18 Haziran 2022 Cumartesi

TASARRUF:

Tasarruf; sözlük anlamıyla ‘’bir şeyi dilediği biçimde kullanma yetkisi, kullanım’’ demekken, bâtınî anlamıyla tasarruf, sadece Allah’a ve O’nun vekil kıldıklarına aittir.

‘’Ârif; Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmış olan tasarruf sahibi kimsedir. Öyle ki sanki o ‘’O’’ dur. Oysa o, ‘’O’’ değildir. Ancak ’’O’’, ‘’O’’ dur. Makamlar onun üzerinde döner. Onun iki eli vardır. Gayb ve şehadet âleminde, Hakk’ın emrinden iki eliyle ‘’kabz’’ eder alır, ‘’bast’’ eder, dağıtır. Bunu Allah’ın bir velîsi ve halîfesi olarak yapar. O’nun emriyle hareket eder. Nazarda biriciktir. Ârifin sıfatları sayılamayacak kadar çoktur. Eğer ârif bir cezâ verecek olursa, bu bir temizlenmedir.’’ (İbnü’l Arabî Hz. Marifet ve Hikmet)

Bir kulun insan olarak hiçbir gücünün olmadığını bilmesi ve gücün sahibine dayandırılması o kulu ‘’ârif’’ yapar. Zirâ insanın zâtında varlık yoktur, varlık Allah’a aittir. İnsan arızî olarak güçlüdür.  İnsanın gösterdiği kuvvet, Allah’ın himmetinden (Hâkimiyetinden) başka bir şey değildir.

Konevî Hazretleri der ki;  hiçbir ilâhi cezâ sebepsiz meydana gelmez. Cezâ (karşılık) kulların fillerinin neticelerini ortaya çıkarmaktan ibârettir, çünkü O, mutlâk anlamda yaratıcıdır. Yaratıklardan ortaya çıkan fiiller ise, onların neticelerinin maddesidir. Neticeler maddeye göre ortaya çıkar. (Yapılan her iyi veya kötü fiilin bir cezâsı yani karşılığı vardır. Allah bu karşılığı vekil kıldığı kulları aracılığı ile tecellî ettirir)

 ‘’Aczini bilen, haddini aşmayan, diline sahip olan, ömrünü boşa sarf etmeyen kimseye Allah rahmet eylesin.’’ (Artık o ölü yani Fâni’dir)

Fenâ (Fâni) mertebesindeki kul, kendi vücudu olmadığı gibi, başkalarında zuhûr eden her şeyin de Hakk’ın lütfu olduğunu düşündüğü için mücâdeleyi bırakır. Ancak kendisine vazife verildiğinde vazife verene sığınır. O zaman Allah’ın lütfu onda galip gelir ve tekrar mücâdeleye başlar. Bu hâldeki tecellîye ‘’kâmil insan’’ denir. En kuvvetli tecellî ve himmet Hz. Peygamber’de ortaya çıkmıştır. Bu sebeple Hz. Peygamber ekmeldir (en mükemmeldir).

Tasavvufta beşerin, aslında geçici olan, hatta bir vehim olan vücudunu yani nefsini yok etme, nefsin bütün ihtiraslarının üstüne yükselme derecesine varmaya ‘’fenâfillah’’ denilir. Kişi bu dereceye ulaştıktan sonra ‘’bekâbillah’’ denilen daha üstün bir mertebeye erişir. Bu mertebede artık Allah’ın kendi içinde tecellî ettiği hisseder. Bakışlarının önünde Allah’ın nûru yanar. (Her şeyin Allah’la var olduğunu mutlâk sûrette görmeye, Hakk’ın bekâ ve devamıyla bâki olmaya ve sıfatlarıyla sıfatlanmaya, hayatıyla dirilmeye ve dünya bağlarından kurtulmaya ‘’bekâ’’ denir. Hakk’a kavuşmaya da ‘’Likâ’’ denilir.)

Mârifet ise; Mutlak ilim, kesin bilgi demektir. Mârifer Yüce Allah’ın vergisidir. Allah onunla ârif kulların kalplerini aydınlatır. Mârifet sahipleri Allah’ı hakkıyla bilen kimselerdir. Bir kul ancak tam âciz halinde olduğu zaman Allah’ın mârifetine erebilir.

Mârifeti tamam olan ârif, tasarruftan uzak, gayet âciz ve zayıflık ile zâhir olur. Eğer biz ârifin bir şey istediğini görürsek bunun Allah’ın emri ile olduğunu idrak etmekle yükümlü oluruz.

