5 Ağustos 2024 Pazartesi

 SEFER AY'I:

Sefer ayı, Muharrem ayının hemen arkasından gelen aydır.

Sefer ayı halk arasında belâ ve sıkıntı ayı olarak kabul edilir. Bu anlayış ile bu ayda gelmesinden korkulan belâları def etmek amacıyla;

Sefer ayının son Çarşamba'sına kadar 7 kişiye sadaka verilerek, belâlardan sakındırması için Allah'a niyaz edilir. 

Sefer; Kulun Allah'a doğru yaptığı yolculuktur. Bu yolculuk sırasında onu engelleyen, Allah ile arasına giren o kadar çok sebep ve engel oluşur ki, bunlar kul için birer PERDE ve BELÂ'dır.

İbnü’l Arabi Hz. İsm-i Âzam adlı kitabında; Hicri yılın başlangıcı olan Muharrem ayında kulun Allah yolunda yapacağı SEFER yani yolculukta çizgiyi aşmanın haram olduğunu yazar.

Bu aynı Hac'ca niyet eden kişinin ihram giymesi gibidir. 

İhram; Hacının nefsinin arzularına karşı kendine yasak koymasıdır. 

Muharrem ayından sonra gelen SEFER ayı ise; Müridin göstereceği gayretle, kışın yeryüzündeki tomurcukların açmaması ve tohumların kuruması gibi, ALIŞKANLIK ve BAĞIMLILIK otlarının sararması ve MUHÂLEFET ağaçlarının kurumasını temsil etmektedir.

Ya da ''SİLME VE SÜPÜRME'' anlamındaki SEFER AYI toprağın (vücut toprağının) yeni ve taze tohum ve polenlere (güzelliklere) hazır hale gelmesi için, zararlı ve zehirli (nefsani) otlardan arındırıldığı gibi, müridin bu zaman diliminde göstereceği gayretle HATA ve KUSURLARDAN soyutlanması demektir. (Syf. 177)

''Gökten belâ değil, rahmet iner'' inancına rağmen yine de  Sefer ayının son Çarşamba'sına kadar 7 kişiye imkân ölçüsünde sadaka vermek adet olmuştur.

Sefer ayımız mübarek olsun. Âmin.  

 

15 Temmuz 2024 Pazartesi

 AŞARA/AŞÛRE:

Muharrem ayının 10. günü aşara/aşûre günüdür. Aşara'nın kelime karşılığı ''onuncu''dur. Aşûre günü özel bir gün olup, pek çok kutsi olay bu gün gerçekleşmiştir.

''Hz. Âdem ve Havva'nın yaratılması, Hz. Nûh'un gemisinin tûfandan kurtulması, Hz. Süleyman'a saltanat verilmesi, Hz. Yunus'un balığın karnından kurtuluşu, Hz.Yusuf'un Hz. Yâkup'a kavuşması, Hz. İdris'in semâya çıkarılması, Hz. İbrâhim'in Nemrut'un ateşinden kurtuluşu, Hz. Mûsâ'nın Kızıl denizi yarıp geçmesi ve Firavun'un helâk olması, Hz. Eyüb'ün hastalığına şifa bulması, Hz. Îsâ'nın göğe yükselmesi, Hz. Muhammed'in (sav.) torunu Hz. Hüseyin'in Kerbela'da Şehit edilmesi.''

Aşûre, bir araya gelmez gibi görünen malzemelerin, bir araya gelmesinden oluşur. Aşûre bir arada yaşamanın, Tevhid’in ağız tadına yansımasıdır. 40 çeşit malzeme ile oluşan birbirine zıt lezzetlerin, bir araya gelmesiyle ortaya çıkan lezzeti anlatır. Aynı 40 farklı çiçekten öz alan Arının sonunda balı oluşturması gibi. ''Bal'' Tevhid'dir, Birlik'tir ve Cennetteki 4 ırmaktan biridir.

Kim zıtlıkları, farklılıkları birleştirir, Cenneti yaşar.

Cennet'te olan da BİR'likten başka bir şey görmez.

