21 Nisan 2020 Salı

HARAM VE YASAKLAR:

Haram; dinen yapılması yasak olan her türlü eylem ve fiildir. Haram; terk edildiğinde sevap, işlenildiğinde cezâyı gerektirecek din kökenli bir inanca dayanmakta iken, yasak sadece işlenildiğinde (kanunla belirlenmiş ise) cezâya çarptırılmayı gerektirecek bir durumu temsil eden bir kavramdır.

Haram ve helâlin karşılığı âhirette cennet ve cehennemken, yasaklara uymayanların cezâsı dünyadadır.

Helâl ve haram kılma yetkisi sadece Allah’a aittir. Ancak haram ve helâller mezhep ve dinlere göre değişir.

Yasak Âdem’in yaradılışından beri var olan ve kâinat oldukça var olacak bir olgudur (yasak elma). İnsan kendi hâline ve tabiatına bırakılırsa azan ve cismâni lezzetlere dalan, zûlmâni bulutlar içinde kaybolan bir varlıktır.  Yasaklarla korunmalıdır, yoksa zamanla istidadı kaybolur ve insanlık mertebesinden düşer. Buna karşılık mûhafaza edilir, hikmet, adap, tehdit ve vaad esaslı öğütlerle terbiye edilirlerse yükselir ve nûrlanır. Dinler de tam bunun içindir. Bu nedenle ibâdetler ve bazı yasaklar ile kulun Allah’a dönüş yolunun kolaylaştırılması hedeflenmiştir.

Aslında ibâdet, haram ve yasakların arkasında çok özel sebepler ve sırlar vardır. Amaç güzel davranışlarla ahlâkı düzeltmek, insanı dine yaklaştırmak, nefsi denetim altına alarak terbiye etmek ve edepli hâle getirmektir. Gaye kulların temizlenmesidir. Çünkü Allah temizdir ve temizi sever. Nefsimizin kirlerinden temizlenmeden aslî vatana dönüş mümkün değildir. Kin, nefret, yalan, riyâ, zinâ, gıybet ve benzeri nefsâni sıfatlar kulu Allah’tan uzaklaştırır.

Burada Kur’an âyetleri ile de desteklenmiş haram ve yasaklardan İÇKİ ve KUMAR, DOMUZ ETİ, FAİZ ve SÜTKARDEŞLER ile EVLİLİK ele alınmıştır. İbnü’l Arabî Hz. bunların yasaklanma sebeplerini bâtınî açıdan ele alır.

İçki, başlangıçta övülürken yıllar içerisinde kullanımında bazı uyarılar yapılır. En sonunda da tamamen yasaklanır.

‘’Hurma ve üzüm gibi meyvelerden hem içki hem de güzel gıdalar edinirsiniz. İşte bunlarda da aklını kullananlar için büyük bir ibret vardır.’’ (Nahl, 67)

‘’Ey îman edenler! Siz sarhoş iken (ne söylediğinizi bilinceye kadar) cünüp iken de (yolcu olan müstesna) gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur veya bir yolculuk üzerinde bulunursanız yahut sizden biriniz ayakyolundan gelirse yahut kadınlara dokunup da su bulamamışsanız o zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin: Yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır’’ (Nisâ, 43)

Ey îman edenler! Ey ameli îmanla inananlar! Çünkü aynî îmanla inanan bir müminin namazında gafil olması düşünülemez.

‘’Namaza yaklaşmayın’’ huzur ve Allah’a münacat (yalvarma) makamına yaklaşmayın. ‘’Siz sarhoş iken’’ gaflet uykusundan veya hevâ şaraplarından ya da dünya sevgisinden dolayı sarhoş iken namaza yaklaşmayın. ‘’Ne söylediğini bilinceye kadar’’ münacat ederken (Allah’a yalvarırken) ne söylediğini bilinceye kadar. Ki kalpleriniz dünya meşgaleleriyle ve dünyevî vesveselerle ilgilenmesin. Aksi takdirde namazdan gafil olursunuz. Nefse şiddetli bir şekilde meyletmek, nefsin lezzetlerini tatmak, şehevî arzularını tatmin etmek, paylarını almak ve nefse yaklaşmak sûretiyle Hak’tan uzak olduğunuz zaman namaza yaklaşmayın. ‘’Yolcu olan müstesna’’ yol üzerinde yürüyen, zarûret ve maslahat (faydalanma) miktarı yararlanma yollarından birinde süluk eden müstesna.

Ölmemek ve gücü korumak için, yemek ve içmek sûretiyle beslenme yolunu yürüyen, sıcaktan ve soğuktan korunmak ve avret mahallini örtmek için giyinme yolunu yürüyen, nesli korumak için cinsel ilişki yolunu yürüyen, ama sırf hevâ uğruna bunlara büsbütün kapılmayan, hevâ ve tutkulu arzular peşinde gitmeyi, yok olmayan veya yok olması zorlaşan temel karakteri hâline getirmeyen kimse müstesna. (Nefsin sıfatlarından gerektiği kadar yararlananlar hariç)

‘’Gusül edinceye kadar’’ sufli cihetin cezbesine kapılmaktan meydana gelen hâllerden tevbe ve istiğfar suyuyla temizleninceye kadar.

