26 Eylül 2021 Pazar

 FASS/YÜZÜK KAŞI:

‘’Fass’’ bir şeyin özü ve özeti demektir. Kelimenin bir başka anlamı da ‘’yüzüğün nakış mahalli’’ ve yüzüğü süsleyen, üzerine sahibinin isminin yazıldığı kısımdır.

‘’Fass’’ kelimesi Türkçe’ye ‘’Yüzük kaşı’’ olarak tercüme edilmiştir. Kaşgarlı Mahmut’un (1008-1102) ‘’Lügat-ı Türk’’ adlı eserine göre ‘’kaş’’, beyaz veya siyah temiz bir taştır. İnsanlar özellikle bu taşın beyazını yüzük taşı olarak kullanmış ve bu beyaz taşın kişiyi şimşek, yıldırım düşmesi, susuzluk gibi felâketlerden koruduğuna inanmışlardır. Yine yazar Hotan’da ‘’Kaş Öküz’’ denilen bir dereden bahseder ve sözü geçen taşın burada bulunduğunu, derenin de ismini o taştan aldığını söyler. Ayrıca bu özelliğin taşın tabiatından kaynaklandığını belirtir ve beze sarılıp ateşe atıldığında bezin yanmadığının, susayan kimse ağzına aldığında susuzluğunu giderdiğinin defalarca tecrübe edildiğini nakleder.

Dâvûd Kayserî Hz. (1260-1350) Vücûd’un tenezzül ve urûcu (iniş ve yükselişi) ile fass arasında ilginç bir bağlantı kurar. Buna göre tenezzül ve urûc, devrî bir hareket olduğu için yüzük halkasına benzerken, İnsan-ı Kamil’in kalbi de ilâhi hikmetlerin nakışlarının mahallidir. İşte İbnü’l Arabi. Hz. de mertebeleri yüzük halkasına, kalbi de nakışların mahalli olan öze/fassa benzeterek eserine ‘’Fusûsu’l Hikem’’ ismini vermiştir. Bu dev eser bu anlamda peygamberlerin rûhlarına indirilen Hikmet ve sırların özeti olduğuna delâlet etmektedir.

Yine Vücûd’un dâirevi hareketi esnasında sayısız tecellîler sebebiyle birçok mevcut, yani ‘’kelime’’ zuhûr etmekte, nüzul ve urûca bağlı olarak bu kelimelerden bir daire meydana gelmektedir. Her kelime özel bir ilâhi ismin tecellîsine mazhâr olmakla birlikte onlardan bâzısı daha kapsamlı ve kuşatıcı isimlerin mazhârlarıdır (görüldüğü yerlerdir). Dolayısıyla ilâhi tecellîyi daha kapsamlı bir biçimde kabul eder. İşte bu mazhârlar peygamberlerin, yani ‘’kelime’’ lerin kalpleridir ve hem nüzul hem de urûc esnasında meydana gelecek olan en yüksek tecellîleri kabul ederler. Öyleyse onların kalplerine indirilen her Hikmet kıymetli bir yüzük taşıdır. Bu taşın yerleştirildiği kalpler ise bu hikmetlerin yazıldığı taşlar, yâni fasslardır (Kalpler hikmetlerin indiği, yazıldığı mahaldir). Diğer taraftan ‘’fass’’ kelimesi ’’bir şeyin özü’’ anlamına geldiğine göre ‘’Füsûsu’l Hikem’’ de vücûd dairesindeki tecellîlere gelen hikmetlerin peygamberlerde öz hâline bulunduğunu ifâde eder. (Kelime/Logos/Muhammedi Hakîkat: Rahmani Nefes’in eseri ve ‘’kün’’ emrinin dıştaki zuhûrudur. Hz. Îsâ, bedenlenmiş kelimedir. ‘’Meryem oğlu Îsâ Mesîh ancak Allah’ın elçisidir, Allah’ın Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir ve O’ndan bir rûhtur.’’ Nisâ, 171)

Muhammedi Hakîkat hem bütün peygamberlere hem de diğer kelimelere ait hikmetlerin tamamını kendinde toplamıştır. Bu sebeple dairedeki en yüksek hikmet onundur ve o, bu halkadaki en kıymetli tüzük taşıdır (Kalptir). Dolayısıyla ‘’Füsûsu’l Hikem’’in fassı da Muhammedî Hakîkat’ten başkası değildir.

