14 Mart 2019 Perşembe

ŞİKÂYET ve SABIR, ŞÜKÜR ve HAMD:


Şikâyet; RIZA’nın zıddı olup, halinden memnun olmama halidir. Şikâyet itirazı getirir, itiraz rahmeti götürür. Rahmet’in yokluğu da uzaklık, yani cehennemdir. Cehennem; Rahmet’ini bırakmış buluttur. Şikâyet; şekâvet kelimesinden gelir. Şaki şekâvet ehlidir, yani mutsuzdur. Said ise mutlu yani RIZA sahibidir. Rıza nefsin makamlarından ‘’Râdiye’’ makamı olup, varılacak son noktadır.

Şikâyet zamana itirazdır. Hz. Peygamber şöyle der;’’Dehr’e küfretmeyiniz, Dehr/zaman Allah’tır’’ Zaman AN’dır, o da şimdidir. Zamana küfür, Allah’ın AN’da ortaya çıkan ilâhi ismine küfürdür.

Lâ fâili illâllah, Lâ mevcûde illâllah, Lâ ilâhe illâllah. Yani Allah’tan başka fail, mevcût ve ilâh yoktur. Yapan yaptıran Allah’tır. Bu anlayış ile:

Şikâyet etmek üç türlüdür. 1. Yapan, yaptıran yani FAİL ALLAH’tır anlayışına göre bir kimseyi bir başkasına şikâyet, ‘’ALLAH’I KULA’’ şikâyet etmek olup, Allah’tan yüz çevirmektir.

2. Lâ mevcûde illâllah yani Allah’tan başka MEVCÛT YOKTUR anlayışına göre ‘’KULU ALLAH’A’’ şikâyet ‘’ŞİRK’’ yani Allah’tan başkasında bir güç ve varlık görmektir.

3. Lâ ilâhe illâllah yani Allah’tan başka ilâh yoktur inancıyla her türlü sıkıntı ve zorlukta Allah’a sığınmak, O’ndan yardım istemek ise TEVHİD’dir. Bunun zâhiri şikâyet gibi olsa da bâtını ŞÜKÜR ve minneti gösterir. Hz. Eyüp(a.s.) ‘’Rabbim bana dert dokundu’’ dedi. (Enbiyâ-28) Şikâyet etmedi, ancak kuvvet sahibine acziyetini gösterdi. Allah da ‘’Doğrusu biz onu sabırlı bulduk, ne güzel kuldu, o’’ dedi. (Sâd-44)

Şikâyeti terk susmayı(samt) gerektirir. Bir insanın hem dili, hem de kalbi konuşuyorsa o kişi şeytanın oyuncağı olmuştur. Dili susmasına rağmen kalbi konuşuyorsa yükü azalır. Eğer hem kalbi hem dili sustuysa o kişinin hakikati açığa çıkmış demektir (Susan kurtulur). Eğer kalbi sustuktan sonra dili konuşuyorsa artık ondan Hak konuşuyor demektir. (Veled-i Kalp/Hz.Îsâ’nın zuhûru).

Bir kimse dert ve sıkıntı sırasında cehennemi yaşar. Ancak Allah kuluna dert ve sıkıntı verince, buna tahammül edeceği sabır ve gücü de beraberinde verir. Sıkıntı gidince sabır gitmez. Çünkü sabır hibe ve ödüldür, geri alınmaz. Her sıkıntı ve dertte güç ve sabır kalır, sıkıntı ve keder gider. Sonunda kul kazandığı güç ve sabır karşısında sıkıntılara karşı çok güçlü olur ve artık etkilenmez. Sabır dört kısımdır. Hakk’a lâzım gelen kulluk hususunda karşına çıkacak güçlüklere karşı sabır. Dünya fazlalıklarını elde etmeye çalışmamak hususunda sabır. Belâlara ve musibetlere sabır.

Belâ, Allah’ın seçkin kullarına gönderdiği sıkıntılardır. Belâ, Allah’ın kırbaçlarından biridir ki, onunla kullarını kendine doğru sevk eder. Belâ Veli ve Peygamberlere gelir. Onların her belâda ahlâkı parlar. Musibet ise isabet almaktan gelir. Kişi nefsinin isteklerine uyarsa, yasak ve isabet alan bölgeye girer ve ya altından ya da üstünden isabet alır. Bu ceza yani karşılıktır.

İnsanların büyük bir çoğunluğu sıkıntı ve kederden kaçar. Mutluluk ve RIZA’ya kolay varılmaz. Ancak Allah’ın seçkin kulları, elem ve kederlerin kişiyi Allah’a yaklaştırıcı haller olduğunu bilirler.