‘’Eğer hasta olursanız’’ Eğer kalpleriniz hasta olursa, ölümcül rezilliklerle sağlığını yitirmişse, ‘’veya bir yolculuk üzerinde bulunursanız’’ nefsin talebi nedeniyle hırsla, cehâlet ve şaşkınlık çöllerinde yolculuğa çıkmış iseniz, ‘’yahut sizden biriniz…gelirse’’ mal kiriyle meşgul olmaktan, maddi kırıntılar kazanmaktan dolayı dünyevi sevgi ve eğilimle kirlenmiş, bu hâl içinde köklü bir karakter haline gelmiş olarak gelirse ‘’yahut kadınlara dokunursanız’’ nefislere eşlik etmişseniz, ‘’ve su da bulamamışsanız’’ sizi bundan uzaklaştıracak, sizi ondan arındırıp temizleyecek bir ilim bulamamışsanız, ‘’o zaman temiz bir toprak ile teyemmüm edin’’ o zaman istidâdınızın temiz toprağına yönelin, fıtrî istidâdın aslına dönün, ‘’sürün’’ fıtrî istidâdınızın nûrundan sürün ‘’yüzlerinize ve ellerinize’’ mevcut zâtlarınıza ve sıfatlarınıza onların düzeyine inmek sûretiyle sürün. Çünkü bu toprak onların etkilerini silecektir ve önceki gibi berrak ve saf hale getirecektir.

‘’Şüphesiz Allah çok affedicidir’’ bu karanlık ve perdeleyici melekelerin kökleşmişliğini affeder, bütünüyle ortadan kaldırır. Böylece istidâdınız arınır ve bunun sonucunda Allah ile buluşmaya ve O’na münacat etmeye (dilekte bulunmaya) hazır hale gelirsiniz.

‘’Ve bağışlayıcıdır’’ sıfatları ve zâtıyla sizin sıfatlarınızı ve zâtlarınızı örter.

‘’Sana, şarap ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki: Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için birtakım faydalar vardır. Ancak, her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür. Yine sana iyilik yolunda ne harcayacaklarını sorarlar. ‘’İhtiyaç fazlasını’’ de. Allah size ayetleri böyle açıklar ki düşünesiniz’’ (Bakara, 219)

‘’Sana ……sorarlar’’ hevâ ve dünya sevgisi şarabını ve nefsin hazzın cezbesine kapılıp aldanması kumarını sorarlar. De ki: ‘’İkisinde de büyük bir günah vardır’’ Perdelenme ve uzaklık vardır. ‘’Ve insanlar için bir takım faydalar vardır’’ Geçim, nefsâni hazlar elde etme, aşağılık ve bulanık heyetlerden ve hüzünlendiren kederlerden gafil olma neticesinde sevinç türünden birtakım faydalar vardır. (Allah nefsin bazı sıfatlarını ayakta kalma sebebi kılmıştır)

‘’Ey îman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar, fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı anmaktan ve salâttan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?’’ (Mâide, 90-91) İbnü’l Arabî Hz. Tefsir-i Kebîr Te’vilât

Şarap hevâ ve dünya sevgisi, kumar nefsin hazzının aldatması, dikili taşlar ise put ettiklerimizdir. Fal gelecek hakkında bilgi almak olup, Allah bunu şiddetle yasaklamıştır.

Özetle; Allah dünya sevgisinden sarhoş ve nefsinin sıfatlarının şiddetli etkisi altında iken bana ve benimle münacaat (yakarma, dilekte bulunma) makamına yaklaşmayın demektedir.

Özellikle içki yasağına daha bâtınî açıdan bakacak olursak; İçkinin başlangıçta övülüp, sonra yasaklanmasının bir nedeni de, insan mânevî yolculuğunun başlarında dünyaya ve maddeye ihtiyaç duyar. Ancak hedef her şeyi birlemek ve Allah’tır. Şarap aşktır ve aşkta ikilik vardır. Bu nedenle başta serbest olan ikilik (şarap/aşk) yerini tekliğe bırakmak zorundadır.

‘’Allah size ölüyü haram kıldı…..’’ (Bakara, 173) İçindeki kan donduğu ve mizacının sapması neticesi itidalden (dengeden) uzaklaştığı için haram kılındı. (Örn. Konuşmanın itidali Hikmet, ifratı yani aşırısı taşkınlık, tefriti yani azı akılsızlık ve bönlüktür. Öfkenin itidali cesaret ve atılganlık, ifratı öfke patlaması, tefriti ödlekliktir. Şehvetin itidali iffet, ifratı sapıklık ve fuhuş, tefriti hadımlık ve donukluktur)

‘’Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanmış, boğulmuş, vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş hayvanlar ile canavarların yediği hayvanlar(ölmeden yetişip yediğiniz müstesna) dikili taşlar üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar yoldan çıkmaktır. Bugün kâfirler, sizin dininizden ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, Benden korkun. Bugün size dininizi ikmâl ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim. Kim, gönülden günaha yönelmiş olmamak üzere açlık halinde dara düşerse (haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.’’ (Mâide, 3 -En’am, 145- Nahl, 115))

 ‘’Leşten’’ maksat, şehvetin tamamen sönmesidir. Bu ise iffete aykırı aşağılayıcı bir tefrittir. Bu nimet içinde yaşamayı terk edenlerin, doğuştan şehevi duygulara karşı ilgisiz olan kimselerin, istidatları eksik olduğunda sülukta yetersiz kalanların durumunda olduğu gibi şehevi güç itibariyle denge yitirildiği için zorunlu yararlanma miktarını gerçekleştirmekten acizlik bu kapsama girer. ‘’Kan’’ yani amellerde nefsin hevâsından yararlanma haram kılındı. Çünkü hevâ ve heves amele karışır, bulandırırsa ameli bütünüyle bozar.

‘’Domuz eti’’ yırtıcılık, oburluk ve deyyusluk (eşini kıskanmama) gibi haller yiyenin tabiatına galip olacağı ve eti yiyenden bu karakterlere sahip nesiller dünyaya geleceği için haram kılındı. Ayrıca hırs ve aç gözlülükle gerçekleştirilen tüm yararlanma çeşitleri haram kılınmıştır. Çünkü insanların sahip olduğu kuvvetlerin en iğrenç olanı, kemâl ve kurtuluş yolunu en çok tıkayan hırs kuvvetidir.