‘’O, Âlem için yüzüğün kaşı (fassı) gibidir.’’ Kastedilen eşsiz ve kâmil insan efendimiz Hz. Muhammed’dir (sav.).

Dâvûd Kayserî Hz. ‘’fass’’ ın bir başka karşılığının ‘’iki kemiğin birleşme yeri’’ anlamına geldiğini söyler. İşte kemiklerin birleşmesiyle nasıl ki vücûdun iskeleti tamamlanıyorsa, diğer mevcutlara ait hikmetlerin, peygamberlerin hakîkatlerinde birleşmesiyle de vücûd dairesi tamamlanır. Nitekim İnsan-ı Kâmil’e ‘’kelime-i câmia’’ denilmiştir. Ancak fass, ‘’iki kemiği birleştiren nokta’’ olmanın dışında ‘’iki kemiğin birbirinden ayrıldığı yer’’ e tekâbül eder. Dolayısıyla Kâmil insan bir taraftan hakîkatleri bir araya getirirken, diğer taraftan onları birbirinden ayırmaktadır.  İşte bu yüzden o, bir yönüyle ‘’kelime-i câmia’’, bir yönüyle ‘’kelime-i fâsıla’’ dır.

Dâvût Kayserî Hz. ayrıca yüzük taşının yüzüğe eklenen son parçası olduğunu ifâde eder. Yüzük taşı yüzüğün kendisinden bir parça olduğu gibi, yüzüğün üzerine oturtulan ayrı bir cüz de olabilir. Aynı şekilde insanın da âlemde iki konumu vardır: ‘’Âlemin bir parçası olması, tek başına bir âlem olması.’’ Bu nedenle insan diğer mevcutlardan sonra yaratılmıştır. İnsan cansız bir beden olan âlemin ruhûdur ve beden rûh olmadan kemâle ulaşamaz. (Dâvûd Kayserî/Varlık, Bilgi ve İnsan Syf. 226-230)

Peki, bu değerli bilginin dervişan anlayışında tezahürü nasıldır?

‘’Öz Osmanlı şiirine hâkim olan Melâmi anlayıştan ötürü şairler sıkça kendilerini bir Abdal ve Kalenderî derviş olarak gösterirler. Kalender; dünyayı ve dünyevî değerleri umursamayan, içinde yaşadıkları toplumun ve toplumsal düzenin inanç ve geleneklerine karşı çıkan, bunu kılık- kıyafet, tutum ve davranışlarıyla gündelik hayatlarına da yansıtan sûfî ve dervişlerdir.

Bu derviş topluluklarının yaşantıları, kendilerine has âdet ve uygulamaları, giyim kuşamı ve kullandıkları eşyaları, divanlarda zengin bir biçimde karşımıza çıkar. Bâkî de divanında ağırlıklı olarak Abdal ve Kalenderî dervişlerine ait âdet ve geleneklerden söz etmiş, çeşitli derviş giysilerinin isimlerini kullanmış ve kullandıkları bazı eşyalara gönderme yapmıştır.

Mahmud Abdülbâkî (1526-1600) “Hâtem” kasîdesinde yer alan bir beyitte yüzüğü, kaşını kazıtmış ve boynuna altın bir tavk (gerdanlık) takmış bir Kalendere benzetir. Altın ve taşlı bir yüzük benzetmesi altında Kalenderîlerin saç, kaş, bıyık ve sakallarını tıraş etme şeklindeki ‘’çâr-darb’’ uygulamasına gönderme yapar. (Çâr-darb; dört vuruş. Bektâşi ve Kalenderî târikatı Abdal’larının saçlarını, kaşlarını, bıyıklarını ve sakallarını tıraş etmeleridir). Kalenderîler çâr-darb yapmanın yanında boyunlarına köleliğin ve mahviyetin simgesi olarak tavk, yani bir çeşit halka takmışlardır. Yüzük “tavk-ı zerrîn” parmağa girecek kısım olan halkadan kinâyedir. Kaş ise taşın konulduğu yuvadır. Kaşın kazıtılması, yüzük için kaş kısmının taşa göre oyulması, yuva açılması anlamında olabilir.

