13 Nisan 2020 Pazartesi


SON BAŞA DÖNMEKTİR:

Yıllarca şöyle okuduk, dinledik. İnsan ezelde, rûhlar âleminde kabul ettiği ismi, kaderi ne ise onu kabul ettikten sonra dünya vatanına gelecek, önceden takdir edildiği kadar bir ömür yaşayacak ve sonunda başlangıçta neyi kabul etti ise ahde vefâ göstererek aslına dönecektir. Hatta bu anlayışı destekleyen ‘’şakî şakîdir anasının karnında, saîd saîddir anasının karnında’’ hadisi de çokça kullanılmıştır. Yine şöyle denilmiştir. Kişinin ismi ezelde saîd (mutlu) olmasına rağmen ömrünü şakî (mutsuz) olarak geçirebilir. Ancak son nefeste yine saîd olması kararlaştırıldığı için tövbe edip saîd olacaktır. Veya tam tersi şakî olan saîd olarak yaşayıp son nefeste şakî olacaktır.

İbnü’l Arabî Hz. der ki; ‘’İnsanın dışında âlemde bulunan bütün yaratılmışlar bilinen makamlarında bulunurlar. Her hayvan ve bitki kendi hakîkatinde sabittir. Örneğin havuçlar şeftaliye dönüşemezler. Buna zıt olarak insanlar dış sûretlerinde sabit ve değişmezken, iç sûretlerinde sonsuz çeşitlilikte olup, her an değişirler. Bu nedenle de insanın makamı ölüm anına kadar değişebilir, ölüm anında sabitleşir. Yani, insanlar ‘’bilinen makamlarına’’ ölüm anında ulaşırlar. İster melek olsun, ister bitki, ister hayvan, ister mineral (insan ve cinler dışında) diğer bütün yaratılmışlar kendi sabit makamlarında yaratılmıştır ve bu makamın içinde yaşarlar.’’ (Hayal âlemleri Syf. 55-56)

Allah katında Âyân-ı sâbite’ler yani sabit hakîkatler değişmez. İnsan ‘’Kün’’ ile varlık bulup, ‘’mirac’’ ile daireyi tamamlayacak ve aslına rücu edecektir.

‘’Pekiyi, giden nereye gidecektir?  Sılasına. Çünkü sıla doğum yeri, yani vatan demektir. Ölüm kendilerini bilmeyenler içindir. ‘’Müminler ölmez, âhirete intikal ederler’’ hükmünce ölüm diye bir şey yoktur. Ölüm bir ‘’metamorfozdan’’ yahut intikalden ibârettir. Ölüm bedene ait bir keyfiyettir. Ölüm bir çözülmedir.

Rûhları görmüyor musun? Onların hayatları kendilerinden kaynaklandığı için ölmeleri kesinlikle mümkün değildir. Cismin görünen canlılığı, rûhun canlılığının bir eseridir. Bu durum, yeryüzüne yansıyan güneş ışığının güneşten olmasına benzer. Güneş battığında, ışığı da kendisini takip eder ve yeryüzü karanlık kalır. Rûh da bedenden ayrılıp gittiğinde, rûhtan canlı bedene yayılmış hayat kendisini takip eder ve beden görünüşte cansız olarak kalır. Böylece falanca ölmüştür denilir. Hakîkatte ise aslına dönmüştür.’’( Lütfi Filiz Hz.)

Ancak bu kadarı konunun sadece kişiye ait kısmı. Peki evren/kâinat için de sonun başa dönmesi söz konusu değil midir? Söz konusudur, çünkü kâinat canlıdır ve aynen insan gibi, zaman zaman hastalanır. O nedenle büyük harpler, kasırgalar, tayfunlar ve benzeri olaylar hep dünyadaki hastalıkların habercisi olarak düşünülmelidir. Kâinat da insan gibi doğar, yaşlanır ve ölür. Ölürken de bir yenisi meydana gelir.

Dünyada kıyâmetin kopması dünyanın yok olması değildir. Dünya sonunda yok olacaktır ama onun yerine başka bir dünya oluşacak ve hayat, o oluşan yeni gezegende devam edecektir. Çünkü Allah bâkidir ve bekâsını bildirmek için insanı yaratmıştır. (Lütfi Filiz Hz. Syf.365) (Allah Âlem/Kâinat aynasında kendini seyretmekten vazgeçtiği an her şey yokluğa geri döner)

Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için İNSAN ve KÂİNAT’ın aslında ne anlama geldiğinin ve aralarındaki ilişkinin anlaşılmaya çalışılması gerekir.

