmiş bin melek girer (Mümin olsun, kâfir olsun insanın aklına günde yetmiş bin düşünce gelir), sonra karşısındaki batı (nefs) kapısından çıkarlar ve bir daha ebediyen geri dönmezler. Allah her gün bu melekleri ab-ı hayat nehrinden, Cebrail’in her gün bu suya dalıp çıkarken kanatlarından düşen damlalardan yaratır. Her gün yaratılan bu meleklerden sonra Âdemoğullarının düşünceleri onların kalplerinde oluşmaya başlar. Bütün kalpler bu evden yaratılmıştır ve daima mâ’mur olacaklardır. Her melek de aynen kalpte geçen düşüncenin sûretinde olacaktır’’ (İbnü’l Arabî Hz. Kur’ân- Varlık Syf. 140-142)

Yeryüzündeki Kâbe, Semâ’daki Beyt-i Mâ’mur’un ‘’izdüşümü’’ yani gölgesidir. Melekler Arş’ı, hacılar Kâbe’yi tavaf eder.

Kalp; ‘’Rab’’ isminin mazhârıdır. Hz. İbrâhim de isimlerin tümü olan er-Rab (Âlemlerin Rabbi) isminin istiva ettiği yerdir. ‘’Rahman arşa istiva etti’’ (Tâ-Hâ sûresi-5). Âlemlerin Rabbi; yani bütün isimleri CEM eden/toplayan isim ALLAH iken, Allah’ın her kuldaki bir veya birkaç ismi o kulun Rabbi, terbiye edicisidir. Kulun bütün irtibatı ezelde aldığı ismi olan Rabbi yani kalbi iledir.

 Bu isim ve sıfatlar Allah’ta (Ayan-ı Sâbite’de) aslî/subûtî (sabit)  iken, bize yansıması selbî (karşıtı) şeklindedir. Yani aynada görüntülerin tam tersinin yansıması gibi olduğundan bize düşen bu sıfatları hakikatine çevirmektir. Çünkü isimlerimiz (Rabbimiz), meşreplerimizin (huylarımızın) tam tersidir.

Kul ismini aşikâr edince ve orada Hakk kendini seyredince, O da kendini Hakk aynasında seyreder. Bu kavuşma ve mirac sonunda kulun bütün melekeleri (Melek/kuvvet) o kalbin (Rabbinin/ isminin) sesine kulak vermeye ve etrafında tavaf etmeye başlar ki, gerçek tavaf budur. İnsanın ‘’has/aslî ismi’’ Kâbe’ye, diğer esmaları ise bunun etrafında tavaf eden hacı adaylarına benzetilebilir. Bu tıpkı Güneş’in uydularının, onun etrafında tavaf etmesi gibidir. (Lütfi Filiz-1 Syf. 254)

Tavaf; bilindiği gibi sağdan sola doğru yapılan yedi dairesel harekettir. Yedi dairesel tavaf, yedi sıfatı oluşturur. 

Allah; ancak bu ‘’yedi imam ismin, yedi sıfatı’ ile idrâk edilebilir. Hayat (el-Hayy),  İlim (el-Alîm),  İrade (el-Mürid),  Kudret (el-Kâdir), İşitme (es-Semî),  Görme (el-Basîr),  Konuşma (el- Mütekellim)   
                                                                      
İnsan küçük âlemdir. Allah, sâlikin bedeninde de yedi göğü ayırmıştır. Bu yedi Semâ’nın (yedi gök) her birinde gökteki gezegenlerin karşılığı olarak sıfat diye adlandırılan yüzen gezegenler yaratmıştır. (Seferler syf. 83) Yedi sıfat, yedi yıldızdır (Nûh fassı syf. 132). Bunlar; Hayat (ay), İlim (Zühre), İrâde (Utarit), Kudret (Müşteri), Duyma (Güneş), Görme (Merih), Kelâm’dır (Zûhal). Bunların hepsi belirlenmiş bir ecele doğru akıp gitmektedir.

Allah seni yıldızlara özgü dönüş bilgisine ulaştırdığında tavaf eden sayılırsın. Felek ve yıldızlar sûfli/aşağı âlemin tedbir sahipleridir. İhtiyarları yoktur. (İdris fassı Syf. 53)

İşte sen ne zaman sende mevcut olan yedi sıfatın sadece Allah’a ait olduğunu, gökteki yıldızlar gibi hiç bir irâdenin olmadığını idrak edersin, o zaman tavaf eden sayılırsın. (gerçek hac budur)

O zaman Kâbe; hem Kalp’tir, hem Arş’tır, hem de Rab yani ezelde aldığımız ismimizdir.

Bilgi; Evliya ve Enbiya’nın kâmillerinde üç türlü ‘’hatır’’/hâl vardır. İlâhi, Rûhani, Nefsâni. Bu nedenle Kâbe/kalp ilk yapıldığında üçgen idi. (Zemzem’in üç damarı gibi).

Sonradan insanların avamına göre ‘’şeytanî hatır’’ da itibar olunup ‘’dört köşeli’’ oldu. Rükn-i Irak’i şeytani hatıra işarettir. Bu taraf ilâhi feyz’den mahrûmdur.

Kâbe’nin dört rüknü; Şam (Hz. Âdem), Irak (Hz. İbrâhim), Yemen Hz. Îsâ), Hacer-ül Esved (Hz. Mûhammed)

Abdülhay/Hayat, Abdülhalim/İlim, Abdülmürid/İrade, Abdülkadir/Kudret. Bunlar dört Direk’tir (Evtad-ı Erbaa).  (dört mânevi mertebe) 

Semi/Duyma, Basar/Görme, Mütekellim/Konuşma. (üç maddi mertebe) 
          
(İbnü’l Arabî/İsmâil Hakkı Bursevî Hz. İlâhi İsimler)

SİDRETU’L  MUNTEHA:

‘’YEDİNCİ SEMÂ’’da bir makam olup, mahlûkatın âmellerinin varacağı son duraktır. ‘’Andolsun ki onu (Cebrâil’i), Sidretu’l Munteha’nın yanında önceden bir kere daha görmüştü’’ (Necm, 13 -14) Bu, Allah’a sulûk eden kimsenin nihâi olarak ulaştığı son noktadır. (Cilî Hz.)

SİDRE; ARABİSTAN KİRAZI, MUNTEHA İSE ‘’SON’’ DEMEKTİR. 

BU MAKAM BİR AĞAÇ OLARAK TASVİR EDİLMİŞTİR. Bu ağacı ‘’ebed’’ (sonsuzluk) bahçesine ‘’bir’’in (el-ahad) eli dikmiştir. Tohumu ‘’kün’’ hubbesidir. Bu tohum topraktan çıkınca ikiye ayrılır. Bir yanı ‘’sağ’’ (ashab-ı yemin/nûr), bir yanı ‘’sol’’ (ashab-ı şimal/zûlmet) tarafa doğru büyür. Ortadaki dal Muhammedi daldır (mûkarreb melekler). Bu ağacın meyveleri iyi ve güzel olanlar ‘’cennet’’ ambarlarına, kötü ve habis olanlar ‘’cehennem’’ ambarlarına konulur. Bu ağacın hayatını ve sürekliliğini sağlayan ‘’su’’, Kün kelimesinin sırrından ibâret olan Ceberût âlemidir. Bu ağacın dalları birbirinden farklı ve meyveleri çok ve çeşitli ise de kökü birdir. Bu da ‘’kün’’ kelimesinin habbesinden, yani çekirdeğindendir. ‘’Çekirdeğe bakan birliği, dallara ve yapraklara bakan o çekirdekten ayrı olmayan çokluğu görür. Çekirdekte ağacı, ağaçta çekirdeği görmek sadece baş gözüyle olmaz. Başlangıcı bir olanın sonu da bir olacaktır. Her şey KÜN ile başlar MİRAC ile tamamlanır’’ (İbn. Arabi Hz. Şeceretü’l-Kevn/Varlık Ağacı) ‘’Kökü sabit ve dalları gökyüzündedir’’ (İbrâhim sûresi, 24)

Sidre’nin yanından Kur’ân nehri akar. Bu nehirden ‘’üç’’ nehir daha doğar ki; zebûr, tevrat ve incil nehirleridir. Bunlar da; su, süt, şarap ve baldır.

Sidre’nin cennetlerdeki en yüce mazhâr’ı ‘’tuğba ağacı’’ dır. Allah bu ağacı kendi elleri ile dikmiş ve ona kendi rûhundan üflemiştir. Âdem gibi. Sidre’nin cehennemdeki en aşağı mazhâr’ı ise ‘’zakkum ağacı’’dır.

Sidre; mahlûkatın varacağı son makamdır (misâl-melakût âlemi). Cebrâil’in dahi miracda  (beden ve akıl ile) ileriye(ceberût âlemine) geçemediği bir makamdır.

Sidre’den sonrası Cenâb-ı Hakk’a mahsus olan kudret ve azâmettir. Mahlûkatın (yaradılmışların) oraya ayak basmasına imkân yoktur. Çünkü burası (misâl âlemi) bölünme ve parçalanma kabul ederken, ilerisi (ceberût âlemi) her şeyin hakîkatlerinin bütün olarak zâtından zâtına yansıyan âlemdir. (İbnü’l Arabî Hz.)

Abdülkerim Cili Hz. İnsan-ı Kâmil adlı eserinde; Sidretu’l Munteha’yı ‘’Îman’’ makamı olarak nitelendirmiş, ağacın tasvirinde kullanılan;  yaprakları fil kulakları gibi olup, yapraklarının cennet evlerinden her eve gireceğini de Îmânın büyüklüğüne ve Îmânın olduğu evin cennet gibi olacağına bağlamıştır.

Hz. Peygamber Sidre’nin Arabistan kirazı olarak isimlendirilmesini de; ‘’ bir insan içini Arabistan kirazı ile doldurursa, Allah da onun kalbini Îman ile doldurur’’ diye açıklamıştır.

Sidre’nin son makam olması nedeniyle; şeriat, Allah ile karşılaşmaya hazırlanan ölünün yıkanmasında ‘’sidr ağacının’’ kullanılmasını gerektirmiştir.

Bilgi: Burada sembollerle anlatıldığı gibi, Sidretu’l Munteha İnsan-ı Kâmil, Beyt-i Mâmur İnsan-ı Kâmil’in Kalbidir. İnsan-ı Kâmil’in ağaç olarak tasvir edilmesi, ağacın kökünün tek olmasıyla ilâhi âleme bağlılığına, dallarının ve meyvelerinin çokluk ve çeşitliliği ile dünya hayatına benzetilmesindendir. Bu ağacın yedinci Semâ’da olmasının sebebi de, bu Semâ’nın TEVHİD Peygamberi Hz. İbrâhim’in mâkâmı olmasındandır.




13 Ekim 2019 Pazar

TECELLÎ ve GÖLGE:

Tecellî  kavramı Vahdet-i Vücûd/Tek Vücûd anlayışının üzerine inşa edildiği temeldir. Öyle ki, bu kavram doğru anlaşılmadan muhakkik (hakîkat ehli) sûfilerin sistemlerini çözmek neredeyse imkânsızdır. Tecellî varlık bilim/insan açısından kullanıldığında feyiz, zuhûr, tenezzül, taayyün (ortaya çıkma) gibi kavramlarla ilişkilidir.