Abdallar insan yüzünü ‘’Allah’ın cemâlinin yansıdığı bir ayna’’ olarak kabul ettiklerinden dolayı saç, sakal, bıyık ve kaş gibi unsurların bu aynayı kararttığını ve bu nedenle kazıtılması gerektiğini düşünüyorlardı. Çâr-darb da önce sakal ve bıyık, sonra saç ve daha sonra kaş tıraş edilir. Sakalı kesmek dünya sevgisinden kurtulmak, bıyığı kesmek benlikten arınmak, saçları tıraş etmek insanların önünde toprak gibi mütevazı olmak, kaş ise örtüyü kaldırmak ve Hakk’ın sevgisinden gayrısını terk etmektir.’’ 

BÂKÎ DÎVÂNI’NDA TASAVVUFÎ VE BATINÎ KÜLTÜR* (Esma Şahin)

23 Eylül 2021 Perşembe

KALEM VE LEVHA:

Sözlükte ’’kısaltmak, kesmek, yontmak’’ anlamında kullanılan Kalem,  dini bir terim olarak ulûhiyyet âleminde ‘’Kâinatın başlangıcından kıyâmete kadar meydana gelecek bütün nesne ve olayları kaydeden ilâhi kalem’’ olarak tanımlanır.(Ulûhiyyet: İlâhi isimlerin zuhûr ettiği mertebedir.)

Kalem kelimesi Kur’ân’ı Kerim’de iki yerde tekil, iki yerde çoğul şekliyle geçer.

‘’Nun, Kaleme ve yazdıklarına and olsun’’ Kalem sûresi-1

‘’Oku! Yaradan Rabbinin adıyla oku. O Kalem’le öğretti’’ Alak sûresi-4

‘’Şayet ağaçlar Kalem, denizler mürekkep olsa, Allah’ın sözleri yazmakla tükenmez’’ Lokman sûresi-27

‘’İçlerinden hangisi Meryem’i himayesine alacak diye kur’a çekmek için Kalemlerini atarlarken …….’’  Âli-İmran sûresi-44

Hadislerde de kalem hakkında çeşitli bilgiler verilir. Hz. Peygamber (sav.) şöyle demiştir: ‘’Allah’ın ilk yarattığı şey Kalem’dir. Allah Kalem’i yaratınca ona kıyamete kadar vuku bulacak olan her şeyi yazmasını emretmiş, o da yazmış ve artık bir daha yazmamak üzere Kalem kurumuştur.’’

Yine Hz. Peygamber miraca çıkınca (meleklere ait) Kalem’lerin çıkardığı sesleri duymuş, Kalem’in insanlar hakkında yazdığı hususların asla değişmeyeceğine inanmak gerektiğini belirtmiş ve bütün insanlar birleşse bile Allah yazmadıkça hiçbir kimseye fayda ve zarar veremeyeceklerini söylemiştir. Ayrıca uyanıncaya kadar uyuyandan, ergenlik çağına girinceye kadar çocuktan, akıllanıncaya kadar deliden ve bunaktan, uğradığı musibetten kurtuluncaya kadar musibete uğrayandan kalemin kaldırıldığı, yani onlar hakkında Kalem’in günah yazmayacağını bildirmiştir.

İlâhi Kalem, bütün yaratıkların aslını teşkil eden akıllar nazariyesinin ilk basamağını oluşturan ‘’ilk akıl’’ dır. Zira yöneltilen hitapları vasıtasız olarak anlayan akıldır. Allah’ın yarattığı ilk soyut varlık olan Akl-ı Evvel/ilk akıl, kendi zâtını ve başlangıcını idrâk etmesi açısından Akıl diye adlandırılırken, diğer varlıkların meydana gelişi ve bilgilerin yazılışında vasıta olması bakımından Kalem, nübüvvet nûrunun yayılmasına aracılık etmesi itibariyle de ‘’Nûr-ı Muhammedi’’ diye isimlendirilir. Buna göre, İlk Akıl ve aynı zamanda en yüce Kalem tek bir nûrdan ibarettir. Bu nûr, kula nisbet edilince ‘’Akl-ı evvel’’, Hakk’a nisbet edilince ‘’Kalem-i a’lâ’’ adını alır. Nitekim bazı rivayetlerde ilk yaratılan varlığın Kalem olduğu belirtilirken, diğer bazı rivayetlerde Allah’ın ilk yarattığı Şey’in Akıl veya bir Cevher olduğu bildirilmiştir.

