4 Aralık 2022 Pazar

ZAMAN VE MEKÂN:

Zaman herkesin hissettiği fakat kimsenin kesin olarak tanımlayamadığı bir mefhumdur.

Platon zamanı dünya ile beraber yaratılan bir şey olarak düşünürken, ‘’zaman, ebediyetin (sonsuzluğun) hareket eden formudur’’ der.  Aristo ise dünyanın zamanda yaratıldığını söyler. Aristo’ya göre zaman sonsuz ve dâimi bir genişlemedir.

İbni Sinâ da zamanı nihai olarak hareket ile tanımlamaktadır. Ona göre zaman gerçektir, çünkü onun bağımsız bir özü yoktur, maddenin hareketi ile var olur. Fârâbî’ye göre ise ‘’Sadece dairesel hareket süreklidir ve zaman bu hareketle irtibatlıdır.’’

Zaman, hareketi tanımlamak için gereklidir. Madde sürekli hareket halindedir ve nesneler hareket etmek için bir sebebe ihtiyaç duyar. Zaman, genel anlamda algılarımız tarafından nesnelerin hareketini ve olayları kronolojik olarak (zaman sırasına göre) tasnif etmek için kullanılan bir araçtır. Hareket veya değişim olmadan zamanın hiçbir anlamı olmaz. Bu yüzden uyurken zamanı hissetmeyiz ve ne kadar zaman geçtiğini anlamak için güneş, ay, yıldız veya bir saate ihtiyaç duyarız.

İbnü’l-Arabî Hz. zamanı hayâli ve gerçek varoluştan ayrı görmektedir. Zamanın hayâli bir sıfatının olduğunu, kendi başına var olmadığını ve zamanın kendisine ait ayrı fiziksel ya da gayrı fiziksel bir varlığının olmadığını beyan etmektedir. Ona göre zaman, sadece feleklerin ve fiziksel nesnelerin hareketlerini, olayları ayarlamak için akıl tarafından kullanılan bir araçtır. Hazrete göre zaman dairesel ve izafidir (görecelidir).

Dünya zamanın dışında yaratılmıştır ve zaman yaratılmış dünyanın bir parçasıdır. Zamanın iki çeşidi olduğu gibi (geçmiş ve gelecek) dünya da maddî ve mânevî dünya olarak ikiye ayrılmıştır. Bu yüzden fiziksel dünyanın yaratılmasından evvel mânevî bir zaman vardır. İbnü’l Arabî Hz. mânevî zamanın, fiziksel dünyanın yaratılmasından önce rûhlar ve Esma arasındaki ilişkinin tanımlanması için gerekli olduğunu ifâde etmektedir.  Bu ifâde maddî dünyanın yaratılmasından evvel ne vardı sorusuna da cevap niteliğindedir.

Einstein’in ispatı bize, evrenin yaklaşık 15 milyar yıl önce bir anda çok ufak, fakat aynı zamanda çok yüksek bir yoğunluktan başladığını ve şu anki mevcut durumuna kadar genişlediğini göstermektedir.

Gökbilimciler zaman ve mekân da dâhil olmak üzere, bütün evrenin Büyük Patlamada yaratıldığını söylemektedir.

İzafiyet teorisine göre Zaman, mekân ve hareket birbirinden bağımsız değildir, birbirleriyle bağlantılı izâfi bir bütündür.

Mekân nesnelerin üzerine konulduğu yer olarak anlatılabilir. Zaman gibi mekân da hakîkatte yoktur. Varlıkların sadece bir illüzyon ve bu illüzyonun da sadece insanoğlunun bir vehmi olduğu ifâde edilmektedir. Zaman iki parçadan müteşekkildir. Bunlardan ilki var olmuştur (geçip girmiştir), diğeri ise henüz var olmamıştır (gelecekteki zaman). O hâlde bir şey nasıl henüz var olmamış şeyden müteşekkil olabilir? Dolayısıyla eğer zaman ‘’gerçek’’ bir varoluşa sahip ise ‘’şu anda’’ (şimdide) olmalıdır, geçmişte ve gelecekte değil. ‘’Bir şeyin zamanı onun mevcudiyetidir.’’

Zaman daire şeklinde yaratılmışken, vakitler zamanda takdir edilmiştir. ‘’Vakit ne gelecekteki ne de geçmişteki, senin şu andaki hâlindir’’ Vakit senin kendisiyle (an’da) olduğun şeydir. Senin kendisiyle olduğun ise senin istidâdındır. Vakit hâlihazırdaki andır. Dünyadaki her varlığın ânı onun vaktidir. İşte bu yüzden sûfîlere ‘’ibn vakt’’ (vaktin oğlu) denir.  An (şimdi) Berzah gibidir. Geçmiş ve geleceği birbirinden ayırır.

Mekân oturanla tanımlanırken, zaman nefesle sayılır. Zaman aslında Allah’ın ‘’ed-Dehr’’ ismidir. Dehr kelimesi sadece zamanı değil, mekânı da kapsar. Dehr tek bir gündür ve kendisini tekrar etmez. Bir hadiste şöyle der: ‘’Dehr’e küfretmeyiniz, çünkü Allah, Dehr’dir’’ Hz. Peygamber Dehr’i bir esmâ-i ilâhi olarak görmektedir.

Kur’ân’ı Kerîm’de Allah, Arapça ‘’zaman’’ kelimesine direkt referans vermemektedir. Ancak zamanla alâkalı sene, ay, gün ve gece gibi terimler sıkça geçmektedir. Ayrıca Esmâ-i Hüsnâ’da zaman mefhumu ile alâkalı olarak Evvel, Âhir, Dehr gibi ismi şerifler de bulunmaktadır.

Zaman; vakit, gün, gündüz, ezel/ebed ve Dehr gibi ifadelerin yanında hafta, ay, yıl (sene 360 gün, âm tam veya bütün) gibi ifadelerle de kullanılmaktadır. Bunun yanında: Sermet:  ezel/ebed ve Dehr’den başka Mutlak sonsuzluk (eternity) yerine de kullanılmaktadır. Metâ: ‘’Ne zaman’’ anlamına gelmektedir. Hin: Bu kelime (nispeten kısa) zaman süreçleri anlamına gelmektedir. Genelde hususi bir geçmiş ve gelecek zamanı işaret etmek için kullanılır.

Zaman ve mekân nesnel evrende hiçbir şeyi tayin etmeyen soyut kavramlardır. Zaman kavramının yanında mekân kavramını anlamak daha kolaydır. Mekân kelimesinin kökü kevn kelimesinden gelmektedir. Bu kelime bütün yaratılmış şeyler için kullanılmaktadır. Mekân genellikle cismâni âlemde bulunan şeyler için kullanılır, çünkü mânevî varlıklar yer ile sınırlandırılamaz. Kevn kelimesi hiçbir zaman Allah’ın varlığı için kullanılmamıştır. Kevn, Allah’ın şeyleri varlığa getirdiğinde, şeylerin sahip olduğu varlıktır. Mekân kelimesinin kullanımı bize varlığa sahip olmayan bir şeyin varlık alanına girmesini anlatmaktadır. Âlemin tamamından ‘’el-kevn’’ (varlık alanı) olarak bahsedilmesi, Allah’ın ‘’Ol’’ demesinin açık sonucudur.

Mekân görünür âlemdeki yeri ve bir şeyin konumunu tayin etmektedir ve bu yüzden bu kavram belirli bir sabitlik içermektedir. Fakat eşya aslında sabit değildir, çünkü hem varlıkları hem de konumu değişebilir. Zaman kelimesi, varlık alanındaki değişimi ve hareketi tayin etmektedir. Âlemin görünüşündeki değişen ilişkileri işaret etmektedir. Âlemin varlığı hiçbir zaman sabit ve durağan olamaz, çünkü daimilik ve sabitlik, mahlûkun değil Hakk’ın sıfatlarıdır. Kevne değil, vücuda aittir. ‘’Zaman’’ âlemde daima vukû bulan değişikliğin kalıbına verdiğimiz bir isimdir.

İbnü’l Arabî Hz. zaman ve mekânın ‘’kevn ü fesad’’ (oluş ve bozuluş) âleminde gerektiğini belirtmektedir. Kevn Allah’ın yaratıcı fiiliyatının bir sonucu, fesad ise yok oluşu mânâsındadır. Kevne dair konuşmak, mekâna dair konuşmaktır, çünkü bir şeyin varlığı mekândadır. Fesada dair konuşmak ise değişime dairdir, çünkü değişim zamana göre tanımlanır.

Allah zamandan ve mekândan münezzehtir. Kadim ve samedî kelimeleri bunu ifade etmektedir. Her iki kelime zamanın ötesinde ve dışında anlamına gelmektedir.

İbnü’l Arabî Hz. zamanın hayâli olmasına karşın zamanın, tabiatın dört temel unsurundan biri olduğu ifâde etmektedir. Zaman, mekân, cevher ve araz (form). Cevher ‘’öz, töz’’ anlamındadır. Araz ise cevherin sûretidir. Arazlar değişirken, Cevherler değişmez ve kendi başına görülemez. Ancak bir sûrete girdiğinde görülebilir. Varlığın bu dört anası cevher ile birlikte ‘’Vahdet-i Vücûd’’ un içindeki hayâli sûretlerden başka bir şey değildir. Tek gerçek varlık ‘’cevher-i ferd’’ dir (İnsan-ı Kâmil) ve dünyadaki diğer bütün şeyler onun bir yansımasıdır.

Zaman, mekân gibi (gözle) görülmemesine rağmen İzafiyet teorisinde tıpkı mekânın diğer boyutları gibi (yükseklik, en, boy: x,y,z) dördüncü bir boyut olarak düşünülür. Fiziksel evren zaman ve mekânda çerçevelenmiş olarak tanımlanır. İbnü’l Arabî Hz. zamana ait görüşünün en önemli neticesi: bizim yaşadığımız günü Cumartesi olarak, Pazar’dan Cuma’ya diğer günleri ise dünyanın (aralıksız her an) yaratılışını mekânda olarak izah eder. Allah üç boyutlu dünyayı Pazar’dan Cuma’ya kadar ‘’altı günde’’ yarattı fakat biz insanoğlu olarak sadece ‘’Cumartesi gününe’’ şahit olmaktayız. Çünkü haftanın diğer altı gününde biz (bütün mahlûkat ile birlikte) hâlâ yaratılmaktayız. Ayrıca İbnü’l Arabî Hz. Kur’ân’ın bazı ayetlerine dayanarak dünyanın var olmaktan aniden inkıtâa (kesintiye) uğradığını ve yaratılışından bir sonraki anda yeniden, yeni sûretlerde yaratıldığını, bu yeni yaratımın hep devam ettiğini ifâde etmektedir. ’’O her gün yeni bir şe’n üzeredir’’ (Rahman, 29)

Kur’an’da geçen, Allah’ın yeri ve göğü altı günde (mekâna karşılık gelmektedir) yarattığını ve arşın üzerine istivâ ettiğini (yani Cumartesi günü, zamana karşılık gelmektedir) anlatan aşağıdaki âyetlerin nihai anlamı burada anlatıldığı gibidir

’Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istivâ eden….’’ (A’raf, 54) ‘’Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a hükümdar olan, her şeyi ve her işi yerli yerince yöneten Allah’tır’’ (Yunus, 3)

‘’O hanginizin amelinin daha güzel olacağı konusunda sizi imtihan için, henüz Arş’ı su üstünde iken gökleri ve yeri altı günde yaratandır’’ (Hûd, 7)

‘’O gökleri, yeri ve arasında bulunan her şeyi altı günde yarattı ve Arş’a istivâ etti (yerleşti)…’’ (Furkan, 59)

Altı gün burada altı yöne (ön, arka, sağ, sol, üst, alt) karşılık gelmektedir (Mekân) ve yedinci günde (Cumartesi) ise Dünya ve insanoğlu yaşamaya, bir halden diğer bir hale değişmeye devam etmektedir (Zaman).

