SON BAŞA DÖNMEKTİR:
Yıllarca
şöyle okuduk, dinledik. İnsan ezelde, rûhlar âleminde kabul ettiği ismi, kaderi
ne ise onu kabul ettikten sonra dünya vatanına gelecek, önceden takdir edildiği
kadar bir ömür yaşayacak ve sonunda başlangıçta neyi kabul etti ise ahde vefâ
göstererek aslına dönecektir. Hatta bu anlayışı destekleyen ‘’şakî şakîdir
anasının karnında, saîd saîddir anasının karnında’’ hadisi de çokça
kullanılmıştır. Yine şöyle denilmiştir. Kişinin ismi ezelde saîd (mutlu)
olmasına rağmen ömrünü şakî (mutsuz) olarak geçirebilir. Ancak son nefeste yine
saîd olması kararlaştırıldığı için tövbe edip saîd olacaktır. Veya tam tersi
şakî olan saîd olarak yaşayıp son nefeste şakî olacaktır.
İbnü’l Arabî
Hz. der ki; ‘’İnsanın dışında âlemde bulunan bütün yaratılmışlar bilinen
makamlarında bulunurlar. Her hayvan ve bitki kendi hakîkatinde sabittir.
Örneğin havuçlar şeftaliye dönüşemezler. Buna zıt olarak insanlar dış sûretlerinde
sabit ve değişmezken, iç sûretlerinde sonsuz çeşitlilikte olup, her an
değişirler. Bu nedenle de insanın makamı
ölüm anına kadar değişebilir, ölüm anında sabitleşir. Yani, insanlar ‘’bilinen makamlarına’’ ölüm anında ulaşırlar. İster melek olsun, ister bitki, ister
hayvan, ister mineral (insan ve cinler dışında) diğer bütün yaratılmışlar kendi
sabit makamlarında yaratılmıştır ve bu makamın içinde yaşarlar.’’ (Hayal âlemleri
Syf. 55-56)
Allah
katında Âyân-ı sâbite’ler yani sabit hakîkatler değişmez. İnsan ‘’Kün’’ ile
varlık bulup, ‘’mirac’’ ile daireyi tamamlayacak ve aslına rücu edecektir.
‘’Pekiyi,
giden nereye gidecektir? Sılasına. Çünkü
sıla doğum yeri, yani vatan demektir. Ölüm kendilerini bilmeyenler içindir.
‘’Müminler ölmez, âhirete intikal ederler’’ hükmünce ölüm diye bir şey yoktur.
Ölüm bir ‘’metamorfozdan’’ yahut
intikalden ibârettir. Ölüm bedene ait bir keyfiyettir. Ölüm bir çözülmedir.
Rûhları
görmüyor musun? Onların hayatları kendilerinden kaynaklandığı için ölmeleri
kesinlikle mümkün değildir. Cismin görünen canlılığı, rûhun canlılığının bir
eseridir. Bu durum, yeryüzüne yansıyan güneş ışığının güneşten olmasına benzer.
Güneş battığında, ışığı da kendisini takip eder ve yeryüzü karanlık kalır. Rûh
da bedenden ayrılıp gittiğinde, rûhtan canlı bedene yayılmış hayat kendisini
takip eder ve beden görünüşte cansız olarak kalır. Böylece falanca ölmüştür
denilir. Hakîkatte ise aslına dönmüştür.’’( Lütfi Filiz Hz.)
Ancak bu
kadarı konunun sadece kişiye ait kısmı. Peki
evren/kâinat için de sonun başa dönmesi söz konusu değil midir? Söz konusudur,
çünkü kâinat canlıdır ve aynen insan gibi, zaman zaman hastalanır. O nedenle büyük
harpler, kasırgalar, tayfunlar ve benzeri olaylar hep dünyadaki hastalıkların
habercisi olarak düşünülmelidir. Kâinat da insan gibi doğar, yaşlanır ve ölür.
Ölürken de bir yenisi meydana gelir.
Dünyada kıyâmetin
kopması dünyanın yok olması değildir. Dünya sonunda yok olacaktır ama onun
yerine başka bir dünya oluşacak ve hayat, o oluşan yeni gezegende devam
edecektir. Çünkü Allah bâkidir ve bekâsını bildirmek için insanı yaratmıştır.
(Lütfi Filiz Hz. Syf.365) (Allah Âlem/Kâinat aynasında kendini seyretmekten
vazgeçtiği an her şey yokluğa geri döner)
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için
İNSAN ve KÂİNAT’ın aslında ne anlama geldiğinin ve aralarındaki ilişkinin anlaşılmaya
çalışılması gerekir.