İbnü’l Arabi Hz. Varlığa yazılmış bir kitap diye bakar. Ondaki her cüz’î hakîkat bir harf, birleşik her hakîkat bir kelimedir. Bu âlem tedvin (yazılmış kitap) ve yazı âlemi diye isimlendirilmiştir. Bu âlemdeki ilk varlık doğal olarak Kalem’dir, onun vasıtasıyla varlık (kitap) meydana gelmiştir. İsimlendirilen tek, isimler çoktur. Hakîkat tek, hükümler farklıdır.

İlk akıl, yazması yönünden Kalem’dir. ‘’Sonra Tanrı, irade kalemini ilim mürekkebine daldırdı ve Kudret sağıyla korunmuş, saklanmış olan Levh-i Mahfuz’a daha önce olan her şeyi ve şu anda olmakta olan her şeyi ve ileride olacak olan ve olmayacak olan her şeyi yazdı.’’

Kalem’in hokkası ’’Nun’’ dur (Kalem sûresi nun harfi ile başlar). Nun harfi de hokka şeklindedir ( ). ‘’Nun’’dan maksat Allah’ın zâtıdır. Kalem’den maksat ‘’Hakîkat-i Muhammediyye’’dir. Kalemi tutan Allah’ın elidir. Kalemden düşen mürekkebin ilk damlası ‘’Nokta’’ yani ‘’Cevher’’ dir. Kalemin yazdığı ilk şey: ‘’Gerçekten Benim Rahmetim Gazabımın önüne geçti’’ olmuştur. (Nokta hakkında geniş bilgi ‘’Besmele’’ yazısındadır.)

Kalem’in yazı mahalli de Levha yani Levh-i Mahfûz’dur. Levha, Aklın ifade yeridir. İbnü’l Arabi Hz. göre Kalem ve Levha etken ve edilgendir. Kalem ve Levha arasındaki özel bir hareket sayesinde manevî nikâh meydana gelir (Külli Tabiat/Doğa). Kalemler ve Levhalar varlıkta çoğalır. Kalem erkek/Âdem, Levha kadın/Havva’dır. (Şuayb Şerefüddin/Nokta ve Kalem)

‘’Bu âlemden maksat, insanın (ki o imamdır) varlığı olunca, baba ve anneleri ona tamlama yapıp ulvi babalarımız (rûhlar) ve süfli analarımız (doğa) dedik. Her etken baba, her edilgen anadır. İşte bu, bu konudaki ilkedir. Bu etkilenmeden ana ve baba arasında meydana gelen şey, oğul ve ürün diye isimlendirilir. (Evrende var olan her şey etken ve edilgen olan iki olgunun birleşmesinden oluşur. Bu birliktelik ‘’mânevî nikâh’’ olarak adlandırılır.)

Aynı şekilde, bilgileri ortaya çıkarmada anlamlar da böyledir. Bilgileri ortaya çıkarmak, ancak iki öncül sayesinde gerçekleşebilir. Aralarında meydana gelen netice ise, elde edilmek istenen şeydir.

Bu meyanda bütün rûhlar baba, doğa ise başkalaşma ve değişmenin mahalli olduğu için anadır. Bu rûhların unsurlara (dört unsura) yönelmesiyle de onlardan ürünler ortaya çıkar. Söz konusu ürünler madenler, bitkiler, hayvan ve cindir. İnsan ise onların en yetkinidir.

Bizim şeriatımız bütün tümel hakîkatlere göre cereyan ettiği için en yetkin şeriat olarak gelmiştir. Onu getirene, cevâmiu’l-kelim verilmiş (Hz. Peygamber), evlenmeyi dört ile sınırlamış, anlaşmaya dayanan nikâh tarzıyla dörtten fazlasını yasaklamıştır. Bu yasağa cariye dâhil değildir, onu, bazı bilim adamlarının ileri sürdüğü beşinci unsurun karşılığında mubah saymıştır. (Evlilik dört eş ile sınırlı iken, Cariye de sınırlama yoktur. Dört unsur dört kadın mesabesinde kabul edilmiş, Cariye ise beşinci unsur ‘’Doğa’’ ile eşleştirilmiştir. Çünkü doğada türeyenler sonsuz çeşitliliğe sahiptir.)