Bütün Peygamberlerin yukarıda belirtilen güzellikleri aşûre gününde yaşaması, bunu başardıklarının delilidir.

Allah hepimize nasip etsin. Âmin.

9 Nisan 2024 Salı

 

ARAFAT- ÂRİF- ARİFE- BAYRAM:

 Arafat, cennetten kovulduktan sonra Âdem ile Havva'nın buluştukları Mekke'deki dağın adıdır. Bilindiği gibi Âdem gözünü Zât'tan sıfata (Allah'tan mâsivaya, nefse, dünyaya) çevirdiği için cennetten kovulmuştu. Burada Âdem rûhu, Havva ise nefsi sembolize eder. Her kim ki rûh ile nefsini birleştirir, Ârif olur.

Ârif bu makamdan sonra Bayram’ı yaşar. Bayram senede iki keredir. Zira oruçlu iken iki ferahlık vardır. Bir ferahlık, iftar sırasında, bir ferahlık Rabbine kavuştuğu sıradadır. Seneden kastedilen, mutlak olarak ömrün senesidir. İftarın ferahlığına ilk Bayram'la işaret olunur. Bu, tabiatın ferahlık duymasıdır. Kavuşma ferahlığına ikinci Bayram ile işaret olunur. Bu, rûhun ferahlık duymasıdır.

Arife, bayramdan önceki gün olup, günün dörtte üçünden yaklaşık iki saat fazla bir gündür. Yani arife kısa gündür. Çünkü arife, Allah'ın bize vâcip kıldığı kendisini bilme makamı sayılmıştır. Allah hakkında bildiğimiz şey, bilginin dörtte üçüdür. Bir çeyreği ise hiçbir zaman bilemeyiz. Bu Allah'ın bilinemeyen hakîkatidir. İşte arife günü, bu nedenle diğer günlerden eksiktir. (İbnü’l Arabî Hz.)

23 Mart 2024 Cumartesi

ZELZELE/DEPREM:

Zelzele; ‘’Zell’’ kökünden türemiş bir kelime olup, hareket anlamını taşır. Kelimenin iki kere tekrarlanması, hareketin tekrarına işâret eder.

Zelzele maddi anlamıyla yer kürede, mânevi anlamıyla vücud toprağındaki harekettir. Yer kürede yani toprakta meydana gelen hareket, yıkım, korku ve dehşet yaratmasına rağmen, topraktaki hareket maden ve cevherleri açığa çıkarır.

Kurân’ı Kerim de zilzal (Zelzele) sûresi şöyle der; ‘’Yeryüzü şiddetli bir şekilde sarsıldığında, yer içindeki ağırlıkları dışarı çıkardığında…’’

Yerin içindeki ağırlıklar; kabirlerdeki ölüler, maden ve hazînelerdir. Bu âyet kıyamette İsrâfil’in Sûr’a üfleyişi ile insanların amelleriyle sorguya çekilecekleri günü anlatır. Maden ve hazîneler de dünyada biriktirdikleri iyi ve kötü amellerdir.

Mânevi deprem ise başka bir kıyâmettir ve kulun benliğini yıkarak içindeki cevherin, hakîkatinin ortaya çıkışını sağlar. Kulda meydana gelen sarsıntılar sıkıntı ve zorluklardır. Ken’an Rıfaî Hz.; ‘’Yaşadığımız sıkıntı ve zorluklar, vücud madenindeki hakîkat cevherini ortaya çıkarmak içindir.’’  der. Ancak herkesin hakîkati farklı farklıdır.

Mevlânâ hazretleri bu konuda; ‘’Deprem Peygamber gibidir, celâl ile cemâli ayırır’’ ifâdesini kullanır. Celâl ehlinin celâlini, cemâl ehlinin cemâlini yani said ve şakî yi ortaya çıkarır. Aynı Güneş gibi. Güneş acı biberin acısını, tatlı biberin tatlılığını arttırır. Gülün de lağımın da kokusunu ziyadeleştirir. Mânen dirinin de ölünün de hazinesi böylece ortaya çıkar.

