FASS/YÜZÜK KAŞI:
‘’Fass’’ bir şeyin özü ve özeti demektir.
Kelimenin bir başka anlamı da ‘’yüzüğün nakış mahalli’’ ve yüzüğü
süsleyen, üzerine sahibinin isminin yazıldığı kısımdır.
‘’Fass’’ kelimesi Türkçe’ye ‘’Yüzük
kaşı’’ olarak tercüme edilmiştir. Kaşgarlı Mahmut’un (1008-1102) ‘’Lügat-ı
Türk’’ adlı eserine göre ‘’kaş’’, beyaz veya siyah temiz bir taştır.
İnsanlar özellikle bu taşın beyazını yüzük taşı olarak kullanmış ve bu beyaz
taşın kişiyi şimşek, yıldırım düşmesi, susuzluk gibi felâketlerden koruduğuna
inanmışlardır. Yine yazar Hotan’da ‘’Kaş Öküz’’ denilen bir dereden
bahseder ve sözü geçen taşın burada bulunduğunu, derenin de ismini o taştan
aldığını söyler. Ayrıca bu özelliğin taşın tabiatından kaynaklandığını belirtir
ve beze sarılıp ateşe atıldığında bezin yanmadığının, susayan kimse ağzına
aldığında susuzluğunu giderdiğinin defalarca tecrübe edildiğini nakleder.
Dâvûd
Kayserî Hz. (1260-1350) Vücûd’un tenezzül ve urûcu (iniş ve yükselişi)
ile
fass arasında ilginç bir bağlantı kurar. Buna göre tenezzül ve urûc,
devrî bir hareket olduğu için yüzük halkasına benzerken, İnsan-ı Kamil’in kalbi
de ilâhi hikmetlerin nakışlarının mahallidir. İşte İbnü’l Arabi. Hz. de mertebeleri
yüzük halkasına, kalbi de nakışların mahalli olan öze/fassa benzeterek eserine
‘’Fusûsu’l Hikem’’ ismini vermiştir. Bu dev eser bu anlamda peygamberlerin
rûhlarına indirilen Hikmet ve sırların özeti olduğuna delâlet etmektedir.
Yine Vücûd’un
dâirevi hareketi esnasında sayısız tecellîler sebebiyle birçok mevcut, yani ‘’kelime’’
zuhûr etmekte, nüzul ve urûca bağlı olarak bu kelimelerden bir daire meydana
gelmektedir. Her kelime özel bir ilâhi ismin tecellîsine mazhâr olmakla
birlikte onlardan bâzısı daha kapsamlı ve kuşatıcı isimlerin mazhârlarıdır
(görüldüğü yerlerdir). Dolayısıyla ilâhi tecellîyi daha kapsamlı bir biçimde
kabul eder. İşte bu mazhârlar peygamberlerin, yani ‘’kelime’’ lerin
kalpleridir ve hem nüzul hem de urûc esnasında meydana gelecek olan en yüksek
tecellîleri kabul ederler. Öyleyse onların kalplerine indirilen her Hikmet
kıymetli bir yüzük taşıdır. Bu taşın yerleştirildiği kalpler ise bu
hikmetlerin yazıldığı taşlar, yâni fasslardır (Kalpler hikmetlerin indiği,
yazıldığı mahaldir). Diğer taraftan ‘’fass’’ kelimesi ’’bir
şeyin özü’’ anlamına geldiğine göre ‘’Füsûsu’l Hikem’’ de vücûd
dairesindeki tecellîlere gelen hikmetlerin peygamberlerde öz hâline bulunduğunu
ifâde eder. (Kelime/Logos/Muhammedi
Hakîkat: Rahmani Nefes’in eseri ve ‘’kün’’ emrinin dıştaki zuhûrudur.
Hz. Îsâ, bedenlenmiş kelimedir. ‘’Meryem
oğlu Îsâ Mesîh ancak Allah’ın elçisidir, Allah’ın Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir
ve O’ndan bir rûhtur.’’ Nisâ, 171)
Muhammedi Hakîkat
hem bütün peygamberlere hem de diğer kelimelere ait hikmetlerin tamamını
kendinde toplamıştır. Bu sebeple dairedeki en yüksek hikmet onundur ve o, bu
halkadaki en kıymetli tüzük taşıdır (Kalptir). Dolayısıyla ‘’Füsûsu’l Hikem’’in
fassı da Muhammedî Hakîkat’ten başkası değildir.
‘’O, Âlem için yüzüğün
kaşı (fassı) gibidir.’’ Kastedilen eşsiz ve kâmil insan efendimiz Hz. Muhammed’dir (sav.).