Varlık/insan açısından tecellî, gayb mertebesinde olanın zuhûr mertebesine çıkması demektir. Bu kavram HAK için kullanıldığında Hakk’ın zâtının bütün isim ve sıfatlarıyla kendini izhâr etmesi/açığa çıkarması demek olur. Tecellî kavramı muhakkik sûfiler tarafından âlemin var oluşunu izah etmek için kullanılır. Vahdet-i Vücûd anlayışına göre varlık birdir ve onda ikilik bulunması imkânsızdır. Varlıkta yaratan-yaratılan ikiliğini geçersiz kılmak maksadıyla sûfiler tecellî kavramını kullanmışlardır. Buna göre tek bir hakîkat vardır ve bu tek hakîkat tecellî yani zuhûr etmektedir. Âlem ise bu hakîkatin tecellîler yani zuhûr mertebesinden ibârettir.

Tecellî; VARLIK ve MÜŞÂHEDE  tecellîsi olmak üzere ikiye ayrılır.

Varlık tecellîsi; âlemin doğrudan ve dolaylı olarak HAK’tan varlık almasıyla ilgilidir. Buna göre Tanrı ile âlemin doğrudan ve dolaylı olmak üzere iki türlü irtibatı vardır. Birinci irtibat Tanrı’nın her bir varlıkla ÖZEL irtibatıdır ki bu irtibata ‘’VECH-i HAS’’ terimi kullanılmıştır. İkinci irtibat ise, bir nedensellik silsilesiyle Şey’lerin meydana gelmesidir (Dünyanın hem güneş hem de aydan ışık alması gibi).

Mutlak bir olandan yalnız bir çıkar ilkesi çerçevesinde Hak’tan yalnızca bir şey zuhûr eder ki, bu da varlık tecellîsidir.

Varlık tecellîsi de Feyz-i Akdes ve Feyz-i Mukaddes olarak iki kısımdır.

Feyz-i akdes (zât): Hakk’ın kendi zâtında zâtı için zâtıyla tecellî etmesidir. Bu tecellî insan bilgisinin konusu olamaz. Çünkü bu sadece zâta ait bir tecellîdir.

Feyz-i mukaddes (sıfat) ise: zâtın mümkün varlıklarda gerçekleşen tecellîsidir. Bu tecellîyi ilâhi isimler ve sıfatlar gerektirmiştir. Bundan dolayı âlemde zâtın ilişkisini sağlayan etkenler ilâhi isimler ve sıfatlardır.

Hakk’ın tecellîleri sonsuzdur ve tecellîde tekrar yoktur. Her tecellî bir öncekini kapsar ve genişleyerek devam eder. Buna bağlı olarak âlem de sürekli olarak genişler ve mükemmelleşir. Âlemin sürekli yokluğa gitmesi ve Tanrı’nın da onu sürekli varlığa çıkarmak için kendisine tecellî etmesine Halk-ı Cedid/her an yeniden yaratılma denir. (Âlemde her AN her ‘’Şey’’ yok olmakta, her an kesintisiz o ‘’Şey’’ in bir benzeri yaratılmaktadır)

Müşâhede tecellisi ise marifetullah ile ilgilidir. Bu tecellînin özelliği insanın varlığını silmek ve ona bilgi kazandırmaktır. Allah hakkında bilgi ancak müşahede tecellîsi ile elde edilir. Bu tecellî varlığın istidadına göre değişir.

Tecellî’nin üç temel işlevi vardır; 1. Hakk’ın zâtında gizil halde bulunan isim ve sıfatların, buna bağlı olarak da âlemin ortaya çıkması. 2. Ortaya çıkan bu isim ve sıfatlar vâsıtasıyla ilâhi zât hakkında BİLGİ elde edilmesidir. Çünkü Hak bilinmeyi sevdiğinden dolayı tecellî etmektedir. 3. Âlemin var oluşunun devamlılığının sağlanmasıdır.

HAK âleme sürekli tecellî etmekte, âlem de bu nedenle var olmaya devam etmektedir. Eğer Hakk’ın âlemdeki tecellisî bir an kesilse, âlem derhal aslı olan yokluğa geri döner. Hakk’ın tecellisî, âlemin ayakta durma sebebidir. Hakk’ın tecellîsi hangi âlemde gerçekleşirse gerçekleşsin ve Hak hangi ‘’Şey’’e (eşya/varlık) tecellî ederse etsin bu tecellî, ’’ez_Zâhir’’ isminden kaynaklanır.

‘’el-Bâtın’’ isminden ne bu dünyada, ne de âhirette tecellî vukû bulmaz. (Abdülkerîm Cîlî/ Hz. Hakîkat-i Muhammedî Syf. 22-23)

GÖLGE:

‘’Bil ki: Hak’tan başkası (SİVA) ya da ‘’ÂLEM’’ diye isimlendirilen şey, Hakk’a nispetle bir şahsın gölgesi gibidir. Böyle olunca o, Allah’ın GÖLGE’sidir. O da, varlığın nispetinin aynıdır. Çünkü GÖLGE, şüphesiz, histe mevcuttur.’’ (İbnü’l Arabî Hz. Hz. Yûsuf fassı)

Âlem/Kosmos, Allah dışındaki herşeydir. Bütün bir âlem gölgeye benzer.

Zira gölgenin kendi varlığı yoktur, ancak hakîki var olanın gölgesi olur. Burada hakîki varlık Allah olup, âlem de sadece O’nun hayali yani gölgesidir. Nasıl ki gölge ancak varlığın hareketiyle hareket eder ya da durursa, bütün âlem de hareket ve duruşuyla Hakk’ın varlığına tabidir. Gölge aslın ispatı olmakla beraber, hakîki vücutla (Allah ile) aynı değildir.

Âlem Allah’ın gölgesidir. Zira Allah ismi bütün isimleri ihtiva eder. Öyleyse gölge, oluşması için Allah ismine (zâhiri Hak) muhtaçtır. Vücutlarımız da âlemde tecellî eden Hakk’ın  gölgesinin gölgesidir (Hakk’ın gölgesi İnsan-ı Kâmil, İnsan-ı Kâmil’in gölgesi DÜNYA’dır. Dünya, birbirini takip eden gölgelerin toplamıdır). Kula göre gölgesi olduğu âlem mevcuttur. Kullar ise gölge olmaları nedeniyle histe mevcuttur. Bu aynı aynalar metâforu gibidir. Bir varlığın etrafında çeşitli aynalar olsa ve varlık ortada dursa, her aynada başka bir yönden varlığın o parçası görülür. Her parça bütüne bağlı ve bütünden zuhur etmekle beraber, aynada bir bozukluk olsa bu varlığı bağlamaz, aynadaki görüntüyle ilgilidir.

Gölgeler mensup oldukları şahısların zâtında bilkuvve vardır, bir mahal bulduğunda ortaya çıkar ve bilfiil hâle geçer. Gölgenin olması için üç şeye ihtiyaç vardır:

Hakîki varlık (Allah), gölgenin oluşabilmesi için bir mahâl (kul) ve Işık/tecellî

Çünkü Hakk’ın mutlak vücudu ancak gölgesi olan KUL ve ilâhi bir ışık olan NÛR ismiyle idrak olunur. Kulun vücudu olmazsa Allah gizli kalır. Burada anlatılan nûr ‘’ışık’’ olmayıp, ‘’ışıkla karanlığın birleşimi’’ demektir. Zira nûr iki yönlüdür. Bir yönü varlığa, bir yönü yokluğa bakar (Berzah). Nûr süreklidir.

Çünkü zât-ı İlâhiden çıkan ‘’ışık/tecellî’’ süreklidir ve kesildiği an âlem yok olur.

Kâşânî Hazretleri gölgeyi şöyle anlatır: Gölge (Zıll) Allah’ın dışındaki her şeydir. Bunun iki nedeni vardır. Birincisi; Allah’tan başka hiçbir şeyin kendi kendine var olması imkânsız olduğu için, hiçbir şey kendi başına müstakil değildir. Var görünenler sadece gölgelerdir. Gölgenin, sahibinin hareketinin dışında bir hareketi olmadığı gibi, ancak sahibine göre bir gerçekliği, sûreti ve zâtı düşünülebilir. İşte hakîkati müşâhede eden kimse, var olanların ancak birtakım gölgeler olduklarını bilir. Onlar kendilerine bir zarar ve fayda veremez, öldürmek veya diri tutmak veya hayat vermek gibi özelliklerden yoksundurlar. İkincisi; Gölge ışık vâsıtasıyla ortaya çıkar. Allah’ın dışındaki her şey, kendi başlarına bir şey değillerdir, onlar sadece Rableri sayesinde ‘’ŞEY’’ olabilirler.

Ölüm ise gölgenin gölge sahibine çekilmesi demektir. ‘’Sonra da onu yavaş yavaş kendimize (başka yöne) çekmekteyiz’’ (Furkân, 46) Gölgeden ibâret olan hayali, Allah Teâlâ kendi gölgesi olmasından dolayı zâtına çeker. Bu da Nefes-i Rahmânî ile olur.

‘’Hak Tekliği simgeler, fakat görünmeyenden görünene çıktığı vakit ayrışır ve ilâhi isimler olarak belirir. Görünmeyenden görünene çıkış, bir nefes alma şeklindedir. Bâtının yani görünmeyenin sıcak havası, zahirin yani görünenin soğuk havasına çıkışıdır. Her insanın, her nesnenin, Â’yan-ı Sâbitede bir levhası bulunmaktadır. Rab planının bu levha üzerinde çizdiği her ilâhi görüntü, yansıyarak fizik dünyalarda gölge hayatları oluşturur. Levha üzerine çizilen her ilâhi görüntü bir SEBEP oluşturur. Sebep, ilâhi bir ilimdir. Levhada oluşan hakîkat görüntüsü, sebebi ile fizik dünyaya yansır.

Oluşan her şeyin, meydana gelen her olayın muhakkak bir sebebi vardır. Sebep üzerine yaratılan her durum, onun hakîkatidir. Hakîkati yok etmek de mümkün değildir. Çevremize baktığımızda yaşadığımız her olay, oluşan her durum, başımıza her ne geliyor ise, sebebi ile birlikte oluşur. Bu oluşumu, insanın yok etmesi, durdurması ve değiştirmesi mümkün değildir. Her insan doğmadan önce, kendi levhasında hangi sebebi oluşturmuş ise, Rab planı tarafından terbiye edilerek sonuçlarını fizik dünyalarda yaşayacaktır.’’ (Kevser Yeşiltaş)

Sonuç olarak; İbnü’l Arabî Hazretleri mecazî olarak ÂLEM’i büyük bir GÖLGE tiyatrosu, tam bir ilâhi komedyaya benzetmektedir (Platon da mağara alegorisini kullanmıştır). Bu metâfor, dünyayı bilgisayar monitöründe gösterilen bir film olarak tahayyül etmek gibidir. Buna göre Aklı-ı Küll/İnsan-ı Kâmil, dünyayı yaratan ve organize eden ve Levh-i Mahfûz da bunları gösteren bir süper bilgisayar olarak düşünülebilir. Günümüzde bilgisayarlar, insan aklının belirli hususiyetlerine uygun bir şekilde yaratılmışlardır ve birçok açıdan bilgisayarın çalışma tarzı insan aklına benzemektedir. Ancak insan Hakk’a tamamıyla benzeyemeyeceği gibi, bilgisayar da birçok açıdan insana tamamıyla benzeyemez.