Doğa âlemindeki unsurlar dörttür (Ateş, hava,  su, toprak). Ulvi âlemin (nûrlarının) bu dört unsurla birleşmesiyle Allah onlardan meydana gelen şeyleri yaratır. (Türeyenler)

İnsanlar bu konuda pek çok farklı görüş ileri sürmüştür. Bir grup bu dört unsurdan her birinin kendi başına asıl olduğunu iddia etmiş, başka bir grup ise, ateş unsurunun asıl olduğunu iddia etmiştir. Ondan yoğunlaşan şey hava olmuş, havadan yoğunlaşan şey su, sudan yoğunlaşan ise toprak olmuştur. Bir grup ise bu dört unsurdan birisi olmayan beşinci bir şey olduğunu iddia etmiştir. Söz konusu şey, bizim cariye mesabesinde kabul ettiğimizdir. Böylelikle şeriatımız, bütün görüşleri kendisine katmak için evlilikte en yetkin görüşleri içermiştir.

Beşinci aslı kabul eden görüş bizce doğru olandır ve o ‘’doğa’’ (cariye) diye isimlendirilir. Çünkü doğa tek bir mânâdır, ateş unsuru ve bütün diğer unsurlar ondan meydana gelmiştir. Bu bağlamda şöyle denilir. Ateş unsuru doğadandır ve onunla aynı şey değildir. (Doğa: Kendi kuralları çerçevesinde gelişen, değişen canlı ve cansız varlıkların tümü. Tabiat.)

Doğanın, dört unsurun aynı olan bir toplam sayılması mümkün değildir. Çünkü bazı unsurlar, diğerini bütünüyle ittiği gibi, bir kısmı belirli bir durumda diğerini iter. Örneğin ateş ve su her yönden birbirlerini iter. Hava ve toprak da böyledir. Bu nedenle Allah, onları varlıkta bir hikmete göre sıralamıştır. Birbirini iten iki unsur, yan yana gelseydi, dönüşmek mümkün olmaz ve Hakk’ın ortaya koyduğu hikmet (türeyenler) geçersizleşirdi. Allah havayı ateş unsurunun ardına yerleştirmiştir, bu ikisini birleştiren ise sıcaklıktır. Su ise havayı takip eder, o ikisini birleştiren yaşlıktır. Toprak ise suyu takip eder, onları birleştiren soğukluktur.

‘’Sıcaklık ve kuruluk karışmış ateş olmuş, sıcaklık ve yaşlılık karışmış hava olmuş, soğukluk ve yaşlılık karışmış su olmuş, kuruluk ve soğukluk karışmış toprak olmuştur.’’ (Cilt,1/Syf.148)

O halde dönüştüren baba (rûh), dönüşen ana (doğa), dönüşme birleşme, dönüşmenin kendisine olduğu şey ise çocuktur (ürün). Her baba ulvîdir, çünkü o etkendir; her anne süflîdir, çünkü o edilgendir. Aralarındaki belirli her bağlantı, birleşme ve yöneliş, her netice çocuktur. İşte, buradan konuşan kişinin kalkmasını istediğine söylediği ‘’kalk’’ sözü anlaşılır. Böylece kalması istenen kişi ’’kalk’’ sözünün etkisiyle ayağa kalkar. Duyan kalkmaz ise (duyan annedir) söz sonuçsuz kalmıştır. Sonuçsuz kaldığında ise sözü duyan bu halde anne değildir. (İbnü’l Arabi Hz. /Fütuhat-i Mekkiyye Cilt, 1 /Syf. 400-402)

İnsan Allah tarafından yaratıldığında, Allah onun bedenini sıcak, soğuk, yaş ve kurunun bileşiminden oluşturmuştur. Burada kastedilen, Âdem veya beşeri yaratılışın ve unsurlardan oluşmuş doğal bedensel sûretin aslıdır.  Bunlar dört karışımdır. Safra, sevdâ, kan ve balgam   (dört Hılt). Söz konusu dört unsur büyük âlemin cisminde ateş (safra), hava (kan), su (balgam) ve toprak (sevdâ) olarak bulunur. (Beşeri sûretlerdeki dört karışım, büyük âlemdeki dört unsurun karşılığıdır.)