‘’Allah’tan başkası adına boğazlanmış’’ riyâ ile gerçekleştirilen riyâzet ve ameller, ayrıca Allah’tan başkası için yapılan bütün işler haram kılınmıştır. Çünkü nefsin kırılması, ezilmesi, nefse muhalefet, ancak Allah için olduğu zaman güzel ve erdemli, sülûkta yardımcı bir fiil olabilir. Allahtan başkası için olunca, bu davranış şirk olur. Şirk ise en büyük günahlardandır.

‘’Boğulmuş’’ nefsi, faziletler elde etmek ve güzel fiiller işlemekle rezilliklerinden hapsetmek ve çirkinliklerinden içinde heva olacak şekilde sûreten men etmek de haram kılındı. Çünkü nefsani fiiller Allah için ezildiği, bastırıldığı zaman güzel olur. Tıpkı hayvanın kanının Allah için boğazlanmak sûretiyle dışarıya akıtılması gibi. ‘’Vurulup öldürülmüş’’ İstemediği ve bir anlamda zorlandığı halde nefisten faziletlerin sudur etmesi de haram kılınmıştır.

‘’Boynuzlanıp ölmüş’’  Kendisine benzer birinin korkusu ve baskısıyla sadır olmuş fiiller de haramdır. ‘’Canavarların yediği’’ gazap gücünün şiddetiyle ortaya çıkan gurur, hamiyet ve gazabın istilası gibi iffet kapsamına giren erdemler haram kılınmıştır. ‘’Ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna’’ başkasından gelen baskıdan sonra alıştığınız ve adet haline getirdiğiniz şeyler müstesnadır. ‘’Dikili taşlar üzerine boğazlanmış’’ akli ve şeri bir amaç olması hali müstesna, kaldırılması gereken adetlere dayalı olarak fiiller de haram kılınmıştır.

‘’Ve fal oklarıyla kısmet aramanız’’ Allah’ın kaza ve kaderine güvenerek, talebinizi elde etmek için çalışmayı ve çaba göstermeyi terk ederek, kemâlat ve mutluluğu talihlerden beklemeniz (nasibimiz varsa mutlaka gerçekleşir demeniz) haram kılınmıştır. Kader kapsamında kişinin kemâli çalışmaya bağlı kılınmış olabilir. Neticede kaderde ne yazıldığı bilinemez.

‘’Kim dara düşerse (bunlardan yemeye mecbur kalırsa)’’ saydığımız haram şeylerden biriyle ilgili olarak dara düşerse, gönülden günaha yönelmiş olmamak, dinden sapmamak, rezilliklere yönelmemek şartıyla……….. ‘’Allah çok bağışlayıcıdır’’ sıfatlarının birinin nûruyla kulunun bu durumunu örter. ‘’Bağışlayıcıdır’’ kemâli ortaya çıkarmak ve kemâlin önündeki engelleri kaldırmak sûretiyle tavfik yardımını sunarak merhamet eder.

 ‘’Faiz yiyenler, şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar. Bu hâl onların ‘’ alım-satım tıpkı faiz gibidir’’ demeleri yüzündendir. Hâlbuki Allah, alım-satımı helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kimse Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve artık onun işi Allah’a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar’’ (Bakara, 275)

‘’Faiz yiyenler…..’’ Faiz yiyen kişi, diğer tüm büyük günahları işleyen faizciden çok daha zor durumdadır. Çünkü her çalışıp kazanan kişi, kazancı ile ilgili olarak az veya çok tevekkül eder. Tüccar, ziraatçı ve zanaatkâr gibi. Onlar rızıklarını, kazançlarını, akıllarını belirlemezler. Kazanmaktan önce kazançlarının ne olacağını bilmezler. Nitekim Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: ‘’Allah mümini onun hesap etmediği yerden rızıklandırmayı ister’’  Faiz yiyen kimse ise, kendisinden borç alan kimseden kazanacağını, rızkını önceden tayin eder, borç alan kimse ister kâr etsin, ister zarar etsin bu böyledir. Böylece faiz yiyen kimse, bu muamelede nefsini kendi ile Rabbi arasına sokar, nefsiyle Rabbinden perdelenir. Onun muamelesinde tevekküle hiç yer yoktur. Böylece cinler onu kaparlar, çarparlar.

Bunun üzerine Allah onu nefsi ve aklıyla baş başa bırakır, korunmasından ve vekâletinden çıkarır. Kıyamet günü kalktığında ise onunla Allah arasında bir rabıta olmaz. Oysa sair insanlar, tevekkül aracılığıyla kendileriyle Allah arasında bir bağ kurarlar. Faiz yiyen kimse bu yüzden şeytan çarpmış saralı gibi olur.

‘’Bu hal onların alım-satım tıpkı faiz gibidir’’ diyerek yaptıkları kıyas ile perdelenmeleri yüzündendir. İlk kıyas yapan da İblis’tir (ben ondan üstünüm). Bu yüzden de kovulanlardan olurlar. (Tefsir-i Kebir Te’vilât Syf. 166-167)

 ‘’Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşin kızları, kız kardeşin kızları, sizi emziren analarınız, sütkardeşleriniz,  eşlerinizin anaları, kendileriyle birleştiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı. Eğer onlarla birleşmiş değilseniz (evliliğiniz son bulduğunda) kızlarını almanızda size bir sakınca yoktur. Kendi sülbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi birlikte almak da size haram kılındı; ancak geçen geçmiştir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.’’ (Nisâ, 23)

Başka annelerden doğmalarına rağmen aynı sütanneden süt emen çocuklar sütkardeş sayılırlar. Kur’ân’da geçen bu süre kabul görmesine rağmen pek anlaşılamamış, ancak 1970 yılında yapılan bir çalışmanın sonucu bunun nedenini açıklamıştır. Yüce Yaradan’ın bize yasakladığı veya emrettiği her kuralın arkasında çok önemli bir sebebin ve kullar için bir yararın olduğu bir kez daha kanıtlanmıştır.

