TASARRUF:
Tasarruf; sözlük anlamıyla ‘’bir şeyi dilediği biçimde kullanma yetkisi, kullanım’’ demekken,
bâtınî anlamıyla tasarruf, sadece Allah’a ve O’nun vekil kıldıklarına aittir.
‘’Ârif; Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmış olan tasarruf sahibi kimsedir.
Öyle ki sanki o ‘’O’’ dur. Oysa o, ‘’O’’ değildir. Ancak ’’O’’, ‘’O’’ dur.
Makamlar onun üzerinde döner. Onun iki eli vardır. Gayb ve şehadet âleminde,
Hakk’ın emrinden iki eliyle ‘’kabz’’ eder alır, ‘’bast’’ eder, dağıtır. Bunu
Allah’ın bir velîsi ve halîfesi olarak yapar. O’nun emriyle hareket eder.
Nazarda biriciktir. Ârifin sıfatları sayılamayacak kadar çoktur. Eğer ârif bir
cezâ verecek olursa, bu bir temizlenmedir.’’ (İbnü’l Arabî Hz. Marifet ve Hikmet)
Bir kulun insan
olarak hiçbir gücünün olmadığını bilmesi ve gücün sahibine dayandırılması o
kulu
‘’ârif’’ yapar. Zirâ insanın zâtında varlık yoktur, varlık Allah’a
aittir. İnsan arızî olarak güçlüdür. İnsanın
gösterdiği kuvvet, Allah’ın himmetinden (Hâkimiyetinden) başka
bir şey değildir.
Konevî
Hazretleri der ki; hiçbir ilâhi cezâ sebepsiz
meydana gelmez. Cezâ (karşılık) kulların fillerinin
neticelerini ortaya çıkarmaktan ibârettir, çünkü O, mutlâk anlamda yaratıcıdır.
Yaratıklardan ortaya çıkan fiiller ise, onların neticelerinin maddesidir.
Neticeler maddeye göre ortaya çıkar. (Yapılan her iyi veya kötü fiilin bir
cezâsı yani karşılığı vardır. Allah bu karşılığı vekil kıldığı kulları
aracılığı ile tecellî ettirir)
‘’Aczini bilen, haddini aşmayan, diline sahip
olan, ömrünü boşa sarf etmeyen kimseye Allah rahmet eylesin.’’ (Artık o ölü yani Fâni’dir)
Fenâ (Fâni) mertebesindeki kul, kendi
vücudu olmadığı gibi, başkalarında zuhûr eden her şeyin de Hakk’ın lütfu
olduğunu düşündüğü için mücâdeleyi bırakır. Ancak kendisine vazife verildiğinde
vazife verene sığınır. O zaman Allah’ın lütfu onda galip gelir ve tekrar mücâdeleye
başlar. Bu hâldeki tecellîye ‘’kâmil insan’’ denir. En kuvvetli
tecellî ve himmet Hz. Peygamber’de ortaya çıkmıştır. Bu sebeple Hz. Peygamber
ekmeldir (en mükemmeldir).
Tasavvufta beşerin, aslında geçici olan, hatta
bir vehim olan vücudunu yani nefsini yok etme, nefsin bütün ihtiraslarının
üstüne yükselme derecesine varmaya ‘’fenâfillah’’ denilir. Kişi bu
dereceye ulaştıktan sonra ‘’bekâbillah’’ denilen daha üstün
bir mertebeye erişir. Bu mertebede artık Allah’ın kendi içinde tecellî ettiği
hisseder. Bakışlarının önünde Allah’ın nûru yanar. (Her şeyin Allah’la var
olduğunu mutlâk sûrette görmeye, Hakk’ın bekâ ve devamıyla bâki olmaya ve
sıfatlarıyla sıfatlanmaya, hayatıyla dirilmeye ve dünya bağlarından kurtulmaya ‘’bekâ’’
denir. Hakk’a kavuşmaya da ‘’Likâ’’ denilir.)
Mârifet ise; Mutlak ilim, kesin bilgi demektir.
Mârifer Yüce Allah’ın vergisidir. Allah onunla ârif kulların kalplerini
aydınlatır. Mârifet sahipleri Allah’ı hakkıyla bilen kimselerdir. Bir kul ancak
tam âciz halinde olduğu zaman Allah’ın mârifetine erebilir.
Mârifeti
tamam olan ârif, tasarruftan uzak, gayet âciz ve zayıflık ile zâhir olur. Eğer
biz ârifin bir şey istediğini görürsek bunun Allah’ın emri ile olduğunu idrak
etmekle yükümlü oluruz.