Allah İsrail oğullarındaki peygamberlere indirdiği bazı kitaplarda şöyle demiştir: ‘’Ben Âdem’i toprak ve sudan yarattım. Ona nefis ve rûh üfledim. Onun bedenini toprak yönünden düzenledim. Yaşlılığını sudan, sıcaklığını nefisten, soğukluğunu rûhtan düzenledim. Ardından bedene başka dört tür yerleştirdim ki her birisi ancak diğeriyle ayakta durur. Bunlar safra, sevdâ, kan ve balgamdır. Sonra onların bir kısmını diğerine yerleştirdim. Kuruluğun yerini sevdâ, sıcaklığın yerini safra, yaşlılığın yerini kan ve soğukluğun yerini ise balgam yaptım.’’ Hangi bedende bu karışımlar dengeli halde bulunursa o bedenin sağlığı tam ve yapısı dengededir. (Cilt, 1/Syf. 443) (Ateş Celâlli, Su ilim ehli, Toprak tevazu sahibi, Hava değişken tabiatlı)

 ‘’Gece gündüzü örter’’ (Â’raf, 54), bu ayet ‘’Âdem Havvâ’yı kucakladığında, Havvâ hamile kaldı’’ (Â’raf, 189) ifâdesine benzer. O halde, gece gündüzü örttüğünde ‘’gece baba, gündüz ana’’ dır . Allah’ın gündüzde meydana getirdiği her şey, kadının doğurduğu çocuk mesabesindedir. Gündüz geceyi örttüğünde ise, ‘’gündüz baba, gece ana’’dır. Böylece Allah’ın gecede meydana getirdiği işler, annenin doğurduğu çocuklar mesabesindedir.

Allah şöyle buyurur: ‘’Geceyi gündüze katar, gündüzü geceye’’ (Zümer, 5). Böylece gece ve gündüz arasındaki evlilik ilişkisi açıklanmış olur.  ‘’Onlar için bir delil gecedir. Ondan gündüzü çıkarırız’’ (Yâ-Sîn, 37) âyeti ile de, gecenin gündüzün annesi olduğunu ve çocuğun annesinden doğması ya da yılanın derisinden sıyrılması gibi kendisinden çıktığında gündüzün geceden meydana geldiğini açıklamıştır. Böylece gece bir açıdan baba, bir açıdan annedir. Türeyenler ise gece ve gündüzün oğulları diye adlandırılır. (Cilt, 1/ Syf. 407)

‘’Güneş doğumu ve batımıyla gece ve gündüzü oluşturur. Allah o ikisi için iki perde yarattı ki, bu, ‘’nikâh’’ demektir. Gecenin gündüze girmesi, türeyenlerin varlıklarının ortaya çıkmasını sağlar. Allah’ın gece ve gündüzde yarattığı yaratıklar, bu girme ve gizlenmeden doğar’’(Cilt,7/ Syf. 178)

Nûrani ışınlar dört unsura bitiştiğinde, bu manevî birleşmeden Allah’ın belirlediği türeyenler meydana gelir. Böylelikle türeyen şeyler, babalar (yüce nûrlar) ile analar arasında meydana gelir. Analar doğanın süfli unsurlarıdır. Bunlardan unsurlara ulaşan ışıklar manevî birleşme, feleklerin hareketleri ve nûrların dönmesi ise birleştirici hareket haline gelmiştir. Unsurların hareketleri ise doğumla ortaya çıkan çocuğu meydana getirmek için ananın doğum vaktine benzer. Çocuk bu unsurlarda gözle görülen maden, bitki, hayvan, cin ve insan gibi türeyenlerin suretleridir.’’ (Cilt, 1/ Syf. 408-409)

‘’Allah unsurlara ulaşan ışınlar yarattı. Onların unsurlara ulaşması, babaların analarla birleşmesinin yerini tutar. Allah, bu aydınlık ışınların dört unsura ulaşması vesilesiyle, doğa âleminde duyuda gördüğümüz oluşanları yaratır. Bu unsurlar, o ışınlar için şeriatımızdaki dört kadın mesabesindedir.