İbnü’l Arabî Hazretleri Manevî İNSAN ve ÂLEM’in aynı şekilde işlediğini söylemekte bu nedenle de ‘’Âlemi büyük insan, insanı da küçük âlem’’ olarak ifâde etmektedir. Gözlerimizi açıp baktığımızda çevremizdeki şeylerin bir resmini görürüz ve izlemeye devam edersek bu şeylerin hareket ettiğini görürüz. Bütün Kosmos/evren birbirini hızlı bir şekilde takip eden hayali sûretlerin/gölgelerin terkibidir. Ancak gölge olmazsa aslı bulmak mümkün değildir. Biz ancak o gölgeyi takip ederek aslı bulabiliriz.

Dünya gölge gibidir, sen onun peşine düşersen, yakalayamazsın. Onu terk edersen o senin peşine düşer. Dünya geçip giden bir gölgedir. Daha doğrusu gölgenin gölgesidir. Gölgenin gölgesinin de gölgesi olmaz. Dünya zâtın gölgesidir ve kendisine ait bir zâtı, bir mülkü ve bir kudreti yoktur. Yüce Allah’ın Davut (as.)’a vahyettiği gibi: ‘’Ey dünya bana hizmet edenin hizmetine gir. Sana hizmet edeni ise yor’’ 

(İbnü’l Arabî Hz. Tefsirî Kebir Tevilat Syf.632)


25 Ağustos 2019 Pazar


DUHÂ – İNŞİRÂH – TÎN SÛRELERİ:

Duhâ sûresi on bir âyet olup, Mekke döneminde nâzil olmuştur ve ‘’kuşluk vakti’’ anlamındadır. Bu sûre, vahyin bir süre kesilmesi sebebiyle Mekke müşrikleri arasında çıkan ‘’Rabbi Muhammed’i terk etti, ona küstü’’ şeklindeki dedikodulardan Hz. Peygamber’in duyduğu üzüntü üzerine nâzil olmuştur. (Vahyin bir süre kesilmesine sebep olarak Peygamber’in müşriklerin sorduğu sorulara ‘’yarın size bunlar hakkında bilgi vereceğim’’ deyip ‘’inşallah’’ dememesi gösterilmiştir)  Duhâ sûresinin nâzil olmasıyla Hz. Muhammed ‘’Allâhuekber’’ demiş ve bundan sonra inen her sûrenin sonunda bu tekbiri tekrarlamıştır. Farz olmamakla birlikte bu tekbir getiriş, Müslümanlar arasında da sünnet olarak uygulanmıştır.

Duhâ sûresi, İslâm güneşini sembolize eden kuşluk vakti ile küfür ve şirk döneminin bitmeye yüz tutmuş karanlık bir geceyi andıran hâline yeminle başlar. Allah’ın Hz. Peygamber’i terk etmediği ve kendisine darılmadığı bildirilir. Hz. Peygamber’i yakın bir gelecekte büyük başarıların beklediği, Peygamberlik görevinin sonunun başlangıcından daha hayırlı olacağı müjdelenir. Duhâ sûresinden bir önceki sûre Leyl sûresidir ve ikisi arasında bir anlam ilişkisi vardır. Leyl sûresinin son ayeti ‘’Rabbin sana verecek, sen de râzı olacaksın’’ cümlesiyle biterken iyilerin ileride hoşnut ve râzı olacakları müjdelenir. Duhâ sûresinden sonra gelen İnşirâh sûresi ise hem üslûp hem de mânâ bakımından Duhâ sûresinin bir devamı gibidir. Çünkü bu sûrede Peygamberin göğsünün genişletildiği, sırtındaki ağır yükün kaldırıldığı ve nâmının yüceltildiği bildirilir. Duhâ sûresinde yer alan, ‘’Rabbin seni terk etmedi, senden yüz çevirmedi’’ âyetine karşılık İnşirâh sûresi ’Öyleyse sen de sadece Rabbine yönel’’ âyetiyle son bulur.

DUHÂ SÛRESİ:Andolsun Duhâya, Sükûnet vaktinde geceye, Rabbin seni terk etmedi ve sana darılmadı.’’ (Duhâ 1, 2, 3) Duhâ diye bilinen kuşluk vaktidir ki, ‘’güneşin parlayıp yükselmeye başladığı, gündüzün gençliği zamanıdır.’’ Bu vakte yemin edilmiştir. Bu vakit ayrıca, Allah Teâlâ’nın Mûsâ (a.s.) ile konuştuğu ve sihirbazların secdeye kapandıkları vakittir. Allah neden geceye değil de kuşluk vaktine yemin etti denilirse;  Kuşluk zamanı günün belli bir ânı iken, gece birçok ânın birleşmesinden meydana gelir. Buradaki yeminden kastedilen güneşin, kuşluk vaktinin Rabbidir. Allah sadece kendine yemin edebilir ve sadece Allah adına yemin edilebilir. İbn. Arabî Hazretleri Duhâ’yı iki âlemin yani nûr ve zûlmetin birleşme noktası olarak ele alır. Nûr; gündüz, güneşin parladığı zât makamıyken, zûlmet; gece ve nefis mâkâmıdır. Rûh güneşinin Hz. Peygamber’in beşeriyetine ışık vermesi halinde kalbin kazandığı gündüz parlaklığı, gece ise tabiatında cereyan eden beşeri halleridir. Geceler insanı gayb/bâtın âlemine, gündüz ise şehâdet/ zâhir âlemine bağlar. Gece vahdet, gündüz ise kesrettir. Yine Duhâ Hz. Peygamber’in yüzünün nûrunun, leyl/gece onun saçının siyahlığının aksidir. (Gece beşer için gaflet, ârif için vuslattır)

‘’Gerçekten âhiret senin için dünyadan daha iyidir. Pek yakında Rabbin sana verecektir, hoşnut olacaksın.’’ (Duhâ 4, 5) Dünya (Allah’tan) perdelenmişlik ve özlem yeridir. Son hâl (âhiret) ilk hâlden (dünyadan)  hayırlıdır. İnsanın tekâmülden sonraki hâli mutlaka tekâmül öncesi hâlinden çok daha iyidir. Çünkü kul içine döner, kendi hakîkatiyle tanışır, kendini bilir, Rabbini bilir.  Bu hâlden yani Hakk ile Hakk olmuş vaziyette halka hizmet eder. Kuldan zuhûr eden rızâ hâli, yani Allah’tan memnun olma hâli ancak egosundan kurtulmuş, kendinde varlık oluşmuş insanlar için geçerlidir. (Nefsinden yok olan, Allah ile var olur)İnsan vücut memleketinde nefsinin emiri olduğu ölçüde dünyaya gelişinin gayesine erişmiş olur.

 ‘’Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Kuşkusuz Allah bütün günahları bağışlayıcıdır’’ (Zümer, 53) ‘’Rabbin sana, sen râzı oluncaya kadar verecek’’ âyeti Kûr’an’ın en umut verici âyetidir ve Şefaat’tir. Hz; Peygamber ‘’Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir’’ demiştir. Bu büyük günahlara Allah’ı inkâr dâhil değildir. Ancak küfür ve şirki içine alır. Allah yüz Rahmet yaratmıştır. O doksan dokuz Rahmeti kendi nezdinde tutmuş, bir Rahmeti dünyaya indirmiştir.

İnsanın bâtınında ‘’OL’’ deme kuvveti vardır. Âhiret’te ise ‘’OL’’ sözü onun zâhirinde gözükür. Bazen dünyada insanlara bu güç verilebilir. Allah adamlarının bir kısmı bu gücü alırken, bir kısmı bu gücün yerinin dünya olmadığını bilir. Allah’ı bilen edepli insan ameli ‘’OL’’ sözünün gücüyle değil,  Besmeleyle yaratır. Besmelenin gayesi amelde şeytanın ortaklığından kurtulmaktır. Çünkü Allah şeytana mal ve çocuklara ortak olmayı emretmiştir (İsrâ, 64). Keşif ehlinin bir kısmı, kulun amele başlarken söylediği ilâhi isim ile şeytan arasındaki çatışmaya ve birbirlerini itmeye şâhit olmuştur.

‘’O seni yetim bulmadı mı? Barındırmadı mı? Şaşırmış bulmadı mı? Ve yola iletmedi mi? Seni fakir bulmadı mı? Seni zengin etmedi mi?’’ (Duhâ 6, 7, 8) Tek ve benzersiz veya pek az bulunur kıymetli şeye yetim denilir. Benzeri olmayan, gayet kıymetli inciye  ‘’dürr-i yetim’’ denilmesi bundandır.  Yetim’in gerçek mânâsı mümindir ki, onlar rûhlarının hakîkati olan Allah’tan geldiklerini idrak ederler ve anne babaları olsa da yetim ve öksüz gibidirler. Hz. Peygamber de ‘’dürr-i yetim’’ olarak adlandırılır. Hz. Peygamber’in babası o doğmadan öldü. Annesi Âmine o henüz altı yaşındayken, dedesi Abdülmuttalib sekiz yaşındayken öldü. Allah Peygamberin terbiye ve bakımını bizzat kendi üstlendi. Kendisi dışında kimsenin minneti altına sokmadı. ‘’Kuşkusuz sen ondan önce gafillerden idin’’ (Yûsuf, 3) ‘’Sen bundan önce hiç kitap okur değildin, hâlâ da elinle yazı yazmazsın’’ (Ankebût, 48) ‘’Sen kitap nedir, Îman nedir bilmezdin’’ (Şûrâ, 52) Bu âyetler Peygamberlikten önce onun gafil ve şaşkınlık hallerine işarettir. Vahiy ve indirdiği kitap ile Allah onu Hidâyet’e ulaştırmıştır. Resûlullah hiçbir puta tapmamış, hiçbir çirkin fiil işlememiştir.

Fakirlik/Fakr; Hiçlik, yokluk ve boşluktur. Fakir hiçbir şeyi olmayan değil,  her şeyde buyruğu olandır. O bir şeyi dileyip olmasını istediği zaman, hemen olur. Hz. Muhammed (sav) ‘’Fakirlik övüncümdür, iftiharımdır’’ demiştir. Fakirlik; O’na özlem ve ihtiyaç, Zenginlik (gına) Rûh zenginliğidir. Belâ fakra, fakr likâ yani cemâle, likâ Bekâ’ya götürür.

‘’Ey insanlar siz Allah’a muhtaçsınız. Allah zengin ve övülendir’’ (Fâtır,15) Allah bütün isimleri ve sıfatları kendinde toplayan olması hasebiyle müstağni iken, kul O’nun isimlerine muhtaçtır. Bu anlamda fakirlik ârifin ulaştığı en haz veren şeydir, çünkü fakirlik ârifi Hakk’ın huzuruna sokar ve Hakk bu sayede onu kabul eder. Âlemde sadece talep eden vardır, dolayısıyla âlemde sadece istediği şeye muhtaç olan vardır. Bu muhtaçlık insanı Allah’a yaklaştırır.