Mânevi anlamıyla deprem bir kıyamet; kıyamet ise bir diriliş, ayağa kalkmadır. Kıyâmet küçük ve büyük kıyamet olarak ele alınır. Küçük kıyâmet kulun nefsinin tekâmülü ile idrâk sahibi olması, farkındalığının artması yani bir anlamda ölü ilen dirilmesidir. Büyük kıyâmet ise kulun kendi hakîkatine/kemâl noktasına ulaşması yani kendi âyân-ı sâbitesini idrak etmesidir.  

İbnü’l Arabî Hz. büyük kıyameti Fusûsu’l Hikem’in Şit fassında şöyle anlatır:

‘’Bu insan türünde doğacak son kişi, ‘’kademi/adımları’’ Şit üzerinde bulunur ve onun sırlarının taşıyıcısıdır. Ondan sonra bu türden doğacak kişi yoktur. Binâenaleyh o, Hatem-i Evlad’dır (son evlad). Onunla beraber kız kardeşi doğar. Ondan evvel çıkar ve kendisi, başı onun iki ayağının yanında olduğu halde, kız kardeşinden sonra çıkar. Bu çocuğun doğumu, Çin’de olur. Dili de şehrinin dilidir. Erkek ve kadınlarda kısırlık sâri olur. Binaenaleyh, onlarda doğum olmayan nikâh artar. Çocuk, onları Allah’a davet eder, kendisine icâbet edilmez.’’

‘’Ahadiyetle (Tek’likle) başlayan yaradılış, Vahdaniyeti (Bir’liği) temsil eden Şit makamıyla biter. Başı Şit, sonu Şit olan bu tecellîde mânâ, sûret, sıfat ve hüküm açısından tamamlanmış demektir. Bu da hatem (son)  halidir. (Kemâl noktasına erişme).

Son doğacak çocuğun Çin’de doğması, vücut içerisinde en doğuda olan rûhun tecellîsi demektir. ‘’İlim Çin’de dahi olsa arayınız’’ hadisi bu mânâya başka bir delildir.

Vücûd da rûh hâkim olunca insan kemâl noktasına ulaşır. Bu hâlin zuhûru, ancak o kişinin isminin hakîkatine ulaşması, yani sırrının âşikar olması anlamındadır.

Lisânının doğu lisanı olması, aklın külli derecede konuşarak hikmet söylediğindendir.

Kız kardeşi ile birlikte doğması; bu zuhûratın, nefsi içinde olduğunun  delilidir. Başının kız kardeşinin ayaklarının yanında olması, hatem seviyesinde bile olsa zaman zaman nefsin tabiatının, vücuttaki hâkimiyetini gösterir.

Erkek ve kadınların kısırlaşması; hatem oluşun ve bu mânânın tekrar zuhûr etmeyeceğine işâret eder. Çocuğa biat etmeyenler hayvânî güçlerdir.

Vücutta kemâl zuhûr ettiğinde, yani Vahdaniyet (Bir’lik) idrak edildiğinde, o vücut Ârif olup, vücûdun içindeki nefsin emmâre güçleri, bu Ârif vücuttan bîhaber halde kalırlar.

Buradan anlaşılıyor ki; büyük kıyâmet kulun kendi hakîkatiyle yüzleşmesi, kendi âyân-ı sâbite’sini idrâk etmesidir. (Cemâlnur Sargut/Şit fassı)

Mısrî Niyâzî Hazretleri de kıyamet alâmetlerini şöyle anlatır:

‘’Bil ki: Büyük kıyamette bulunan her şey, küçük âlem olan insanda da vardır. Zirâ âlem büyük olmakla beraber insanî hakîkat üzerine yaratılmıştır. Allah’ın resulü (s.a.s.) büyük âlemin (dünyanın) kıyâmet alâmetlerini söylediğine göre elbette insan fertlerinde de melekût, ceberût, ve lâhut âlemine süluk edenler için kıyâmet alâmetleri olacaktır.

