TAKLİT VE TAHKİK:
İnsandaki
temel hedef, kalbin hayatına giden yolu, varlığının kökünde yatan Tevhid’in
(Birliğin) sezgisini ortaya çıkarmak ve kendi tabiatında yatan kulluğa varmak
için lâzım olan yolları hatırlamaktır. Bunun temelinde de ‘’BİLGİ’’ yatmaktadır. ‘’De
ki: Rabb’im ilmimi arttır’’ (Tâ-Hâ, 114) En mükemmel varlık, en yüce
İnsan-ı Kâmil Hz. Peygamber’e bile ilim istemesi söyleniyorsa, diğer insanlara
da aynısını yapmak düşmektedir. Bu Emr-i İlâhideki ‘’İLİM’’ (Eşya’nın hakîkati) arayışı, basitçe insanlardan ve
kitaplardan bir şey öğrenme, malûmat elde etmek değildir. Elbette insanlar Kur’an’ın
rehberliğini takip etmelidir. Fakat bu bahsettiğimiz özel bilme arayışı son derece şahsi dir. Uzmanların, Âlimlerin ve Bilim adamlarının kanaatlerinin,
hakikî farkındalık üzerine bir etkisi yoktur. Kimse senin yerine bilemez.
Kalbin hayatı sadece senin şahsen
yaşayacağın farkındalıkla ilgilidir ve bu farkındalığın yeri sadece kişinin
kendisi olabilir.
İlmi
aramak Hz. Peygamberin kelâmıyla ‘’her
müslüman üzerine farzdır’’. Ancak hangi tür ilim aranmalı, hangi tür
ilimden sakınılmalıdır ve ilimden kazanılacak fayda nedir? İlim Hakk’a uygun
olduğunda ve insana, Allah’a dönüşünde bir şeyler kazandırdığı zaman faydalı
olabilir. İnsan göçtüğü zaman, yanında götüreceği ilim için çaba göstermelidir.
Gerçekte değerli ilim ‘’Müşâhade’’
(keşf yoluyla ilâhi sırlara vâkıf olma) yoluyla gelen Allah’ın ilmi olup,
bu ilim kitaplardan ya da hocalardan öğrenilememektedir. Ama insanı
kemâle erdiren de bu İlim’dir. Matematik veya Tıp gibi diğer ilimler sadece bu
dünyada yararlıdır ve ölümden sonra bize eşlik etmeyecektir. Şeriat ilminin de
öteki dünyada faydası olmayacaktır. Allah’ın insana yüklediği mükellefiyetler
ölümle sonlanacaktır. Öteki dünyada herkes Allah’a ibâdet edecek, bu da aslî
ibâdet olacaktır. Dolayısıyla Şeriat
ilmi, kişinin bu dünyadaki amellerini yerine getirmesinde rehberlik ettiği
ölçüde önemlidir. Fakat bu ilmin de öteki dünyada hiçbir kullanımı
olmayacaktır. Bu dünyada kişi, Şeriat’ı sadece gerekli olduğu ölçüde
öğrenmelidir. Aşırı yemek yemenin bedende hastalıklara sebebiyet vereceği
gibi bu ilme de aşırı önem vermek rûhta hastalıklar ortaya çıkaracaktır.
İnsan
rûhunun bir başlangıcı vardır, çünkü Allah ona bir varlık vermiştir. Fakat bir
sonu yoktur, çünkü Âyan-ı Sâbite’sinden açığa çıkardığı İlmin sonu yoktur. Âlemin
bilgisi, kişinin kendini ve Rab’bini bilmesi sürecinde elde edilmesine
rağmen âlem, kişinin Rab’bini bilmesinde perdelerin en büyüğü de olabilir.
Âlemdeki işaretlerin neyi işaret ettiklerini anlamadan onlara ne kadar
yoğunlaşırsak, Eşya’yı olduğu gibi görememenin zûlmetinde (karanlığında) o
kadar derinleşmiş oluruz. ‘’Eşya’’Allah’ın
isim ve sıfatlarının tecellî ettiği Ayna’lardır. (Hepimiz Eşya’yız)
Eşyayı
bilmeyi denemek, deryada bir dalganın yerini belirtmeyi denemek gibidir. Allah’ı Allah’tan başka bilen
yoktur. İlâhi bilgiye müracaat etmeden Eşya’ın bilgisi mümkün değildir.
Doğru bilgi sadece Allah’a aittir ve insan ancak ilâhi bilgiden nasibdar olduğu
ölçüde doğruluktan hissedar olur.