 Haftanın yedi gününün bir ismi olduğu gibi, yedi ilâhi sıfatı, yedi Peygamberi, yedi gezegeni, yedi esmâsı, yedi semâsı ve yedi harfi vardır.

 PAZAR: Yaradılışın ilk günü. Arapça el-Ahad/Bir ve Tek anlamına gelen Allah’ın isimlerinden biridir. İlâhi sıfatı ‘’Semî’’ duymadır. Dünyadaki her şey yokluk halinde iken ‘’Kün’’ emri  (Cumartesi gününün ilâhi sıfatı) ile yaratılmıştır. Bu günün Peygamberi Hz. İdris (Kutup), gezegeni Güneş’tir. Güneş rûha benzetilir. İlâhi esmâsı ise ‘’Nûr’’ dur (Nûr Işık ile karanlığın birleşimidir). Hakk’ın yaradılıştaki ilk zuhûrudur.

PAZARTESİ: İlâhi sıfatı ‘’Hayy’’ yani hayattır. Bu sıfat sayesinde dünyada hayat vardır. Peygamberi Hz. Âdem’dir. Çünkü Âdem İnsan-ı Kâmil’in ilk zuhûru ve örneğidir (Beden). Gezegeni Ay (Kamer) dir. İlâhi esmâsı ‘’Mübin’’ dir. Mübin açık ve belli olan, açıklayan anlamındadır.

SALI: İlâhi sıfatı ‘’Basar’’ yani görme. Yaratıcının zâtı görülmez.  Sadece isim ve sıfatlarının tecellileri görülebilir. Bu günün Peygamberi Hz. Harun, gezegeni el-Merih/Mars’tır. İlâhi esması da ‘’Kahhar’’ dır.

ÇARŞAMBA: İlâhi sıfatı ‘’İrade’’, Peygamberi Hz. İsâ’dır. Gezegeni el-Kâtip/Merkür’dür. İlâhi esması ise ‘’Muhsi’’ dir. Muhsi her şeyi sayan anlamındadır.

PERŞEMBE: İlâhi sıfatı ‘’Kudret’’ tir. Peygamberi Hz. Mûsâ, gezegeni Müşteri/Jüpiter’dir. İlâhi ismi de ‘’Âlim’’dir.

CUMA: İlâhi sıfatı ‘’İlim’’, Peygamberi Hz. Yusuf, gezegeni ez-Zühre/Venüs’tür. İlâhi esmâsı da ‘’Musavvir’’ yani şekillendiren anlamındadır.

Cuma toplanma ve Cem olma günüdür. Bu günde Allah Âdem’i kendi sûretinde yaratmış, Hakkın ve bütün mevcudatın sûretini insanda Cem etmiştir. Bu nedenle bu güne Cuma denilmiştir.

CUMARTESİ: Bu günün hareketi ‘’Kelâm’’ sıfatından var olmuştur. Dünya aslında kelimelerden (titreşimlerden) ve en küçük ölçekteki mevcudat tarafından meydana getirilmiştir (Bu tahlil süpersicim teorisine de uyuyor gözükmektedir). Bu günün Peygamberi Hz. İbrâhim’dir. Gezegeni Keyvan/Satürün, İlâhi esması ‘’Rab’’ ismidir. Rab derece derece büyüten, terbiye eden anlamındadır.

İbnü’l Arabî Hz. bu günü ebediyet (sonsuzluk) ve dinlenme günü olarak görmektedir. Cumartesi günü ne var olan, ne var olmayandır. Bu gün ‘’Sebt’’ günüdür. Sebt rahatlama demektir. Hazrete göre Allah Âlemi Pazardan Cuma’ya altı günde yaratmış ve Cumartesi gününü yorulmuş bir kimsenin istirahat etmesine benzeterek o güne dinlenme günü demiştir.

İbnü’l Arabi Hz. bir Cuma günü Kâbe’yi tavaf ederken ünlü Abbasi halifesi Harun Reşid’in oğlu Muhammed ismindeki Sebti’nin rûhuyla karşılaşması sonucu başından geçen hikâyeyi şöyle anlatır: ‘’Sana neden Sebti denildiğini biliyorum, çünkü Cumartesi günleri haftanın geri kalan günlerindeki iaşeni temin etmek için çalıştın… Peki neden Cumartesini seçtin’’

Septi’nin cevabı şöyle olur; ‘’Allah Âlemi yaratmaya Pazar günü başlamış ve Cuma günü bitirmiştir ve Cumartesi günü sırt üstü yatmış, Ben her şeyin sahibiyim demiştir. Dünyadayken duyduğum budur.’’ Sebti Cumartesi günleri çalışmış ve diğer altı günde (Pazar’dan Cuma’ya Allah’a ibâdet edebilmek için) rahata ermiştir. Ebediyet günü bizim için çalışmaktır ve bizi istikâmetimize götüren yol vâsıtasıyla kemâle ermektir.

Dünyanın var oluşu nasıl ki duyma ile başlayıp, konuşma ile biten özel bir sıralamaya tabiyse, bir çocuğun hayatında da benzer bir sıralama vardır. Çocuk da ilk altı sıralamadan sonra konuşma sıfatına sahip olur. Anla…          

Kaynak:  Muhammed Hacı Yusuf/ İbnü’l Arabî de Zaman ve Kozmoloji 

                 William C. Chıttıck /İbn Arabî’ye giriş

3 Aralık 2022 Cumartesi

ORTAK ŞUURSAL BELLEK - MORFİK ALANLAR:

 Modern bilim tüm varlıkların (canlı-cansız) bilinen enerji ve madde haricinde bir de görünmeyen, tespit edilemeyen güç (enerji) alanları tarafından organize edildiğini söylemektedir. 

Bu alanların etkileri zaman ve mekân sınırlarının çok ötesine uzanmaktadır. Ana düşünce bir organizmanın gelişmesinin bir tür holistik, bütünsel alan ya da güç tarafından kontrol edildiğidir. “Hiçbir nefis yoktur ki! Üzerinde bir koruyucu, bir denetleyici bulunmasın” (Târık sûresi, 4)

Daha önce yaşayıp ölmüş veya birbirlerini hiç tanımayan fakat aynı türden, aynı frekansta olan varlıkların mekân ve zaman farkına rağmen aralarında şuursal bir “ortak alan” oluşturup, birbirlerini etkilemeleri olayına bilim adamları “morfik alan” adını vermekteler.

“Morfik alanlar” teorisine göre doğada bir tür hafıza mevcuttur. Bir kediyi ele alırsak bu kedi, kendisinden önce yaşamış, bütün kedilerden etkilenmektedir. Kedi içgüdülerini oluşturan hafıza formu “morfik alanlar” ile gerçekleşmektedir.

“Morfik alanlar” aynı türden, frekanstan olan varlıkların düşünsel, eylemsel, inançsal paylaşım alanını oluşturmaktadırlar. Yeni oluşan bir düşünce formu, önceden oluşmuş olan, kendisininkine benzeyen düşünce kalıplarından (frekanslardan) oluşmuş topluluğun ortak alanı ile rezonansa girerek, bu grubun etkileşim alanına girmektedir. Bu alan grubun kolektif, ortak belleğini oluşturmaktadır. Bu alanın etkisi grubun her bir üyesi ile zenginleşip, güçlenirken, her üye de bu “ortak belleğe” bağlanmaktadır.

Farkında olmadan, kendimizi içinde bulduğumuz zaman ve mekân sınırlaması bulunmayan bu “ortak alan” bizleri kendi çekim alanı içine alarak grubun (dini, kültürel, sosyal) üyeleri olan yaşayan veya ölmüş diğer üyeleri ile farkında olmadan bağlantılı hale getirmektedir.

Bir grubun, topluluğun bilgi ve deneyimleri paylaşılmak istendiğinde, o topluluğun “ortak alanı” içerisine girmek gerekir. Bunun içinde grubu oluşturan sosyal, kültürel, dinsel ritüellerin (törenlerin) geçmişten gelen uygulamalarına aynen uymak sûreti ile etkileşime girmek gerekmektedir.

Geçmişten gelen uygulamalarda yapılacak değişiklikler (uygulamaları modernize etmek) geçmiş ile girilen bağlantıyı koparacağından ortak alanın gücünü azaltarak, oluşması istenen etkiyi azaltacaktır. 

Uygulamalar geleneksel formlara ne kadar sadıksa, kişiye faydası da o oranda fazla olacaktır. Örneğin; namaz kılmak sûreti ile şimdi namaz kılan ve daha önceki zamanlarda namaz kılmış olanların oluşturduğu zaman ve mekân üstü ortak "morfik alana” girilmektedir.

Bu alan içerisindeki bireylerin uygulamaları ne kadar birbiriyle benzer ve uyum içerisinde ise oluşan ortak alandaki enerjinin etkisi de, bireyler üzerinde o derece etkin olmaktadır.

Bundan dolayı da!.. Biz olduk, kemale erdik, artık bizim namaz kılmamıza gerek yoktur, diyen bazı aklı evvel kimseler, aslında neler kaybettiklerinin farkında olmayanlardır.

Uygulamalar sırasında niçin yapıldığı konusunda bir anlam veremediğimiz bazı şeyler mantıksal olarak ters gelebilir. Fakat o şekilde yapılması istendiği için yaptığımız, “duaların belirli sayılarda ve Arapça okunması, hacda şeytan taşlanması, namaz sırasında kıbleye dönülmesi, başın örtülmesi, salavat getirmek, kurban kesmek, vb. ” ritüeller, uygulamalar hep “ortak alan” etkisini, gücünü artırmaya yönelik, aslına sadık kalarak, yapılması gereken uygulamalardır.

“Ortak-morfik alanlar” içlerinde yaşayan bireyleri kuşatır, etkisi altına alarak içinde barındırır. Bireyler görünmeyen bir “manyetik alanın” içerisindedirler. Toplumsal “morfik alanlar” oluşturdukları etki ile sosyal organizasyonları sağlarlar.