Bunu bilsinler ki: Asfaroğullarunun hurûcu (ortaya çıkışı), hayvanî sıfatların çıkmasından ibârettir. Çünkü insan âleminde sâlikin (yolcunun) ilk defa yolunu kesen eşkıyalar bunlardır.

Ye’cuc-Me’cuc’un hurûcu, eziyet veren yedi kötü sıfatın (kin, nefret, garaz, kıskançlık…) belirmesinden ibârettir.

Deccal'in hurûcu şeytani sıfatların (büyüklenmek, benlik, hile)  ortaya çıkmasıdır. Bunlar dünya sevgisinden ileri gelir. Bundan dolayı insanın, sağ gözü şaşı olur, âhireti hiç göremez. Dâbbetu’l-arzın (debelenen canlı, dirilme) çıkması, kalpte nefs-i levvâmenin (kendini kınayan nefsin) zuhûrundan ibarettir. Yani kalbin kabrinde, cennetlere bir kapı açılır ve kendisinde Allah’a bir meyil belirir.

 Îsâ’nın inmesi akl-ı maâd’ın (âhiret aklının) yâkın nûruyla meydana çıkması, insanın dünyaya meyletmekten vazgeçerek, âhirete yönelmesinden ibârettir. O çıkınca Deccal öldürülür. Çünkü karanlık olan cehalet kalkar. Mehdi’nin ortaya çıkması ‘’büyük rûhun’’ açığa çıkmasıdır. Onun hükümranlık çağında, mezhepler birleşir ve yeryüzünde kâfir (bedende küfr/perde) kalmaz.

Güneşin battığı yerden doğması, hayvanî rûhun bedenden ayrılmasıdır. Çünkü insandaki hayvânî rûh, dünyadaki güneş durumundadır. Bedene girince, orada batmıştır. Bedenden ayrılınca battığı yerden doğmuş olur.

İnsanın doğusu rûhtur, batısı nefstir. Güneş insanda rûhtan doğar, nefste batar. İşte güneşin battığı yerden batıdan doğması, nefsin rûha tabi olmasıdır. O zaman vücut da nefs hâkimiyetini kaybeder ve senlik- benlik kalkar, ''birlik'' meydana gelir. Böylece de kişinin kıyâmeti kopar.

İnsanın iki eceli vardır. Biri sonlu eceldir ki, dünyadaki ömür süresidir. Diğeri de sonsuz eceldir ki, bu da âhiret ömrüdür.’’ (Niyâzî Mısrî Hz. İrfan sofraları Syf. 128-130)

‘’Bir de tüm âlemin, Âdem’in izâfi /geçici olan vücuduyla yok olacağı gerçek kıyâmet vardır ki, bu âlemin varlıktan yokluğa geri dönüşü, âlemin ecelidir. ‘’… sonunda dönüş yalnız banadır’’ (Lokman sûresi, 14)

Kur’ân-ı Kerîm de anlatılan kıyâmet açısından bakılınca velâyetin sona erişinin, bu kıyâmet  olduğunu ve en güzel delîlinin de, kâmile itibarın azalışı ve ahlâksızlığın artışı olduğunu görürüz.

Böylece  veled-i kalpler  doğmaz (Büyük ruh açığa çıkamaz), nefsin  arzu ve istekleri artar, kâmilin soyu tükendiğinde, dünya yok olacak demektir.’’ (Cemâlnur Sargut/Şit fassı)

‘’O saat (kıyâmet saati) yaklaştı ve Ay (Kamer) yarıldı’’ (Kamer sûresi, 1)

Ay’ın (Kamer’in) yarılmasının O saatin yani kıyâmetin yaklaşmasının işâreti olmasının sebebi: Ay’ın kalbe işâret ediyor olmasıdır. Çünkü kalbin iki yüzü vardır. Biri nefse bakan karanlık yüzü, öbürü rûha bakan aydınlık yüzüdür. Kalbin ruhtan ışık alması, tıpkı Ay’ın Güneş’ten ışık alması gibidir. Kalp rûhun nûrunun kendisine tesir etmesiyle döner ve güneşi de kendisinin battığı yerde zuhûr eder. Yani kalbin içinde iken onun perdesinden sıyrılıp açığa çıkması, vahdette fenâ bulmanın alâmetidir. (İbnü’l Arabî Hz. Tefsir-i Kebir Tevilât)