Şöyle ki; Emziren kadın, emzirdiği çocuk doğurmadığı bir çocuk olsa bile sütü yoluyla genlerini o çocuğa vermektedir. Daha da ilginci bebeğe babadan gelen genler de sütannenin genleri ile değişmektedir. Yâni emziren anne, gerçek anne olmaktadır. ‘’Sizi emziren sizin annenizdir’’ ayeti ortaya çıkmaktadır. Aynı zamanda bu annenin emzirdiği çocuklar da gerçekten kardeş olmaktadırlar.

Sizi emzirenler sizi ister doğuranlar olsun, ister doğurmayanlar olsun gerçekte sizin genetik annenizdir. Bunun yanında sizi emzirenin hem emzirdikleri hem de doğurdukları sizin gerçekten genetik kardeşlerinizdir. (Dr. Lütfi Hocaoğlu www.akevler.com)

Bakara, 228: ‘’Boşanan kadınlar, kendi kendilerine üç iddet süresi beklerler. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanmışlarsa Allah’ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri kendilerine helâl değildir. Kocaları bu iddet müddeti içerisinde barışmak isterlerse eşlerini geri almakta daha çok hak sahibidirler……….’’

Yapılan bilimsel çalışmalar boşanmış kadınların ancak üç iddet dönemi bekledikten sonra yeniden evlenmeleri ve çocuk sahibi olmaları gerektiğini, aksi takdirde eski eşinin kodlarının doğacak çocukta etken olacağını ortaya koymuştur. Ayrıca birliktelik kocanın vefatı ile sona ermişse, yaşanan üzüntü nedeniyle bu kodların kadının bedeninde bir süre daha kalabileceğini, buna bağlı olarak kadının eski eşinin kodlarından tamamen temizlenme süresinin dört ay on gün olabileceğini açıklanmışlardır. Sadakallâhül Azim.

 

 




UCUB (KENDİNİ BEĞENMİŞLİK): 

Nefs-i emmâreye ilişkin tartışmalar (her ne kadar Allah’ın lutuf ve yardımı olmaksızın hiçbir şeyin başarılamayacağı görüşü kabul görse de) kişinin kötü niteliklerine ve bunların terbiye edilerek giderilmesi gerekliliğine yöneliktir. Nefsin en kötü niteliklerinden birisi kendi kendisiyle memnun olmasıdır. Kendimizin iyi olduğunu düşündüğümüz sürece alışılageldik durumdan hiçbir zaman çıkamayacağız demektir. Özellikle tehlikeli olan ise nefsin Allah’ın emirlerine uyduğu zaman O’na bir iyilik yaptığını düşünme eğilimidir. Daha da kötüsü riyâ ve nifâktır ki bu iki nitelik, nefislerinin toplumda saygı görme ve konum elde etme arzularına erişebilmek için şeriatı gözeten kimselere âittir.

Âdem’in yaratılış kıssasında Kur’ân iki çeşit mahlûku kınar: Melekler ve İblis. Elbette melekleri daha usulca eleştirir fakat onları itaatlerinden ötürü değer kazandıklarını düşünmeleri sebebiyle kınamaktan geri durmaz. Kendilerini beğenmeleri, onları Allah’a Âdem’in yaratılışı hakkında soru sormaya ve kendilerini övmeye sevk etmiştir. ’’Biz seni hamd ile tesbih ve seni takdis ederiz’’ (Bakara, 30) İblis ise kendi üstünlüğüne inanan, kendini beğenmiş nefsin prototipidir (ilk örneğidir). Mottosu (sloganı) da oldukça basittir. ‘’Ben ondan daha üstünüm’’ (Sâd, 76)

Arınma yolu nefsin unutkanlığını silmeyi, Allah’ın hakîkatini ve O’nun dini teklifî emrini (Peygamberin yolunu) tasdik etmeyi gerektirir. Burada iki şey eş zamanlı olarak ilerlemelidir. Bir taraftan kişi Allah’ın kulu olduğu ölçüde şerîatın emir ve yasaklarını gözetmeye çaba göstererek kendini ortaya koymalı, diğer taraftan Allah’a giden yolda (tarîkat) ilerlediği ölçüde amacına yâni hakîkate erebilmek için kendini yok etmelidir. Üstesinden gelmeye çalıştığı olumsuz nitelikler tam da nefsin kendini beğenmesine bağlı olanlardır. Eğer kişinin niyeti saf değilse şerîatın pratiklerini yerine getirme egosunu yıpratmaktan çok egosunu yeniden inşa eder. Bundan dolayı kişinin ihlâs sahibi olması gerekir. Çünkü ihlâs, kalbi saflaştırmak, sırf Allah için hareket etmek ve Allah’tan başka her şeyi kalpten çıkararak tevhîdî amele dökmektir.

Yarın âhiret yurdunda ‘’sıdk meclisinde’’ (Kamer, 55) bulunanlar ve Hakk’ın Ceberutuna yakın olanlar bu dünyada diğerlerinden daha yüksek ve büyük olmayı istememiş olanlar olacaktır. Bu kişiler burada kendilerini daima başkalarından daha küçük ve düşük mertebede görmüşler, kendilerini asla beğenmemişlerdir.

Ey civanmert! Kendini beğenme! Benlik yoluna girme çünkü benlikten kimse fayda görmedi. İblis’in başına gelen de benlik davasından geldi. Din büyüklerinden birisi İblis’i gördü ve ‘’bana ne öğüt verirsin’’ diye sordu. O da ‘’Benim gibi olmamak için aslâ ben deme’’ dedi.