Kâinat/evren/kosmos; Allah’tan gayrı olan her şeydir. İbnü’l Arabî Hz. felsefe teolojinin ıstılahî (özel) dilini kullanarak Tanrı’ya ‘’vücûd’’ demektedir. Bu kelime ‘’varlık’’ veya ‘’varoluş’’ anlamına da gelmektedir. Arapça vücûd kelimesi hem Allah hem de başka şeyler için kullanılmaktadır. Sadece tek bir vücûd vardır ve bu da Allah’ın vücûdudur. Âyân-ı sâbite vücûd kokusu almamıştır. Çünkü yoklardır. (Wıllıam C. Chıttıck / İbnü’l Arabî Syf, 50-56-57)

‘’Kâinat; Allah’ın ilm-i ilâhisinde mevcûd olanların meydana çıkması yahut ‘’Âyân-ı sâbite’’ denen ilminin zuhûr/görünür âlemine yansımasıdır. Bunun için de kâinattaki her şey ve her olay birer âyet-i ilâhidir ve kâinat bir kitap olarak kabul edilir. Kâinat Âdem zuhûr âlemine gelmeden önce yaratılmıştır. Kâinatın insan bedeninden önce yaratılma nedeni, o bedenin rızkının kâinattan sağlanacak olmasıdır. Allah kâinattaki maddi ve mânevî her şeyi bir düzen içinde yaratmıştır.

Âdem’in yani ilk yaratılan İNSAN’ın ilk tecellisi tıpkı Ay’ın hilâlden dolunaya geçişi gibidir. Dolunay Hz. Peygamber’in teşrifidir. Bu durum ‘’zuhûrun kemâlidir’’. Zuhûrun kemâli Hz. Peygamberle tamamlandıktan sonra, bu kez ‘’kemâlin zuhûru’’ başlamıştır. Bu da vârisleri vâsıtasıyla devam ettirilmektedir. Peygamberimizin ‘’ümmetimin âlimleri Benî İsrâil Peygamberleri ayarındadır’’ demesinin nedeni budur. Artık, dolunay tekrar incelmeye başlamış, yani Îsevilik, Mûsevilik, İbrâhimiyet, Nûhluk ve Âdemiyet’e (başa) dönüş yoluna girmiştir. Bu da bir devirdir ve içinde bulunduğumuzun on sekizinci devir olduğu söylenmektedir. Kâinattaki ve dünyadaki devirlerin sayısını bilen yoktur. Bugüne kadar kim bilir kaç kıyâmet kopmuş ve yerine kaç kâinat ve dünya meydana gelmiştir. Kâinatta dairenin tamamlanmasına ‘’devran’’ denir. Bu devranın kaç kere tekrarlandığı bilinmemektedir. İnsan da Kâinat gibi bir hayalden ibârettir ve zamana tabî olarak yaşlanma adı verilen devamlı bir değişim içindedir.’’  (Lütfi Filiz Hz. Cilt. 1 Syf. 321-325)

İbnü’l Arabî Hz. bu konuyla ilgili olarak Fütühat-ı Mekkiye adlı eserinde bir vakı’a dan bahseder. ’’Şeyh hayal âleminde Kâbe’de tavaf ederken kendisinden binlerce yıl önce yaşamış bir insanla karşılaşır. O kişi tanımadığı bir isimle kendisini tanıtır ve ‘’Ben senin soyundan, atalarından biriyim’’ der. Şeyh de ‘’Öleli kaç yıl oldu’’ diye sorar. Kişi ‘’Kırk bin yıldan hayli bir süre’’ diye cevaplandırır. Şeyh ‘’Ama Âdem bu kadar yıl yaşamıyordu ki’’ deyince, kişi ’’Hangi Âdem’den söz ediyorsun? Sana en yakın olandan mı, yoksa bir başkasından mı’’ diye cevap verir. Şeyh o vakit Hz. Peygamber’in ‘’Allah yüz bin Âdem yaratmıştır’’ hadisini hatırlar ve bu kişinin de onlardan biri olduğunu düşünür. (Hayal âlemleri Syf. 131)

İnsan ile Kâinat arasındaki ilişkiye dönersek; İnsan ile kâinat ikizdir. İnsan icmal (özet), kâinat tafsildir (çokluk).  Hatta Âyân-ı sâbite’nin zuhûru kâinat, kâinatın özeti de insandır diyebiliriz. İnsan küçük âlem (mikro kosmos), âlem büyük insandır (makro kosmos).

