28 Eylül 2022 Çarşamba

 TAKLİT VE TAHKİK:

İnsandaki temel hedef, kalbin hayatına giden yolu, varlığının kökünde yatan Tevhid’in (Birliğin) sezgisini ortaya çıkarmak ve kendi tabiatında yatan kulluğa varmak için lâzım olan yolları hatırlamaktır. Bunun temelinde de ‘’BİLGİ’’ yatmaktadır. ‘De ki: Rabb’im ilmimi arttır’’ (Tâ-Hâ, 114) En mükemmel varlık, en yüce İnsan-ı Kâmil Hz. Peygamber’e bile ilim istemesi söyleniyorsa, diğer insanlara da aynısını yapmak düşmektedir. Bu Emr-i İlâhideki ‘’İLİM’’ (Eşya’nın hakîkati) arayışı, basitçe insanlardan ve kitaplardan bir şey öğrenme, malûmat elde etmek değildir. Elbette insanlar Kur’an’ın rehberliğini takip etmelidir. Fakat bu bahsettiğimiz özel bilme arayışı son derece şahsi dir. Uzmanların, Âlimlerin ve Bilim adamlarının kanaatlerinin, hakikî farkındalık üzerine bir etkisi yoktur. Kimse senin yerine bilemez. Kalbin hayatı sadece senin şahsen yaşayacağın farkındalıkla ilgilidir ve bu farkındalığın yeri sadece kişinin kendisi olabilir.

İlmi aramak Hz. Peygamberin kelâmıyla ‘’her müslüman üzerine farzdır’’. Ancak hangi tür ilim aranmalı, hangi tür ilimden sakınılmalıdır ve ilimden kazanılacak fayda nedir? İlim Hakk’a uygun olduğunda ve insana, Allah’a dönüşünde bir şeyler kazandırdığı zaman faydalı olabilir. İnsan göçtüğü zaman, yanında götüreceği ilim için çaba göstermelidir. Gerçekte değerli ilim ‘’Müşâhade’’ (keşf yoluyla ilâhi sırlara vâkıf olma) yoluyla gelen Allah’ın ilmi olup, bu ilim kitaplardan ya da hocalardan öğrenilememektedir. Ama insanı kemâle erdiren de bu İlim’dir. Matematik veya Tıp gibi diğer ilimler sadece bu dünyada yararlıdır ve ölümden sonra bize eşlik etmeyecektir. Şeriat ilminin de öteki dünyada faydası olmayacaktır. Allah’ın insana yüklediği mükellefiyetler ölümle sonlanacaktır. Öteki dünyada herkes Allah’a ibâdet edecek, bu da aslî ibâdet olacaktır. Dolayısıyla Şeriat ilmi, kişinin bu dünyadaki amellerini yerine getirmesinde rehberlik ettiği ölçüde önemlidir. Fakat bu ilmin de öteki dünyada hiçbir kullanımı olmayacaktır. Bu dünyada kişi, Şeriat’ı sadece gerekli olduğu ölçüde öğrenmelidir. Aşırı yemek yemenin bedende hastalıklara sebebiyet vereceği gibi bu ilme de aşırı önem vermek rûhta hastalıklar ortaya çıkaracaktır.

İnsan rûhunun bir başlangıcı vardır, çünkü Allah ona bir varlık vermiştir. Fakat bir sonu yoktur, çünkü Âyan-ı Sâbite’sinden açığa çıkardığı İlmin sonu yoktur. Âlemin bilgisi, kişinin kendini ve Rab’bini bilmesi sürecinde elde edilmesine rağmen âlem, kişinin Rab’bini bilmesinde perdelerin en büyüğü de olabilir. Âlemdeki işaretlerin neyi işaret ettiklerini anlamadan onlara ne kadar yoğunlaşırsak, Eşya’yı olduğu gibi görememenin zûlmetinde (karanlığında) o kadar derinleşmiş oluruz. ’Eşya’’Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellî ettiği Ayna’lardır. (Hepimiz Eşya’yız)

Eşyayı bilmeyi denemek, deryada bir dalganın yerini belirtmeyi denemek gibidir. Allah’ı Allah’tan başka bilen yoktur. İlâhi bilgiye müracaat etmeden Eşya’ın bilgisi mümkün değildir. Doğru bilgi sadece Allah’a aittir ve insan ancak ilâhi bilgiden nasibdar olduğu ölçüde doğruluktan hissedar olur.