Sadece
Allah, kendisinin ve Eşya’nın bizâtihi, dolaysız, vâsıtasız, doğrudan bilgisine
sahiptir. Allah, Kendisinin bilgisini lütfedebilir, fakat yine O’nu O’ndan
başka bilen olmaz. Aklî düşünceyle veya beşerî yollarla elde edilecek her
bilgi, mahlûk (yaratılmış) olması nedeniyle doğru değildir. Sonradan yaratılmış
aklın, kâdim zât hakkında bir şey bilebilmesi nasıl mümkün olur? Bu türlü akıl
kendisinin ne olduğunu ve nereden geldiğini bile bilmezken yaratıcıyı nasıl
bilsin? İnsanlar, sadece kendi yeteneklerinin, şartlarının, yetiştirilme ve
tahsillerinin el verdiği ölçüde bilebilir. Bu yüzden Bilgi’miz, Hakîkat ile
yalan, doğruluk ile yanlışlık arasındadır. Yani ‘’izafî’’dir.
İlâhi
olana yönelmeden, insanın hakîki bilgiye ulaşmaya çalışması beyhudedir. Bütün
bilgi, bilen kişinin dışından gelmektedir. Bilgi edinirken,
dışarıya yani bizden gayrı olanlara bağlı kalmaya ve onlara güvenmeye mecbûruz.
Bilgimizde selâhiyet sahibini takip ederiz; Yani taklit ederiz. Taklit’in
zıddı ise içtihat (özel görüş) veya Tahkik’tir. Eşya’nın
hakîkatini bularak Eşya’yı bilmeye Tahkik denir. Tahkik; Hakk’ın gerçek bilgisidir. İşte; bilgiyi aramanın gâyesi Tahkik’e ulaşmak, hakîkatini bilmektir. Tahkik’e
ulaşamayan kişi, eşyanın hakîkatini bilemez. Taklit ise, ancak Enbiya’nın özellikle Hz. Mûhammed’in ayak izlerini
takip etmektir. Ayak izlerini takip etmek, sadece amel yönünden
değildir. Nebevî miras ‘’müşâhade’’
yoluyla doğrudan Allah’tan bilgi
almayı gerektirmektedir. Allah’ın ilim verdikleri dışında kimsede bilgi yoktur.
İnsan
olmaklığımızın ortaya çıkardığı iki temel soru vardır: BİZ NEYİZ ve NİÇİN BURADAYIZ? Bu soruları sorma, cevaplama
ve cevaplarını amele geçirme sürecinin hepsi
‘’Tahkik’’ ile alâkalıdır.
BİZ NEYİZ? Hak mı, bâtıl mı? Her şey Hakk’tır, çünkü her şey Mutlâk Hakk
tarafından yaratılmıştır. ‘’Bizim
Rabb’imiz her şeye hilkanini veren.....’’ Allah’ın Emr-i Tekvin’ine
(yaratıcı emrine), bir şeye ‘’kün’’ demesine
ve o şeye varlık vermesine
baktığımızda mahlûkatın Hakk olduğunu,
Hakk’ın yaradılıştaki faaliyetini gördükçe, Hakk’ın Halk’ta zâhir olduğunu görüyoruz.
NİÇİN BURADAYIZ ? ‘’Doğru yolu gösterendir...’’
Yaradılışımızdaki maksat Allah’ın gösterdiği doğru yolu takip etmektir. Kişi
sadece Emr-i Tekvin’i takip ederek insanî maksûda eremez. Her halükârda, her
şey tabiatı gereği bu emri takip etmektedir ve bu yüzden yapabileceğimiz hiç
bir şey yoktur. Sadece İnsan Allah’ın
sûretinde yaradılmıştır ve bu nedenle kendi tabiatları doğrultusunda
değil, aynı zamanda Nebevi Hükümler’le doğru yola iletilirler. Çünkü İnsanî
maksûda ancak Emr-i Teklife müsbet
cevap vermekle ulaşılabilir. Peygamberlere nakledilen bu emirle Allah
doğruyu, Hakk’ı, doğru amelleri bize gösterir.
‘’Nefsinin senin üzerinde hakkı
vardır, Rabb’inin senin üzerinde hakkı vardır, misafirinin senin üzerinde hakkı
vardır ve ehlinin senin üzerinde bir hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını
ver’’
‘’Her hak sahibine hakkını vermek’’ Tahkik’in kısa bir tanımıdır. Tahkik,
gerçekliğin, hakîkatin, doğruluğun ve eşyanın uygunluğunun farkına varmaktır ve
bu farkındalığa dayanarak onlara hakkını vermektir, yani Eşya için en isâbetli olanı
ve doğrusunu yapmaktır.
Allah her
şeyin hilkatini/yaradılışını verirken, Şey’in (Eşya’nın) hakkını da vermiştir.
İşte biz de niçin buradayız?