Yine İbn’ül Arabî Hazretleri der ki; Vücut kalkınca (fakr halinde) Hak görünür ve hiç kaybolmaz. Dersen ki, vücûd görünürde ve gerçekte Allah Teâlâ’nın ise o halde ârif kim, O’na bakan, O’nu gören kim? Derim ki; Vücut Bir’dir ama mertebeleri çoktur. O bir yerde gül, bir yerde bülbül olur. Rabb Hakk’tır, kul Hakk’tır. O halde mükellef kimdir? Kuldur dersen, o ölüdür. Rabdır dersen o halde o nasıl mükellef olur? Buradan anlaşılır ki fakr, iki cihanda da yüzün siyah (yok) olmasıdır. Yokluğa da siyah denilir. Yani dünya ve âhiret  Adem’dir. Bunların varlığı yoktur. Çünkü varlık gerçekte Allah’ındır. ‘’nefsini bilen Rabbini bilir’’ sözünün mânâsı budur. Nefsini yoklukla bilen, Rabbini varlıkla bilir. Yani nefsinin vücûdu olmadığını bilirse, vücûdun Allah’a ait olduğunu anlar.

‘’Öyleyse yetimi sakın ezme. El açıp isteyeni sakın azarlama. Ve Rabbinin nimetini minnet ve şükranla an’’ (Duhâ 9, 10, 11) Yetim’lik; nefsin sıfatlarıyla ezeli dirilikten nefsaniyete geçmektir. Yetim; yalnız, kalbi kırık, kudsî nûrdan kopmuş ve nefsiyle perdelenmiş kimsedir. Allah bu anlamda yetimin ezilmesini yasaklamıştır. Yine ilim dilenmek övülmüş, mal dilenmek yerilmiştir. Kulun kapısına giden dilenci, Allah’ın ona hediyesidir. Bir hadis-i şerifte ‘’Kendisine ilim sorulup da onu gizleyen kimse, ateşten bir gem ile gemlenir’’ denilmiştir. İnsanlar, amellerini yerine getirirken Allah’tan bilgilerine bilgi katmasını ister. Allah da kullarının öğretim işini üstlenir. Çünkü Allah kıskançtır ve başkasına bir şey sorulmasını/bir şey istenmesini sevmez. Kalp Allah’ın karşısında bulunduğunun bilincindeyken, kul diliyle başkasına bir şey sorduğunda, sorulanın gerçekte her şeyin yönetimini elinde tutan Allah olduğunu bilir. Çünkü Allah’tan ortaya çıkan isim, bu şahıstır, çünkü o da, yayılmış varlık sayfasına işaretli harflerden biridir. Kulun kendisine verilen nimetlerden bahsetmesi ise şükürdür. Allah kuluna verdiği zâhirî ve bâtınî nimetleri, onda görmek ister.

 Büyük velilerden Necmeddin-i Kübra Te’vilât-ı Necmiyye adlı eserinde ve’d Duhâ sûresinin mânâsını şöyle anlatır; ‘’Peygamberlik nimetini nefsinin zâhirine, risâlet nimetini kalbinin bâtınına, velâyet nimetini sırrına, yokluktan sonra bekâ nimetini rûhuna zikret ve hatırlat’’

İNŞİRÂH SÛRESİ: Duhâ sûresinden sonra indirilmiş olup sekiz âyettir. Mekke döneminde Hz. Peygamber’in tebliğin ilk dönemlerinde mâruz kaldığı sıkıntılar karşısında kendisini teselli etmek amacıyla nâzil olduğu rivayet edilir.

 ’’Biz senin için (mutluluğun) göğsünü açmadık mı?’’ (İnşirâh, 1) Bu âyet ile ilgili iki farklı görüş vardır. Birincisi; ’göğsünü açmadık mı’’ ifadesi ile çocukluk döneminde, vahyin başlamasından önce ve Mirac gecesinde göğsünün yarılarak Cebrâil (a.s.) tarafından kalbinin çıkarılıp zemzem ile yıkanması, ilim ve hikmet ile doldurularak yerine konulması, ikincisi de göğsünün İslâm’a açıldığı görüşü. ‘’Allah, hidâyetini dilediği kimsenin göğsünü İslâm için açar’’ (En’am, 125) ‘’Allah’ın İslâm için göğsüne genişlik verdiği kimse Rabbi tarafından hidâyet nûru üzerinde değil midir’’ (Zümer, 22) sûreleri ile ikinci görüş kabul görmektedir. Çünkü Îman’ın yeri kalp, İslâm’ın yeri Sadr’dır.

‘’Senin Kalbini’’ değil, ‘’senin göğsünü’’ denilmesinin sebebi, bu durumun sadece içte kalmayıp eserlerinin, dışta da görüldüğüne dikkat çekmek içindir. Çünkü Resûlullah bu olaydan sonra telaş etmez, ızdırap çekmez, şaşırmaz, sıkıntı ve ferah hallerinin ikisinde de gönlü rahat olmuştur.

Fenâ makamında kul Allah’tan başka her şeye karşı kapalı, halktan uzak ve perdelenmiş haldedir. Bu durumda sebeplere takılı kalmaz. Fenâ makamından önce ise halk ile meşgul olduğundan Hakk’tan perdelenir. Göğsün, kalbin yarılması Hakk’ı da halkı da içine alabilmesi içindir. O zaman her şeyin Hakk olduğunu kalben bilip, halkın yanlışlarıyla mücadele edilir.

Mânâ âleminde Hz. Muhammed’den sonra müminlerin sadrının yarılması ve genişletilmesi, ricalin/yetişmiş yücelerin nazarıyla yapılacağı ifade edilir. Şerh-i Sadr/göğsün yarılması, genişletilmesi, idrak edilemeyen mânâların idraki içindir. Mevlâna Hazretleri ‘’göğsünü açıp genişletmedik mi?’’ âyetini ilhamlar taşan menbâından su, şarap, süt ve bal nehirleri olarak ele alır. 
İbnü’l Arabî Hazretleri de der ki; ‘’İnsanın nasibi olan her ilim ve amel bir nehirdir. Nehir, insanın iyi veya kötü ilmi ve ameli içeceğidir. İnsan nasibini bu nehirlerden alır, fakat ona sahip olamaz. Dünya, âhirete akan bir nehirdir. Dünya nehri geçici zevklerdir. Bu nehirlerden bal vahiy, süt sırlar, şarap haller, su hayat ilmidir.

Hayat nehri, Cebrâil’in Hz. Peygamber’e gelişini betimlemek için kullanılmış simgesel bir işarettir. Allah Cebrâil’i her gün hayat nehrine bir kez daldırır. Cebrâil (a.s) nehirden çıktığında kuş gibi kanat çırpar. Böylelikle, nehir suyunun damlaları müminin kalbine inen melekleri meydana getirerek dökülürler. Cebrâil sadece Peygamberin kalbine iner, veliler de bilgilerini Peygamberin Kandil’inden alırlar.

‘’Ve ağır yükünü indirmedik mi? O senin sırtını ezen yükü. Senin zikrini yüceltmedik mi?’’  (İnşirâh, 2, 3, 4) Yükün ağırlığından sırtından ses geliyordu. ‘’inkaz’’ ağırlığın şiddetinden ses çıkaran yük demektir. Aslında fenâdan sonra bekâya yönelince bu hâl ona ağır geldi. Eğer Peygamber fenâda yani cemde kalsaydı ‘’lâ ilâhe illallah’’ denilirdi. Ancak Peygamber bekâya geçtikten yani Allah ile bakî olduktan sonra ‘’Muhammeden Resûlullah’’ dememiz sahih olmuştur. Bu iki cümlenin söylenmesiyle de ‘’İslâm’’ tamamlanmıştır. Allah Peygamberin zikrini yüceltmiştir. ‘’Biz kuşkusuz zikri indirdik’’ (Hicr, 9) Zikir Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân-ı Kerîm de Peygamberin hakîkatidir. Allah kendisini zikredenle birlikte oturur. Oturan ise zikredene görülür. Zikreden kendisiyle birlikte oturan Hakk’ı görmezse, gerçek zâkir değildir. Çünkü Allah’ı zikretmek kulun her yönüne yayılır. Sadece dil ile yapılan zikirden böyle bir sonuç çıkmaz. Hakîki zikrin mânâsı, zikreden, zikredilen ve zikrin bir olmasıdır. Bu da ancak nefsi ıslah ile olur.

Hz. Mûsâ Tâ-Hâ âyetinin 24-36 sûrelerinde der ki; ‘’Ya Rabbi, öyle ise sadrımı şerh et (genişlet) ve işimi kolaylaştır, lisanımda olan kekemeliği ref’et, tâ ki beni iyi anlasınlar, sözümü iyi işitsinler ve bana ehlimden olan kardeşim Hârûn’u vezir eyle……. Tâ ki seni çokça tesbih ve zikredelim’’ Yani ‘’Rabbim Nefsimle mücadele için sadrımı genişlet, Külli aklı (Hârûn’u) bana vezir eyle, dünya aklımı ki kekemedir, benden kaldır. Seni tesbih ve zikredeyim’’

‘’Demek ki, zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Kesinlikle zorlukla beraber kolaylık vardır’’ (İnşirâh, 5, 6) Yükü kaldırmak için önce yükün verilmesi gerekir. Bir iş darlık halinde genişler. Âyette zorluğun arkasından kolaylık iki kere zikredilmiştir.  Peygamberimiz için zorluk halk yüzünden Hakk’tan perdelenmek, birinci kolaylık zâtın keşfi ve Velâyet makamı, ikinci kolaylık ise Nübüvvet makamıdır. Zıtlıklar bir arada bulunmaz. Ancak ard arda gelir. Hz. Peygamber ‘’bir zorluk iki kolaylığı yenemez’’ demiştir. Şu halde bundan sonra bir zorluğa tesadüf edersek, mutlaka arkasından bir kolaylık olduğu böylece tasdik edilmiş olur. İslâm’da her türlü mazeret bu âyet ile yasaklanmıştır. Her türlü zorluğun içinde var olan kolaylık bulunup çıkarılacaktır. Her zorluğun iki kolaylık sırrı vardır. Birincisi zorluğa karşı sabır ne kadar güçlü ise, kolaylık o kadar tez gelir. İkincisi zorluğun içindeki kolaylığı arayıp bulma çabası ki, bu da bir mücadeledir. Bu âyetle gerçek Müslümanın yenilmezliği ve başarı azmi ilâhi garanti altına alınmıştır.

‘’O halde boş kaldın mı, yine kalk yorul. Ancak Rabbine yönel’’ (İnşirâh7, 8) Sana verdiğimiz geçmiş nimetlere ve vadettiğimiz gelecek nimetlere şükretmek için ibâdete koyul ve bu hususta kendini yor. Vahyi alıp boş kalınca onu tebliğe koyul. Dekkâk Hz. şöyle demiştir: ‘’Namazı bitirdiğinde hemen duaya koyul’’ Her halinle Rabbine yönel. Bir şey isterken sadece O’ndan iste. Senin bütün ihtiyaçlarını görüp dardan kurtarmaya gücü yeten sadece O’dur. Başkasının böyle bir gücü yoktur.