Sadece Allah, kendisinin ve Eşya’nın bizâtihi, dolaysız, vâsıtasız, doğrudan bilgisine sahiptir. Allah, Kendisinin bilgisini lütfedebilir, fakat yine O’nu O’ndan başka bilen olmaz. Aklî düşünceyle veya beşerî yollarla elde edilecek her bilgi, mahlûk (yaratılmış) olması nedeniyle doğru değildir. Sonradan yaratılmış aklın, kâdim zât hakkında bir şey bilebilmesi nasıl mümkün olur? Bu türlü akıl kendisinin ne olduğunu ve nereden geldiğini bile bilmezken yaratıcıyı nasıl bilsin? İnsanlar, sadece kendi yeteneklerinin, şartlarının, yetiştirilme ve tahsillerinin el verdiği ölçüde bilebilir. Bu yüzden Bilgi’miz, Hakîkat ile yalan, doğruluk ile yanlışlık arasındadır. Yani ‘’izafî’’dir.

İlâhi olana yönelmeden, insanın hakîki bilgiye ulaşmaya çalışması beyhudedir. Bütün bilgi, bilen kişinin dışından gelmektedir. Bilgi edinirken, dışarıya yani bizden gayrı olanlara bağlı kalmaya ve onlara güvenmeye mecbûruz. Bilgimizde selâhiyet sahibini takip ederiz; Yani taklit ederiz. Taklit’in zıddı ise içtihat (özel görüş) veya Tahkik’tir. Eşya’nın hakîkatini bularak Eşya’yı bilmeye Tahkik denir. Tahkik; Hakk’ın gerçek bilgisidir. İşte; bilgiyi aramanın gâyesi  Tahkik’e ulaşmak, hakîkatini bilmektir. Tahkik’e ulaşamayan kişi, eşyanın hakîkatini bilemez. Taklit ise, ancak Enbiya’nın özellikle Hz. Mûhammed’in ayak izlerini takip etmektir. Ayak izlerini takip etmek, sadece amel yönünden değildir. Nebevî miras ‘’müşâhade’’ yoluyla doğrudan Allah’tan bilgi almayı gerektirmektedir. Allah’ın ilim verdikleri dışında kimsede bilgi yoktur.

İnsan olmaklığımızın ortaya çıkardığı iki temel soru vardır: BİZ NEYİZ ve NİÇİN BURADAYIZ? Bu soruları sorma, cevaplama ve cevaplarını amele geçirme sürecinin hepsi  ‘’Tahkik’’  ile alâkalıdır.

 BİZ NEYİZ? Hak mı, bâtıl mı?  Her şey Hakk’tır, çünkü her şey Mutlâk Hakk tarafından yaratılmıştır. ‘’Bizim Rabb’imiz her şeye hilkanini veren.....’’ Allah’ın Emr-i Tekvin’ine (yaratıcı emrine), bir şeye ‘’kün’’ demesine ve o şeye varlık vermesine baktığımızda mahlûkatın Hakk olduğunu, Hakk’ın yaradılıştaki faaliyetini gördükçe, Hakk’ın Halk’ta zâhir olduğunu görüyoruz.

NİÇİN BURADAYIZ ? ‘’Doğru yolu gösterendir...’’ Yaradılışımızdaki maksat Allah’ın gösterdiği doğru yolu takip etmektir. Kişi sadece Emr-i Tekvin’i takip ederek insanî maksûda eremez. Her halükârda, her şey tabiatı gereği bu emri takip etmektedir ve bu yüzden yapabileceğimiz hiç bir şey yoktur. Sadece İnsan Allah’ın sûretinde yaradılmıştır ve bu nedenle kendi tabiatları doğrultusunda değil, aynı zamanda Nebevi Hükümler’le doğru yola iletilirler. Çünkü İnsanî maksûda ancak Emr-i Teklife müsbet cevap vermekle ulaşılabilir. Peygamberlere nakledilen bu emirle Allah doğruyu, Hakk’ı, doğru amelleri bize gösterir.

‘’Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır, Rabb’inin senin üzerinde hakkı vardır, misafirinin senin üzerinde hakkı vardır ve ehlinin senin üzerinde bir hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver’’

‘’Her hak sahibine hakkını vermek’’ Tahkik’in kısa bir tanımıdır. Tahkik, gerçekliğin, hakîkatin, doğruluğun ve eşyanın uygunluğunun farkına varmaktır ve bu farkındalığa dayanarak onlara hakkını vermektir, yani Eşya için en isâbetli olanı ve doğrusunu yapmaktır.