Kâinat/evren/kosmos;
Allah’tan gayrı olan her şeydir. İbnü’l Arabî Hz. felsefe teolojinin ıstılahî
(özel) dilini kullanarak Tanrı’ya ‘’vücûd’’
demektedir. Bu kelime ‘’varlık’’ veya
‘’varoluş’’ anlamına da gelmektedir.
Arapça vücûd kelimesi hem Allah hem de başka şeyler için kullanılmaktadır. Sadece
tek bir vücûd vardır ve bu da Allah’ın vücûdudur. Âyân-ı sâbite vücûd kokusu
almamıştır. Çünkü yoklardır. (Wıllıam C. Chıttıck / İbnü’l Arabî Syf, 50-56-57)
‘’Kâinat; Allah’ın ilm-i ilâhisinde mevcûd
olanların meydana çıkması yahut ‘’Âyân-ı sâbite’’ denen ilminin zuhûr/görünür
âlemine yansımasıdır. Bunun için de kâinattaki her şey ve her olay birer âyet-i
ilâhidir ve kâinat bir kitap olarak kabul edilir. Kâinat Âdem zuhûr âlemine
gelmeden önce yaratılmıştır. Kâinatın insan bedeninden önce yaratılma nedeni, o
bedenin rızkının kâinattan sağlanacak olmasıdır. Allah kâinattaki maddi ve
mânevî her şeyi bir düzen içinde yaratmıştır.
Âdem’in yani
ilk yaratılan İNSAN’ın ilk tecellisi tıpkı Ay’ın hilâlden dolunaya geçişi
gibidir. Dolunay Hz. Peygamber’in teşrifidir. Bu durum ‘’zuhûrun kemâlidir’’. Zuhûrun kemâli Hz. Peygamberle tamamlandıktan
sonra, bu kez ‘’kemâlin zuhûru’’
başlamıştır. Bu da vârisleri vâsıtasıyla
devam ettirilmektedir. Peygamberimizin ‘’ümmetimin
âlimleri Benî İsrâil Peygamberleri ayarındadır’’ demesinin nedeni budur.
Artık, dolunay tekrar incelmeye başlamış, yani Îsevilik, Mûsevilik,
İbrâhimiyet, Nûhluk ve Âdemiyet’e (başa) dönüş yoluna girmiştir. Bu da bir
devirdir ve içinde bulunduğumuzun on sekizinci devir olduğu söylenmektedir.
Kâinattaki ve dünyadaki devirlerin sayısını bilen yoktur. Bugüne kadar kim
bilir kaç kıyâmet kopmuş ve yerine kaç
kâinat ve dünya meydana gelmiştir. Kâinatta dairenin tamamlanmasına ‘’devran’’
denir. Bu devranın kaç kere tekrarlandığı bilinmemektedir. İnsan da Kâinat gibi
bir hayalden ibârettir ve zamana tabî olarak yaşlanma adı verilen devamlı bir
değişim içindedir.’’ (Lütfi Filiz Hz.
Cilt. 1 Syf. 321-325)
İbnü’l Arabî
Hz. bu konuyla ilgili olarak Fütühat-ı Mekkiye adlı eserinde bir vakı’a dan
bahseder. ’’Şeyh hayal âleminde Kâbe’de tavaf ederken kendisinden binlerce yıl
önce yaşamış bir insanla karşılaşır. O kişi tanımadığı bir isimle kendisini
tanıtır ve ‘’Ben senin soyundan, atalarından biriyim’’ der. Şeyh de ‘’Öleli kaç
yıl oldu’’ diye sorar. Kişi ‘’Kırk bin yıldan hayli bir süre’’ diye
cevaplandırır. Şeyh ‘’Ama Âdem bu kadar yıl yaşamıyordu ki’’ deyince, kişi ’’Hangi
Âdem’den söz ediyorsun? Sana en yakın olandan mı, yoksa bir başkasından mı’’
diye cevap verir. Şeyh o vakit Hz. Peygamber’in ‘’Allah yüz bin Âdem yaratmıştır’’ hadisini hatırlar ve bu kişinin
de onlardan biri olduğunu düşünür. (Hayal âlemleri Syf. 131)
İnsan ile Kâinat arasındaki ilişkiye
dönersek; İnsan ile kâinat ikizdir. İnsan icmal (özet), kâinat tafsildir
(çokluk). Hatta Âyân-ı sâbite’nin zuhûru
kâinat, kâinatın özeti de insandır diyebiliriz. İnsan küçük âlem (mikro
kosmos), âlem büyük insandır (makro kosmos).
Burada kastedilen İNSAN; İnsan-ı Kâmil’dir. Allah’ın ’’Sen olmasaydın, sen
olmasaydın felekleri yaratmazdım’’ kutsî hadisinde kastettiği, Hz. Peygamber
yani İnsan-ı Kâmil’dir. Çünkü İnsan-ı Kâmil’ler her şeyi kendinde toplayan
olduğu için bir tanedir ve Hz. Peygamberdir. İnsan olmasaydı kâinat olmazdı. İnsan-ı Kâmil’ler kâinattır. Kâinattaki
olaylar Kâmilin ahvali üzerine cereyan etmekte, kâmilden doğan celâlli ve cemâlli keyfiyetler aynen
kâinata yansımaktadır. (Lütfi Filiz Hz.)