Dâvûd
Kayserî Hz. ‘’fass’’ ın bir başka karşılığının ‘’iki kemiğin birleşme yeri’’
anlamına geldiğini söyler. İşte kemiklerin birleşmesiyle nasıl ki vücûdun
iskeleti tamamlanıyorsa, diğer mevcutlara ait hikmetlerin, peygamberlerin hakîkatlerinde
birleşmesiyle de vücûd dairesi tamamlanır. Nitekim İnsan-ı Kâmil’e ‘’kelime-i
câmia’’ denilmiştir. Ancak fass, ‘’iki kemiği birleştiren nokta’’
olmanın dışında ‘’iki kemiğin birbirinden ayrıldığı yer’’ e tekâbül eder.
Dolayısıyla Kâmil insan bir taraftan hakîkatleri bir araya getirirken, diğer
taraftan onları birbirinden ayırmaktadır.
İşte bu yüzden o, bir yönüyle ‘’kelime-i câmia’’, bir yönüyle ‘’kelime-i
fâsıla’’ dır.
Dâvût Kayserî Hz. ayrıca yüzük taşının yüzüğe eklenen son parçası olduğunu ifâde eder. Yüzük taşı yüzüğün kendisinden bir parça olduğu gibi, yüzüğün üzerine oturtulan ayrı bir cüz de olabilir. Aynı şekilde insanın da âlemde iki konumu vardır: ‘’Âlemin bir parçası olması, tek başına bir âlem olması.’’ Bu nedenle insan diğer mevcutlardan sonra yaratılmıştır. İnsan cansız bir beden olan âlemin ruhûdur ve beden rûh olmadan kemâle ulaşamaz. (Dâvûd Kayserî/Varlık, Bilgi ve İnsan Syf. 226-230)
Peki, bu değerli bilginin dervişan anlayışında tezahürü nasıldır?
‘’Öz Osmanlı
şiirine hâkim olan Melâmi anlayıştan ötürü şairler sıkça kendilerini bir Abdal
ve Kalenderî derviş olarak gösterirler. Kalender;
dünyayı ve dünyevî değerleri umursamayan, içinde yaşadıkları toplumun ve
toplumsal düzenin inanç ve geleneklerine karşı çıkan, bunu kılık- kıyafet, tutum
ve davranışlarıyla gündelik hayatlarına da yansıtan sûfî ve dervişlerdir.
Bu derviş
topluluklarının yaşantıları, kendilerine has âdet ve uygulamaları, giyim kuşamı
ve kullandıkları eşyaları, divanlarda zengin bir biçimde karşımıza çıkar. Bâkî
de divanında ağırlıklı olarak Abdal ve Kalenderî dervişlerine ait âdet ve
geleneklerden söz etmiş, çeşitli derviş giysilerinin isimlerini kullanmış ve
kullandıkları bazı eşyalara gönderme yapmıştır.
Mahmud
Abdülbâkî (1526-1600) “Hâtem” kasîdesinde yer alan bir beyitte yüzüğü, kaşını
kazıtmış ve boynuna altın bir tavk
(gerdanlık) takmış bir Kalendere benzetir. Altın ve taşlı bir yüzük
benzetmesi altında Kalenderîlerin saç,
kaş, bıyık ve sakallarını tıraş etme şeklindeki ‘’çâr-darb’’ uygulamasına
gönderme yapar. (Çâr-darb; dört vuruş. Bektâşi ve Kalenderî
târikatı Abdal’larının saçlarını, kaşlarını, bıyıklarını ve sakallarını tıraş
etmeleridir). Kalenderîler çâr-darb yapmanın yanında boyunlarına köleliğin ve
mahviyetin simgesi olarak tavk, yani bir çeşit halka takmışlardır. Yüzük “tavk-ı zerrîn” parmağa girecek kısım olan
halkadan kinâyedir. Kaş ise taşın konulduğu yuvadır. Kaşın kazıtılması, yüzük
için kaş kısmının taşa göre oyulması, yuva açılması anlamında olabilir.
Abdallar insan yüzünü ‘’Allah’ın cemâlinin yansıdığı bir ayna’’ olarak kabul ettiklerinden dolayı saç, sakal, bıyık ve kaş gibi unsurların bu aynayı kararttığını ve bu nedenle kazıtılması gerektiğini düşünüyorlardı. Çâr-darb da önce sakal ve bıyık, sonra saç ve daha sonra kaş tıraş edilir. Sakalı kesmek dünya sevgisinden kurtulmak, bıyığı kesmek benlikten arınmak, saçları tıraş etmek insanların önünde toprak gibi mütevazı olmak, kaş ise örtüyü kaldırmak ve Hakk’ın sevgisinden gayrısını terk etmektir.’’
BÂKÎ DÎVÂNI’NDA TASAVVUFÎ VE
BATINÎ KÜLTÜR* (Esma Şahin)