Ârifin mârifeti
yükseldikçe, onun himmeti ile tasarrufu eksilir. Bu da iki şeyden kaynaklanır:
Birisi ârifin yaradılışındaki kulluk yönüne bakmasıdır. Diğeri ise, tasarruf
eden ile tasarruf edilenin birliğidir. Binâenaleyh ârif, himmetiyle
tasarruf edeceği bir şey görmez. Bu da kendisini tasarruftan men eder.
Ârifin
tasarrufu terk etmesinin bir sebebi de şudur: Ârif, her şeyin kader
planında yazıldığı için onu değiştirecek hiçbir gücü olmadığını, sevdiğine
yardım etmenin bile ezelî nasip kaidesine göre ancak Allah tarafından
yapılabileceğini ve bu müdahalenin onun hakîkatine tesir etmeyeceğini bilir. Zîra
bu sistemde kişi başlangıçta ismi ne ise ancak o isme kadar tekâmül edebilir.
Bu durumda, duaların bile ezelde olması gerektiğine göre ettirildiği
muhakkaktır.
Evliyâ iki
gruba ayrılır; birincisi hiç dua etmeyenler ikincisi ise dua etmesine izin
verilenlerdir. Hiç dua etmeyenler çok yüksek mertebede oldukları için Allah’ın
işine karışmaktan edep ederler ama ‘’iste ki vereyim’’ âyetine (Mü’min,
60) uymak için şeklen bile olsa dua edilmesi gerektiğini bilirler ve bu işle
görevli kişileri görür ve ona yönlendirilirler. Görevli kişi de duayı eder
fakat beklentileri yoktur.
Ârif hakîkat
bakışıyla baktığı zaman, her görülme yerinin fiilini hoş görür ve mücâdele
etmeyip kabul eder. Fakat şerîat bakışıyla baktığı zaman, kâfirden çıkan küfre
itiraz eder. Çünkü şerîat ikilik
perdesi üzerine kurulmuştur ve perde olan mahalde çekişme vardır.
Hakîki ârif,
Allah ondan bir kerâmet gösterdiği vakit en önce o şaşar ve hayret içinde
kalır. Kesinlikle kendisinden bilmediği için yüce Allah’ın bu konuda kendisini
kullanmasından dolayı şükür eder. Bu da tasarrufun onunla olmadığını, Hakk’la
olduğunu aşikâr eder.
‘’Bazı olağanüstü
olaylar enbiyadan (Peygamber’den) zuhûr ederse mucize denir. Allah ve
resûllerine îman edip salih âmel işleyenlerde ortaya çıkarsa keramet
denir. Kâfir ve fâsıklardan ortaya çıkarsa da istidrac (kandırma) denir.
Ey Evlâd!
Sen daima nefsinin ayıplarını tespit etmekle meşgul ol! Öyle ki, senden
olağanüstü bir olay sudur ederse (açığa çıkarsa), bu olay seni, nefsinin şerîat
ölçülerine karşı olan durumunu tespit etmekten engelleyen perde olmasın. Yani
nefsini kontrol ettiğinde kendinde ‘’Kitap ve Sünnet’’ e uyanların
niteliklerinin bulunduğunu gördüğünde, nefsin ile mükellef olduğun ilâhi
emirler ve yasaklar arasında tam bir uygunluğu farkettiğinde, sülûkun da (mânevi
yolculuğunda) zâhiri ve bâtıni olarak ilâhi buyrukları örnek alarak ve
yasaklardan uzak durarak ilahi edeplerle edeplendiğini bildiğinde, senden sudur
eden olağanüstü olay, keramettir.
Şayet sen kendini kontrol ettiğinde zâhiri ve bâtıni olarak Allah’ın emirlerine
riâyet ederek yaşamadığını görürsen, senden sudur eden (ortaya çıkan)
olağanüstü olayın, senin için bir keramet olmadığını kabul et. Eğer sen o
olaydan sonra istikamet ehli olursan, o zaman senden açığa çıkan olağanüstü
olayın bir ikaz olduğuna inan. Senden vâki olan o olaydan sonra istikâmet ehli
olmazsan, o zaman o olağanüstü olay istidrac’dır (kandırma). Firâvun ve
Şeytan’ın hâli gibi. Allah’tan bulunduğun hâlden seni, sırât-ı müstakime
ulaştırmasını iste! Esas keramet de, kulun, Allah’ın lütfuyla bu açıyı idrâk
etmesi, kerametleri kendine nispet etmeyerek Allah’ın bir lütfu olduğunu
bilmesi ve kerametlerinden kimseye bahsetmemesidir.’’ (İbnü’l Arabi Hz.