Bir topluluğun (kabile, aşiret, cemaat, toplum vb.) bireyleri, topluluğun sosyal, kültürel ve dinsel özellikleri tarafından kuşatılmışlardır. Bireyler kendi yaşamlarını sürdürürken aynı zamanda topluluğun geçmişteki alışıldık düzeni, bu günkü düzeni de oluşturmaktadır.

Yani topluluk sadece yaşayan üyeleri değil, geçmişte yaşamış olan üyeleri de kapsamaktadır. Bu yüzdende “ataların görünmez varlıkları, enerjileri” geleneksel, sosyal topluluklar üzerinde son derece etkili olmaktadır. Bu mânevi liderlerin ölmüş olmalarına rağmen dünya üzerindeki etkilerini devam ettirmelerinin nedenidir.

Bu bakış açısı, uzun zaman önce ölmüş rûhsal liderlerin, dünya üzerindeki devam eden etkisini ve bir mürşit aracılığı ile bağlanılmış ekolün kişiler üzerindeki etkisini de bize açıklamaktadır. Sufizim de söylenen  "binlerce adımlık yol, mürşit ile bir adımda alınır” ifadesi mürşidin (merkezin) etrafında oluşan güçlü “ortak-morfik alan” etkisine girmenin getirdiği güçlü enerjiden etkileşimin sonucudur.

“Ortak alanın“ etkisini azaltacağından aynı hedefe götürüyor olsa bile, aynı değerde ki diğer ekoller, mürşit tarafından dışlanır. Sâlikler(talebeler) aynı anda birkaç yolu takip etmemeleri ve mürşide teslim olmaları (yapılması istenenler, mantıksal olarak, ters gelse de uymaları) konusunda uyarılırlar. Onun için mânevi ekollerde, bir mürşide uymak zorunludur.

Zamansal ve mekânsal olarak bize çok uzakta, ulaşılamaz gelen yerler, buralarda var olan varlıklar ve bunların yaşam şekilleri zaman ve mekân kavramı olmaksızın şifrelenmiş bilgi yüklü ışınsal (frekans dalga boyutu) olarak her yerde, her ortamda bulunmaktadırlar.

Bizler yaptığımız ibâdetlerde ve diğer toplumsal ritüeller de geçmişten gelen uygulamaların aslına ne oranda sadık kalabilirsek ortak etkileşim alanındaki enerjinin kapasitesi de o oranda yüksek olacak ve evrendeki bilgi yüklü şifreler de beynimiz tarafından oluşan bu kapasite ölçüsünde deşifre edilerek, değerlendirilecektir.

Bir grubun üyesi bir davranışı öğrendiği zaman, grubun etkileme alanı, gücü artmaya başlamaktadır.

Eğer davranış üyeler tarafından ne kadar çok ve aslına uygun olarak tekrarlanırsa, bunun oluşturduğu “ortak-morfik alan” o frekansta olan (yaşayan-ölmüş) bütün grubun üyelerini etkilemektedir. Düşünceler, eylemler zaman ve mekân sınırı olmaksızın grubun diğer üyelerine de ulaşmaktadır.

Bir önceki hayatlarında, ben şu kişiydim, diyerek “reenkarnasyon” iddiasında bulunan kimseler de, aslında farkında olmadan etkisi altına girdikleri “ortak alandan” aldıkları geçmişe ait bilgileri kendi deneyimleri zannederek, yanılgıya düşmektedirler.

“Morfik-ortak alan” sadece bizim canlı olarak algıladığımız varlıklara özgü değil, evrendeki canlı, cansız (hayvanlar, kristaller, taşlar vb.) tüm varlıklar kendi “ortak- morfik alanlarında” etkileşim içerisindedirler.

Bir şey bir kere öğrenildiğinde alışkanlık kazanmakta, daha sonra türün bir başka üyesi tarafından, çok daha kolay öğrenilebilmektedir. Ünlü bilim adamı Rupert Sheldrake bu konuda işi daha da ileriye götürerek, örneğin; Bir araba bir kaç kez kaza yapınca, bunun metalin kendi “morfik ortak alanı” içerisinde bir etkileşim, alışkanlık oluşturacağından, aynı arabanın sık sık kaza yapabileceğini söylüyor

Biz farkında olsak da, olmasak da atom altı boyut itibari ile olağanüstü bağlantılar sistemin gereği nedeni ile her an oluşmak da, bunların ancak çok az bir kısmı bizlerce algılanabilmektedir.

Algıladığımız dünya tüm şuurumuz, geçmiş bilgimiz ile birlikte şu anki algısal verilerin oluşturduğu bir vitrindir. Fakat benliğimizin altında, evrensel zamansız ve mekânsız tümel hafıza yaşamaktadır. Canlı, cansız tüm şeyler burada “tek yapı” olarak örtülü, açığa çıkmamış titreşimsel, frekans olarak bulunmaktadır. 

Varlıklardaki holistik, bütünsel bu enerji zamansız ve mekânsızdır. Modern Bilim’in son yıllardaki tespitleri olayları bu bakış açısı ile algılayabilen gelişmiş toplumlarda, metafizik ile fiziği birleştirme noktasına getirmiş bulunmaktadır.

Bu yüzden toplumların bayram, kandil ve özel gün ve geceleri aynı bilinç içerisinde güçlü bir enerji alanı oluşturarak kutlamaları çok önemlidir. Fakat maalesef son yıllarda din, gelenek, örf ve adetlerden kopuk kendi sosyal medya ortak alanı içerisinde yetişen gençlik geçmiş ile olan morfik alanın koparak dağılmasına sebebiyet vermektedir.

Kozmik Frekans /Mehmet Fikri Sarıcı

22 Kasım 2022 Salı

 RÜYALAR:

İslâmi geleneğe göre rüya, insanın rûhu ile gördüğü ve aklı ile idrâk ettiği bir olaydır. İbn.  Sînâ’ya göre rüya, nefsin muhayyile (hayal) gücünün etkiye açık olma özelliği sayesinde gerçekleşmektedir. Güçlü bir konuma yükselmiş olan nefis, uykuda rüya ile fizik ötesi âlemden bilgi alabilmektedir. İnsanın beş zâhiri duyusu uyku ile idrâke kapanınca, insan rüyada muhayyile (hayal) ile idrâk eder, görür, işitir, tat alır. Rüya tecrübesini yaşayan her insan, zâhiri hislerinden ayrı olarak rüyada idrâke sahip olduğunu tecrübe ederek bilir. Bu husus gerçekte insanın zâhiri yetilerinden başka bir idrâk gücü ile de kavrayabildiğinin bir göstergesidir.

İnsan yaşamı uyku (nevm) ve uyanıklık (yakaza) şeklinde iki hâl üzere devam etmektedir. Her iki hâlde de Allah, insan için eşyayı idrâk edecek duyular yaratmıştır. Uyanık iken meydana gelen idrâk rü’yet ile gerçekleşirken, uykuda gerçekleşene rüya denilir. Rü’yet kelimesi görme için kullanılsa da, aslında görmeyi içine alan anlama ve idrâk etme mânâsındadır. Ayrıca görme göz (basar) ile veya kalp (basiret) ile görme anlamlarının yanında; insanın hayâli, ileriyi görmesi, en yüce gayesi anlamlara gelen vision kelimesi ile de ifâde edilir.

Yüce Allah insan rûhunu madde ötesi âleme çıkabilecek, Levh-i Mahfûz’u okuyabilecek yetenekte yaratmıştır. Gazzâli, Levh-i Mahfûz ile insan kalbini, aralarında perde bulunan karşılıklı iki aynaya benzeterek rüyayı izâh eder. Aynaların arasındaki perde kaldırıldığında birindeki görüntü diğerine yansır. Rüya olayı buna benzer. İnsan uyuduğunda kalbin duyu organlarıyla ilgisi azaldığından, Levh-i Mahfûz’daki bilgiler kalbe yansır. Hayal gücü (muhayyile) bu bilgileri sembollerle alarak korur, insan uyandığında hayalindeki sembolleri hatırlar. Bu semboller insanın hayâl yetisi ötesindeki bir gerçeği, yani Levh-i Mahfûz’daki bir bilgiyi gösterir ki, rüyanın asıl işaret ettiği şey budur.

Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle der: ‘’Rüya üç kısımdır. Birincisi şeytanın etkisiyle insanda meydana gelen çağrışım ve bu tesirin meydana getirdiği hayâl ve sanrılardır. İkincisi kişinin uyanıkken zihnini meşgul eden şeyleri uykusunda görmesidir. Üçüncüsü ise’Peygamberliğin kırk altı cüzünden biri ‘’ kabul edilen sâdık ve sâlih rüyalardır. Şeytani rüyalar bir gerçekliliği olmamasına rağmen, insanın bilinçaltını, nefsin hastalık ve bağımlılıklarını göstermesi bakımından mutasavvıflar tarafından önemsiz kabul edilmez. Nefsani rüyalar hatıraların, gündelik yaşamda tatmin olmamış arzuların hayâlde canlanmasından ibârettir. Sâdık ve sâlih rüyalar ise Allah’tan birer müjde (büşrâ minellah) olduğu kabul edilen ve kaynağı ilâhi olduğundan doğru ve gerçek rüyalardır. Bu tür rüyalar vâsıtasıyla bazı olaylar tahakkuk etmeden önce keşfedilip haber verilir. Olmadan önce rüyada görülen şeyler rûhlara daha yakındır. Söz gelimi rüya ile olacağı önceden görülen bir çocuk, diğer çocuklara nispetle daha ayrıcalıklı özelliklere sahiptir.

Sadık ve sâlih rüyaların teşriî (şeriat) anlamda bir hüküm koyuculuğu olmayıp bir tür nübüvvet olduğu ifâde edilir. Sâlih rüya, insanın kutsî âlemlere erişmesinin, aşkın âlemlerden haber almasının, diğer bir ifâde ile ilhama mazhâr olmasının yolu olarak kabul edilmiştir. Hazretin ifadesiyle ‘’rüyasını ta’bir edebilen kişi, bu yolla elde ettiği bilgiyi başka hiçbir yolla elde edemez. Çünkü rüya nübüvvetin bir cüzüdür.’’ Bu nedenle Resûlullah ashabına ‘’aranızda rüya gören var mı? diye sorardı.

İbnü’l Arabî Hz. göre insan, unsurlardan oluşan cismani varlığı sayesinde rüya görür. Bu yüzden meleklerin rüya görmediklerini belirtir. Allah’ın rüya ile görevli bir meleği vardır. ‘’er-Rûh’’ diye isimlendirilen bu melek, en yakın semânın (Dünya semâsı) altındadır. İnsan uyuduğunda bu melekle irtibat kurar ve onun elindeki sûretleri yine bu meleğin verdiği feyz ile kendi hayâlinde idrâk eder. Böylece Levh-i-Mahfûz’dan yansıyan bilgiler öncelikle semâvata, oradan insana yansır. İnsan uyanıkken zâhiri hisleri ve zâhiri algılama ile meşguldür. Bu yüzden uyanıkken bu mertebe ile irtibat kuramaz.