(Ayın yarılması zâhiren de yaşanmış ve şâhit olunmuş bir vakıadır)

Konuyu kısaca özetleyecek olursak; Hepimiz ilâhi âlemden (Hakk’ın ilminden) yansıyıp, Dünya âleminde bir vücud da görünen cevherleriz. İnsan vücud, ruh, nefs, kalp ve akıldan müteşekkildir. Rûhu onun canlılığı, kalbi Allah’ın tecelligâhı, akıl düşünme yetisi, nefs ise en kıymetli hazinesidir. Çünkü nefsi ile yol alır ve nefsini rûhuna tabi kıldığında kıyameti kopar. Bu bir nevi depremdir.

Her insan bu âleme Allah’ın bir veya birkaç ismini yüklenerek gelir. Ancak dünya sahnesinde göründüğü an geliş gayesini unutur. İşte insanın vazifesi ilâhi âlemde bir akid ile kabul ettiği ismininin hakîkatini ahde vefâ göstererek, bu âlemde açığa çıkarmaktır. Ancak dünya hayatı cazibeli, dönüş yolu çok çetindir. Allah rehberler, ilhamlar ve Kitabı yardımıyla bu yolu kolaylaştırır. Bu anlayışta istidat/ezeli nasip çok önemlidir. Her şey kulun âyân-ı sâbitesinde yazıldığı gibi gelişir. Mücâdele gücünü veren yine Allah’tır.

Bu hikâyede öncelikle yaradılış gayesinin farkında olmak, bu sahneye niye çıktığını tefekkür etmek yani ölü iken dirilmek gerekir ki, burada nefsin tekâmülü devreye girer. Bu ilk deprem yani küçük kıyamettir.  Sonra yukarıda da belirtildiği gibi vücut toprağının sarsılması ile içindekiler açığa çıkmaya başlar. İnsanın hakîkati vücut toprağına bir tohum olarak atılır. Ancak o tohumun ne olduğunu toprak dahi bilmez. Tâki, bir rahmet suyu, idrak ve güneşin nûru o toprağa vurana kadar. Sonra tohum çatlar, dalı ve yaprağı görünür. İşte o zaman ekilen tohumun ne olduğu ortaya çıkar.

İnsan da toprağındaki ezeli tohumu çatlayıp açığa çıkınca kendini tanımaya başlar. İstidadı ve ezeli nasibi gereği büyütmesi gerekeni sular, yok etmesi gerekeni koparıp atar. Kalp bahçesi sürekli temizlenmeli, kontrol edilip sulanmalıdır. Nefsin olumsuz sıfatları ayrık otlarına benzetilir. Durmadan çoğalır ve temizlenmesi gerekir. Yoksa bahçeye ekilen güzel tohumları da sarar ve büyümesini engeller. Neticede herkes ezelde toprağına ekilen kalp tohumunu büyütür, açığa çıkarır. Tohum ağaç olur, ağaç meyve verir, meyve toprağa düşer. Döngü tamamlanır.  Kün emriyle başlayan hikâye miraç ile sona erer. İşte bu güneşin batıdan doğması, rûhun özgürleşmesi, hakîkatimizin âyân-ı sâbitemizdeki gibi açığa çıkmasıdır. Bu da büyük kıyamettir.

Hepimizin kendi aslî hakîkatimize ulaşmamız dileğiyle…


5 Ocak 2024 Cuma

 SEMBOLLER:

Sembol, bir şeyin doğrudan anlatımını yapmak yerine, çağrışıma dayalı anlatımı kullanmayı ifâde eder. Sembol “bir fikri, bir düşünceyi ve benzerlerini akla getiren, onu düşündüren remizlerdir.” Bu nedenle sembol, “iki yarım parçanın yani gösteren ile gösterilenin bir araya toplanması” şeklinde tanımlanır. Semboller genellikle anlatıların içine ‘’gizlenir’’ ve bu anlatı içinde bir anlam kazanır. Özellikle tasavvuf literatüründe kullanılan sembollerin hususi olarak bazı hikmetleri ifade edecek şekilde kullanıldığı görülmektedir.