Bu tarîkat sâliklerinin ve hakîkat civanmertlerinin yoludur. Bununla birlikte şerîat yolunda benlikten vazgeçmek câiz değildir. Çünkü şerîatte işler sana dönmüştür. Şerîatte benliği nefy (red) etmek küfür, hakîkatte benliği ispat şirktir. Şerîat makamında ‘’ben’’ de, hakîkat makamında ‘’O’’. Aslında hepsi de O’dur. Şerîat fiiller, hakîkat hâllerdir. Fiiller sana bağlıdır, hâller O’nunladır.

Kur’ân Firavun’u insanların en kötüsü, insan sûretinde bir İblis olarak tasvir eder. Nitekim ‘’Ben, sizin en yüce Rabbinizim’’ (Nâziât, 24) diye bir iddiada bulunmuştur. Yeryüzünde hiç kimse kendisini üstün görenden daha aşağı ve değersiz, hiç kimse de kendisinin temizlenmiş olduğu sanandan daha kirli değildir. İki şey gerekir: Senin muhtaçlığın, O’nun desteği. Muhtaç olan geri çevrilmez, O’nun yolunda olan ise O’nun kandili ile yürür.

Hadis edebiyatında kişinin kendi dindarlığından memnun olması genellikle ‘’kendini beğenme’’ ve ‘’kendini hârikulâde görme’’ anlamına gelen UCUB olarak adlandırılır. Ucub, yoldaki gulyabanidir (yol kesici). Ucub, insanın kendi ibâdetini önemli bulması, hizmeti kendinden bilmesi ve kendine iftihar nazarıyla bakmasıdır. İlâhi haberin hükmüne ve nübüvvetin fetvâsına göre böylesinin tâati kendi boylarının ötesine aslâ ulaşamaz.

Ucub, ibâdet ve tâatin Allah nezdinde beğenilen bir hizmet olduğunu düşünmek, bu zanna dayanarak kendi kendine sevinç ve mutluluk duymak, ‘’bu benim sıfatım ve kuvvetimdir’’ diye düşünmektir. Ucba düşen kimse bütün bunların kendisine Allah’ın lütfu ve ihsânı olduğundan gafildir. Gece vakti rûhsuz bir şekilde Kur’ân okuyarak iki rekât namaz kılan, ertesi gün kibir düğümünü örüp varlıklarıyla yerlere ve göklere nimet bahşettiklerini sananlara ne demeli?

Kibir İblisin sıfatıdır. İblis Allah’a şöyle seslenir: ‘’Bana Âdem’e secdeyi emretmiştin, ben secde etmemiştim ama Âdem’e de buğday yememeyi emretmiştin, o yedi. Bir ona bir de bana.’’ Denilir ki, ikisi de emre baş kaldırmasına rağmen ikisinin arasında fark vardır. Âdem’in ayağını kaydıran şehvet, İblis’i yoldan çıkaran ise kibirdi. Kibirli olmak şehvete kapılmaktan daha kötüdür. Şehvetten kaynaklanan günah affedilir, kibirden kaynaklanan günahın içinde ise îman kaybolur. Nitekim Allah şöyle nida etmiştir: ‘’Kibriyâ (ululuk) benin libasım, azamet de örtümdür. Bu ikisinde benimle boy ölçüşmeye kalkanı ezerim.’’

Dikkat et! Sakın eksik, kusurlu amellerine ya da o küçük aklına kendini beğenme gözüyle bakma. O’na vâsıl olmak istiyorsan, kendi aklın ve ameline güvenme, O’nun lütfundan iste. ‘’Allah’ın lütuf ve rahmeti üstünüze olmasaydı içinizden hiç biriniz ebediyen temize çıkmazdı’’ (Nûr, 21)

Kişi kendi amellerine dayanınca kendi başına bırakılır. Kişi O’nun lütuf ve rahmetine dayanınca naim cennetlerinin de ötelerine ‘’Kudretli bir Melik’in katında doğruluk meclisine’’ (Kamer, 55) götürülür.

Hz. Peygamber (sav.) ‘’Hiçbiriniz ameliyle kurtulamayacaktır’’ buyurdu. ‘’Sen de mi, ey Allah’ın elçisi?’’ diye sordular. ‘’Evet, Allah beni rahmeti ile kuşatmadıkça ben de’’ diye cevap verdi. (Wıllıam C. Chıttıck/İlâhî aşk Syf. 128- 129, 183- 189)

UCUBE de UCUB kelimesinden türemiştir. Çirkin şey anlamındadır.

13 Nisan 2020 Pazartesi


SON BAŞA DÖNMEKTİR:

Yıllarca şöyle okuduk, dinledik. İnsan ezelde, rûhlar âleminde kabul ettiği ismi, kaderi ne ise onu kabul ettikten sonra dünya vatanına gelecek, önceden takdir edildiği kadar bir ömür yaşayacak ve sonunda başlangıçta neyi kabul etti ise ahde vefâ göstererek aslına dönecektir. Hatta bu anlayışı destekleyen ‘’şakî şakîdir anasının karnında, saîd saîddir anasının karnında’’ hadisi de çokça kullanılmıştır. Yine şöyle denilmiştir. Kişinin ismi ezelde saîd (mutlu) olmasına rağmen ömrünü şakî (mutsuz) olarak geçirebilir. Ancak son nefeste yine saîd olması kararlaştırıldığı için tövbe edip saîd olacaktır. Veya tam tersi şakî olan saîd olarak yaşayıp son nefeste şakî olacaktır.