Duhâ ve İnşirâh sûreleri; bilhassa Resûlullah’ın (sav) hâl ve şanını anlatarak feyzini daha çok yaymayı ve genelleştirmeyi ve neticede nimetten, o nimeti verene geçerek ancak Allah’a rağbet etmesini hatırlattıktan sonra en mükemmel Ferd’in hâlinden, türün hâline ve müminleri bekleyen sonun da güzelliğine geçilerek bu iki sûrenin bir bağlanışı olmak ve âhiret hükmü ile dinin sabit olduğu anlatılmak üzere ‘’ve’t - tînî’’ sûresi gelecektir.

TÎN SÛRESİ: Tîn sûresi Mekke’de nâzil olmuştur ve sekiz âyettir.  Kur’ân-ı Kerîm, büyük bir lütufta bulunarak insanın hakîkatini bu sûreyle anlatır. Kalbin, rûhun, sırrın açıklandığı sûre insanı hakîkatine doğru yolculuğa çıkarır. Allah İnşirâh sûresinde Hz. Peygamber’in hâlini zikrederken, Tîn sûresinde en güzel kabiliyette yarattığı diğer insanların hâlini zikretmektedir.  İnsanı tanımlayan bu sûre Kur’ân’da açıklanması en zor üç sûreden biridir (diğerleri Asr ve Yûsuf sûresidir).Tîn sûresinde hem insanın hilkatı, hem de yaratılış hikmetleri iç içe bir gülün goncası gibi açmaktadır. Kur’ân’da her âyet bir diğerini açar. Birbirine ilgisiz gibi görünen kelimeler, gerçekte birbirini tamamlayarak bir büyük mesajın çatısını teşkil eder. Ve asıl üzerinde durulması gereken âyetler, özellikle ilgisiz gibi kelimelerden kurulu bu tarz âyetlerdir. Allah bu sûrede İncir’e, Zeytin’e, Tur-i Sinâ’ya ve Emin beldeye yemin eder.

‘’Yemin olsun incire ve zeytine’’ (Tîn,1) Pek çok tefsirci İncir ve Zeytin’in özel isim olduğunu ve tercümesine kalkışılmaması gerektiğini savunmuş, meyve ve gıda olarak insana sağladığı faydaları anlatmışlardır. ‘’E’’ vitamini sadece Zeytin’de depo edilmiştir. Zeytin, ağacında acı olarak yaratılmış ve tüm hayvanlara bu yönü ile yasaklanmıştır. Sırf insana özgüdür.  İncir ise pek çok bitki türünden farklı olarak tıpkı haşhaşta olduğu gibi bitki sütü dediğimiz süt benzeri bir madde ile gelişir. Hilkatin vahdet sırrını temsil eden bu süt; çokluğu, yani binlerce çekirdeği oluşturur. Âdem ve Havvâ dünyaya indikten sonra avret yerlerini İncir ağacının yaprakları ile örttüklerinden, bu ağacın korunduğu ve yakılmadığı Peygamberimizin âdetleri arasında sayılmaktadır.  İbnü’l Arabî Hazretlerine göre Allah, İncir’e ‘’Kalbin idrak ettiği külli anlamlara’’, Zeytin’e ‘’Nefsin idrak ettiği cüzzi anlamlara’’ yemin etmiştir. İncir çokluktan önceki Tek’liği anlatır. Çünkü çokluk, o Tek’liğin içindedir. İncir’in içindeki tanecikler gibi. Çokluktan sonraki Tek’lik ise Zeytin ile anlatılır.

İnsan da, annenin tek yumurta hücresi ile babanın birçok meni hücrelerinin birleşmesi sonucu teşekkül eder. Ve meni hücrelerinin yumurta hücrelerine oranı; zeytin çekirdeğine, incir çekirdeklerinin oranına eşittir. Yani büyüklük oranları tıpatıp birbirine benzemektedir.

‘’Sinâ Dağı’na da yemin ederim’’ (Tîn, 2) Sinâ dağı; Sinâ yarımadasında, Hz. Mûsâ’nın Allah ile konuşma şerefine nâil olduğu, mübârek bir dağdır. Tûr-i Sinâ/Sinâ dağı. Her dağa Tûr denilmez. Tûr ağaçlı ve meyveli dağ demektir. Üzerinde ağaç olmayan dağa ‘’cebel’’ denir. ‘’Bu İncir ve Zeytin’in, yani meni ve yumurtanın rahimde döllendiği tüylü tepeciğe gider ki (rahimin özel epitel hücreleri) Tûr-i Sinâ ifadesine benzer. ‘’Sinâ/sin’’  sırrullah olan Kâmil insandaki Allah’ın sırrıdır. Tûr-i Sinâ Kâmil insanın tecellî ettiği dağdır. Bu yüzden Hz. Mûsâ’nın vücudu dağa benzetilir.

‘’Ve şu emin beldeye yemin ederim ki’’ (Tîn, 3) Emin belde/el-beled ‘’Beled sûresinde’’ geçtiği üzere Hz. Peygamber’in doğup büyüdüğü, Peygamber olarak gönderildiği ve Kâbe’nin bulunduğu yer olan Mekke’dir. Emin, ‘’Emânet ’’ kökünden gelip, emniyette kılan, zulüm ve haksızlık yapmaktan uzak kendisine bırakılan şeyi iyi koruyan, güvenilir demektir. ‘’Bu emniyetli şehir’’ mevcudatın özü, ilimlerin toplayıcısı, nûrların toplandığı yer olan Hz. Peygamber’in mübarek vücûdudur. Zira kendisi Allah’ın emânetini taşımada en emin olandır. Düşmanının dahi kendisinden emin olduğu kuldur. Halûk Nurbaki ise emin beldeyi rahim olarak açıklar ve yumurtanın orada tutunup korunduğunu anlatır. ‘’İncir ve Zeytin.  Sperm ve yumurta.  Çokluk ve teklik.  Anne rahminde sperm ve yumurta birleşmezse, rahim bebeği tutamaz ve düşer. Vahdet’te Kesret’i, Kesret’te Vahdet’i bir göremeyen esfel-i sâfilîn (aşağıların aşağısına) atılır. Bir gören Emin Belde’ye (Rahme) yerleşir ve cenin oluşur’’

‘’Gerçekten biz insanı en güzel biçimde yarattık’’ (Tîn, 4) İnsan, Allah’ın iki yaratılışından söz ettiği tek varlıktır. Birincisi çamur ve pişirilmiş toprak, diğeri meni. İnsan her iki durumda da en güzel şekilde yaratılmıştır. ‘’Ahseni takvîm’’  herhangi bir şeyi olması gereken en uygun biçime ve kıvama getirmek, şekil ve duyguların güzelliği demektir. ‘’Size şekil verip de şekillerinizi güzel yapan….’’ (Mü’min, 64) Allah insanı en güzel biçimde ve yine ilâhi sıfatlarla bezeli olarak yaratmıştır. Hz. Resûlullah ‘’Allahu Teâlâ Âdem’i kendi sûretinde yarattı’’ diye buyurmuştur. İnsan, içinde zûlmet ve nûrun birleştirilmesiyle, zıtların birleştirilip uyuşturulmasıyla dengeli bir şekilde yaratılmıştır. Böylece iki âlem arasında bir vâsıta, ikisini kapsayan bir özellikle var edilmiştir. Yaratılışı düzgün, ahlâkı ve sûreti güzel kılınmıştır. İnsan, Allah’ın sûreti; âlem bu sûretin kendisinde yansıdığı ayna; Allah da, insanın sûretinin olduğu zâttır. Bu yüzden insan ‘’Berzah’’dır. İnsan’ın ‘’Câmi bir kelime’’ olmasının sebebi ise, tecellîgahlar yeri ve bütün ilâhi isimleri kendisinde toplamasındandır.

‘’Sonra da onu en aşağı derecelere döndürdük’ (Tîn, 5) Zûlmet aracılığıyla nûrdan perdelendiği, ahlâki rezilliklerin yanında durduğu, faziletlerden yüz çevirdiği için onu ‘’aşağıların aşağısına’’ indirdik. Rablık özellikleri itibariyle mertebe bakımından insandan daha izzetli kılınmış bir mahlûk olmadığı gibi kulluk özellikleriyle de ondan daha zelil kılınmış bir mahlûk yoktur. Rablık tüm mertebelerin en yükseği olduğu gibi, onun karşıtı olan kulluk da tüm mertebelerin en aşağısıdır. İnsan bir yüzünde Rablık özelliklerini, diğer yüzünde ise kulluğun eksikliklerini gösteren iki yönlü bir Ayna’dır. En güzel yaratılmış (ahsen-i takvîm) olan Rablık yönünden bakarsan onun bütün varlıklardan daha yüce, daha güzel olduğunu, kulluk yönünden bakarsan bütün kâinattan daha aşağı olduğunu görürsün. Nefsin bir ucu ‘’ahsen-i takvîm’’e çıkar, öbür ucu ‘’esfel-i sâfilîn’’e iner. Bir ucu cennetin zirveleri, öbür ucu cehennemin dereceleridir.

‘’Fakat Îman edip sâlih amel işleyenler müstesna. Onlar için hiç bitmeyen ve eksilmeyen bir ecir vardır’’ (Tîn, 6) Amel bedenin, niyet ise kalbin Allah uğrundaki gayretidir. Allah sûrete bakmaz, kalbe bakar. Îman kalptedir. Salih amel değiştiricidir. Allah günahkârın günahlarını iyiliklere çevirir. Kalbinin nûru nefsinin karanlığına galip gelenler, faziletler ve hayırlar kazanırlar. Bunlar ilmi ve ameli kemâli elde edenlerdir. ‘’Onlar için’’ kalp ve nefis cennetleri sevabından bir ecir vardır ki, ‘’eksilmez’’. Îman eden ve gençliğinde sâlih amel işleyenler, amel edemeyecek kadar yaşlı olsalar bile, amellerinin karşılığını almaları kesintiye uğramayacaktır. Enes (r.a) Hz. Peygamber’in (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir; ‘’Ömrü uzun olup da ameli güzel olan kişiye ne mutlu’’  Bir mümin elli yaşına ulaştığı zaman, Allah onun hesabını kolaylaştırır, yükünü hafifletir. Altmış yaşına ulaştığı zaman, Allah onun kendisine yönelmesini nasip eder. Yetmiş yaşına geldiği zaman göktekiler onu sever. Seksen yaşına ulaştığı zaman, iyilikleri yazılır, Allah onun kusurlarını affeder.  Doksan yaşına ulaştığı zaman günahları affedilir, ailesi için şefaatçi olur.

‘’Bundan sonra sana âhiret (diyn) gününü yalanlatan nedir? ’’ (Tîn, 7)  Din; İnsanların yaratıcı olarak kabul ettikleri üstün güce olan îmanlarını, ona yapacakları ibadetlerin bütününü ve bu îmana göre davranışlarının nasıl olması gerektiğini düzenleyen inanış yoludur. Din; Âdem’den Muhammed’e kadar tek dindir. O da ‘’İslâm’’dır. Din, insanlığın gerçek mutluluk ve huzur kaynağıdır. Hiçbir din kötülüğe geçit vermez. Yalanı, kul hakkını, hırsızlığı, yolsuzluğu, öldürmeyi ve benzerlerini yasaklamayan tek din yoktur. İnsanoğlu, toplum barışını yüzyıllardır dinler sayesinde sağlamaktadır. Din ‘’Allah’ın şeriatına’’ boyun eğme ve itaattir. Âdete de din denilir. Çünkü nefs bir şeyi ‘’âdet’’ ettiğinde ona boyun eğer. Fâtiha’nın 4.  sûresinde ‘’Din gününün sahibi’’ ifâdesi de buradan gelir. Din günü hüküm günüdür. Din günü aynı zamanda cezâ (karşılık ve amelin sahibine dönme) günüdür.