Levh-i-Mahfûz’dan semâvata, oradan en yakın semâya yansıyan ve ‘’er-rûh’’ adı verilen meleğin elinde bulunan sûretler, uykuda idrâk edildiği gibi, ‘’er-rûh’’ adlı melekle irtibata geçilmesi durumunda uyku dışında da fenâ ve gaybet hâlleri ile idrâk edilebilir. İnsanın his ve idrâk yolları temizlenir ve arındırılırsa idrâk iyice güçlenir ve diğer insanların uykuda eriştikleri idrâke uyanıkken erişebilir. Nadiren gerçekleşen bu durum nebîler ve bir kısım evliyalara mahsustur.

Rüya yorumlama anlamında kullanılan ‘’ta’bir’’ kelimesi Arapça’da köprü veya nehrin bir yakasından diğerine geçme anlamına gelen ‘’ubur’’ kökünden gelir. Ta’bir, rüyalardaki olay ve sembollerin ilk anlamlarına ulaşma çabasıdır. 

Bir idrâk ile bir sûreti rüyasında gören için idrâki esnasında üç mertebe söz konusudur ve bu mertebeler rüyanın ta’bir edilmesi bakımından çok önemlidir. Birinci mertebe, kişinin idrâk ettiği sûretin, gören ile değil de görülenle ilgili olmasıdır. Bu da onun mertebe ve sıfatlarına göre olur. Bu durumda görülen şey görüldüğü hâl üzere idrâk edilir. İkinci mertebe, görülen sûretin görenin nefsindeki bir hâlle ilgili olmasıdır. Üçüncüde ise görülen sûret, ‘’meşru bir hakk’’ la ve konulmuş bir kanunla ilgilidir. Bu takdirde idrâk edilen sûret, o sûretin görüldüğü bölgedeki geçerli yasayla ilgilidir.

‘’Evlâ (üstün) olan birinci mertebedir. Şayet kişi gördüğü sûretten bir hitaba muhatap olursa hitâbın hâline göre ve rüyasında bunu ne kadar anladığına göre değerlendirilir. Aynı zamanda bu sûreti gören kimsenin o sûret karşısında takındığı edep ve saygıya da bakılmalıdır. Kişi ta’biri biliyor veya bilene sorarsa o zaman ta’bire müracaat eder. Bilmiyorsa ta’bir etmez. Çünkü görülen her bakımdan hak bir sûrettir’’

Bu sûretin dışındaki rüyalar ise şayet içinde kişiyi üzen şeyler varsa şeytandandır. Böyle bir rüyada üç kez sol tarafa tükürmeli, şeytanın şerrinden Allah’a sığınmalı, kalkıp nâfile namaz kılmalı ve rüyasını kimseye anlatmamalıdır. Yahut görülen sûret, kişinin uyanıkken nefsiyle yaptığı iç konuşmalarından meydana gelmiştir. Bu konuşmalar hayâle nakşolunur, uyuyup hisler hayâl hazinesine yönelince hayâlde resmedilmiş bu tasavvurlar görülür.

Şeytandan olan ve nefsten oluşan rüyalara itibar edilmese de, bu tarz bir rüya, ehli tarafından ta’bir edildiğinde rüyadan değil de, ta’birin kuvvetinden dolayı rüyanın bir hükmü olur ve o hüküm meydana gelir. Rüyayı ta’bir eden kimse, gerçek anlamda rüyayı ta’bir edebilmek için rüyayı anlatandan alıp kendi hayâline tasvir etmelidir. Aksi takdirde rüyayı tahkîken (hakîkatiyle) ta’bir edemez. Ta’bir eden kişi, anlatılan rüyayı kendi hayâlinde tasvir edince, rüyayı gören kişinin iç konuşma veya şeytanın korkutması şeklinde gördüğü sûret, rüyayı görenin hayâlinden ta’bir edenin hayaline intikâl eder. İntikâl edince o sûret, ta’bir eden için artık bir iç konuşma olmaktan çıkar ve rüyayı ta’bir eden, gerçek bir sûret hakkında hüküm vermiş olur. Böylece rüyayı ta’bir eden kimsede, rüyayı gören kimsenin sûretine ilişkin bir hüküm zuhûr eder.

Kur’ân-ı Kerim’in Yusuf sûresinde (36-41) geçen, Hz. Yusuf’a rüya gördüklerini söyleyen iki arkadaş, aslında gerçek bir rüya görmemişler, tasvir ettikleri şey hususunda yalan söylemişlerdi. Anlattıkları gerçekte ‘’hadis-i nefs’’ kabilinden kendi iç konuşmalarından ibâret bir tahayyüldü. Ancak Hz. Yusuf’un hayâlinde anlatılan bu şeyin sûreti meydana gelmiş ve gerçeğe dönüşmüştü. Bu sûretle Hz. Yusuf, rüya konusunda gerçekleşmesi en zor olan şeyi hayâlinin doğruluğu nedeniyle gerçekleştirmişti. Çünkü ta’birin rüyanın gerçekleşmesinde tesiri vardır.

Hz. Peygamber’in bir hadisine göre: ‘’Rüya, ta’bir edilmedikçe bir kuşun ayağı üstündedir, ta’bir edilince düşer.’’ Yani anlatılmadığı sürece bir kuşun ayağında durur. Rüyanın gerçekleşmesi, ta’bire bağlı olunca, rüyanın rastgele kimselere anlatılmaması önem kazanmaktadır. Örn: Hz. Yusuf rüyasını babasına anlatınca Hz. Yâkup rüyasını kardeşlerine anlatmaması konusunda onu uyarmıştır. (Yusuf, 5) İbü’l Arabi Hz. göre; hadiste ‘’kuş’’ diye geçen ifâde, kişinin hayır ve şerden nasip ve kısmeti yani rızkı, anlamına işâret etmektedir.  ‘’Her insanın amel ve nasibini boynuna bağladık’’ (îsrâ, 13) Hadiste kuşun kanadı değil de ayağı denilmesi, nasip anlamıyla ilgilidir. Zirâ kuş ayağıyla yerden bir şey alıp nasiplenir, kanadıyla bunu yapamaz. Dolayısıyla kuş, ‘’er-Rûh’’ adlı meleğin şekle bürünmesidir.

Hz. Peygamber’in temizlenen hayal mertebesinde sâdık rüya şeklinde başlayan görme (rü’yet), daha sonra hayâl hazretinden dış dünyaya melek sûretinde zuhûr etmiştir. Hz. Meryem’in Cebrâil’i insan şeklinde görmesi, Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Mûsâ’ya bir ağaçtan görünmesi benzer şekilde gerçekleşen rü’yetlerdir.

Tirmizî’nin aktardığı bir hadise göre Resûlullah buyurdu ki: ‘’Risâlet ve nübüvvet kesilmiştir. Dolayısıyla benden sonra nebi ve resûl gelmeyecektir. Ancak el-mübeşşirat müstesna.’’ Dediler ki: ‘’Ey Allah’ın resûlü, el-mübeşşirat nedir.’’ Buyurdu ki: ‘’Bir Müslüman’ın rüyasıdır. Bu rüya nübüvvetin bir parçasıdır.’’ ‘’el-mübeşşirat’’ kelimesi genel anlamıyla müjde (büşrâ) anlamındadır. Arapça’da deri anlamına gelen beşere köküyle irtibatlıdır. Rüyaların mübeşşire şekilde isimlendirilmesi, rüyanın insan tenindeki tesiriyle ilgilidir. Çünkü beşer olan insan varlığının dışı, içinde meydana gelen şeye göre değişir. Ârif, rüya vâsıtasıyla kendisine erişen şeye göre değişip şekillenir. Bunun etkisi de beşeri varlığında ortaya çıkar.

Hz. Âişe’nin aktardığına göre: Hz. Peygamber’in vahiy almaya başlaması ilk sâlih rüyalar ile olmuştur. Bu süreçte gördüğü her rüya sabah aydınlığı gibi aynısıyla meydana gelirdi. Hz. Peygamber’in rüyasının aynen meydana gelmesi, hissinde meydana gelmeyen şeyi söylememesindendi. Bilinçaltının temizliğinden dolayı da rüyalar orada başka bir sûrete bürünmüyor, aynısıyla görünüyordu. Hz. Peygamber’e gelen vahiy elçisi, Rabb’inin sözünü Peygamber’in işitme duyusuna atar (ilkâ). Bazen de vahyi Peygamber’in kalbine indirir (inzal). Vahiy kalbe indirilince Peygamber’i bir sıkıntı ve şiddet basar ki, İbnü’l Arabi Hz. göre ‘’hâl’’ diye ta’bir edilen şey gerçekte budur. Bu sıkıntının nedeni ise Nebî’nin bedensel varlığının, kalbe indirilen mânâya uygun olmamasıdır. Sonra bu hâl geçer ve Peygamber kendisine inzal edileni haber verir. İbnü’l Arabî Hz. bu tecrübeyi bizzat kendisinin de yaşadığını söyleyerek bu hâli anlatır.

İbnü’l Arabî Hz. göre, bazı velîler vahiy mertebesi ile irtibat kurabilir. Velî tarihsel olarak Hz. Peygamber’in zamanına erişememiş olduğundan, vahyi ondan işitemez. Bu yüzden vahyin gelişiyle irtibat ve idrâki ancak vahyin kaynağı olan mertebe ile irtibatı sayesinde gerçekleşir. Velî de benzer bir süreçte işitme duyusuna ‘’ilkâ’’ veya kalbine ‘’inzal’’ ile vahye muhatap olur. Bu esnada velînin durumu Resûlullah’ın şeriât koyucu lafzını işiten sahabenin durumu gibidir. ‘’Basîret üzere Allah’a davet ederim, ben ve bana uyanlar’’ (Yusuf, 108) âyetinde ‘’bana uyanlar’’ kısmı ile işaret edilen kişiler, vahiy hazretiyle irtibat kurabilen velîlerdir. Davetin vahiy lafzı sadece Hz. Peygamber’e özgüdür. Velînin kendine ait bir lafzı yoktur. Velî sadece Hz. Peygamber’in lisanından dökülen vahiyle Hakk’a davet eder. Böylece Allah’ın Resûlü’ne tabî olan velî, Peygamberin lisanından dökülmüş vahiy hakkında basîrete sahip hâle gelir. Velîler bu yönüyle Nebî’nin vârisleridir.