Ârifin mârifeti yükseldikçe, onun himmeti ile tasarrufu eksilir. Bu da iki şeyden kaynaklanır: Birisi ârifin yaradılışındaki kulluk yönüne bakmasıdır. Diğeri ise, tasarruf eden ile tasarruf edilenin birliğidir. Binâenaleyh ârif, himmetiyle tasarruf edeceği bir şey görmez. Bu da kendisini tasarruftan men eder.

Ârifin tasarrufu terk etmesinin bir sebebi de şudur: Ârif, her şeyin kader planında yazıldığı için onu değiştirecek hiçbir gücü olmadığını, sevdiğine yardım etmenin bile ezelî nasip kaidesine göre ancak Allah tarafından yapılabileceğini ve bu müdahalenin onun hakîkatine tesir etmeyeceğini bilir. Zîra bu sistemde kişi başlangıçta ismi ne ise ancak o isme kadar tekâmül edebilir. Bu durumda, duaların bile ezelde olması gerektiğine göre ettirildiği muhakkaktır.

Evliyâ iki gruba ayrılır; birincisi hiç dua etmeyenler ikincisi ise dua etmesine izin verilenlerdir. Hiç dua etmeyenler çok yüksek mertebede oldukları için Allah’ın işine karışmaktan edep ederler ama ‘’iste ki vereyim’’ âyetine (Mü’min, 60) uymak için şeklen bile olsa dua edilmesi gerektiğini bilirler ve bu işle görevli kişileri görür ve ona yönlendirilirler. Görevli kişi de duayı eder fakat beklentileri yoktur.

Ârif hakîkat bakışıyla baktığı zaman, her görülme yerinin fiilini hoş görür ve mücâdele etmeyip kabul eder. Fakat şerîat bakışıyla baktığı zaman, kâfirden çıkan küfre itiraz eder.  Çünkü şerîat ikilik perdesi üzerine kurulmuştur ve perde olan mahalde çekişme vardır.

Hakîki ârif, Allah ondan bir kerâmet gösterdiği vakit en önce o şaşar ve hayret içinde kalır. Kesinlikle kendisinden bilmediği için yüce Allah’ın bu konuda kendisini kullanmasından dolayı şükür eder. Bu da tasarrufun onunla olmadığını, Hakk’la olduğunu aşikâr eder.

‘’Bazı olağanüstü olaylar enbiyadan (Peygamber’den) zuhûr ederse mucize denir. Allah ve resûllerine îman edip salih âmel işleyenlerde ortaya çıkarsa keramet denir. Kâfir ve fâsıklardan ortaya çıkarsa da istidrac (kandırma) denir.

Ey Evlâd! Sen daima nefsinin ayıplarını tespit etmekle meşgul ol! Öyle ki, senden olağanüstü bir olay sudur ederse (açığa çıkarsa), bu olay seni, nefsinin şerîat ölçülerine karşı olan durumunu tespit etmekten engelleyen perde olmasın. Yani nefsini kontrol ettiğinde kendinde ‘’Kitap ve Sünnet’’ e uyanların niteliklerinin bulunduğunu gördüğünde, nefsin ile mükellef olduğun ilâhi emirler ve yasaklar arasında tam bir uygunluğu farkettiğinde, sülûkun da (mânevi yolculuğunda) zâhiri ve bâtıni olarak ilâhi buyrukları örnek alarak ve yasaklardan uzak durarak ilahi edeplerle edeplendiğini bildiğinde, senden sudur eden olağanüstü olay, keramettir. Şayet sen kendini kontrol ettiğinde zâhiri ve bâtıni olarak Allah’ın emirlerine riâyet ederek yaşamadığını görürsen, senden sudur eden (ortaya çıkan) olağanüstü olayın, senin için bir keramet olmadığını kabul et. Eğer sen o olaydan sonra istikamet ehli olursan, o zaman senden açığa çıkan olağanüstü olayın bir ikaz olduğuna inan. Senden vâki olan o olaydan sonra istikâmet ehli olmazsan, o zaman o olağanüstü olay istidrac’dır (kandırma). Firâvun ve Şeytan’ın hâli gibi. Allah’tan bulunduğun hâlden seni, sırât-ı müstakime ulaştırmasını iste! Esas keramet de, kulun, Allah’ın lütfuyla bu açıyı idrâk etmesi, kerametleri kendine nispet etmeyerek Allah’ın bir lütfu olduğunu bilmesi ve kerametlerinden kimseye bahsetmemesidir.’’ (İbnü’l Arabi Hz. Yıldızların Mevkii)