Sorusuna cevaben; Tahkik’e erebilmek ve ‘’Her hak sahibine hakkını vermek’’ için buradayız diyebiliriz. ‘’Her hak sahibine hakkını vermek’’
Tahkik’tir ve insanın varoluşunun gayesidir. Tahkik; Allah’ın her şeye sadece yaradılış
değil, aynı zamanda hidâyet
de (doğru yol) verdiğini anlamamızı talep eder.
Hak
mahlûkata tatbik edildiğinde, sadece mahlûkatın hakîkatini değil, aynı zamanda
yaradılıştaki doğru yerlerini ve insanoğlu üzerindeki haklı ve münâsip
taleplerini de ortaya çıkarmaktadır. Kişi bir şeyin hakkını idrak ettiğinde,
kendisinin o şeye vereceği doğru karşılığı da anlar. Eşyaya hakkını vermek,
evvela eşyanın Allah ile irtibâtını anlamaktır. Eşyanın Vechullâhı açığa
çıkardığını ve Tecelli-i İlâhinin zâhir olduğu şeyler olarak hareket ettiğini
hesaba katmadan onları düşünürsek, onların haklarını gözden kaçırırız. Başka
bir ifade ile Tevhid’i gözden kaçırır Şirk’e düşeriz.
Bütün Şey’lerin
(Eşya’nın) hakkından önce yerine getirilmesi gereken hak, Allah’a karşı olan haklarımızdır. Bunların
ilki ‘’Tevhid’’dir. Sonra ibâdet ve Allah’a Şirk koşmamaktır. Kulların Allah
üzerindeki hakkı ise bunları yaptıktan sonra ‘’Cennet’’ tir.
Mûhakkik’ler
(Hakîkat ehli); Rûh’taki ve âlemdeki her şeye hakkını vererek, Allah üzerindeki
hakkını da vermiş olurlar ve Allah vergisi Bilgi ve Hakîkat’i tahakkûk
ettirirler. Onlar Bâtıl’a bile hakkını verir, Bâtıl’ı münasip yerinden dışarı
çıkarmazlar. (Allah’tan başka her şey bâtıldır, yâni gerçek, doğru ve uygun
olmayandır)
Tahkik’in
meyvesi ‘’Muhammedî makam’’ ve ‘’makamsızlık makamı’’dır.
Gerçek hürriyete ancak her türlü kaydın ötesine geçmiş ve ‘’fıtrat’’ diye bilinen insanın Zât’ının aslî saflığına dönmüş
kişiler ulaşabilir. Fıtrat;
İnsan hakîkatinin varoluşuna esas oluşturan ezeli saflık ve arınmışlık, salt
fıtrî Tevhid halidir ve insanların bu dünyaya gelmeden evvel Allah’ın huzurunda
işittikleri ‘’Sizin Rab’biniz değil miyim?’’ hitabına verdikleri ‘’Evet’’ cevabıyla anılmaktadır.
‘’(Resûlüm) Sen vechini hanif olan
dine, Allah insanları hangi fıtrat
üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaradılışında değişme yoktur. İşte
dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler’’ (Rum, 30) ‘’Her
doğan fıtrat üzere doğar fakat sonra
ebeveynleri onu Hıristiyan, Yahûdi veya Mecûsi yapar’’ (Hz. Muhammed sav.)
Fıtrat; doğuştan Tevhid’e
yönelmek olup, itaate itaattir. Hiçbir şey, şeylere varlık veren Emr-i Tekvin’e (Yaradılış
emrine) karşı gelemez ve bu yüzden mahlûkatın her fiili zaten bir itaattir. Çünkü eşyanın fıtratı Emr-i tekvin’e itaat
etmek ve Rahman’a ‘’kul’’ olmaktır. Bu durum er ya da geç zuhûr
edecektir. İki çeşit ‘’kulluk’’ ve ‘’ibâdet’’ vardır. ‘’ASLÎ’’ olan Fıtrat’tan (Yaradılış
emri), ‘’ARIZÎ’’ olan ise Allah’ın
Peygamberlere gönderdiği emirlerden gelmektedir. ASLÎ kulluğun hükmü, ÂRIZÎ olandan daha kuvvetlidir. Çünkü
bu dünyadaki emirler Ârızî’dir ve Ârızî olan her şey kaybolacaktır. İnsan,
bütün mahlûkat gibi Allah’ın mutlak kuludur ve hür irâdelerinde mecbur
bırakılmıştır. Bu dünyanın özrü, insanların hür seçimlerinde mecbur
olduklarından dolayı kabul edilmiştir ve bundan dolayı Allah, her şeyin son
meselesini Rahmet’e sevk etmiştir.