Kalem ile Levha arasında manevî ve akledilir bir birleşme, duyusal ve görülür bir eser vardır. Levhaya bırakılmış eser, dişinin rahmine bırakılmış bir su gibidir. Yazıdan ortaya çıkan harflere bırakılmış anlamlar ise, cisimlere bırakılmış çocukların rûhlarına benzer. Anla! Allah hakkı söyler ve doğruya ulaştırır.’’

(İbnü’l Arabi Hz./Fütuhat-ı Mekkiyye Cilt-1 Syf.403)


4 Eylül 2021 Cumartesi

 ŞİMDİ NE ANLADIM?

Dünyanın aslında var olmadığını, var olduğunu sandığım her şeyin kendim de dâhil bir ilizyon, gölge, hatta gölgenin gölgesi olduğunu, gölgenin sahibini de asla göremeyeceğimi anladım.

Her şeyin bir enerji olduğunu ve tüm evrenin görünmeyen bağlarla birbirine bağlı olup, birbirini etkilediğine anladım. İslâmın teslimiyet, imânın kalben tasdik olduğunu ve her şeyin ilahi bir dizayn içinde yürüdüğünü, hiçbir irâdem olmadığını, daha doğrusu cüz’i irâdemin külli irâdeye bağlı olduğunu, çevremde gördüğüm her şeyin aslında iç âlemimin bir yansıması olduğunu anladım.

Dinin doğru anlaşılır ve uygulanırsa insanı hakîkatine taşıyabilecek bir yol olduğuna anladım. Edep ve ahlâkın bu yolun olmazsa olmazı ve levâzımı olduğunu anladım. Din adı altında yapılan tüm ritüellerin aslında kendi hayrıma, rûhumun ve kalbimin gıdası olduğuna inandım. Okudukça, sembolleri idrakim ölçüsünde kavradıkça en büyük mucizenin Kur’an olduğunu anladım.

Yaratılmış, zuhûra çıkmış her şeyin, herkesin gerekli olduğunu, tüm farklılıkların bir bütünün parçaları olduğunu, varacağımız nokta aynı olacaksa da benim ve herkesin hakîkatinin, yolunun birbirinden farklı olduğunu anladım. Şu an için anlamasam da her şeyin sonunun hayr olduğuna, şer gibi görünenlerin de gerekli olduğuna inandım. Sonra hayrın varlık, şerrin yokluk olduğunu anladım. Hayr ve şerrin bir olduğunu algılamanın da bir makam olduğuna inandım. En sonunda inandığım her şeyin aslında kendi zanım olduğunu da anladım. Bu dünyada gelip geçici varlıklar olduğumuza, ancak bu dünyayı da yaşamam gerektiğine, daha doğrusu iki dünyayı da burada yaşamam ve bir etmem gerektiğine inandım.

Şu anda yaşadığım bu hayatı tamamen kendimin seçtiğine ve bu deneyimleri yaşamak için can attığımı anladım.

Biliyorum dediğim anda hiçbir şeyi bilmediğimi, gerçekten bilmiyorum dediğimde ise gerçeğe yaklaştığımı anladım. Her ne yaşıyorsam ortaya çıkarmam gereken hakîkatimin bir parçası olduğunu anladım. Çok bilmeye çalışmanın da hırs olduğunu, en büyük erdemin bildiklerimi uygulamaya geçirmek olduğunu anladım.

Bu dünyadan değil ibâdetlerimi bir ipliği dahi öbür hayatıma götüremeyeceğimi, çıplak geldiğim gibi çıplak gideceğimi, hedefimin insan olmaya çalışmak olması gerektiğini anladım.

İlâhi senaryo gereği yanlış ve doğru olmayanla mücadele etmem gerektiğine inandım. Her şeye razı olmanın ve saçma bir kabullenişin kendime ve çevreme zarar verebileceğine, bâtıni olarak her şeyin Haktan geldiğini kabul etmeme rağmen zâhiren yanlış ile mücadele etmem gerektiğini nihayet anladım.