Tasarrufu kendisine izafe eden (kendinden sanan) veya tasarrufta ortaklığının bulunduğunu gören kimse, tasarrufu rubûbiyet (Rab’lık) mertebesinden koparmış atmış demektir. Bu kişi, Allah’ın mucizelerini verip, sonra kendisinden çekip aldığı Belâm b. Avr’a benzer. Mucize ve kerâmetleri izhar (gösterme), iddiaları nedeniyle Peygamberler için zorunlu iken, Peygambere uyan velînin onları gizlemesi vâciptir. İşte sûfîlerin yolu budur. Çünkü velî bir iddiada bulunmadığı gibi, iddiada bulunması da gerekmez, çünkü o şeriat getiren biri değildir. Melâmiler (Bâtın ehli, Ledûn ilmi sahipleri) kerameti terk edenlerdir. Sûfîler ise keramet gösterir. Keramet zikredilen tarzda olmadıkça, büyük adamlara göre nefslerin büyüklenme duygusunun bir tezahürüdür. Keramet kerametsizliktir.

Melk, şiddet; Melik şiddet sahibi demektir. El-Melik ise, ‘’Mülkün gerçek sahibi ve kâinatın mutlâk hükümdarı’’ anlamında esma-i hüsnâdandır. El- Melik isminin mazharı (görüldüğü yer) olan kul, Allah’ın yarattıklarının en güçlüsüdür. (Cemâlnur Sargut /İbnü’l Arabî Hz./Hz. Lût fassı)

‘’De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin.’’ (Âl-i İmrân, 26)

‘’De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım’’  Allah’ım, isimler âlemi mülkünün mutlâk mâliki sensin. Onun üzerinde dilediğin gibi tasarruf edersin. Senden başka mâlik, senden başka tasarruf sahibi ve senden başka güç yoktur. ‘’Sen mülkü dilediğine verirsin.’’  Dilediğini bu mülkün bir kısmı üzerinde tasarruf sahibi kılarsın. ‘’Ve mülkü dilediğinden geri alırsın.’’ Tasarrufu başkasının eline verirsin. Aslında, ortada bir başkası yoktur. Sadece, tasarruf yetkisini bir elden başka bir ele intikâl ettirirsin. Dolayısıyla, her halükarda, değişik görünümlerde de olsa onun üzerinde tasarrufta bulunan sensin. ‘’Dilediğini yüceltirsin.’’ İzzetinin nûrundan bir nûru ona bahşetmek sûretiyle yüceltirsin. Çünkü bütün izzet Allah’ındır. ‘’Dilediğini de alçaltırsın’’ üzerindeki izzetinin giysisini çıkarmak sûretiyle alçaltırsın, böylece orada zelil olarak kalakalır.

‘’Her türlü iyilik senin elindedir.’’ Bütün hayır sadece senin elindedir. Bazen bazı görünümlere izzet ve Kibriya sıfatıyla tecellî edersin, bu görünümüne izzet ve görkem giysisini giydirirsin. Bazen kahır ve zelil kılma sıfatınla tecellî eder,  bu görünüme aşağılık ve küçüklük giysisini giydirirsin, bazen aziz kılan sıfatınla tecellî edersin, zelil kılarsın, bazen zelil kılan sıfatınla tecellî edersin aziz kılarsın. Bazen gani sıfatınla tecellî edersin, mal verirsin. Zengin kılan sıfatınla tecellî edersin, fakir kılarsın. Yani onu malda müstağni, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan bir fakir kılarsın. Mutlâk kudret ve tasarruf sahibi sensin’’

(İbn Arabî Hz. Tefsir-i Kebir Te’vilât-Cilt. 1 Syf. 182)

Ken’an Rıfâî Hz. der ki: ‘’Bizim vücudumuz Allah’ın kavline (sözüne), fiiline, zâhir ve bâtın tasarrufuna bir alettir. Çoğu zaman insan, Hakk’ın bu tasarrufunu (hâkimiyetini) kendinden zanneder. Hâlbuki bu tasarruf eğreti ve emanettir. İşte Resûlullah’ın ‘’nefsini bilen Rabbini bilir’’ diye ifade ettiği desturun mânâsı budur. (Nefsini yoklukla bilen, Rabbini varlıkla bilir)