Cehenneme
gidecek olanlar dahi bu Fıtrî itaatin semeresini alacaklardır. Cehennem ehli,
bütün Eşya gibi Rahmân’ın kulları olarak yaratıldıklarını anladıkları zaman
ızdırapları son bulacaktır. Herhangi bir Rab’lık, güç ve hâkim olma iddiaları
kalmayacak, mahlûk ve kuldan başka bir şey olmadıklarını kabul edeceklerdir.
Hepsinin üzerinde ‘’BELÂ’’ (Evet,
Rab’bimizsin) sözü hüküm sahibi olup, bedbahtlıktan mutluluğa ulaşacaklardır.
Bu söz, başından sonuna değin dünyada, Berzah ve Âhiret’te kendilerine eşlik
edecektir. Çünkü kimse, Allah’tan gayrısına tapamaz. Dolayısıyla, Allah’a ortak
koşmalarına rağmen, insanlar Tevhid’den vazgeçmemişlerdir. Çünkü ‘’Bezm-i Elest’te onu kabul
etmişler’’ ve bu yüzden Fıtrat’ları üzere kalmaktadırlar. İşte bu
durumları onları affa ve mağfirete götürecektir.
’’Allah’ın rahmetinden ümit
kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok Rahîm, çok
Gafûr’dur.’’(Zümer,53) Allah tövbe edenlere ve
güzel amel işleyenlere af ve merhametini getirmiştir ve aynı zamanda haddi
aşanlara, tövbe etmeyenlere de merhametini getirmiştir. Sonra ümitsizliği de
yasaklamıştır.
Kur’an Cehennemin
ebediyen kalacağını beyan etmektedir. İbnü’l Arabî Hz. Cehennemin ebediliğini
inkâr etmemekte, fakat azâbın kalıcılığını reddetmektedir. Cehennem ehli orada
ölmeyecektir. Çünkü acının kaldırılmasıyla ferahlık bulacaktır. Acı
kaldırıldığında; Azap, Azibe (tatlıya) dönecektir. Gülistanda
Gül bulmaya kimse şaşırmaz.
Şaşkınlık, cehennem çukurunda Gül
yetiştiğinde olur. Rahmet seni Nâr’ın içinde sardığı zaman, acı çektiğin her
şeyin tatlı Azip/Azap olduğunu
anlarsın.
İbnü’l
Arabî Hz.leri Kûr’an’ın hiçbir zaman Cehennemin kahrına dair doğrudan açık bir
âyetinin olmadığını, hepsinin bir tehdit
niteliğinde olduğunu ifade eder. Çünkü Allah, güzel ahlâkın kaynağıdır ve hiç bir kerem sahibi tehditlerini
yerine getirmez. ‘’Varılacak güzel
yer, Allah’ın katındadır’’(Âl-i İmrân, 14) Allah’a dönüş yeriyle herhangi bir kötülüğün açıkça uzaktan,
yakından bir ilişkisi yoktur. Ve Allah böyle bir ilişki kurmamaktadır.
Çünkü O’nun Rahmet’i her şeyi kuşatır O’nun lütf u keremi boldur ve her şeyi
ihata eder (kuşatır).
Wıllıam C. Chıttıck- (İbn Arabî)
Özetlersek: Allah tekvini emri (hükmünü) vermek sûretiyle âlemi yaratır. Her şey, hattâ Peygamberler ve şeytanlar bile bu tekvini emre itaat ederek varlığa gelirler. Ancak dünyada Peygamberler aracılığı ile Allah katından dini teklifi emir buyurulur. Allah’ın hükmü, Peygamberin teklifinden üstün olduğu için kul ezeldeki yaradılış emrine uyar ve dini teklifi emri reddeder.
Bir kulun yaradılışında Tekvinî emir ile Dini teklifi emir örtüşürse
o kula Mümin, uyuşmazsa (Ezelde dine karşı örtülü olması hükmedildiği için)
Kâfir denilir. Peki, Allah kendi hükmünün üzerinde bir hüküm olamayacağı halde
neden Peygamberleri kulları doğru yola sevk etmesi için görevlendirmiştir denilirse,
yine Wıllıam C. Chıttıck’in ifâdesiyle ‘’kulların
hiçbir irâdelerinin olmadığını anlamaları, hiçliklerini bilmeleri içindir’’
denilebilir.
Sem’âni bu konuyla ilgili şöyle der:
Beni bir kuyunun başına getirip
ittin, ‘’Allah’a sığın!’’ diyorsun, sonra da itiyorsun!
Bir kanadı, bir bacağı kopmuş, bir
gözü eksik diğer gözü de kör, sakat bir sivrisinek var. Onu ateş ve su
deryasına atıyorlar, şöyle diyorlar: Dikkat et, kanatlarını yakma ve ıslatma!
Doğruyu
Allah bilir…