Allah her şeyin hilkatini/yaradılışını verirken, Şey’in (Eşya’nın) hakkını da vermiştir. İşte biz de niçin buradayız? Sorusuna cevaben;  Tahkik’e erebilmek ve ‘’Her hak sahibine hakkını  vermek’’ için buradayız diyebiliriz. ‘’Her hak sahibine hakkını vermek’’ Tahkik’tir ve insanın varoluşunun gayesidir.  Tahkik; Allah’ın her şeye sadece yaradılış değil, aynı zamanda hidâyet de (doğru yol) verdiğini anlamamızı talep eder.

Hak mahlûkata tatbik edildiğinde, sadece mahlûkatın hakîkatini değil, aynı zamanda yaradılıştaki doğru yerlerini ve insanoğlu üzerindeki haklı ve münâsip taleplerini de ortaya çıkarmaktadır. Kişi bir şeyin hakkını idrak ettiğinde, kendisinin o şeye vereceği doğru karşılığı da anlar. Eşyaya hakkını vermek, evvela eşyanın Allah ile irtibâtını anlamaktır. Eşyanın Vechullâhı açığa çıkardığını ve Tecelli-i İlâhinin zâhir olduğu şeyler olarak hareket ettiğini hesaba katmadan onları düşünürsek, onların haklarını gözden kaçırırız. Başka bir ifade ile Tevhid’i gözden kaçırır Şirk’e düşeriz.

Bütün Şey’lerin (Eşya’nın) hakkından önce yerine getirilmesi gereken hak,  Allah’a karşı olan haklarımızdır. Bunların ilki ‘’Tevhid’’dir. Sonra ibâdet ve Allah’a Şirk koşmamaktır. Kulların Allah üzerindeki hakkı ise bunları yaptıktan sonra ‘’Cennet’’ tir.

Mûhakkik’ler (Hakîkat ehli); Rûh’taki ve âlemdeki her şeye hakkını vererek, Allah üzerindeki hakkını da vermiş olurlar ve Allah vergisi Bilgi ve Hakîkat’i tahakkûk ettirirler. Onlar Bâtıl’a bile hakkını verir, Bâtıl’ı münasip yerinden dışarı çıkarmazlar. (Allah’tan başka her şey bâtıldır, yâni gerçek, doğru ve uygun olmayandır)

Tahkik’in meyvesi ’Muhammedî makam’’ ve ‘’makamsızlık makamı’’dır. Gerçek hürriyete ancak her türlü kaydın ötesine geçmiş ve ‘’fıtrat’’ diye bilinen insanın Zât’ının aslî saflığına dönmüş kişiler ulaşabilir. Fıtrat; İnsan hakîkatinin varoluşuna esas oluşturan ezeli saflık ve arınmışlık, salt fıtrî Tevhid halidir ve insanların bu dünyaya gelmeden evvel Allah’ın huzurunda işittikleri ‘’Sizin Rab’biniz değil miyim?’’ hitabına verdikleri ‘’Evet’’ cevabıyla anılmaktadır.

‘’(Resûlüm) Sen vechini hanif olan dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaradılışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler’’ (Rum, 30)  ’Her doğan fıtrat üzere doğar fakat sonra ebeveynleri onu Hıristiyan, Yahûdi veya Mecûsi yapar’’ (Hz. Muhammed sav.)

Fıtrat; doğuştan Tevhid’e yönelmek olup, itaate itaattir. Hiçbir şey, şeylere varlık veren Emr-i Tekvin’e (Yaradılış emrine) karşı gelemez ve bu yüzden mahlûkatın her fiili zaten bir itaattir. Çünkü eşyanın fıtratı Emr-i tekvin’e itaat etmek ve Rahman’a ‘’kul’’ olmaktır. Bu durum er ya da geç zuhûr edecektir. İki çeşit ‘’kulluk’’ ve ‘’ibâdet’’ vardır. ‘’ASLÎ’’ olan Fıtrat’tan (Yaradılış emri), ‘’ARIZÎ’’ olan ise Allah’ın Peygamberlere gönderdiği emirlerden gelmektedir. ASLÎ kulluğun hükmü, ÂRIZÎ olandan daha kuvvetlidir. Çünkü bu dünyadaki emirler Ârızî’dir ve Ârızî olan her şey kaybolacaktır. İnsan, bütün mahlûkat gibi Allah’ın mutlak kuludur ve hür irâdelerinde mecbur bırakılmıştır. Bu dünyanın özrü, insanların hür seçimlerinde mecbur olduklarından dolayı kabul edilmiştir ve bundan dolayı Allah, her şeyin son meselesini Rahmet’e sevk etmiştir.