Tasavvuftaki varlık mertebeleri bilinmeden sufî düşüncenin rüya mevzuuna yaklaşımı tam olarak anlaşılamaz. Varlık (el-Vücûd) özü itibariyle bir (Vahdet) olan Hakk’ın farklı mertebelerdeki taayyünüden ibârettir. Varlık mertebeleri açısından, içinde yaşadığımız ve algıladığımız her şey, ‘’hakîkatini’’ daha ulvi bir varlık mertebesinden alır.  Vücûd’daki varlıkların hakîkati, Ceberût mertebesindeki ‘’varlık kokusu’’ nu almamış (zuhûr etmemiş) olan ve Hakk’ın malumatı durumundaki ’’Ayân-ı Sâbite’’ ye istinat eder (dayanır). Algıladığımız evren düzlemindeki eşya, bir yönüyle kendi hakîkatine işaret eden semboller ve remizler âlemi olduğundan, kendi hakîkatine gidilmezse anlaşılamaz. Öyleyse hislerimizle algıladığımız evren ta’bir edilmeye muhtaçtır. Rüyalar yorumlandığı gibi âlem ve âlemdeki eşya da ta’bir ve te’vil edilmelidir.

İbnü’l Arabî Hz. döneminin bilginlerini rüyaya gereken ehemmiyeti vermediklerinden dolayı sert bir biçimde eleştirmektedir. Bu tür kimselerin uyanıkken ve hareket halinde iken kendilerinin bir tür rüya içinde olduklarını, uykuda iken de rüya içinde bir başka rüyada olduklarını anlamadıklarını belirtir. Ona göre, âlemdeki varlıkların uyku hâli de, uyanıklığı da bir tür uykudur.

İnsan, mârifet mertebelerinde yükseldiğinde dünyadaki hâlinin, gerçekte bir uyku olduğunun bilincine varır. Dünyadaki durumunun bir tür rüya olduğunu anlar. Sahih bir hadise göre: ‘’İnsanlar uykudadırlar. Ölünce uyanırlar.’’ Âhiret, insanların adeta düş gibi olan hayatlarının ta’bir edildiği yerdir. Herkes yaşamının ta’birinin ne olduğunu, neye tekabül ettiğini âhirette bulacaktır. Ancak eşyanın hakîkatine keşfen muttali olanlar, henüz hayatta iken biyolojik ölümü beklemeden kendi yaşam düşlerini, bunun yanında varlık ve eşyayı ta’bir edeceklerdir.

Osman Nuri Küçük/İbnü’l-Arabî Sayılar ve Rüyalar

Bilgi: ‘’Sâdık rüyalar Nübüvvet’in kırk altı cüzünden bir cüz’dür’’. Bu da Hz. Peygamder’in rüyasıdır. Çünkü Peygamber’lik ’’yirmi üç’’ senedir. Bunun ilk ‘’altı ay’’ ı sâlih rüya şeklindedir. (23 yıl X 12 ay = 276 ay)(276 ay, 6 ay’a bölününce 46 kalır) 

 

13 Kasım 2022 Pazar

TEVHÎD:

Tevhîd, Allah’ı sonradan yaratılmış olan her şeyden tenzih etmektir. Tevhîd, Allah’tan başka ilâh olmadığına, O’nun ortağı bulunmadığına, ‘’Ahad ve samed olduğuna, doğurmadığına ve bir dengi bulunmadığına’’ (İhlâs 2-3) şehâdet etmektir. Bu açık bir tevhîddir ve en büyük şirki ortadan kaldırır. Şirk (Allah’tan başkasında bir varlık görmek olup) tevhîdin zıddıdır.

Tevhîd, Bir’dir diye söylemek, Bir bilmek ve Bir görmektir.

Tevhîd, hakîkatte zâhirin ve bâtının sükûtudur.

Tevhîd, kadîm olanı sonradan olandan (Hadis’ten) ayırmaktır. Tevhîd bir tür sarraflıktır yâni sonradan olanı ayıklayıp, kadîm olanı elde etmektir. Semâvî kitaplar ‘’tevhîd’’ kelimesinin mânâlarını bildirmek üzere görevlenip gönderilmişlerdir.

Tevhîd’in dört mertebesi vardır: Birinci mertebesi, kişinin diliyle lâ ilâhe illâllah dediği halde bundan gaflette olması ya da inkâr üzere kalmasıdır. Bu münafıkların birlemesine benzer. İkinci mertebesi, kişinin Müslümanların çoğunun tasdik ettiği gibi lâilâhe illâllah’ın anlamının kalben tasdik etmesidir. Bu avamın itikâdıdır. Üçüncü mertebesi, kişinin keşif yolu ve Hak nûruyla Allah’tan başka ilâh olmadığını müşâhede etmesidir. Bu yakınlaştırılmış olanların (mukarrebîn) makamıdır. Kişi burada çokluğu görmesine karşılık bu çokluğun yalnızca Vâhidü’l-Kahhâr olan Allah’tan kaynaklandığını görür. Dördüncü mertebesi ise, kişinin varlıkta O’ndan başka hiçbir şey görmemesidir. Bu sıddık olanların müşâhedesidir. Sûfîler buna tevhîd de fenâ derler. Çünkü kişi, O’ndan başkasını görmüyorken kendisini de görmemektedir.

Fenâ mertebeleri de üç kısımdır. Tevhid-i ef'al, Kişi kendinde ve karşısındakinden gelen her fiilin Allah'tan olduğunu bilir. Tevhid-i sıfat, Kişi her sebepte Hakkı görür ve her olayın nedeninin ona bir uyarı ve tekâmül fırsatı olduğunu bilir. Tevhid-i zât, Kişi, fiil ve sebebe, olaya takılmaz, yapan yaptıran Allah der.

İlâhiyatçılar Allah’tan gelen mesajın üç temel ilkesi olduğunu belirtirler. Tevhîd ya da Allah’ın birliğinin ifâdesi, Nübüvvet ya da Allah ile insan arasındaki vâsıtaların tabiatının açıklanması ve geri dönüş (maâd) ya da insanların asıllarına (mabde) geri döndükleri zamanki ilâhi karşılaşma. Allah ile başlamak, yaratılış alanına inmek, tekrar Allah’a yükselmek ‘’Varlık dairesi’’ olarak tasfir edilir. Yegâne hakîkat, âlemi varlığa getirir, anbean bütün şeylerin varlığını sürdürür ve hepsini nihâî yerlerine geri döndürür. Allah’tan gelen her şey dâima O’nun tarafından desteklenir ve yine O’na dönecektir. Şeyler gelir ve gider, yaratılır ve geri döner, iner ve yine yükselir. Bunların hepsi aşk ile gerçekleşir. ‘’Sizi boşuna yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?’’ (Mü’minûn, 115)

İnsanlar Hz. Peygamber’de tecessüm eden (görünen) ilâhi rehberliği takip ederek ‘’varlık dairesini’’ tamamlarlar. Bu daire, Allah âlemi yarattığında başlar. Rehberin vazifesi onları Allah’a geri döndürmektir ve sonra Allah onları sevgisiyle kucaklar.

İslâmi dünya görüşünün en özlü ifâdesi ‘’kelime-i şehâdet’’ te bulunur. ‘’Şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve yine şahitlik ederim ki Muhammed Allah’ın resûlüdür’’ Bu ifâde üç temel meseleyi bize verir ve bunların her birine Kur’ân’da değinilmektedir. Birinci mesele bu mesaja (elçilik) şahitlik eden insanlar vardır, ikinci mesele bu mesajı gönderen bir Tanrı vardır. Üçüncü mesele, insan ile Tanrı arasında vâsıtalık eden bir resûl ve mesaj vardır. Yani insanlar, mutlak hakîkat ve onları birbirine bağlayan bir bağ ya da başka bir deyişle âşıklar, mâşuk ve aşk vardır. Bu üç mesele hangi dil kullanılırsa kullanılsın birçok dini geleneğin üzerine kurulduğu temeldir.

Şehâdet: Kul açısından Allah’ın birliğine şâhit olmaktır. Ancak, Hakk’ın en başta şâhitlik ettiği kendi şehâdetinden daha doğru ve tam bir şehâdet yoktur. Bu O’nun ‘’Allah kendisinden başka ilâh olmadığına şâhitlik etti’’ (Âl-i İmrân, 18) âyetidir. Bu Hakk’ın kendisinin Hak olduğuna yine bizzat kendisinin şâhitlik etmesidir. Yâni yalnızca O kendisine şehâdet eder.

Şehâdetin ‘’Allah’tan başka ilâh yoktur/Lâ ilâhe illallâh’’ şeklindeki ilk kısmına ‘’kelime-i tevhîd’’ yani ‘’Allah’ın birliğinin seslendirilmesi’’ denir. Tevhîd kelimesinin en temel anlamı bir şeyin bir olduğunu söylemektir. Yâni; Ezelî ilâhtan başka ilâh yoktur, ezeli birden başka ‘’bir’’ yoktur, gerçek hayat sahibinden başka hayat sahibi yoktur, her şeyi bilenden başka bilen yoktur, gerçek sevenden başka seven yoktur. Allah’ın güzel isimlerinin (Esmâ-i hüsnâ) her biri, ilâhi hakîkate ışık tutmak üzere bu formüle tatbik edilebilir.

Şehâdetin ‘’Muhammed Allah’ın resûlüdür/Muhammedün resûlullâh’’ şeklindeki ikinci kısmı yaratılışta insanın rolü konusunu gündeme getirir. Doğuştan gelen aklımızı, farkındalığımızı ve ahlâk duygumuzu dikkate aldığımızda kendimiz ile ne yapmamız gerekmektedir? Cevap: Allah, sevgi ve merhametiyle bizim kim olduğumuzu ve kendimizle ne yapmamız gerektiği konusundaki yetersizliğimizi bilmekte, bu yüzden bize benliklerimizle nasıl uyum içinde yaşayabileceğimizi göstermek için rehberlik etmektedir. Allah kullarına nebîler ve resuller aracılığı ile birtakım emirler bildirmektedir. ‘’Her ümmet için bir resûl vardır’’ (Yûnus, 47)

İstesek de istemesek de Allah’a geri döneceğiz, dolayısıyla izleyeceğimiz en hikmetli yol bu karşılaşma için hazırlık yapmaktır. Allah bizden lütuf ve keremiyle tabiatımıza uyumlu bir şekilde kendisine geri dönüşümüzü murâd eder. Bu yüzden resûlleri iyi haberlerle ve uyarılarla göndermektedir. İyi haber eğer Allah’ın hidâyetini (doğru yolu) takip edersek kendimizi O’nun rahmetiyle âhenkli bir duruma getireceğimizdir. Kötü haber ise eğer O’nun hidâyetini takip etmezsek rahmetin gerektirdiği şeyden uzaklaşacağımız ve gazaba mâruz bırakılacağımızdır.

Tevhîde özgü bakış açısından her şey tam da olması gerektiği üzeredir, bu yüzden iyi ve kötü bu resme girmez. Yegâne hakîkatten başka hakîkat yoktur ve bütün eşya olması gerektiği üzere varlığa gelmektedir. Allah’tan gelen haberleri alanların (risâlete muhatap olanların) görüş açısından ise bâzı şeyler iyi ve kötü, bâzı şeyler daha iyi ve daha kötüdür.