‘’Allah hüküm verenlerin en üstünü değil midir?’’ (Tîn, 8) Hüküm veren Hakîm’dir. El-Hakîm; her şeyi menziline indiren ve yerli yerine yerleştiren demektir. Allah Hakîm’dir. Bu ismin sıfatı Hikmet’tir. Hikmet; hüküm veren ve kendisiyle hüküm verilen ve kendisi üzerine hüküm verilemeyen bir sıfattır. Her hikmet sahibi Âlim’dir. Ancak her Âlim hikmet sahibi değildir. Hikmet; bütün peygamberlerin ve velilerin ‘’Hakîkat-i Muhammediyye’’ den aldıkları bâtınî miras, ya da Hz. Peygamber’in ‘’mişkat’’ inden almış oldukları ilimdir. Hikmet’in özelliklerinden birisi, onun akıllara değil, kalplere inmesidir. Kalp; Keşf ve ilham mahalli, gaybın anlamlarının üzerine yansımış olduğu Ayna’dır. Kalp arındığı ve her şeyden boşaltıldığı ölçüde ilâhi bilgiler o kalpte gerçekleşir. (Hikmet’in zıddı zulümdür. Zulüm bir şeyi yerli yerine koymamaktır)

 İmam Kuşeyrî Hazretlerine göre; Tîn/İncir kalp, zeytin rûh, Tûr-i Sînâ sır, Emin belde Ârifin emniyet hâli, temkin hâlinden sonra elde ettiği gizlilik hâlidir.

Kaynak: Cemalnur Sargut; Duhâ, İnşirâh, Tîn sûresi kitabı

BİLGİ: Türkiye Zeytin dostu derneği yönetim kurulu üyesi Hüseyin Bozkurt der ki;  ‘’Zeytin ve incir ağaçları aynı dönemde meyve verir. Bu dönem zeytin sineğinin üremeye başladığı zamanlardır. Zeytin sineğinin, zeytin ağaçları ve zeytin meyvesine zarar vereceği dönemlerde iyice olgunlaşan incir ağaçlarının meyveleri bal dökmeye başlar. İncirin balı, zeytin sineğine cazip gelir ve zeytin yerine incir meyvesini tercih eder. Zeytinliklerdeki incir ağaçları tıpkı bir paratoner gibi zeytin sineklerini üzerine çeker. İncir balı yiyen zeytin sinekleri bir süre sonra zehirlenerek ölür. Mübadele öncesinde Ege kıyılarında yaşayan Rumların zeytin tarlasına 3-4 adet incir ağacı dikmelerinin sebebi budur. Yeni nesil zeytin üreticilerinin birçoğu bu gerçeği bilmedikleri için yüzlerce zeytin ağacını sinek topluyor diye kesmişler ve odun yapmışlardır. Bugün zeytin sineği ve zeytin zararlısı uçkunların sayısı da hızla artmıştır.

Zeytin ve incir ağaçları doğaya ters çalışır. Bütün bitkiler gündüz oksijen verirken, zeytin ve incir ağaçları karbondioksit salınımı yapar. Gece ise diğer ağaçlar karbondioksit verirken zeytin ve incir ağaçları oksijen vermeye başlar. İncir ağacı yapraklarını döker ama zeytin ağacı hiçbir zaman yapraklarını dökmez.’’ (2018 Milliyet gazetesi) Zeytin barışın sembolü, kralların başına taçtır.

Nûr sûresi 35. Ayet de mübarek zeytin ağacından bahseder. ‘’Allah göklerin ve yerin nurudur. O’nun nûrunun örneği, içinde çerağ  meş’ale (misbâh) bulunan bir kandil (mişkât) gibidir. Kandil, bir sırça (zücâce) içerisindedir. Sırça inciden bir yıldız gibidir ki, doğuya ve batıya da nispeti olmayan bereketli bir zeytin ağacından yakılır. Bu ağacın yağı neredeyse, ateş dokunmasa bile ışık saçar. Nûr üzerine nûrdur o. Allah dilediğini kendi nûruna kılavuzlar. Allah, insana örnekler verir. Allah her şeyi bilmektedir.’’

Hakk Teâla bu ayette kendi zâti nûrundan misâl verip, insanın zatının nûrunu; Mişkât, Misbâh ve Zücâce ile tahayyülî bir şekilde nakletmektedir. Zâtın o teşbihi (benzetmesi), insanın sûretinden ibarettir.

‘’Mişkât’’ dan (lamba konan yer) maksat: İnsanın sadrıdır(göğsü). ‘’Züccâc’’ dan maksat, kalbidir. ‘’Misbâh’’ dan maksat ise, insanın sırrıdır. (Abdülkerîm Cili Hz., İnsan-ı Kâmil)


‘’O mişkât Peygamber efendimizin vücûdudur. Zeytinyağı O’nun temiz gönlüdür ve Allah’ın bu gönülle alâkası vardır’’ (Sultan Veled, Maârif)

30 Temmuz 2019 Salı


İŞARET – 4

GEÇMİŞTE YAŞIYORUZ, GELECEKTEN GELİYORUZ. GELECEK GEÇMİŞİ YARATIR, O GEÇMİŞ DE GELECEĞİ. AN’da yani Allah katında her şey olup bitmiştir. Ancak beden heykelinde olduğumuz müddetçe ZAMAN’a tabiyiz. ‘’İÇİMİZDE’’ bizden önce karar veren biri var. Bedenimiz ve beynimiz de onun hükmünde olduğu için arkadan ‘’gecikmeli’’ geliyor. Örn. Ölmüş bir yıldızın ışığı şimdi görülüyor. Adına ‘’tersine nedensellik’’ denilen geleceğin geçmiş, geçmişin gelecek olduğu dairesel zaman döngüsü. Ancak Einstein’in dediği gibi ‘’Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek arasındaki fark, sadece bir illüzyondan ibarettir’’

Bu hepimizin macerası. ‘’O’’ bize ruhundan üfledi ve biz 18 bin âlem diye tabir edilen sayısız âlemden teker teker çeşitli manalar giydirilerek indirildik. Her insan, hayat bulup varoluş alanına girmiş her varlık bu yolculuğu yaptı. Şimdi ise bu dünyaya inişimiz esnasında saf varlığımız üzerine giydirildiğimiz her bir giysiyi/perdeyi, tam tersi yönde yükselerek(miraç yaparak) onları aldığımız gök ve âlem katmanlarında çıkarıp bırakarak, Rabbimize geri dönme yolculuğundayız.

Varoluş sebebimiz ruhaniyetimizi tamamlamak ve olgunlaşmak için tekâmül etmektir. Bu yolda bilmemiz gereken her şey ve ilim, var edildiğimiz AN itibarıyla potansiyel olarak bize yüklenmiştir. ‘’Öğrenme’’ yeni bilgilerin değil, hâlihazırda var olanın zamana bağlı olarak açığa çıkmasıdır. Hayvanî nefs de, tekamül sürecimizi  gerçekleştirebilmemiz için hayatta kalmamızı sağlamak üzere Rabb’imiz tarafından programlanmıştır.  İçgüdü Allah’ın bizleri korumak için düzenlediği müthiş bir sistemdir ve hayvanlarda olan bu hissiyat (hayvani nefs) bizde de vardır ve kullanılmalıdır. Etrafımızda gördüğümüz her şey ve herkes Rabb’i tecellinin bizimle iletişim kurma şekli ve varlık elbisesi giymiş yansımalarıdır. Kâinatta tek bir varlık ya da oluşum yoktur ki, Allah sisteminin bir parçası olmasın.

Fiziksel tekâmülümüzdeki kademelere bakarsak beden teçhizatının gerçeği görmek üzere değil, tam tersi ‘’gerçeklikten mahrum edilmek üzere’’ yaratıldığını fark ederiz. Hakîkat beyin tarafından gizlenir. Çünkü BEYİN KÂFİR’dir, gerçekleri örter. Dünya hayatı bizlere hakikate perde olmak üzere ve ‘’varlığı/varoluşu’’ deneyimlememiz için verilmiştir. Hayat deneyimimiz ŞAHİT olmak, ŞAHİT tutulmak yani gözlemlemek üzere kurulmuştur. Aslında bu ‘’gerçek’’ zannettiğimiz ama aslı simülasyon olan algı alanında, Allah’tan kopmadığımız halde kendimizi ayrı bir dünyada zannediyoruz (green box kutusundaki gibi). Aslında burada bile değiliz. Gölge sahnelerde, gölge oyunlar. Gerçekte herkes bir gölge ve perde yani sahne. Ancak gölgelerin de ZÂT’a bağlı olduğunu unutmamak gerekir. Bu hayal âleminde irademiz, ruhumuz ve nefsimiz yani ebedi varlığımız inşa ediliyor. Peki; ne için?  Bir sonraki etap olan AHİRET için… Bizler geçmişimizi geleceğe götürüyoruz. Ancak giderken sanal sahne dekorlarını, Kur’an’ın ifadesi ile’’EŞYA’yı/ŞEY’leri burada bırakıyoruz.

Seyr-i Sülûk içsel/kendinden kendine yapılan bir yolculuktur ve tasavvuf anlayışı bu noktada devreye girer. Tasavvuf/saflaşma, Tanrı’ya benzeme, O’nun ahlakıyla ahlaklanmaya çalışma isteğidir. Tasavvuf güzel ahlâktır ve bu nedenle günah ve haramlar vardır. İnsan metabolizmasına ve ruhaniyetine zarar veren her şey günah ve haramdır. Dedikodu GÜNAH’tır ve varoluş hakikatine karşı yapılan hatadır.  Hakkında dedikodu yapanlar senin günahlarını yüklenirken, sen onun sevaplarını üstlenirsin. Sistemin muazzamlığı… Sen birilerinden hesap sorarsan sistem de senin birilerinde, birilerin de sende kalan haklarının hesabını sorar. Harama yaklaşmak kişinin frekans ayarlarının bozar. Domuz eti ve leş yemek vücudun rezonansını bozduğu için haramdır.

Bir suç işlersen onun sonuçlarıyla ömür boyu yaşarsın. Bu da ceza, yani karşılıktır. Cezalandırmanın, ceza evinde yatmanın altında yatan gerçek dönüşümdür. Şiddet, çekişme ve isyan Âdem’den beri vardır ve var olacaktır. İyi ve kötünün savaşı. Sen sadece hangi tarafta olduğuna karar ver. Günah-kâr günahlarından dolayı aczini görüp boyun eğen ve bu durumu kâra çevirendir. Fedâ-kâr feda ettiklerinden kâr edendir.  Depresyon Rûhun dünyaya gelme sebebi olan tekâmülü için çırpınması ve bedenine muhalefet etmesidir. Yaşlandıkça gece uykusunun azalması, Rabbi ile iletişime geçmesi ve ibâdetlerini gerçekleştirmesi içindir. Akli dengesi yerinde olmayan bir kişi ailesi için bir temizlenme ve yücelme vesilesidir. Zorlanma olmazsa kapasitemiz açığa çıkmaz. Nerede rahatlama varsa orada gelişim durur. Din kelimesinin bir diğer anlamı ‘’Disiplin’’dir. Din kişiye yeme, içme, yatma, kalkma disiplini verir. Dinde tembelliğe asla yer yoktur.