Kendimin Hakk’ın bir parçası, tüm çevremin de kendi yansımalarım, sıfatlarım olduğuna inandım. En sonunda gözümü dışarıdan içeriye çevirmem gerektiğini ve fetvayı kalbimden almam gerektiğini anladım. Biraz daha ileri gidersem, çevremde gördüğün her şeyin ama her şeyin benim iç âlemimin yansımaları olduğunu anladım. Dış dünyamı değil, iç dünyamı düzeltmem gerektiğini böylece huzura ve hakîkatime varacağımı anladım.

Yangın, deprem, fırtına, salgın, sel gibi doğa olaylarından her birinin özel bir anlamının olduğuna, dünyanın da yaşlandığına, bir gün bu dünyayı terk edip başka başka âlemlerden  geçerek Öz’üme kavuşana kadar var olacağıma inandım. Her an değişip geliştiğime, her ne yaparsan yapayım bir güç tarafından idare edildiğime inandım.

Yaşadığım deneyimlerle her şeyin canlı olduğuna, eşyalarımın dahi beni duyduğuna, kızdığına, üzüldüğüne, sevindiğine ve konuştuklarıma bir şekilde cevap verdiğine inandım. Bana hizmetlerinin onlarla kurduğum bağ ile doğru orantılı olduğuna inandım. Bozulmuş ve çalışmayan birçok aletimin onunla konuşmam, çalışması için rica etmem, hatta yalvarmam neticesinde çalışmaya başladığına tanık oldum. Her gün onlarla konuştum ve teşekkür ettim. Her ne olursa olsun kadir kıymet bilmenin kıymetini anladım.

Duanın gücüne inandım. Dua sayesinde ilâhi ile iletişimimin güçlendiğini fark ettim. Tüm arzu ve isteklerimin Yüce gücün beni kendisine çekmek için bir sebep olduğuna, O’nunla bağ kurmam için planlandığına inandım.

Ağzımdan çıkan hiçbir söz ve fiilimin kaybolmadığını, bumerang gibi dönüp dolaşıp tekrar bana döndüğünü anladım ve bunu bizzat deneyimledim. Ancak tüm düşünce ve eylemlerimin kaderimin bir parçası olarak bana aktarıldığını ve zorunlu olarak buna uygun davrandığımı kavradım. Hayatıma her an yeni yeni oyuncuların girdiğine, rolleri bitenlerin de çıktığına inandım. Ben de hayatlara girdim ve çıktım.

O’ndan daha fazla değer verdiğim her şey için sınanacağımı ve araya giren her ne ise eninde sonunda ortadan kalkacağını, her şeyi ama her şeyi sadece O’nun için sevmem gerektiğini anladım. Çok sevdiklerimin bir gün düşman, hiç sevmediklerimin de sonunda dostum olabileceğini anladım. O’nun, kullarının kendinden emin olmasını hiç de sevmediğini, korku ve umut içinde olmanın en doğru kıvam olduğunu anladım. Her ne anladı isem O’nun ezelde bana yazıldığı için kavradığımı, istidadımın bu kavrayışta büyük rol oynadığını anladım.

En önemlisi ve benim için devrim niteliğinde olan An’ın ne olduğunu anladım. Geçmiş hayal, gelecek meçhul ifâdelerinden gerçek zamanın An’ların toplamı olduğunu ve An’a odaklanılırsa zamanın çocuğu (İbn’ül vakt), zaman tesir altına alınırsa zamanın sahibi (eb’ûl vakt) olunacağını anladım. An’ı yaşamanın da zihnin hâkimiyetinden kurtulmak olduğunu, kadim öğretilerde 2 rekât namazı hiçbir şey düşünmeden kılmanın sadece Hz. Muhammed ve Hz. Ali’ye mahsus olmasının ve Hz. Ali’nin de İnsan-ı Kâmil makamında olmasının ne demek olduğunu anladım.

An’ın sıfır yani Hakk noktasını temsil ettiğini Kuantum sıçramalarının ancak bu noktada başarılabileceğini, ancak bunu başarmanın da neredeyse imkânsız olduğunu anladım.

Bunlar şu ana kadar anladıklarım. Yarın bunlara neler ilâve olur bilemem!  

(Not: Yukarıda yazdıklarım yolda yürürken konu başlığı dâhil adeta zihnime aktı. İlk defa ses kaydını açtım ve zihnime akanları kaydettim.)  Doğruyu Allah bilir.