Yaratılışa ilişkin tekvînî ve dine ilişkin teklîfî emirler şehâdetin iki kısmının açık sonuçlarıdır. İlkinde Allah dilediği gibi yapar çünkü O’ndan başka ilâh yoktur ve kimse bunun hakkında bir söz söyleyemez (Tekvînî emir). İkincisinde ise Allah insanların hangi ölçüde özgürlüğe sahip olduklarını bildirmek için peygamberler göndermiştir (emir ve yasaklarının bildirildiği dini teklîfî emir). O’nun dini teklîfî emri buyurma sebeplerinden biri, insanların kendi hayatlarını düzene sokmaya muktedir olmadıklarını göstermektir. Allah insanlara ‘’bunu yap, şunu yapma’’ diye emreder fakat hep ipleri elinde tutar. Kulun emredilmiş olandan (dini teklîfî emir) farklı olmasına müsâde vardır fakat verilmiş olan hükümden (Tekvînî, yaratılış emri) farklı olmasına izin yoktur. Şerîat açısından insanlara belirli şekillerde davranmaları emredilmiştir, hakîkat açısından ise insanlar Allah’ın hüküm verdiği üzere davranacaklardır. Aslında teklîfî emir başka türlü gerçekleşmesi mümkün olmayan vücudun imkânlarının, tam bir silsilesini varlığa getirerek tekvînî emre hizmet eder. Tekvînî emrin özelliği ona aslâ itaatsizlik yapılamamasıdır.

Allah’tan başka her şey bâtıldır, yâni gerçek, doğru ve uygun olmayandır. Şeylerin bâtıllığı onların kendi başlarına varlıklarının olmadığı anlamına gelir. Allah’ın onlara ‘’Ol’’ demesiyle onlar gerçekliğin bir görüntüsünü kazanırlar. Allah’tan başka her şey şeklinde tanımlanabilecek olan âlem, mutlak anlamda bâtıl değildir. Bilakis Hak ile kıyaslandığında bâtıldır. Dolayısıyla şeylerin tekvînî emre muhatap olmakla elde ettikleri gerçeklik kendilerine değil, yaratıcılarına aittir. Şeylerin gerçeklikleri, yoklukları (adem) ve hiçlikleridir.

Allah’ın yaratılmışlara karşı en büyük lütfu, onları yaratmış olmasıdır. Allah zamanın dışında dâimi ve ebedi olarak konuşur. O mütekellimdir (konuşan) ve bu yüzden O’ndan başka konuşan yoktur. O’nun konuşması (kelâm) ‘’Ol’’ emri ile çeşitli sûretler alır ve aynı zamanda kutsal kitap olarak görülür. Ancak konuşma ve diğer sıfatlar bir kere bizim alanımıza girdiklerinde bizler tarafından lekelenirler.

‘’İnsanlar Allah’ı nasıl bilebilir?’’ Gerçekte insanlar, Allah onlara ilim vermediği sürece O’nu bilemezler çünkü onlar esas bakımından yokturlar ve kendilerine ait hiçbir şeyleri yoktur. İnsanların en büyüğü olan Hz. Peygamber bile Allah ilim vermeksizin O’nu bilemezdi. Allah yolunu gösteren yine Allah’ın kendisidir. Yaratılmışlar, varlığa geldikten sonra da tıpkı var olmadan önceki gibi O’nun kudretinin esîridirler. O ise varlık verdikten (icâd) sonra da varlık vermeden önceki hâl üzeredir, O’nun için bir değişiklik söz konusu olamaz. Gerçekte yol gösterici Allah’tır ve akıl burada sebep değil yalnızca araçtır.

‘’Öyleyse Allah âlemi niçin yarattı?’’  ‘’Ben gizli bir hazineydim (kenz-i mahfi) ve tanınmayı sevdim’’ Allah yaratmayı murâd etti, istedi, diledi, sevdi ve yarattı. ’’Bir şeyin olmasını murâd ettiğimiz zaman sözümüz sadece ona ‘’Ol’’ dememizdir ve hemen olur’’ (Nahl, 40)

Tevhîd anlayışı gereği Allah’ın gerçek varlık ve bizimse O’nun gölgeleri veya solgun yansımaları olduğumuz görüşü kabul görür. O zaman bütün nitelikler ve özelliklerin doğrudan ve dolaylı olarak bire geri dönmesi gerekir. Böylece Allah’ın âlemi niçin yarattığı sorusu kendi kendini cevaplandırır. Âlem, eşyanın ilâhi isimlerin belirlediği tabiatı tarafından talep edilmektedir.

 ‘’Allah’tan başka ilâh yoktur (lâ ilâhe illâllah)’’. Bu ifâde olumsuzluk ve olumlamayı birlikte içerir. Bu cümle tevhîd kelimesidir. Tevhîd hiçbir şeyin Hakk’a denk olmaması demektir. Tevhîd zikrini tartabilecek hiçbir terazi yoktur. Bir kutsî hadiste (Ahmed Bin Hanbel) Allah şöyle der: ‘’Yedi gökler, onları dolduranlar, yedi yer ve onları dolduranlar bir kefede, lâ ilâhe illâllah cümlesi ise başka bir kefede bulunsaydı, bu cümle diğerine baskın gelirdi.’’  

William C. Chittick/İlâhi Aşk

24 Ekim 2022 Pazartesi

 ŞECERETÜ’L-KEVN (VARLIK AĞACI):

Cihân bâğında insan bir şecerdir gayrılar yaprak,

Nebîler meyvedir sen zübbesisin yâ Resûlullah. (Niyâzî Mısrî)

 Kûr’an’ın âyetlerinden (işâretlerinden) kaynaklanan ve muhayyileye (hayale) dayanan anlatımlar aslında bir misâldir. Bu anlayış ile tüm varlık durumları mertebelerine göre kısımlandırılıp çekirdek ile ağaç ilişkisi üzerinden anlatılır.

İlâhi Zât ağaca, dalları ise Zât’a ait isimlere benzetilir. Ağacın ortaya çıkan dallarından yüksek mertebeli olanlar mânâya, aşağı mertebeli olan sûrete, kabuğu mülk âlemine, özü ve taşıdığı incelikleri melekût âlemine, ağacın hayatını ve sürekliliğini sağlayan su ceberut âlemine, ağacı çevreleyen sınırlar gök cisimlerine ve tüm kâinata, ağacın yaprakları göğün tabakalarına işaret eder. Arş bu ağacın bir hazinesi, melekler arşta ikâmet eden ve ağacın işleriyle ilgilenen hizmetçiler gibidir. Ağacın dalları birbirinden farklı, meyveleri çeşit çeşittir. Çünkü ilâhi isimler zuhûr itibariyle birbirlerinden farklı, o isimlerin tecellîlerine mazhar olanlar çeşit çeşittir. Bu ağaçta var olan ve olacak olan her şey bir kitapta yazılıdır. Cennet ve cehennem ağacın meyvelerini koymak için hazırlanmış iki ambara benzer. Ağacın baharı ve çiçeklenmesi dünya, meyve vermesi âhirettir. Çünkü bu ağaç ilâhi kudret ve irâde ile varlığını sürdürmektedir. Yine de dallar ve meyveler ne denli çeşitli olsalar da kök birdir. Başlangıcı bir olanın sonu da bir olacaktır ki o da ‘’kün’’ emridir.

Varlık (kevn) bir dairedir ve başlangıç ile sonuç bu dairede birbirlerine kavuşurlar. Her şey bu daire içindedir, ortaya çıkan ne varsa tekrar çıktığı asla geri döner. Mirac da bir asla dönüştür. ‘’Kün’’, dairede başlangıçla sonun kesiştiği noktadır. Kün çekirdeği hep ikili biçimde dallanmaktadır. Hep birliğe geri dönen bu ikilik, varlığın ortaya çıkışında bir prensip olarak vurgulanır. Hakîkati tasdik sayılan iman ile ona zıt düşme anlamına gelen küfür de bu ikilikten kaynaklanır.

Sanki ‘’kün’’ çekirdek, kâinat bir ağaçtır. Çekirdek boy vermeye başladığında önce iki dal belirir, sonra bu dallar çoğalırlar. Varlık irâde kökünden varlık dallarına doğru uzanır. Dallanıp budaklanmanın çoğalması, varlık düzeylerini arttırdığından ve bu süreç her düzeyde ayrı bir görünüm kazandığından bu dallar her boy verişlerinde ayrı bir hüviyet alırlar.

‘’Kün’’ kelimesinin iki harfi vardır. Kef ve nun. Her harfinin de iki yönü bulunur. ‘’Kef’’ harfinden bir yön mükemmelliğe, bir yön noksanlık ve örtülülüğe yani küfre: ‘’nun’’ harfinde bir yön mârifet, yani bilinirliğe, diğer bir yön inkâra (nekre) dönüktür. Zuhûr âleminde bu türlü ikilikler izâfi sayılır, yani bakana göre görünürler. ‘’Kün’’  emri tüm var edilmişlerin hisse (pay) bulduğu bir külli hakîkat olarak kavranınca, yokluk karanlığa, varlık aydınlığa benzetilir. Böylece ‘’kün’’ çekirdeğindeki mükemmellik ve mârifet hidâyete (doğru yola), inkâr ise dalâlete (yoldan çıkmaya) işaret sayılır. Allah Teâlâ mahlûkatını zulmette (karanlıkta) halk ederek (yaratarak) üzerlerine kendi nûrundan serpti. Bu nurdan kime isâbet vâki oldu ise hidâyete erişti,  kime hata vâki oldu ise o kimse dalâlette kaldı.

Varlık ağacı ilâhi takdire bağlı olarak, kudret yellerinin esmesiyle, hikmet gıdalarının beslemesiyle, irâde bulutlarının yağmur indirmesiyle meyve verir. Ağacın dallarından biri nûra, diğeri zulmete bakar. Hayr nûrdan, şer zulmettendir. Yine melekler nûrdan, şeytanlar zulmettendir. Âdem ise hem nûra hem zulmete, hem hayra hem şerre, hem melekliğe hem şeytanlığa kabiliyetlidir.  Nûr ve hayr bereket ve saadetin bir sembolü olan sağ tarafa, zulmet ve şer bedbahtlığın bir sembolü olan sol tarafa yerleşir. Her insan kabiliyetince bu iki taraftan birine katılır.