 ‘’Lâ ilahe illallah’’ kalbe sakinlik veren en büyük zikirdir. Kalp soldadır ve Kur’an ve kutsal yazıların sağdan sola oluşu kalbin etkilenmesi içindir. Tavaf da sağdan sola doğru yapılır. Elini kalbinin üzerine koy, bedeninle konuş, bilinçaltına olumlu telkinler ver. ‘’Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi, sen de iyilik yap’’ (Kasas-77 Şaka için bile olsa yalan söyleme. Ancak iki kişinin arasını düzelten, hayır söyleyip hayır tebliğ eden yalancı değildir. Güzel duyguların güzel kokusu olur. Tenin kokmaya başlarsa ahlâkında problem var demektir. Başına gelmesinden korktuğun bir durumu yaşayana yardım etmek, seni o duruma gelmekten korur. Arkadaş çok önemlidir. Değişmek-dönüşmek isteyen çevre değiştirsin. Kötü söz söyleme, olumsuz düşünceden dahi sakın. Kendini düzelttiğin ve güzelleştirdiğin AN, her şey değişip güzelleşir.

Cömert ol, herkesi ayırmadan ver, affedici ol ve hakîki KUL olmaya çalış. Bizler mülkün sahibi değil, sadece emanetçileriyiz. Zekât ver. Zekât malı temizler. İlmin zekâtı her an olmalıdır. Sadaka kavramı Allah’ın sana verdiği emâneti, tayin edilmiş ihtiyaç sahiplerine dağıtarak ulaştırman ve Allah’a sadakat göstermen, demektir. Bunu yaparsan asla sıkıntı çekmezsin. Hakîkat ilmi bizim yol azığımızdır, paylaşılması gerekir. İstişare ve bilgi alışverişi Peygamber sünnetidir. Bilmiyorum de. ‘’Biliyorum’’ dediğin gün, bittiğin gündür. Kalbini kibirden arındır.

Namaz kıl. Namaz kozmik bilgilerin kula aktarıldığı bir süreç, aslî merkezle bağlantı halidir. Salat yanmak demektir, günahların yanması olarak kullanılsa da Rab tarafından enerji yüklenmesidir. Sadece namazda Allah kulunun her şeyden uzaklaşmasını ister. Hakikî manada kılınan namaz, kulu aldığı NUR ve enerji ile günah ve belâlardan bir kalkan gibi korur. İnancı yüksek, iyilik yapan, ibâdet eden, müzik aleti çalan, dil öğrenen kişilerin en az üçte birinde potansiyel olarak bu hastalık riski olmasına rağmen Alzaymır veya Parkinson hastalığı görülmemektedir. Oruç ve açlığın faydaları anlatılmakla bitmez (özellikle Pazartesi ve Perşembe günleri). Kur’an oku, o AN’da Rabb’in senden sana konuşur. Kur’an telkin kitabıdır, tekrarı yoktur. Hz. Peygamber Cuma günü Kehf sûresini ilk ayetlerinin (ilk ve son 10 ayetinin) okunmasının insanı Deccal’in fitnesinden koruyacağını söylemiştir. Cuma günü kâinatın bütün enerji türlerinin birleştiği zamandır. ‘’Cem’’ zamanıdır. Cuma günü selâ vakti Mars saatine denk geldiği için, o saatlerde dünyevi işler ve meşguliyetlerden uzaklaşıp kendine dönerek Güneş saatinin sonuna kadar ibâdetle geçirilmesi uyarısı yapılmıştır.

Kur’an; Arapçası herkesin veri tabanında olan bir programdır ve Arapça pek çok dilin kökenidir. İngilizce; Arapçadan pek çok kelime almıştır. Allah’ın Âdem’e 700 ya da 700 bin dil öğrettiği rivâyet edilir. İnsan bilincinde hepsini kayıtlı olduğu ve bazı durumlarda açığa çıkabileceği söylenir.Nijeryalı bir gencin kaza geçirdikten sonra uyandığında başka bir dilde konuştuğu basında çokça yer almıştır.

Nefsî tezkiye bilinçaltı temizliğidir. İnsan beyninin % 96’sı bilinçaltı tarafından yönetilir. Bilinçaltı, Rabb’i tecellidir. Bilinçaltı AN’da, üst bilinç ZAMAN’dadır. Bilinçaltında iyi-kötü, geçmiş-gelecek yoktur. Gaye üst bilinç ile bilinçaltını uyumlu hale getirmektir. ’’ Tekrar’’ bilinçaltının öğrenme metodudur. Nefis teskiye edilip Rûha dönüşürse Rabb’i Has açığa çıkar. Sonraki hedef Âlemlerin Rabb’ine ulaşmaktır. Rabb’ül Âlemine ulaşan AN’ı yaşar.

Bedenlerimiz ATOM ve ATOM ALTI PARÇACIKLAR’dan yapılanır. Vücut ağırlığımızın yüzde 99.9’u altıgen yapılmış, her biri düal çiftten oluşan proton ve nötronlardan (Kuarklardan) oluşur.  Koskoca uzayda metreküp başına sadece birkaç tane ATOM bulunurken, kütle çekim kuvveti hepsi aynı kaynaktan olan aynı ATOM’ları farklı bir şekilde bir araya getirerek gezegenleri, ağaçları, hayvan ve insanları oluşturur.

CERN; Avrupa nükleer araştırma merkezinin (İngilizce) baş harfleridir. Bir manası da ‘’Boynuz’’ dur. Lego’sunun sembolü iç içe geçmiş üç adet altı’dır (666). Giriş kapısının önünde iki büyük Hint tanrısından biri olan ve dönüşüm ve değişimi simgeleyen ‘’Shiva’’ heykeli bulunur.  CERN’de yapılan deneylerde ATOM altı düzeyindeki KUARK’lar incelenmiş ve bu konuda bilgi HADRON’lar vesilesiyle edinilmiştir. Hadron atomaltı parçacıkların genel adıdır. Kuarklar bir araya kümelenerek HADRON’ları oluştururlar. Atomaltı düzeyindeki KUARK’lar hiçbir şekilde ‘’yalnız’’ olarak gözlemlenemez. 6 çeşit KUARK’tan bahsedilir. Yukarı, aşağı, cazip, garip, alt ve üst kuarklar. GARİP ve GARİP olmayan Kuarklar. Bunlar ‘’güçlü’’ olarak adlandırılır çünkü ‘’rastgele’’ bir biçimde ATOM’un çekirdeğinden gözden kaybolup, garip bir şekilde yeniden ortaya çıkabilirler. Bilim dünyasında herkes ‘’GARİP’’ kuarkların diğer boyutlarda kaybolup, sonra tekrar ortaya çıktıkları gerçeğini bilirken, onların ‘’nereye gittiği’’ gerçeği hiç kimse tarafından bilinmemektedir. Her AN var edilip, yok ediliyoruz ve yeni bir benzerimiz ile tekrar var ediliyoruz. ÂDEM ve ADEM, KEVN ve FESAD, OLUŞ ve BOZULUŞ, İDAM ve İCAD. GARİB/KAYIP KUARKLAR. GAYB insanın kaybolan aslıdır. Allah dostlarının KUANTUM parçacıkları gibi bir AN’da bir çok yerde olma hali. Veya Saba melikesi Belkıs’ın AN’da yok olan tahtının, hemen ardından takip eden ‘’yeniden yaratılma’’ aşamasında Hz. Süleyman’ın huzurunda belirmesi (Neml, 38-40), Somuncu Babanın Ulu Camide aynı anda üç kapıdan çıkması, İbn. Arabî Hazretlerinin bazı kitaplarını dokuza bölünerek yazması gibi….

İsimler harflere, harfler sayı ve notalara dönüşebilir. Ayrıca renkleri harflerle, kokuları sayılarla okuyan veya notalarla duyan insanlar vardır (sinestezi 25 bin kişiden 1 kişide görülüyor). Bu duruma EPİFİZ bezinin salgıladığı üç hormondan biri olan ve RUH molekülü de denilen DMT hormonunun sebep olduğu söylenir(diğerleri Melatonin ve Serotonin hormonu). Salgı esnasında kişinin algıları inanılmaz derecede açılır. DMT hormonu özellikle doğum ve ölüm deneyimi esnasında, zikir ve ibâdet yaparken, namazda bir noktaya odaklanıldığında çok artar. Hz. Mûsâ’nın kavmine indirilen ‘’KUDRET HELVA’’sının(MENNE) süper bir iletken olan bu hormon olduğu, EPİFİZ bezinin aktivasyonunu  patlatarak boyutlar arası geçişi mümkün kıldığı iddiası vardır. Hatta MENNE’nin ilk defa MU medeniyetinde geliştirildiği ve orada kullanılmaya başlandığı için adına MU-ANNA denildiği, bunun büyük piramitlerin yapımlarında sesle birlikte kullanılarak yerçekimi kanununu işlev dışı bıraktığı da söylenmektedir.

Kâinat ‘’SES/KÜN’’ ile var edilmiştir. Sesler ve kelimeler sûretlere dönüşür. Kelime yara izi demek olup, muhatabında iz bırakır. Yüce Allah kulunun ağzından çıkan her kelimeden bir melek/kuvvet yaratır. Söylenen kelime iyi ve güzel ise ondan bir ‘’RAHMET’’ meleği, kötü ve çirkin ise ‘’İNTİKAM ve GAZAP’’ meleği oluşur. Keşif ehli kelime ve manalardan oluşan sûretlere ŞAHİT olmuşlardır.       İbnü’l Arabî Hazretleri de bir dönem yanında ve hizmetinde kaldığı Fatma ismindeki hanımın okuduğu FATİHÂ’nın, sûrete büründüğüne ŞAHİT olmuştur. Yine Hazret ‘’Abdülkerim el Vahşi’’ isimli Allah adamlarından bir Zâtın boğulma tehlikesi geçirdiğinde ‘’bu Aziz ve Alîm olan Allah’ın takdiridir’’ (Yâsin-38) sûresini okuduğunda sûrenin büyük bir kuşa dönüşerek kendisini kurtardığını o Zâtın kendi ağzından dinlemiştir.

MÜMİN; Rabb’i hasından Rahman mertebesine ulaşmış kişidir. Onlar (Miraç edip) beden kalıbının arkasına geçtiklerinde, kendi varlıklarının Hakîkat-i Muhammediye çekirdeğindeki haliyle karşılaşacaklardır. İnsanın iki türlü varlığı vardır. Biri şu AN’da kendisi sandığı ‘’GÖLGE’’ varlığı, bir de Miraç da karşılaşacağı ASLÎ varlığı. Kendini bilmek ve tanımak, ilâhi hakikatine ve varoluş amacına kavuşmaktır. Bunu başaranlar hem dünyada ve hem de diğer boyutlarda iradeleri ile bulunabilmeyi, boyutlar arasında gezebilmeyi başarırlar. Kâinatta her yerde kendilerini görürler. 