İbnü’l Arabî
Hz. göre Vâhid/ BİR olan varlık birliğinde durdukça zuhûru mümkün değildir.
Vâhid ancak kendi sûreti ile ÇİFT hale gelmekte ve zuhûr etmektedir. Buna göre Hakk’ın vücûdu, varlığın sûreti
olan İNSAN ile ÇİFT hale gelmiştir. İNSAN, Hakk’ın zâtından ilk taayyün
sonucu zuhûr eden ve tüm varlığı icmâlen kendisinde barındıran ‘’Nûr-i Muhammedî’’ terimi yerine
kullanılmıştır. (Osman Nuri Küçük/Sayılar ve Rüyalar Syf. 128)
Abdülkerîm
el-Cîlî Hazretleri der ki; ‘’İnsan-ı Kâmil Hz. Muhammed’den (sav) ibârettir. ‘’İNSAN’’ lafzı ile tesmiyemde
(adlandırmakta) mutlâk ‘’İNSAN-I KÂMİL’’
makamına işâretim vardır. Şurası da malûmun olsun ki İnsan-ı Kâmil hakâik-i vucûdiyyenin
kâffesine (hakîki vücudun bütününe)
mukâbil olur. Letâfetiyle hakâik-i ulviyeye, kesafetiyle hakâik-i sufliyyeye
mukâbil olur (latifliği ulvi, kesifliği süfli yönünün karşılığıdır).
Velhasıl İnsan-ı Kâmil tüm âlemleri
kapsar. Kâinatta görünen her ŞEY’in İnsan-ı Kâmil’de bir karşılığı vardır.
Kâinat ile İnsan-ı Kâmil’i karşılaştırırsak ve ifâdeleri sadeleştirirsek:
Arş İnsan-ı
Kâmil’in kalbine, Kürsi enâniyetine (benliği), sidre makamına, Kalem (İlk
akıl/Akl-ı Küll) aklına, Levh-i Mahfûz nefsine, anasır (dört unsur) tabiatına,
Heyûla (ilk madde tozu) kâbiliyetine, Hebâ (ilk madde) heykeline, Atlas feleği
görmesine mukâbildir (karşılıktır). Kuvvetlerinden; Zûhal dokunma, Müşteri
koruma, Merih hareket, Şems söz, Zühre tat, Utarit koklama, Kamer duyma, ateş
hararet, hava rutûbet, su soğukluk, toprak kuruluk mukâbilidir. Sonra
havatırıyla (düşünceleriyle) melâikeye, vesvesesiyle cin ve şeytana mukâbildir.
Hayvanatında; Aslan kuvveti, Tilki hilesi, Fare hırsı, Kuş rûhaniyetidir. Ateş
safraya, Su balgama, Hava kana, Toprak sevdaya mukâbildir. Ağız suyu, tükürüğü,
sümüğü, teri, kulak kiri, gözyaşı ve idrarı ile 6 denizdir. Deri altındaki kan
damarları ise 7. denizdir. Zât’ından ibâret olan hüviyetiyle cevhere, evsafıyla
a’raza, azı dişleriyle cemâdata mukâbildir. Kılları ve saçlarıyla nebâdata
benzer. Şehvetiyle de hayvana mukâbildir. (İnsan-ı Kâmil Syf. 379-380)
Konuyu özetleyecek olursak: Hakk’ın mir’atı (aynası) İnsan-ı
Kâmil olduğu gibi, İnsan-ı Kâmil’in mir’atı da Hakk’tır. (Cîlî Hz.) İnsan-ı
Kâmil belirtildiği gibi Muhammedi hakîkati icmâlen zâtında barındıran bir
varlıktır ve aynı zamanda kâinat ile ikizdir. Tüm kâinat İNSAN da cem edilmiştir. Allah kendini İNSAN ile açığa
vurmaktadır. Allah Peygamberi kendi nûrundan, diğer bütün yaratılanları Hz.
Peygamber’in nûrundan yaratmıştır. Evrende her şey önce Peygambere, sonra
Allah’a ulaşır. Her şey de Peygamber’den zuhûr eder. Lütfi Filiz Hz. İnsan-ı
Kâmil’ler (Peygamber) için ‘’ruhların
kabridir’’ der. Yani O’ndan gelir, O’na döneriz. (Kara delik, ak delik.