Semboller, marifetin dile getirilmesinde en geniş ve etkin bilgi aktarma aracıdır.  Zira evrensel bir olgu olan semboller, sûfîler için kendini ifâde etmenin önemli bir vasıtasıdır. Ayrıca sûfîlerin, marifetin ifâdesi esnasında sembolleri kendi tercihleriyle değil mânevi müşâhedenin sevkiyle kullandıkları kabul edilmektedir. Mânevî tecrübeler, sembollerin sahip olduğu şekil, fonksiyon ve çağrışım kalıplarına kolaylıkla dökülüp şekillenirler. Böylece sembolik ifâdeler, sûfînin ilgi alanı ve kişisel kabiliyetlerine bağlı olarak çeşitlenir ve sembollere yüklenen mânâlar, sûfînin şahsi tecrübesine göre değişkenlik arz eder.

Sembollerin standart bir anlamı yoktur. Sembollerin anlam dünyası kişi, toplum, kültür, medeniyet ve gelenek gibi faktörlere bağlı olarak değişebilmektedir. Kâinatta bulunan her şey sembol olarak kullanılabilir. Herhangi bir şeyin sembol değerine ulaşması için duyusal gerçekliğe sahip olması ve düşünceyle kavranabilir bir anlam barındırması gerekmektedir. Sûfîler, ontolojik (varlık veya varoluş gibi) hakîkatleri dile getirmek, marifetin ifâde edilmesinde dilin sınırlılığını aşmak, bazı hikmetleri ehl-i olmayandan saklamak ve siyasal iktidarın tazyikinden kurtulmak gibi sebeplerle tasavvufi tecrübelerini dile getirirken sembolik dil kullanımına sıklıkla başvururlar. Martin Lings sembolü, “hakîkatin yansıması veya gölgesi” şeklinde gerçek-gölge üzerinden tanımlar.  Eserlerinde sembolik ifadelere geniş bir şekilde yer veren sûfîlerden biri de İbnü’l-Arabî Hz’dir (1165/1240).

Semboller ile anlatıma en büyük örnek Kur’ân-ı Kerim’deki âyetlerdir. (Âyet, işâret ve flama demektir.)

İbnü’l Arabî Hz. göre İnsan; beden, rûh, nefs, kalp ve akıldan müteşekkildir.

Beden rûhun kalıbı/yani bineğidir. Rûh lâtiftir ve beden rûhu görünür kılar. 

Rûh Rahman’ın nefesi, sırrı yani canımız, canlılığımızdır. Nefes almadan yaşayamayız.

Nefs rûhun ham hali ve Allah’ın tekâmül için kuluna verdiği en kıymetli hediyedir. Çünkü onunla yol alırız.

Kalp Allah’ın tecellîgâhı, yani kuluna tecellî ettiği yerdir. 

Akıl da düşünme ve kavrama yetimizdir. Aklı olmayanın sorumluluğu da yoktur.

Bu beşli yapı genellikle Kur’ân-ı Kerîm’deki bütün âyetlerde mevcuttur. Hazret’e göre Allah adeta insan ile Kur’ân âyetleri arasında bir bağ olduğuna dikkat çekmektedir. Bu anlayış ile okunduğunda Kur’ân bir rehber niteliğindedir.

Örn: Kur’ân’daki Mûsâ ve Firavûn kıssasında; Mısır beden şehri, Mûsâ kalp, Firavûn nefs, Firavûn’un sarayı onun bedendeki saltanatı, Hârun akıldır. Mûsâ ‘nın kayınpederi Şuayb (a.s.) rûh makamı, Mûsâ’nın elindeki Asâ’da (Kayyumiyet) tasarruf gücüdür.