İbnü’l Arabî Hz. der ki; ‘’İnsanın dışında âlemde bulunan bütün yaratılmışlar bilinen makamlarında bulunurlar. Her hayvan ve bitki kendi hakîkatinde sabittir. Örneğin havuçlar şeftaliye dönüşemezler. Buna zıt olarak insanlar dış sûretlerinde sabit ve değişmezken, iç sûretlerinde sonsuz çeşitlilikte olup, her an değişirler. Bu nedenle de insanın makamı ölüm anına kadar değişebilir, ölüm anında sabitleşir. Yani, insanlar ‘’bilinen makamlarına’’ ölüm anında ulaşırlar. İster melek olsun, ister bitki, ister hayvan, ister mineral (insan ve cinler dışında) diğer bütün yaratılmışlar kendi sabit makamlarında yaratılmıştır ve bu makamın içinde yaşarlar.’’ (Hayal âlemleri Syf. 55-56)

Allah katında Âyân-ı sâbite’ler yani sabit hakîkatler değişmez. İnsan ‘’Kün’’ ile varlık bulup, ‘’mirac’’ ile daireyi tamamlayacak ve aslına rücu edecektir.

‘’Pekiyi, giden nereye gidecektir?  Sılasına. Çünkü sıla doğum yeri, yani vatan demektir. Ölüm kendilerini bilmeyenler içindir. ‘’Müminler ölmez, âhirete intikal ederler’’ hükmünce ölüm diye bir şey yoktur. Ölüm bir ‘’metamorfozdan’’ yahut intikalden ibârettir. Ölüm bedene ait bir keyfiyettir. Ölüm bir çözülmedir.

Rûhları görmüyor musun? Onların hayatları kendilerinden kaynaklandığı için ölmeleri kesinlikle mümkün değildir. Cismin görünen canlılığı, rûhun canlılığının bir eseridir. Bu durum, yeryüzüne yansıyan güneş ışığının güneşten olmasına benzer. Güneş battığında, ışığı da kendisini takip eder ve yeryüzü karanlık kalır. Rûh da bedenden ayrılıp gittiğinde, rûhtan canlı bedene yayılmış hayat kendisini takip eder ve beden görünüşte cansız olarak kalır. Böylece falanca ölmüştür denilir. Hakîkatte ise aslına dönmüştür.’’( Lütfi Filiz Hz.)

Ancak bu kadarı konunun sadece kişiye ait kısmı. Peki evren/kâinat için de sonun başa dönmesi söz konusu değil midir? Söz konusudur, çünkü kâinat canlıdır ve aynen insan gibi, zaman zaman hastalanır. O nedenle büyük harpler, kasırgalar, tayfunlar ve benzeri olaylar hep dünyadaki hastalıkların habercisi olarak düşünülmelidir. Kâinat da insan gibi doğar, yaşlanır ve ölür. Ölürken de bir yenisi meydana gelir.

Dünyada kıyâmetin kopması dünyanın yok olması değildir. Dünya sonunda yok olacaktır ama onun yerine başka bir dünya oluşacak ve hayat, o oluşan yeni gezegende devam edecektir. Çünkü Allah bâkidir ve bekâsını bildirmek için insanı yaratmıştır. (Lütfi Filiz Hz. Syf.365) (Allah Âlem/Kâinat aynasında kendini seyretmekten vazgeçtiği an her şey yokluğa geri döner)

Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için İNSAN ve KÂİNAT’ın aslında ne anlama geldiğinin ve aralarındaki ilişkinin anlaşılmaya çalışılması gerekir.

Kâinat/evren/kosmos; Allah’tan gayrı olan her şeydir. İbnü’l Arabî Hz. felsefe teolojinin ıstılahî (özel) dilini kullanarak Tanrı’ya ‘’vücûd’’ demektedir. Bu kelime ‘’varlık’’ veya ‘’varoluş’’ anlamına da gelmektedir. Arapça vücûd kelimesi hem Allah hem de başka şeyler için kullanılmaktadır. Sadece tek bir vücûd vardır ve bu da Allah’ın vücûdudur. Âyân-ı sâbite vücûd kokusu almamıştır. Çünkü yoklardır. (Wıllıam C. Chıttıck / İbnü’l Arabî Syf, 50-56-57)

‘’Kâinat; Allah’ın ilm-i ilâhisinde mevcûd olanların meydana çıkması yahut ‘’Âyân-ı sâbite’’ denen ilminin zuhûr/görünür âlemine yansımasıdır. Bunun için de kâinattaki her şey ve her olay birer âyet-i ilâhidir ve kâinat bir kitap olarak kabul edilir. Kâinat Âdem zuhûr âlemine gelmeden önce yaratılmıştır. Kâinatın insan bedeninden önce yaratılma nedeni, o bedenin rızkının kâinattan sağlanacak olmasıdır. Allah kâinattaki maddi ve mânevî her şeyi bir düzen içinde yaratmıştır.

Âdem’in yani ilk yaratılan İNSAN’ın ilk tecellisi tıpkı Ay’ın hilâlden dolunaya geçişi gibidir. Dolunay Hz. Peygamber’in teşrifidir. Bu durum ‘’zuhûrun kemâlidir’’. Zuhûrun kemâli Hz. Peygamberle tamamlandıktan sonra, bu kez ‘’kemâlin zuhûru’’ başlamıştır. Bu da vârisleri vâsıtasıyla devam ettirilmektedir. Peygamberimizin ‘’ümmetimin âlimleri Benî İsrâil Peygamberleri ayarındadır’’ demesinin nedeni budur. Artık, dolunay tekrar incelmeye başlamış, yani Îsevilik, Mûsevilik, İbrâhimiyet, Nûhluk ve Âdemiyet’e (başa) dönüş yoluna girmiştir. Bu da bir devirdir ve içinde bulunduğumuzun on sekizinci devir olduğu söylenmektedir. Kâinattaki ve dünyadaki devirlerin sayısını bilen yoktur. Bugüne kadar kim bilir kaç kıyâmet kopmuş ve yerine kaç kâinat ve dünya meydana gelmiştir. Kâinatta dairenin tamamlanmasına ‘’devran’’ denir. Bu devranın kaç kere tekrarlandığı bilinmemektedir. İnsan da Kâinat gibi bir hayalden ibârettir ve zamana tabî olarak yaşlanma adı verilen devamlı bir değişim içindedir.’’  (Lütfi Filiz Hz. Cilt. 1 Syf. 321-325)