Biz bir tohumuz. Hayatımızdaki her şey bizim bir ağaç olup, meyve vermemizi sağlayacak yoldaşımızdır. Bu yolculuğu doğru değerlendirmek, nefsin/iblisin telkinlerinden ‘’ÎMAN’’ ile korunmak  ve ‘’UYANIK’’ olmak zorundayız. Ne gücümüz var ne kuvvetimiz. La havle ve la kuvvete illa billahil aziym. ‘’Öyleyse Allah’a firar edin. Muhakkak ki ben, sizin için O’ndan apaçık bir uyarıcıyım’’ (Zariyat-50)

İlâhi hakikate giden yolda Yaratanımız tarafından ‘’bizim için’’ bırakılan izleri ‘’bu niye böyle’’ demeden takip et. Diline hâkim ol, olumsuz düşünmemeye çalış. Alışkanlıklar değişir, istidatlar ise geliştirilir. Bunun için dünyadayız. Tövbe et, yalandan, günahlarından, endişelerinden tövbe et. Rabb’ine dön. Rabb’inle konuş. Kendindeki Rabb’inle….  İnşallah. Âmin. Sadakallahül Azim.

KİTAPTAN KISA NOTLAR: * Sezeryan(Sezar’a ait) ile doğum, anne ile çocuk arasında Rabbi tarafından planlanmış bağda sorun oluşturabilmektedir. Doğum esnasında yüklenen kimyasallar çocukta ve annede olan DMT patlayışı ve nöral tutuşmaların önüne geçebilir. Normal doğum ile doğan çocuk ile anne arasındaki bağlar çok daha kuvvetli olmaktadır.

* Bir bebeğin beynindeki nöronlar, hayatının ilk 2 senesinde, saniyede 2 milyon yeni bağlantı oluşturacak şekilde bağlanmaya başlar. 2 yaşına geldiğinde tipik bir nöronun 15 bin bağlantısı olur ki bu, bir yetişkinin nöron bağlantısının 2 katıdır. 2 yaşında tüm nöron bağlantıları tamamlanan çocuğun ilgisi nereye yönelirse, o nöron bağlantıları korunurken diğerleri kaybolur. 21 yaşında ise beyin tüm gelişimini tamamlar. Bu dönemden önce akıl ve muhakeme zayıf olduğu için, bazı ülkelerde içki bu yaşa kadar yasaktır. Bizde de askerlik hizmeti 21 yaşında başlar. Özellikle şiddet,  sübliminal mesajlar içeren oyun ve dizilerin bu yaşlara kadar her çocuktan uzak tutulması önerilir.

*Doğru yapılanmış bir anne-baba ve evlat ilişkisine baktığında ilginç bir şekilde Rabb’i ile kulu arasındaki ilişkinin bir tür numunesi görülür. Evladına aşırı düşkün ve ne yapsa yaranamayan bir ebeveyn. Çok verse çok verdin, az verse az verdin diye hemen her koşulda ebeveynini suçlayan evlat… Eğer anne-babalar evlatlarıyla bu tür sorunlar yaşıyorsa atalarından gelen birtakım aktarımlar da dâhil iki şeye bakmalıdır. 1. Rab’lerine olan şükürlerinde ve itaatlerindeki eksikliklerine, 2. Kendi ana babalarına olan ilgi ve itaatlerindeki eksikliklerine…

*‘’Emânetleri ehline veriniz’’ (Nisâ-58). ‘’Allah emânetleri yerlere, göklere, dağlara teklif etti. Onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Ancak çokça zâlim olan insan bu emâneti yüklendi’’ (Ahzap-72) Allah ehline verilmesi gereken emâneti neden cahil ve zâlim olan insana verdi? Allah emâneti nefsine, dünyaya ve Allah’tan başka her şeye cahil olan insana verdi….

* Tasavvufta ölmeden önce ölme yani FANİ olmaktan bahsedilir. Bu algılardan ölmek, beden kafesini ve 4 unsuru (Ateş, hava, su, toprak) kırmaktır. Dört aşamada dört tür ölüm. 1.Beyaz ölüm yani AÇLIK’tır. 2. Yeşil ölüm, nefsin arzularına muhalefet etmektir. 3. Kırmızı ölüm yamalı elbise giymek yani doğanın renkleri gibi bünyesinde her rengi barındırmak, renklilik ve çeşitlilikleri bir ederek yeryüzü gibi olmaktır. 3. Siyah ölüm, sıkıntılara tahammüldür.

* Mekke ve Medine de nazil olan âyetler mana bakımından aynı kapsamda değildir.  Mekke başlangıçtır. İslâmın ve tebliğin başladığı yerdir. O dönem insanı puta tapanlar, müşrikler ve kabilelerdir. Medine ise NEFS’ten RUHANİYET’e geçiş, HİCRET ve Hakîkat ilminden nasibi olana sesleniştir. Okurken bu şekilde değerlendirilmelidir.

* Kur’an üç şeyi emretmiştir. CİHAT(Nefs ile mücadele/savaş), İnfak(verme ve temizlenme), HİCRET (Nefs’ten Ruha yolculuk)

* En büyük mucize KUL(Abd) olmaktır. İbâdet Ubudiyet kökünden gelir. İbâdet  kulun Allah’a nefsi ile yaptığı yaklaşmadır. Bu durumda Allah kuldan RAZI olur. Ubudiyet(kulluk) ise Sufi’nin yaklaşımı olup, Hak, tecellisidir. Bu durumda kul Allah’tan RAZI olur. Kalb-i Selim, SELÂMETE ermiş KALP’tir.

* Tefekkür et. İsâbet edersen Allah’tan iki, edemezsen bir sevap alırsın. Ancak Kutsi bir hadiste şöyle denilmiştir. ‘’Allah’ın Zât’ını tefekkür etmeyiniz, isim ve sıfatlarını tefekkür ediniz’’

* Zikir AN’da olmaktır. Mürşid ile Mürid’in frekansı(titreşimleri) tutarsa REZONAN’sa girer ve ancak o zaman bilgi akışı olur. ‘’DIŞ SES’’ sende tecelli eden RAB’dır. Hakk’ın kendinden kendine tecellileri. Unutma, Rabbini nasıl tanırsan sana öyle davranır.

* Evrende her şey Allah’ı teşbih eder. Tesbih yüzmek/titreşmektir. Her şey sudan yaratılmıştır. Her şey enerji denizinde yüzer ve titreşir. Sahabe; hedefine yol alan, yüzen, titreşendir. * Bir organın hastalanması, o organın zikrinin/titreşiminin bozulmasıdır. Kalp Kâbe’de Allah ile irtibata geçer.

* Gözümüzü açtığımızda gördüğümüz ilk renk yeşildir (bitki örtüsüdür). Yeşil ışık olmazsa kuşlar yolunu bulamaz. Razı olmuş ve olunmuş nefsin rengi yeşildir. Levh-i Mahfuz’un simgesidir. Yeşil güven veren renktir. Kalbin rengi de yeşildir(7 çakrada).

* Green box/yeşil kutu ile yapılan çeşitli oyunlar vardır. Ufacık bir stüdyoda çekilen görüntüler ile kişi, sanki çölde veya başka bir ülkedeymiş gibi gösterilebilir. İşid’in katliam sahnelerinin ve uzay görüntülerinin böyle çekildiği iddiası vardır. 300 spartalı filmi böyle bir stüdyoda, bu teknikle çekilmiştir.

* Kadim dillerde bir kelime ters çevrildiğinde anlamı da tam tersi olmaktadır. Sahabe,  sohbet ehlidir. SHB; hedefine yol alan, yüzen anlamındadır.  HBS ise; hareketsiz olandır. İnfak vermek, nifak münafık demektir.

* Dünya RAHMAN(inansa da, inanmasa da kollanan, genel) tecellidir. Ahiret ise RAHİM(sadece inananların kollandığı, özel) tecellidir. Dünyada kör olan Ahirette de kör olacaktır.

* Bakara /inek beşer makamı, Derviş/öküz(ök-üz/oğuz) Allah adamı makamına dönüşümdür. 
*Ağlamak gönül abdesti almaktır. Şeriat, suya giden yoldur. Ümmi, boş kap demektir.

* İki AYNA arasındaki varlık sonsuza kadar yansır. Ancak ‘’O’’ bir tanedir. Sen Hakk’sın Allah değil. Allah’ın tecellisinin ölçüsü kadarsın. Ezelde O’nun isminin yeryüzündeki GÖLGE’si olmayı sen seçtin. O zaman düzene zarar veren bozguncularla mücadele et. Kader gayrete aşıktır.

* Şaman; beden kalıbını kırarak hayvani nefsin bilincinin üzerine çıkarak, Ruh makamına erişen kişidir. Derviş; Eşik, gerçeklik ile hakikat arası bilinçtir. Fitne; Altını bakırdan ayıran ‘’ATEŞ’’ tir.

* Cennet mana, dünya madde âlemidir. Âdem’in mana âleminden madde âlemine inişi ‘’ATOM’’ iledir. * İslâm; Hz. Peygamber ve İNSAN ; Allah’ın kâinata ve tüm varoluşa ‘’SELÂM’’ıdır.

* Bu RÜYA ÂLEMİNDE bize gösterilen sembol ve işaretleri ‘’TABİR’’ ederek asıllarına kavuşturmalıyız. Neyi ararsak onu(O’nu) bulacağız.

* Erkekteki maddi ve manevi hastalıklar DNA aktarımı ile kadına transfer olabiliyor ve  onda 7 yıl yaşıyor. Bu süreç zarfında rahimin tamamen temizlenebilmesi için sülük tedavisi gerekiyor.

* 7 kollu’’ ŞAMDAN’’ ; Işık vermek, parlamaktır (Yahudilerin, Sina dağında yanan çalı sembolü). EVREN; Ejderha, büyük yılan. 7 ejder, 7 çakra, 7 bilinç mertebesi. Keloğlan, masallarda 7 başlı ejderha ile savaşıyor. 7 katlı evrende, 7 türlü gerçeklik kesiti ile uyumlanmanın sonucu sana sunum yapan bilinç katmanları. 8. CENNET oluyor.

* MİSKİN; zannedildiği gibi tembel değil, hareketi durmuş, üzerine sükûnet ve huzur inmiş kişi demektir. O içinde bulunduğu durumu kimsenin bilmediği, durumunu Rabbinden başka kimseye aktarmayan ve kimseden de bir şey istemeyen kişidir. Allah miskinlere çok değer vermiştir.

* İdris Peygamber, Nuh Peygamber zamanından önce yaşamıştır(Âdem’den sonra 7. Nesil). Allah onu yücelterek GÜNEŞ semasına yerleştirmiştir. İlyas Peygamber ise Hz. Mûsâ’dan sonra, Suriye’de Baalbek şehrine Peygamber olarak gönderilir. Bir gün yakaza halindeyken Lübnan dağının yarılarak içinden eğeri ve kendisi tümüyle alevden olan bir atın çıktığını görür. Hemen üzerine biner ve her türlü ihtiras ve arzuları yok olur. Bu sayede Hz. İdris’in makamı olan GÜNEŞ semasına yükselir.

Deniz Erten İşaret-4 kitabının kısa özetidir.