Varlık ağacının meyvesi ‘’kün’’ çekirdeğidir ve varlık ağacı onun için filizlenmiştir. Tasavvuf anlayışında bu meyve ‘’nûr-ı Muhammedî’’ ya da ‘’hakîkat-i Muhammedî’’ diye ifâde edilen ilkenin karşılığıdır. Varlık bir ceset, Hazreti Muhammed’in hakîkati rûh, varlık bir zulmet, Hazreti Muhammed’in hakîkati bir kandil gibidir. Varlık ağacının mânâsı hakîkat-ı Muhammediyye, hakîkat-i Muhammediyye’nin sûreti ise varlık ağacıdır. Varlık ağacındaki gelişmeler, serpilmeler, çiçeklenme ve meyvelenmeler, riyâzetler, müşâhadeler v.s. tüm bunların hepsi Muhammedî daldan aldıkları aşı ile var olup süreklilik kazanırlar. Âlemdeki sûretlerden her birinde insandan bir şeyler vardır. Küçük âlem olan insan ile büyük âlem olan kâinat birbirinden ayrılmaz. Bu anlayış ile insan kâinatın bir minyatürü, kâinat da insandakilerin bir açılımı gibidir. Dağlarla kemikler, yollarla damarlar, güneşle rûh, akılla ay, yıldızlarla beş duyu arasında karşılaştırmalar yapılır.

Çekirdeğe bakan birliği, dallara ve yapraklara bakan o çekirdekten ayrı olmayan çokluğu görür. Çekirdekte ağacı, ağaçta çekirdeği görmek, sadece baş gözüyle olmaz. Başlangıçla sonun esrarengiz bütünlüğünü sezmek ayrı bir mazhariyet sayılır. Ağaçtaki dallar ne kadar çeşitlenseler, farklı farklı görünseler, sürekli değişseler bile, her biri kökteki mânânın kendini belli ettiği mecralardır.  Varlık da böyledir. Sınırsız sayıda ayrılıklar, başkalaşımlar, farklı yöneliş ve oluşumlar, aslında tek Zât’ın yaratan (Hâlık) ve icad eden (Mûcid) isimlerinin tasarruflarına bağlıdır. Varolan ne varsa hepsi Hakk’ın elindedir. O’nun tarafından kuşatılmıştır.

Varlık harflerden, kelimelerden, âyetlerden ve sûrelerden ibâret bir kitaptır. Kelimelerin harflerden, harflerin de nefesten (nefes-i rahmanî) ortaya çıkması gibi, varlıklar da ilâhi ilimdeki sonsuz imkânları ifâde eden sabit hakîkatlerden (a’yan-ı sâbite) yani ilâhi kelimelerden ortaya çıkmaktadır. Bütün kelimelerin kendisiyle anlamlı ve belirgin olduğu Kelime ise ‘’hakîkati Muhammediyye, yani İnsan-ı Kâmil’’dir. Çünkü iç ve dışa, bir ve çoğa, gizli ve aşikâra aynı anda bakabilen, birlikteki çokluğu ve çokluktaki birliği nasılsa öyle gören ancak İnsan-ı Kâmil’dir. (İbn Arâbî Hz. Seceretü’l Kevn)

İbn Arâbî Hz. göre; Vâhid (Bir) olan varlık, birliğinde durdukça zuhûru mümkün değildir. Vâhid ancak kendi sûreti ile çift hale gelmekte ve zuhûr etmektedir. Buna göre Hakk’ın vücûdu, varlığın sûreti olan insan ile çift hale gelmiştir. İnsan (İnsan-ı Kâmil), Hakk’ın Zâtı’ndan ilk taayyün sonucu zuhûr eden ve tüm varlığı icmâlen kendinde barındıran ‘’Nûr-i Muhammedî’’ terimi yerine kullanılmıştır. (Osman Nuri Küçük/ Sayılar ve Rüyalar Syf. 128)

Bilgi: 7. Semâ’da bir makam olup, mahlûkatın amelleriyle varacağı son durak olarak ifâde edilen ‘’Sıdretü’l münteha’’ bir ağaç olarak tasfir edilmiştir. ‘’kökü sabit ve dalları gökyüzündedir.’’ İbrâhim sûresi, 24. Yine kökü Semâ’da dalları yeryüzünde olan ‘’Tûba ağacı’’ da Hz. Âdem a.s. olarak tasfir edilir. Her iki ağaç da ‘’İnsan-ı Kâmil’’ i sembolize etmektedir.

28 Eylül 2022 Çarşamba

 TAKLİT VE TAHKİK:

İnsandaki temel hedef, kalbin hayatına giden yolu, varlığının kökünde yatan Tevhid’in (Birliğin) sezgisini ortaya çıkarmak ve kendi tabiatında yatan kulluğa varmak için lâzım olan yolları hatırlamaktır. Bunun temelinde de ‘’BİLGİ’’ yatmaktadır. ‘De ki: Rabb’im ilmimi arttır’’ (Tâ-Hâ, 114) En mükemmel varlık, en yüce İnsan-ı Kâmil Hz. Peygamber’e bile ilim istemesi söyleniyorsa, diğer insanlara da aynısını yapmak düşmektedir. Bu Emr-i İlâhideki ‘’İLİM’’ (Eşya’nın hakîkati) arayışı, basitçe insanlardan ve kitaplardan bir şey öğrenme, malûmat elde etmek değildir. Elbette insanlar Kur’an’ın rehberliğini takip etmelidir. Fakat bu bahsettiğimiz özel bilme arayışı son derece şahsi dir. Uzmanların, Âlimlerin ve Bilim adamlarının kanaatlerinin, hakikî farkındalık üzerine bir etkisi yoktur. Kimse senin yerine bilemez. Kalbin hayatı sadece senin şahsen yaşayacağın farkındalıkla ilgilidir ve bu farkındalığın yeri sadece kişinin kendisi olabilir.

İlmi aramak Hz. Peygamberin kelâmıyla ‘’her müslüman üzerine farzdır’’. Ancak hangi tür ilim aranmalı, hangi tür ilimden sakınılmalıdır ve ilimden kazanılacak fayda nedir? İlim Hakk’a uygun olduğunda ve insana, Allah’a dönüşünde bir şeyler kazandırdığı zaman faydalı olabilir. İnsan göçtüğü zaman, yanında götüreceği ilim için çaba göstermelidir. Gerçekte değerli ilim ‘’Müşâhade’’ (keşf yoluyla ilâhi sırlara vâkıf olma) yoluyla gelen Allah’ın ilmi olup, bu ilim kitaplardan ya da hocalardan öğrenilememektedir. Ama insanı kemâle erdiren de bu İlim’dir. Matematik veya Tıp gibi diğer ilimler sadece bu dünyada yararlıdır ve ölümden sonra bize eşlik etmeyecektir. Şeriat ilminin de öteki dünyada faydası olmayacaktır. Allah’ın insana yüklediği mükellefiyetler ölümle sonlanacaktır. Öteki dünyada herkes Allah’a ibâdet edecek, bu da aslî ibâdet olacaktır. Dolayısıyla Şeriat ilmi, kişinin bu dünyadaki amellerini yerine getirmesinde rehberlik ettiği ölçüde önemlidir. Fakat bu ilmin de öteki dünyada hiçbir kullanımı olmayacaktır. Bu dünyada kişi, Şeriat’ı sadece gerekli olduğu ölçüde öğrenmelidir. Aşırı yemek yemenin bedende hastalıklara sebebiyet vereceği gibi bu ilme de aşırı önem vermek rûhta hastalıklar ortaya çıkaracaktır.

İnsan rûhunun bir başlangıcı vardır, çünkü Allah ona bir varlık vermiştir. Fakat bir sonu yoktur, çünkü Âyan-ı Sâbite’sinden açığa çıkardığı İlmin sonu yoktur. Âlemin bilgisi, kişinin kendini ve Rab’bini bilmesi sürecinde elde edilmesine rağmen âlem, kişinin Rab’bini bilmesinde perdelerin en büyüğü de olabilir. Âlemdeki işaretlerin neyi işaret ettiklerini anlamadan onlara ne kadar yoğunlaşırsak, Eşya’yı olduğu gibi görememenin zûlmetinde (karanlığında) o kadar derinleşmiş oluruz. ’Eşya’’Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellî ettiği Ayna’lardır. (Hepimiz Eşya’yız)

Eşyayı bilmeyi denemek, deryada bir dalganın yerini belirtmeyi denemek gibidir. Allah’ı Allah’tan başka bilen yoktur. İlâhi bilgiye müracaat etmeden Eşya’ın bilgisi mümkün değildir. Doğru bilgi sadece Allah’a aittir ve insan ancak ilâhi bilgiden nasibdar olduğu ölçüde doğruluktan hissedar olur.

Sadece Allah, kendisinin ve Eşya’nın bizâtihi, dolaysız, vâsıtasız, doğrudan bilgisine sahiptir. Allah, Kendisinin bilgisini lütfedebilir, fakat yine O’nu O’ndan başka bilen olmaz. Aklî düşünceyle veya beşerî yollarla elde edilecek her bilgi, mahlûk (yaratılmış) olması nedeniyle doğru değildir. Sonradan yaratılmış aklın, kâdim zât hakkında bir şey bilebilmesi nasıl mümkün olur? Bu türlü akıl kendisinin ne olduğunu ve nereden geldiğini bile bilmezken yaratıcıyı nasıl bilsin? İnsanlar, sadece kendi yeteneklerinin, şartlarının, yetiştirilme ve tahsillerinin el verdiği ölçüde bilebilir. Bu yüzden Bilgi’miz, Hakîkat ile yalan, doğruluk ile yanlışlık arasındadır. Yani ‘’izafî’’dir.

İlâhi olana yönelmeden, insanın hakîki bilgiye ulaşmaya çalışması beyhudedir. Bütün bilgi, bilen kişinin dışından gelmektedir. Bilgi edinirken, dışarıya yani bizden gayrı olanlara bağlı kalmaya ve onlara güvenmeye mecbûruz. Bilgimizde selâhiyet sahibini takip ederiz; Yani taklit ederiz. Taklit’in zıddı ise içtihat (özel görüş) veya Tahkik’tir. Eşya’nın hakîkatini bularak Eşya’yı bilmeye Tahkik denir. Tahkik; Hakk’ın gerçek bilgisidir. İşte; bilgiyi aramanın gâyesi  Tahkik’e ulaşmak, hakîkatini bilmektir. Tahkik’e ulaşamayan kişi, eşyanın hakîkatini bilemez. Taklit ise, ancak Enbiya’nın özellikle Hz. Mûhammed’in ayak izlerini takip etmektir. Ayak izlerini takip etmek, sadece amel yönünden değildir. Nebevî miras ‘’müşâhade’’ yoluyla doğrudan Allah’tan bilgi almayı gerektirmektedir. Allah’ın ilim verdikleri dışında kimsede bilgi yoktur.

İnsan olmaklığımızın ortaya çıkardığı iki temel soru vardır: BİZ NEYİZ ve NİÇİN BURADAYIZ? Bu soruları sorma, cevaplama ve cevaplarını amele geçirme sürecinin hepsi  ‘’Tahkik’’  ile alâkalıdır.