İbnü’l Arabî Hz. bu konuyla ilgili olarak Fütühat-ı Mekkiye adlı eserinde bir vakı’a dan bahseder. ’’Şeyh hayal âleminde Kâbe’de tavaf ederken kendisinden binlerce yıl önce yaşamış bir insanla karşılaşır. O kişi tanımadığı bir isimle kendisini tanıtır ve ‘’Ben senin soyundan, atalarından biriyim’’ der. Şeyh de ‘’Öleli kaç yıl oldu’’ diye sorar. Kişi ‘’Kırk bin yıldan hayli bir süre’’ diye cevaplandırır. Şeyh ‘’Ama Âdem bu kadar yıl yaşamıyordu ki’’ deyince, kişi ’’Hangi Âdem’den söz ediyorsun? Sana en yakın olandan mı, yoksa bir başkasından mı’’ diye cevap verir. Şeyh o vakit Hz. Peygamber’in ‘’Allah yüz bin Âdem yaratmıştır’’ hadisini hatırlar ve bu kişinin de onlardan biri olduğunu düşünür. (Hayal âlemleri Syf. 131)

İnsan ile Kâinat arasındaki ilişkiye dönersek; İnsan ile kâinat ikizdir. İnsan icmal (özet), kâinat tafsildir (çokluk).  Hatta Âyân-ı sâbite’nin zuhûru kâinat, kâinatın özeti de insandır diyebiliriz. İnsan küçük âlem (mikro kosmos), âlem büyük insandır (makro kosmos).

Burada kastedilen İNSAN; İnsan-ı Kâmil’dir. Allah’ın ’’Sen olmasaydın, sen olmasaydın felekleri yaratmazdım’’ kutsî hadisinde kastettiği, Hz. Peygamber yani İnsan-ı Kâmil’dir. Çünkü İnsan-ı Kâmil’ler her şeyi kendinde toplayan olduğu için bir tanedir ve Hz. Peygamberdir. İnsan olmasaydı kâinat olmazdı. İnsan-ı Kâmil’ler kâinattır. Kâinattaki olaylar Kâmilin ahvali üzerine cereyan etmekte, kâmilden doğan celâlli ve cemâlli keyfiyetler aynen kâinata yansımaktadır. (Lütfi Filiz Hz.)

İbnü’l Arabî Hz. göre Vâhid/ BİR olan varlık birliğinde durdukça zuhûru mümkün değildir. Vâhid ancak kendi sûreti ile ÇİFT hale gelmekte ve zuhûr etmektedir. Buna göre Hakk’ın vücûdu, varlığın sûreti olan İNSAN ile ÇİFT hale gelmiştir. İNSAN, Hakk’ın zâtından ilk taayyün sonucu zuhûr eden ve tüm varlığı icmâlen kendisinde barındıran ‘’Nûr-i Muhammedî’’ terimi yerine kullanılmıştır. (Osman Nuri Küçük/Sayılar ve Rüyalar Syf. 128)

Abdülkerîm el-Cîlî Hazretleri der ki; ‘’İnsan-ı Kâmil Hz. Muhammed’den (sav) ibârettir. ‘’İNSAN’’ lafzı ile tesmiyemde (adlandırmakta) mutlâk ‘’İNSAN-I KÂMİL’’ makamına işâretim vardır. Şurası da malûmun olsun ki İnsan-ı Kâmil hakâik-i vucûdiyyenin kâffesine (hakîki vücudun bütününe) mukâbil olur. Letâfetiyle hakâik-i ulviyeye, kesafetiyle hakâik-i sufliyyeye mukâbil olur (latifliği ulvi, kesifliği süfli yönünün karşılığıdır).

Velhasıl İnsan-ı Kâmil tüm âlemleri kapsar. Kâinatta görünen her ŞEY’in İnsan-ı Kâmil’de bir karşılığı vardır. Kâinat ile İnsan-ı Kâmil’i karşılaştırırsak ve ifâdeleri sadeleştirirsek:
Arş İnsan-ı Kâmil’in kalbine, Kürsi enâniyetine (benliği), sidre makamına, Kalem (İlk akıl/Akl-ı Küll) aklına, Levh-i Mahfûz nefsine, anasır (dört unsur) tabiatına, Heyûla (ilk madde tozu) kâbiliyetine, Hebâ (ilk madde) heykeline, Atlas feleği görmesine mukâbildir (karşılıktır). Kuvvetlerinden; Zûhal dokunma, Müşteri koruma, Merih hareket, Şems söz, Zühre tat, Utarit koklama, Kamer duyma, ateş hararet, hava rutûbet, su soğukluk, toprak kuruluk mukâbilidir. Sonra havatırıyla (düşünceleriyle) melâikeye, vesvesesiyle cin ve şeytana mukâbildir. Hayvanatında; Aslan kuvveti, Tilki hilesi, Fare hırsı, Kuş rûhaniyetidir. Ateş safraya, Su balgama, Hava kana, Toprak sevdaya mukâbildir. Ağız suyu, tükürüğü, sümüğü, teri, kulak kiri, gözyaşı ve idrarı ile 6 denizdir. Deri altındaki kan damarları ise 7. denizdir. Zât’ından ibâret olan hüviyetiyle cevhere, evsafıyla a’raza, azı dişleriyle cemâdata mukâbildir. Kılları ve saçlarıyla nebâdata benzer. Şehvetiyle de hayvana mukâbildir. (İnsan-ı Kâmil Syf. 379-380)