Burada kastedilen İNSAN; İnsan-ı Kâmil’dir. Allah’ın ’’Sen olmasaydın, sen olmasaydın felekleri yaratmazdım’’ kutsî hadisinde kastettiği, Hz. Peygamber yani İnsan-ı Kâmil’dir. Çünkü İnsan-ı Kâmil’ler her şeyi kendinde toplayan olduğu için bir tanedir ve Hz. Peygamberdir. İnsan olmasaydı kâinat olmazdı. İnsan-ı Kâmil’ler kâinattır. Kâinattaki olaylar Kâmilin ahvali üzerine cereyan etmekte, kâmilden doğan celâlli ve cemâlli keyfiyetler aynen kâinata yansımaktadır. (Lütfi Filiz Hz.)

İbnü’l Arabî Hz. göre Vâhid/ BİR olan varlık birliğinde durdukça zuhûru mümkün değildir. Vâhid ancak kendi sûreti ile ÇİFT hale gelmekte ve zuhûr etmektedir. Buna göre Hakk’ın vücûdu, varlığın sûreti olan İNSAN ile ÇİFT hale gelmiştir. İNSAN, Hakk’ın zâtından ilk taayyün sonucu zuhûr eden ve tüm varlığı icmâlen kendisinde barındıran ‘’Nûr-i Muhammedî’’ terimi yerine kullanılmıştır. (Osman Nuri Küçük/Sayılar ve Rüyalar Syf. 128)

Abdülkerîm el-Cîlî Hazretleri der ki; ‘’İnsan-ı Kâmil Hz. Muhammed’den (sav) ibârettir. ‘’İNSAN’’ lafzı ile tesmiyemde (adlandırmakta) mutlâk ‘’İNSAN-I KÂMİL’’ makamına işâretim vardır. Şurası da malûmun olsun ki İnsan-ı Kâmil hakâik-i vucûdiyyenin kâffesine (hakîki vücudun bütününe) mukâbil olur. Letâfetiyle hakâik-i ulviyeye, kesafetiyle hakâik-i sufliyyeye mukâbil olur (latifliği ulvi, kesifliği süfli yönünün karşılığıdır).

Velhasıl İnsan-ı Kâmil tüm âlemleri kapsar. Kâinatta görünen her ŞEY’in İnsan-ı Kâmil’de bir karşılığı vardır. Kâinat ile İnsan-ı Kâmil’i karşılaştırırsak ve ifâdeleri sadeleştirirsek:
Arş İnsan-ı Kâmil’in kalbine, Kürsi enâniyetine (benliği), sidre makamına, Kalem (İlk akıl/Akl-ı Küll) aklına, Levh-i Mahfûz nefsine, anasır (dört unsur) tabiatına, Heyûla (ilk madde tozu) kâbiliyetine, Hebâ (ilk madde) heykeline, Atlas feleği görmesine mukâbildir (karşılıktır). Kuvvetlerinden; Zûhal dokunma, Müşteri koruma, Merih hareket, Şems söz, Zühre tat, Utarit koklama, Kamer duyma, ateş hararet, hava rutûbet, su soğukluk, toprak kuruluk mukâbilidir. Sonra havatırıyla (düşünceleriyle) melâikeye, vesvesesiyle cin ve şeytana mukâbildir. Hayvanatında; Aslan kuvveti, Tilki hilesi, Fare hırsı, Kuş rûhaniyetidir. Ateş safraya, Su balgama, Hava kana, Toprak sevdaya mukâbildir. Ağız suyu, tükürüğü, sümüğü, teri, kulak kiri, gözyaşı ve idrarı ile 6 denizdir. Deri altındaki kan damarları ise 7. denizdir. Zât’ından ibâret olan hüviyetiyle cevhere, evsafıyla a’raza, azı dişleriyle cemâdata mukâbildir. Kılları ve saçlarıyla nebâdata benzer. Şehvetiyle de hayvana mukâbildir. (İnsan-ı Kâmil Syf. 379-380)

Konuyu özetleyecek olursak: Hakk’ın mir’atı (aynası) İnsan-ı Kâmil olduğu gibi, İnsan-ı Kâmil’in mir’atı da Hakk’tır. (Cîlî Hz.) İnsan-ı Kâmil belirtildiği gibi Muhammedi hakîkati icmâlen zâtında barındıran bir varlıktır ve aynı zamanda kâinat ile ikizdir. Tüm kâinat İNSAN da cem edilmiştir. Allah kendini İNSAN ile açığa vurmaktadır. Allah Peygamberi kendi nûrundan, diğer bütün yaratılanları Hz. Peygamber’in nûrundan yaratmıştır. Evrende her şey önce Peygambere, sonra Allah’a ulaşır. Her şey de Peygamber’den zuhûr eder. Lütfi Filiz Hz. İnsan-ı Kâmil’ler (Peygamber) için ‘’ruhların kabridir’’ der. Yani O’ndan gelir, O’na döneriz. (Kara delik, ak delik. Siyah nûr, beyaz nûr) O Hakk mertebesidir. Muhammedi hakîkat zuhûra çıkmak için bir bedene ihtiyacı duyar. Bu beden zamana bağlı olarak bir ömre sahiptir ve nihayetinde toprak olan beden dünyada kalır rûh aslına döner. Nitekim Hz. Peygamberin mübârek vücûdu da toprak olmuştur. Ancak mânâ hiç kaybolmaz ve her yüz yılda bir İnsan-ı Kâmil’in gelmesi ve kâinatın yenilenmesi söz konusu olur.