Yıldızların Mevkii)
Tasarrufu
kendisine izafe eden (kendinden sanan) veya tasarrufta ortaklığının bulunduğunu
gören kimse, tasarrufu rubûbiyet (Rab’lık) mertebesinden koparmış atmış
demektir. Bu kişi, Allah’ın mucizelerini verip, sonra kendisinden çekip aldığı
Belâm b. Avr’a benzer. Mucize ve kerâmetleri izhar (gösterme), iddiaları
nedeniyle Peygamberler için zorunlu iken, Peygambere uyan velînin onları
gizlemesi vâciptir. İşte sûfîlerin yolu budur. Çünkü velî bir iddiada
bulunmadığı gibi, iddiada bulunması da gerekmez, çünkü o şeriat getiren biri
değildir. Melâmiler (Bâtın ehli, Ledûn ilmi sahipleri) kerameti terk
edenlerdir. Sûfîler ise keramet gösterir. Keramet zikredilen tarzda olmadıkça,
büyük adamlara göre nefslerin büyüklenme duygusunun bir tezahürüdür. Keramet
kerametsizliktir.
Melk, şiddet; Melik şiddet sahibi demektir. El-Melik
ise, ‘’Mülkün
gerçek sahibi ve kâinatın mutlâk hükümdarı’’ anlamında esma-i
hüsnâdandır. El- Melik isminin mazharı (görüldüğü yer) olan kul,
Allah’ın yarattıklarının en güçlüsüdür. (Cemâlnur Sargut /İbnü’l Arabî Hz./Hz.
Lût fassı)
‘’De ki: Mülkün gerçek
sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri
alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin
elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin.’’ (Âl-i İmrân, 26)
‘’De ki: Mülkün gerçek
sahibi olan Allah’ım’’ Allah’ım, isimler âlemi mülkünün
mutlâk mâliki sensin. Onun üzerinde dilediğin gibi tasarruf edersin. Senden
başka mâlik, senden başka tasarruf sahibi ve senden başka güç
yoktur. ‘’Sen mülkü dilediğine verirsin.’’ Dilediğini bu mülkün bir kısmı üzerinde tasarruf
sahibi kılarsın. ‘’Ve mülkü dilediğinden geri alırsın.’’ Tasarrufu başkasının
eline verirsin. Aslında, ortada bir başkası yoktur. Sadece, tasarruf
yetkisini bir elden başka bir ele intikâl ettirirsin. Dolayısıyla, her
halükarda, değişik görünümlerde de olsa onun üzerinde tasarrufta bulunan
sensin. ‘’Dilediğini yüceltirsin.’’ İzzetinin nûrundan bir nûru ona
bahşetmek sûretiyle yüceltirsin. Çünkü bütün izzet Allah’ındır. ‘’Dilediğini
de alçaltırsın’’ üzerindeki izzetinin giysisini çıkarmak sûretiyle
alçaltırsın, böylece orada zelil olarak kalakalır.
‘’Her türlü iyilik
senin elindedir.’’ Bütün hayır sadece senin elindedir. Bazen bazı görünümlere izzet ve
Kibriya sıfatıyla tecellî edersin, bu görünümüne izzet ve görkem giysisini
giydirirsin. Bazen kahır ve zelil kılma sıfatınla tecellî eder, bu görünüme aşağılık ve küçüklük giysisini
giydirirsin, bazen aziz kılan sıfatınla tecellî edersin, zelil kılarsın, bazen
zelil kılan sıfatınla tecellî edersin aziz kılarsın. Bazen gani sıfatınla
tecellî edersin, mal verirsin. Zengin kılan sıfatınla tecellî edersin, fakir
kılarsın. Yani onu malda müstağni, hiçbir şeye ihtiyacı
olmayan bir fakir kılarsın. Mutlâk kudret ve tasarruf sahibi sensin’’
(İbn Arabî Hz. Tefsir-i Kebir
Te’vilât-Cilt. 1 Syf. 182)
Ken’an Rıfâî Hz. der ki: ‘’Bizim vücudumuz Allah’ın kavline
(sözüne), fiiline, zâhir ve bâtın tasarrufuna bir alettir. Çoğu zaman insan,
Hakk’ın bu tasarrufunu (hâkimiyetini) kendinden zanneder. Hâlbuki bu
tasarruf eğreti ve emanettir. İşte Resûlullah’ın ‘’nefsini bilen Rabbini bilir’’
diye ifade ettiği desturun mânâsı budur. (Nefsini yoklukla bilen, Rabbini
varlıkla bilir)