Cehenneme gidecek olanlar dahi bu Fıtrî itaatin semeresini alacaklardır. Cehennem ehli, bütün Eşya gibi Rahmân’ın kulları olarak yaratıldıklarını anladıkları zaman ızdırapları son bulacaktır. Herhangi bir Rab’lık, güç ve hâkim olma iddiaları kalmayacak, mahlûk ve kuldan başka bir şey olmadıklarını kabul edeceklerdir. Hepsinin üzerinde ‘’BELÂ’’ (Evet, Rab’bimizsin) sözü hüküm sahibi olup, bedbahtlıktan mutluluğa ulaşacaklardır. Bu söz, başından sonuna değin dünyada, Berzah ve Âhiret’te kendilerine eşlik edecektir. Çünkü kimse, Allah’tan gayrısına tapamaz. Dolayısıyla, Allah’a ortak koşmalarına rağmen, insanlar Tevhid’den vazgeçmemişlerdir. Çünkü ’Bezm-i Elest’te onu kabul etmişler’’ ve bu yüzden Fıtrat’ları üzere kalmaktadırlar. İşte bu durumları onları affa ve mağfirete götürecektir.

’Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok Rahîm, çok Gafûr’dur.’’(Zümer,53) Allah tövbe edenlere ve güzel amel işleyenlere af ve merhametini getirmiştir ve aynı zamanda haddi aşanlara, tövbe etmeyenlere de merhametini getirmiştir. Sonra ümitsizliği de yasaklamıştır.

Kur’an Cehennemin ebediyen kalacağını beyan etmektedir. İbnü’l Arabî Hz. Cehennemin ebediliğini inkâr etmemekte, fakat azâbın kalıcılığını reddetmektedir. Cehennem ehli orada ölmeyecektir. Çünkü acının kaldırılmasıyla ferahlık bulacaktır. Acı kaldırıldığında; Azap, Azibe (tatlıya) dönecektir. Gülistanda Gül bulmaya kimse şaşırmaz. Şaşkınlık, cehennem çukurunda Gül yetiştiğinde olur. Rahmet seni Nâr’ın içinde sardığı zaman, acı çektiğin her şeyin tatlı Azip/Azap olduğunu anlarsın.

İbnü’l Arabî Hz.leri Kûr’an’ın hiçbir zaman Cehennemin kahrına dair doğrudan açık bir âyetinin olmadığını, hepsinin bir tehdit niteliğinde olduğunu ifade eder. Çünkü Allah, güzel ahlâkın kaynağıdır ve hiç bir kerem sahibi tehditlerini yerine getirmez. ‘’Varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır’’(Âl-i İmrân, 14) Allah’a dönüş yeriyle herhangi bir kötülüğün açıkça uzaktan, yakından bir ilişkisi yoktur. Ve Allah böyle bir ilişki kurmamaktadır. Çünkü O’nun Rahmet’i her şeyi kuşatır O’nun lütf u keremi boldur ve her şeyi ihata eder (kuşatır).

Wıllıam C. Chıttıck- (İbn Arabî)

Özetlersek: Allah tekvini emri (hükmünü) vermek sûretiyle âlemi yaratır. Her şey, hattâ Peygamberler ve şeytanlar bile bu tekvini emre itaat ederek varlığa gelirler. Ancak dünyada Peygamberler aracılığı ile Allah katından dini teklifi emir buyurulur. Allah’ın hükmü, Peygamberin teklifinden üstün olduğu için kul ezeldeki yaradılış emrine uyar ve dini teklifi emri reddeder. 

Bir kulun yaradılışında Tekvinî emir ile Dini teklifi emir örtüşürse o kula Mümin, uyuşmazsa (Ezelde dine karşı örtülü olması hükmedildiği için) Kâfir denilir. Peki, Allah kendi hükmünün üzerinde bir hüküm olamayacağı halde neden Peygamberleri kulları doğru yola sevk etmesi için görevlendirmiştir denilirse,  yine Wıllıam C. Chıttıck’in ifâdesiyle ‘’kulların hiçbir irâdelerinin olmadığını anlamaları, hiçliklerini bilmeleri içindir’’ denilebilir.

Sem’âni bu konuyla ilgili şöyle der:

Beni bir kuyunun başına getirip ittin, ‘’Allah’a sığın!’’ diyorsun, sonra da itiyorsun!

Bir kanadı, bir bacağı kopmuş, bir gözü eksik diğer gözü de kör, sakat bir sivrisinek var. Onu ateş ve su deryasına atıyorlar, şöyle diyorlar: Dikkat et, kanatlarını yakma ve ıslatma!

Doğruyu Allah bilir…