‘’Her Peygamber bir rehberlik kaynağı ve İnsanî kemâlin birer modelidir. Bir Peygamberi takip ederek Allah dostluğu makamına erişen kimseler, bu Peygamberden bir ‘’miras’’ almaktadırlar. Her devirde 124.000 Allah dostu VELİ olmalıdır çünkü her peygamber için en azından bir vâris olmalıdır.’’  (Wıllıam C. Chıttıck/İbnü’l Arabî Hz. Syf. 22-24)

Bu arada Hakk’ın vekilinin Hz. Peygamber, Hz. Peygamber’in vekilinin/AYNA’sının da İnsan-ı Kâmil’ler olduğunu tekrar hatırlatalım. İnsan-ı Kâmil’ler Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının sahibi olmaları nedeniyle âlemde tedbir ve tasarruf sahibidirler. Her an Allah’ın bir ismi kâinata hükmeder. Celâl’li dönemlerde kâinatta bazı hastalıklar, kasırgalar ve depremler ortaya çıkarken, Cemâl’li dönemlerde icatlar, ilim ve huzur artar. Celâl aslında cemâli örten perdedir. Kullar bunu genellikle olaylar nihayete erince kavrayabilmektedir. Kavrayabilmek de belli bir farkındalık gerektirir.

Allah adeta kullarını Rahmete gark eder. Onları temizlemek için sebepler yaratır. Örneğin ŞEHİTLİK bunlardan sadece biridir. Suda boğulan, toprak altında kalarak ölen, bebeğini doğururken ölen, yılan ve akrep sokmasından ölen, salgında ölen, savaşta ölen, yanarak ölen, mal, can ve namus uğruna ölen, kanserden ölen, 90 yaşında ölen, hatta eşi tarafından aldatılan hep şehit sayılır. Ve bir ŞEHİT çevresindeki 70 kişiye şefaat eder. Şefaat nedir günahlarının bağışlanması. Ailesinde bu şartlarda ölmeyen bir kişi var mıdır? Allah kullarını affetmek için bahaneler yaratmış. Bütün bu celâl gibi görünenler aslında birer temizlenme ve arınma sebebi. Denilir ki bir sivrisineğin ısırması ile oluşan acı dahi bir temizlenmedir.

Bu dünya geçici bir mekân ve bizleri asıl vatanımıza geri döndürecek bir köprü. Bize düşen bir an önce bu köprüden dünya cehennemine düşmeden geçmeye çalışmak. İpuçları verilmiş, akıl verilmiş, her köşe başına işaretler konulmuş. Kural diye konulan ve uyulması için bazen cennet bazen de cehennem sembolleri ile anlatılan her şey aslında bizi sılamıza kavuşturacak kolaylıklar. İlk sıla İnsan-ı Kâmil’dir. Çünkü bütün yaratılmışlar yukarıda belirtildiği gibi İnsan-ı Kâmil’in hücre ve parazitleridir. Tam hayat sahibi O’dur. Kâinatta her ŞEY’in İnsan-ı Kâmil’de bir karşılığı vardır. Dönüş O’ndan Allah’adır. Çünkü O Allah ile dünya arasında BERZAH’tır.

Molla Sadra’ya göre İnsan-ı Kâmil, İNSAN türünün ilk örneği olan SEMÂVÎ bir İnsan’dır. Ona göre her varlık giderek kendi SEMÂVÎ ilk örneğine yaklaşacak; böylesi bir insan BERZAH olma niteliğine ulaşarak Semâvî bir insana (İnsan-ı Kâmil’e) dönüşecektir. (Hz. İdris Fassı Syf. 124)

Bir soru: Bizler bir hayalden ibâretiz ve Hz. Peygamber’in/İnsan-ı Kâmil’in kuvve ve azaları, hatta parazitleriyiz. Çünkü ‘’O’’ tam hayat sahibi ve Hakk’ın tezahürü. Hz. Peygamber kemâle erdi, miracını tamamladı ve Hakk’a rücu etti, yani son başa döndü. Pekî bizler bu yaradılışın neresindeyiz, halâ neyin mücadelesi içindeyiz? Neden halâ dünyada debelenmekteyiz?  Sadakâllahül Azim.