Yaşadığımız bütün sıkıntı ve zorluklar, vücut madenimizdeki hakikat CEVHER’ini ortaya çıkarmak içindir. Her kim mücadele ile riyâzat potasında ‘’ASLÎ CEVHER’’ini ortaya çıkarırsa, yani insanlığını bulursa ve kendi Îman gözü ile görürse HAKİKAT’ini  bulmuş demektir. Bu kişi Tanrı’sını da bulmuş demektir. Kişi ancak kendisini tamamen tanıdıktan sonra Tanrı’ya erişir. Çünkü nefsini bilen, Rabbini bilir.

Cenab-ı Hak, Hz. Eyüp’ün bedenindeki yaraları kaldırması için ettiği dualarla birlikte gösterdiği sabır ve dayanma gücünü yüceltti. Allah, bir kulunun başına gelen belânın kaldırılması yolundaki yakarışından ötürü onu sabırsızlıkla suçlamaz. Hz. Eyüp hakkında ‘’O kuşkusuz sabırlıdır ve iyi kuldur, araçlara/sebeplere değil Allah’a dönmüştür’’ buyurdu. Oysa kul, işlerinde sebeplere başvurur ve ona göre davranır. Herhangi bir şeyi yok etmek için çeşitli sebepler ve araçlar vardır.

SEBEPLERİ YARATAN İSE TEK VE EŞSİZ OLAN ALLAH’TIR.
Kul, ‘’Hak yakarışımı kabul etmedi’’ der. Oysa gerçekte tek ve eşsiz olan Yüce Allah’a dua etmemiş, sebeplere başvurmuştur. İnsanlar sebeplere dayandıkları sürece Allah onlara azap eder. Çünkü sebepler her zaman yitip gidecek olgulardır. Ortak koşmadıkları an rahat ederler, sebeplerin yitip gitmesiyle acı duymazlar.

TOPLUMUN KANAATİNE GÖRE SABIR,  ŞİKÂYETTEN NEFSİNİ TUTUKLAMAKTIR. OYSA BİZE GÖRE BU SABIR VE TAHAMMÜLÜN AÇIKLAMASI OLAMAZ. SABRIN ASIL TANIMI ALLAH’A DEĞİL, ALLAH’TAN BAŞKASINA ŞİKÂYETTEN NEFSİNİ ENGELLEMEKTİR.

Hz. Eyüp sonunda anladı ki, başına gelen sıkıntıların giderilmesi konusunda Allah’a şikâyetten kendini korumasında onun kahrına karşı bir direnç vardır. Bu direnç ise, kulun benliğine acı ve ızdırap veren belânın gitmesi için Allah’a yakarmaması, bu konuda bilgisiz olmasıdır. Oysa O’na yakışan yalvarmak ve başına gelen sıkıntının kaldırılmasını Cenâb-ı Hak’tan dilemesidir.

BUNA GÖRE SABIR, NEFSİ ALLAH’TAN BAŞKASINA ŞİKÂYETTEN ALIKOYMAKTIR. İRFAN SAHİBİ, BELÂYI GİDERMESİ İÇİN SEBEPLERE DEĞİL, MUTLAK KİMLİK SAHİBİ OLAN ALLAH’A YAKARIR.

Hz. Peygamber’in bir duası şöyledir: ‘’Allah’ım! Öfkenden rızana, cezalandırmandan affına, senden sana sığınırım’’ Yoldaki ilk makam korku ve ümittir. Cezayı görmek korkuya, affı görmek ise ümide sebep olur. Ceza ve ümit iki fiildir, sonuçları cennet(ümit) ve cehennemdir(ceza). Eğer ateşin kendisi yakıcı olsaydı Hz. İbrâhim’i (a.s.)yakardı. Eğer cennetin kendisi lütfedici olsaydı, Âdem’e lütufta bulunurdu. Yakıcı olan ateş değil Allah’ın azabı, lütuf olan cennet değil, Allah’ın rızasıdır. Belâ başkasından gelseydi Allah’ın yardımına sığınılırdı. Ancak Allah’tan gelen için nasıl başkasından yardım dilenilir?

İnsan olmamızın ortaya çıkardığı iki temel soru vardır. Biz kimiz? Niçin buradayız?

Biz kimiz? Hak mı, Bâtıl mı? Her şey Hak’tır ve her şey Mutlak Hak tarafından yaratılmıştır.

Niçin buradayız? Her Hak sahibine hakkını vermek için.

İnsanın geçirdiği gelişim aşamalarına MERTEBE denir. Tasavvuf mertebeleri öğrenmek içindir. Her şeyin bir mertebesi vardır. İnsan o mertebelere uygun davranmazsa sorun yaşar. Bir insan iç âleminde her şeyi yapabilir ve buna kimse karışamaz. Lâkin dış âlemde her şeyi yerli yerince yapmak zorundadır. Burada uygulanması gereken, her gelen hadisenin Allah’tan olduğunu kalben kabul edip, zâhiren de şeriata uygun davranmaktır. İnsan umuma ait meselelerde özellikle buna dikkat etmelidir. Kumanda eden de edilen de CAN’dır, ama arada MERTEBE farkı vardır.