 BİZ NEYİZ? Hak mı, bâtıl mı?  Her şey Hakk’tır, çünkü her şey Mutlâk Hakk tarafından yaratılmıştır. ‘’Bizim Rabb’imiz her şeye hilkanini veren.....’’ Allah’ın Emr-i Tekvin’ine (yaratıcı emrine), bir şeye ‘’kün’’ demesine ve o şeye varlık vermesine baktığımızda mahlûkatın Hakk olduğunu, Hakk’ın yaradılıştaki faaliyetini gördükçe, Hakk’ın Halk’ta zâhir olduğunu görüyoruz.

NİÇİN BURADAYIZ ? ‘’Doğru yolu gösterendir...’’ Yaradılışımızdaki maksat Allah’ın gösterdiği doğru yolu takip etmektir. Kişi sadece Emr-i Tekvin’i takip ederek insanî maksûda eremez. Her halükârda, her şey tabiatı gereği bu emri takip etmektedir ve bu yüzden yapabileceğimiz hiç bir şey yoktur. Sadece İnsan Allah’ın sûretinde yaradılmıştır ve bu nedenle kendi tabiatları doğrultusunda değil, aynı zamanda Nebevi Hükümler’le doğru yola iletilirler. Çünkü İnsanî maksûda ancak Emr-i Teklife müsbet cevap vermekle ulaşılabilir. Peygamberlere nakledilen bu emirle Allah doğruyu, Hakk’ı, doğru amelleri bize gösterir.

‘’Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır, Rabb’inin senin üzerinde hakkı vardır, misafirinin senin üzerinde hakkı vardır ve ehlinin senin üzerinde bir hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver’’

‘’Her hak sahibine hakkını vermek’’ Tahkik’in kısa bir tanımıdır. Tahkik, gerçekliğin, hakîkatin, doğruluğun ve eşyanın uygunluğunun farkına varmaktır ve bu farkındalığa dayanarak onlara hakkını vermektir, yani Eşya için en isâbetli olanı ve doğrusunu yapmaktır.

Allah her şeyin hilkatini/yaradılışını verirken, Şey’in (Eşya’nın) hakkını da vermiştir. İşte biz de niçin buradayız? Sorusuna cevaben;  Tahkik’e erebilmek ve ‘’Her hak sahibine hakkını  vermek’’ için buradayız diyebiliriz. ‘’Her hak sahibine hakkını vermek’’ Tahkik’tir ve insanın varoluşunun gayesidir.  Tahkik; Allah’ın her şeye sadece yaradılış değil, aynı zamanda hidâyet de (doğru yol) verdiğini anlamamızı talep eder.

Hak mahlûkata tatbik edildiğinde, sadece mahlûkatın hakîkatini değil, aynı zamanda yaradılıştaki doğru yerlerini ve insanoğlu üzerindeki haklı ve münâsip taleplerini de ortaya çıkarmaktadır. Kişi bir şeyin hakkını idrak ettiğinde, kendisinin o şeye vereceği doğru karşılığı da anlar. Eşyaya hakkını vermek, evvela eşyanın Allah ile irtibâtını anlamaktır. Eşyanın Vechullâhı açığa çıkardığını ve Tecelli-i İlâhinin zâhir olduğu şeyler olarak hareket ettiğini hesaba katmadan onları düşünürsek, onların haklarını gözden kaçırırız. Başka bir ifade ile Tevhid’i gözden kaçırır Şirk’e düşeriz.

Bütün Şey’lerin (Eşya’nın) hakkından önce yerine getirilmesi gereken hak,  Allah’a karşı olan haklarımızdır. Bunların ilki ‘’Tevhid’’dir. Sonra ibâdet ve Allah’a Şirk koşmamaktır. Kulların Allah üzerindeki hakkı ise bunları yaptıktan sonra ‘’Cennet’’ tir.

Mûhakkik’ler (Hakîkat ehli); Rûh’taki ve âlemdeki her şeye hakkını vererek, Allah üzerindeki hakkını da vermiş olurlar ve Allah vergisi Bilgi ve Hakîkat’i tahakkûk ettirirler. Onlar Bâtıl’a bile hakkını verir, Bâtıl’ı münasip yerinden dışarı çıkarmazlar. (Allah’tan başka her şey bâtıldır, yâni gerçek, doğru ve uygun olmayandır)

Tahkik’in meyvesi ’Muhammedî makam’’ ve ‘’makamsızlık makamı’’dır. Gerçek hürriyete ancak her türlü kaydın ötesine geçmiş ve ‘’fıtrat’’ diye bilinen insanın Zât’ının aslî saflığına dönmüş kişiler ulaşabilir. Fıtrat; İnsan hakîkatinin varoluşuna esas oluşturan ezeli saflık ve arınmışlık, salt fıtrî Tevhid halidir ve insanların bu dünyaya gelmeden evvel Allah’ın huzurunda işittikleri ‘’Sizin Rab’biniz değil miyim?’’ hitabına verdikleri ‘’Evet’’ cevabıyla anılmaktadır.

‘’(Resûlüm) Sen vechini hanif olan dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaradılışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler’’ (Rum, 30)  ’Her doğan fıtrat üzere doğar fakat sonra ebeveynleri onu Hıristiyan, Yahûdi veya Mecûsi yapar’’ (Hz. Muhammed sav.)

Fıtrat; doğuştan Tevhid’e yönelmek olup, itaate itaattir. Hiçbir şey, şeylere varlık veren Emr-i Tekvin’e (Yaradılış emrine) karşı gelemez ve bu yüzden mahlûkatın her fiili zaten bir itaattir. Çünkü eşyanın fıtratı Emr-i tekvin’e itaat etmek ve Rahman’a ‘’kul’’ olmaktır. Bu durum er ya da geç zuhûr edecektir. İki çeşit ‘’kulluk’’ ve ‘’ibâdet’’ vardır. ‘’ASLÎ’’ olan Fıtrat’tan (Yaradılış emri), ‘’ARIZÎ’’ olan ise Allah’ın Peygamberlere gönderdiği emirlerden gelmektedir. ASLÎ kulluğun hükmü, ÂRIZÎ olandan daha kuvvetlidir. Çünkü bu dünyadaki emirler Ârızî’dir ve Ârızî olan her şey kaybolacaktır. İnsan, bütün mahlûkat gibi Allah’ın mutlak kuludur ve hür irâdelerinde mecbur bırakılmıştır. Bu dünyanın özrü, insanların hür seçimlerinde mecbur olduklarından dolayı kabul edilmiştir ve bundan dolayı Allah, her şeyin son meselesini Rahmet’e sevk etmiştir.

Cehenneme gidecek olanlar dahi bu Fıtrî itaatin semeresini alacaklardır. Cehennem ehli, bütün Eşya gibi Rahmân’ın kulları olarak yaratıldıklarını anladıkları zaman ızdırapları son bulacaktır. Herhangi bir Rab’lık, güç ve hâkim olma iddiaları kalmayacak, mahlûk ve kuldan başka bir şey olmadıklarını kabul edeceklerdir. Hepsinin üzerinde ‘’BELÂ’’ (Evet, Rab’bimizsin) sözü hüküm sahibi olup, bedbahtlıktan mutluluğa ulaşacaklardır. Bu söz, başından sonuna değin dünyada, Berzah ve Âhiret’te kendilerine eşlik edecektir. Çünkü kimse, Allah’tan gayrısına tapamaz. Dolayısıyla, Allah’a ortak koşmalarına rağmen, insanlar Tevhid’den vazgeçmemişlerdir. Çünkü ’Bezm-i Elest’te onu kabul etmişler’’ ve bu yüzden Fıtrat’ları üzere kalmaktadırlar. İşte bu durumları onları affa ve mağfirete götürecektir.

’Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok Rahîm, çok Gafûr’dur.’’(Zümer,53) Allah tövbe edenlere ve güzel amel işleyenlere af ve merhametini getirmiştir ve aynı zamanda haddi aşanlara, tövbe etmeyenlere de merhametini getirmiştir. Sonra ümitsizliği de yasaklamıştır.

Kur’an Cehennemin ebediyen kalacağını beyan etmektedir. İbnü’l Arabî Hz. Cehennemin ebediliğini inkâr etmemekte, fakat azâbın kalıcılığını reddetmektedir. Cehennem ehli orada ölmeyecektir. Çünkü acının kaldırılmasıyla ferahlık bulacaktır. Acı kaldırıldığında; Azap, Azibe (tatlıya) dönecektir. Gülistanda Gül bulmaya kimse şaşırmaz. Şaşkınlık, cehennem çukurunda Gül yetiştiğinde olur. Rahmet seni Nâr’ın içinde sardığı zaman, acı çektiğin her şeyin tatlı Azip/Azap olduğunu anlarsın.

İbnü’l Arabî Hz.leri Kûr’an’ın hiçbir zaman Cehennemin kahrına dair doğrudan açık bir âyetinin olmadığını, hepsinin bir tehdit niteliğinde olduğunu ifade eder. Çünkü Allah, güzel ahlâkın kaynağıdır ve hiç bir kerem sahibi tehditlerini yerine getirmez. ‘’Varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır’’(Âl-i İmrân, 14) Allah’a dönüş yeriyle herhangi bir kötülüğün açıkça uzaktan, yakından bir ilişkisi yoktur. Ve Allah böyle bir ilişki kurmamaktadır. Çünkü O’nun Rahmet’i her şeyi kuşatır O’nun lütf u keremi boldur ve her şeyi ihata eder (kuşatır).

Wıllıam C. Chıttıck- (İbn Arabî)

Özetlersek: Allah tekvini emri (hükmünü) vermek sûretiyle âlemi yaratır. Her şey, hattâ Peygamberler ve şeytanlar bile bu tekvini emre itaat ederek varlığa gelirler. Ancak dünyada Peygamberler aracılığı ile Allah katından dini teklifi emir buyurulur. Allah’ın hükmü, Peygamberin teklifinden üstün olduğu için kul ezeldeki yaradılış emrine uyar ve dini teklifi emri reddeder. 

Bir kulun yaradılışında Tekvinî emir ile Dini teklifi emir örtüşürse o kula Mümin, uyuşmazsa (Ezelde dine karşı örtülü olması hükmedildiği için) Kâfir denilir. Peki, Allah kendi hükmünün üzerinde bir hüküm olamayacağı halde neden Peygamberleri kulları doğru yola sevk etmesi için görevlendirmiştir denilirse,  yine Wıllıam C. Chıttıck’in ifâdesiyle ‘’kulların hiçbir irâdelerinin olmadığını anlamaları, hiçliklerini bilmeleri içindir’’ denilebilir.

Sem’âni bu konuyla ilgili şöyle der:

Beni bir kuyunun başına getirip ittin, ‘’Allah’a sığın!’’ diyorsun, sonra da itiyorsun!

Bir kanadı, bir bacağı kopmuş, bir gözü eksik diğer gözü de kör, sakat bir sivrisinek var. Onu ateş ve su deryasına atıyorlar, şöyle diyorlar: Dikkat et, kanatlarını yakma ve ıslatma!

Doğruyu Allah bilir…