Konuyu özetleyecek olursak: Hakk’ın mir’atı (aynası) İnsan-ı Kâmil olduğu gibi, İnsan-ı Kâmil’in mir’atı da Hakk’tır. (Cîlî Hz.) İnsan-ı Kâmil belirtildiği gibi Muhammedi hakîkati icmâlen zâtında barındıran bir varlıktır ve aynı zamanda kâinat ile ikizdir. Tüm kâinat İNSAN da cem edilmiştir. Allah kendini İNSAN ile açığa vurmaktadır. Allah Peygamberi kendi nûrundan, diğer bütün yaratılanları Hz. Peygamber’in nûrundan yaratmıştır. Evrende her şey önce Peygambere, sonra Allah’a ulaşır. Her şey de Peygamber’den zuhûr eder. Lütfi Filiz Hz. İnsan-ı Kâmil’ler (Peygamber) için ‘’ruhların kabridir’’ der. Yani O’ndan gelir, O’na döneriz. (Kara delik, ak delik. Siyah nûr, beyaz nûr) O Hakk mertebesidir. Muhammedi hakîkat zuhûra çıkmak için bir bedene ihtiyacı duyar. Bu beden zamana bağlı olarak bir ömre sahiptir ve nihayetinde toprak olan beden dünyada kalır rûh aslına döner. Nitekim Hz. Peygamberin mübârek vücûdu da toprak olmuştur. Ancak mânâ hiç kaybolmaz ve her yüz yılda bir İnsan-ı Kâmil’in gelmesi ve kâinatın yenilenmesi söz konusu olur.

‘’Her Peygamber bir rehberlik kaynağı ve İnsanî kemâlin birer modelidir. Bir Peygamberi takip ederek Allah dostluğu makamına erişen kimseler, bu Peygamberden bir ‘’miras’’ almaktadırlar. Her devirde 124.000 Allah dostu VELİ olmalıdır çünkü her peygamber için en azından bir vâris olmalıdır.’’  (Wıllıam C. Chıttıck/İbnü’l Arabî Hz. Syf. 22-24)

Bu arada Hakk’ın vekilinin Hz. Peygamber, Hz. Peygamber’in vekilinin/AYNA’sının da İnsan-ı Kâmil’ler olduğunu tekrar hatırlatalım. İnsan-ı Kâmil’ler Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının sahibi olmaları nedeniyle âlemde tedbir ve tasarruf sahibidirler. Her an Allah’ın bir ismi kâinata hükmeder. Celâl’li dönemlerde kâinatta bazı hastalıklar, kasırgalar ve depremler ortaya çıkarken, Cemâl’li dönemlerde icatlar, ilim ve huzur artar. Celâl aslında cemâli örten perdedir. Kullar bunu genellikle olaylar nihayete erince kavrayabilmektedir. Kavrayabilmek de belli bir farkındalık gerektirir.

Allah adeta kullarını Rahmete gark eder. Onları temizlemek için sebepler yaratır. Örneğin ŞEHİTLİK bunlardan sadece biridir. Suda boğulan, toprak altında kalarak ölen, bebeğini doğururken ölen, yılan ve akrep sokmasından ölen, salgında ölen, savaşta ölen, yanarak ölen, mal, can ve namus uğruna ölen, kanserden ölen, 90 yaşında ölen, hatta eşi tarafından aldatılan hep şehit sayılır. Ve bir ŞEHİT çevresindeki 70 kişiye şefaat eder. Şefaat nedir günahlarının bağışlanması. Ailesinde bu şartlarda ölmeyen bir kişi var mıdır? Allah kullarını affetmek için bahaneler yaratmış. Bütün bu celâl gibi görünenler aslında birer temizlenme ve arınma sebebi. Denilir ki bir sivrisineğin ısırması ile oluşan acı dahi bir temizlenmedir.

Bu dünya geçici bir mekân ve bizleri asıl vatanımıza geri döndürecek bir köprü. Bize düşen bir an önce bu köprüden dünya cehennemine düşmeden geçmeye çalışmak. İpuçları verilmiş, akıl verilmiş, her köşe başına işaretler konulmuş. Kural diye konulan ve uyulması için bazen cennet bazen de cehennem sembolleri ile anlatılan her şey aslında bizi sılamıza kavuşturacak kolaylıklar. İlk sıla İnsan-ı Kâmil’dir. Çünkü bütün yaratılmışlar yukarıda belirtildiği gibi İnsan-ı Kâmil’in hücre ve parazitleridir. Tam hayat sahibi O’dur. Kâinatta her ŞEY’in İnsan-ı Kâmil’de bir karşılığı vardır. Dönüş O’ndan Allah’adır. Çünkü O Allah ile dünya arasında BERZAH’tır.

Molla Sadra’ya göre İnsan-ı Kâmil, İNSAN türünün ilk örneği olan SEMÂVÎ bir İnsan’dır. Ona göre her varlık giderek kendi SEMÂVÎ ilk örneğine yaklaşacak; böylesi bir insan BERZAH olma niteliğine ulaşarak Semâvî bir insana (İnsan-ı Kâmil’e) dönüşecektir. (Hz. İdris Fassı Syf. 124)

Bir soru: Bizler bir hayalden ibâretiz ve Hz. Peygamber’in/İnsan-ı Kâmil’in kuvve ve azaları, hatta parazitleriyiz. Çünkü ‘’O’’ tam hayat sahibi ve Hakk’ın tezahürü. Hz. Peygamber kemâle erdi, miracını tamamladı ve Hakk’a rücu etti, yani son başa döndü. Pekî bizler bu yaradılışın neresindeyiz, halâ neyin mücadelesi içindeyiz? Neden halâ dünyada debelenmekteyiz?  Sadakâllahül Azim.