MÂRİFET; RIZA, SABIR VE ŞÜKÜR’DÜR.

EŞ-ŞÜKÜR VE EL-HAMİD ALLAH’IN İSİMLERİNDENDİR.

EŞ-ŞÜKÜR; ‘’O’’ ŞÜKREDEN KULLARINA KARŞILIĞINI VERENDİR VE KULLARINDAN KENDİSİNİ ÖVENDİR. BU İSMİN SIFATI ‘’ŞÜKÜR’’ DÜR.

Şükür ÖVGÜ’dür ve üç kısımdır:

Dil ile şükür, kulun tevâzu ile kendine verilen nimeti zikretmesidir.
Beden ile şükür, namaz ve ibadettir.(Sağlığın şükrü)
Kalp ile şükür, Nimeti değil, nimeti vereni görmektir.
Şükür nimeti arttırır. ‘’Eğer Şükrederseniz muhakkak size nimetimi arttırırım’’ (İbrâhim-7)

Şükür üç derecedir:

Avam’ın şükrü, Nefsine hoş gelen şeylere şükretmektir. Örn. Evlat, mal, mülk, mevki.
Havas’ın (seçkinlerin) şükrü, Sevdiği ve sevmediği şeyleri bir tutarak, Hak’tan ne gelirse ona RAZI olmaktır. Ama bu her kişinin kârı değildir (Er kişinin kârıdır).
Havas’ül Havas’ın (makam ehlinin) şükrü, Nimeti veren Allah Zü’l Celâl’de(Celâl sahibi Allah’da) o kadar fani (yok) olmak ki, nimeti görmeye dahi vakti olmamaktır. Şükrün asıl mânâsı da budur. Teşekkür de şükür kelimesinden gelir.

EL-HAMÎD İSE; KENDİNDE, KENDİ ZÂT’INI ÖVENDİR. BU İSMİN SIFATI DA ‘’HAMD’’ DIR. HAMD; Allah’tan gelen her şeye memnun olma hâlidir. HAMD, bizim nefsimizle başarabileceğimiz bir hâl değildir. İnsanın acı ve sıkıntıyı gönlü ile hoş görmesi, hatta bunu sıkıntı ve acı olarak hissetmemesi, ancak Allah’ın o insanda tecelli etmesiyle mümkündür. HAMD, şükrün daha da üstünde bir makam olup acı, sıkıntı, belâ ne olursa,  Allah’tan her gelenden memnun olma hâlidir.

ŞÜKRÜ’Ü NEFS, HAMD’i ALLAH EDER. Çünkü ‘’Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur’’ (Fâtiha-2) ‘’Hiçbir canlı yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih etmesin’’ (İsrâ-44)

HAMD, BAŞTAN SAVILAN BELÂLAR İÇİN, ŞÜKÜR DE YAPILAN İLÂHİ İHSANLAR İÇİN OLUR.

ŞÜKÜR: Elde edilmiş olana yapılan övgüdür.
HAMD: Henüz elde edilmemiş, ancak Allah’ın daha önce verdikleri gibi yine vereceğine inanılarak yapılan övgüdür.

İmam Gazâli Hz. ‘’Kula yakışan nimetlere şükür, sıkıntı ve zorluklara sabretmektir’’ demiştir. Anlaşılacağı gibi Hamd Peygamber’e aittir (MUHAMMED/MAHMUD/HAMD EDEN). Çünkü Hamd bayrağı/Livaü’l Hamd ona verilmiştir. Hamd’in hakikatini de sadece Peygamber yapabilir. Kulların yaptığı HAMD dildedir. Ancak ‘’Dildeki davaya, elde hüccet (delil) gerek’’ denilir. Kalben taşımadığın hâlin iddiasında bulunursan, Allah kuluna henüz o makamda bulunmadığını göstermek için onu bu iddiası ile sınar.

HAMD SIKINTININ SON ÜÇTE BİRLİK BÖLÜMÜNDE YAPILABİLİR. Baştan yapılamaz, çünkü kul sıkıntının sonuna kadar RAZI olup olamayacağını bilemez. Üç bölüm ise BEDEN, NEFS ve RUH’tur. İnsan BEDEN’in ruhunun taşıyıcısı olduğunu anlar, NEFS’ini rûhuna tabî kılar yani tekâmül ettirirse o sadece RUH’tan ibâret olur ki, son üçte birlik bölüm budur. O zaman Allah, kendini kendinde HAMD eder.  

Ken’an Rıfâî, İbn’ül Arabî, Kuşeyrî, Abdülkerim Cîlî Hz. nin eserleri kaynak alınmıştır.