Siyah nûr, beyaz nûr) O Hakk
mertebesidir. Muhammedi hakîkat zuhûra çıkmak için bir bedene ihtiyacı
duyar. Bu beden zamana bağlı olarak bir ömre sahiptir ve nihayetinde toprak
olan beden dünyada kalır rûh aslına döner. Nitekim Hz. Peygamberin mübârek vücûdu
da toprak olmuştur. Ancak mânâ hiç kaybolmaz ve her yüz yılda bir İnsan-ı
Kâmil’in gelmesi ve kâinatın yenilenmesi söz konusu olur.
‘’Her Peygamber bir rehberlik kaynağı
ve İnsanî kemâlin birer modelidir. Bir Peygamberi takip ederek Allah dostluğu
makamına erişen kimseler, bu Peygamberden bir ‘’miras’’ almaktadırlar. Her
devirde 124.000 Allah dostu VELİ olmalıdır çünkü her peygamber için en azından
bir vâris olmalıdır.’’ (Wıllıam C. Chıttıck/İbnü’l Arabî
Hz. Syf. 22-24)
Bu arada
Hakk’ın vekilinin Hz. Peygamber, Hz. Peygamber’in vekilinin/AYNA’sının da
İnsan-ı Kâmil’ler olduğunu tekrar hatırlatalım. İnsan-ı Kâmil’ler Allah’ın
bütün isim ve sıfatlarının sahibi olmaları nedeniyle âlemde tedbir ve tasarruf
sahibidirler. Her an Allah’ın bir ismi kâinata hükmeder. Celâl’li dönemlerde
kâinatta bazı hastalıklar, kasırgalar ve depremler ortaya çıkarken, Cemâl’li
dönemlerde icatlar, ilim ve huzur artar. Celâl aslında cemâli örten perdedir.
Kullar bunu genellikle olaylar nihayete erince kavrayabilmektedir. Kavrayabilmek
de belli bir farkındalık gerektirir.
Allah adeta
kullarını Rahmete gark eder. Onları temizlemek için sebepler yaratır. Örneğin ŞEHİTLİK bunlardan sadece biridir. Suda
boğulan, toprak altında kalarak ölen, bebeğini doğururken ölen, yılan ve akrep
sokmasından ölen, salgında ölen, savaşta ölen, yanarak ölen, mal, can ve namus
uğruna ölen, kanserden ölen, 90 yaşında ölen, hatta eşi tarafından aldatılan
hep şehit sayılır. Ve bir ŞEHİT çevresindeki 70 kişiye şefaat eder. Şefaat
nedir günahlarının bağışlanması. Ailesinde
bu şartlarda ölmeyen bir kişi var mıdır? Allah kullarını affetmek için
bahaneler yaratmış. Bütün bu celâl gibi görünenler aslında birer temizlenme ve
arınma sebebi. Denilir ki bir sivrisineğin ısırması ile oluşan acı dahi bir
temizlenmedir.
Bu dünya
geçici bir mekân ve bizleri asıl vatanımıza geri döndürecek bir köprü. Bize
düşen bir an önce bu köprüden dünya cehennemine düşmeden geçmeye çalışmak.
İpuçları verilmiş, akıl verilmiş, her köşe başına işaretler konulmuş. Kural
diye konulan ve uyulması için bazen cennet bazen de cehennem sembolleri ile
anlatılan her şey aslında bizi sılamıza kavuşturacak kolaylıklar. İlk sıla
İnsan-ı Kâmil’dir. Çünkü bütün yaratılmışlar yukarıda belirtildiği gibi İnsan-ı
Kâmil’in hücre ve parazitleridir. Tam hayat sahibi O’dur. Kâinatta her ŞEY’in
İnsan-ı Kâmil’de bir karşılığı vardır. Dönüş O’ndan Allah’adır. Çünkü O Allah
ile dünya arasında BERZAH’tır.
Molla Sadra’ya
göre İnsan-ı Kâmil, İNSAN türünün ilk örneği olan SEMÂVÎ bir İnsan’dır. Ona göre her varlık giderek kendi SEMÂVÎ ilk
örneğine yaklaşacak; böylesi bir insan BERZAH olma niteliğine ulaşarak Semâvî
bir insana (İnsan-ı Kâmil’e) dönüşecektir. (Hz. İdris Fassı Syf. 124)
Bir soru: Bizler bir hayalden ibâretiz ve Hz.
Peygamber’in/İnsan-ı Kâmil’in kuvve ve azaları, hatta parazitleriyiz. Çünkü
‘’O’’ tam hayat sahibi ve Hakk’ın tezahürü. Hz. Peygamber kemâle erdi, miracını
tamamladı ve Hakk’a rücu etti, yani son başa döndü. Pekî bizler bu yaradılışın neresindeyiz,
halâ neyin mücadelesi içindeyiz? Neden halâ dünyada debelenmekteyiz? Sadakâllahül Azim.