Kalp Mûsâ’sı, akıl olan kardeşi Hârun’un yardımı ile beden şehrinde nefsin saltanatını yıkıp, Tûr olarak adlandırılan benlik dağını parçalayıp, Allah’ın kendisine verdiği tasarruf gücü Asâ’sı ile önündeki engelleri aşmakta, nefsinin hevâ ve heveslerini yok etmekte, kavmini (bedeninin organlarını) ulvî ve yüce mânâ kuşları, kudret helvaları ile besleyerek vücudunda birliği sağlama mücâdelesi içindedir. Mûsâ’nın Firavûn olan nefsinin boğulmasıyla yolculuk başlar. Tûr olan benlik dağı parçalanır ve Mûsâ Ken’an iline (vâdedilmiş topraklara) varır. 

Yine Kehf sûresinin Zûlkarneyn kıssasında (83-99); Zûlkarneyn kalp, doğu tarafı rûh, batı tarafı nefs, ye’cüc ve me’cüc nefsin sıfatları, yola çıktığı yer de beden şehridir.

Burada da Zûlkarneyn’i temsil eden ‘’kalp’’ sürekli doğu ve batıya doğru yolculuk ederek yani rûha ve nefse doğru yüzünü dönerek halden hale geçmektedir (Telvin). Sonunda nefsin sıfatlarına erimiş bakır ve demir (iyi niyet ve amel) ile set çekerek kalp makamına ulaşır (Temkin).

Sebe sûresinde; Sebe beden şehri, Hz. Süleyman kalp, babası Hz. Davut rûh, Hüdhüd akıl, Sebe melikesi Belkıs da beden şehrinde nefsani kuvvetlerden tahtı olan hayvani nefstir. Sonunda Belkıs yani nefs kalbi temsil eden Süleyman’a tâbi olarak Müslüman/teslim olur.

Yûsuf sûresinde; Mısır beden şehri, Hz. Yûsuf Kalp, babası Hz. Ya’kûb rûh, Züleyha nefs, Yûsuf’un kardeşi Bünyamin idrâktir. Sonunda Hz. Yûsuf Mısır/beden şehrinin sultanı olur.

Meryem sûresinde de; Hz. Meryem Cebrâil’in üflemesiyle yani akıl aracılığıyla dirilmiş sâfiye makamındaki nefstir. Meryem (Nefs) susar, râzı/fâni olur. O zaman vücûd da Îsâ olarak adlandırılan kalbin çocuğu (veled-i kalp) doğar. Îsâ olan rûh (Rûhullah) konuşmaya başlar. Kim nefsini susturabilirse artık ondan konuşan Hakk’tır.

Anlaşılacağı üzere Kur’ân âyetleri adeta insanın kendi hakîkatini bulma yolunda geçirmesi gereken gelişim aşamalarını peygamberler aracılığıyla ve sembollerle anlatmaktadır. Ay’ın Hilâl’den Dolunay’a geçişi gibi, Peygamberlik de Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar geçen süre içinde devrini tamamlamıştır. Hilâl ve Dolunay’ın Ay’ın farklı görüntüleri olduğu gibi tüm peygamberler de Hz. Muhammed’in farklı makamlardaki sıfatlarıdır. Mûsâ aklını, Eyüb sabrını, Hz. Meryem sâfiye makamındaki nefsini, Hz. Îsâ ise rûhunu temsil eder. Tek bir Vücûd vardır ve o da Hz. Muhammed’dir. Her şey önce ona, oradan evrene yansır.

Yine Kur’ân âyetlerinin semboller ile anlatımına bir örnek verecek olursak;  Mûsâ ve Hızır (a.s.) kıssasının anlatıldığı Kehf sûresinde (60-82);  Mısır beden şehri, Mûsâ kalp, balık nefs, Yûşa Hz. genç nefs, Hızır rûhtur . Burada kalbin, dirilmiş nefs (ölü balığın dirilmesi) ile rûha doğru yaptığı yolculuğu anlatılır. İki denizin birleştiği yer (cisim ve rûh/madde ve mânâ) kalp mâkâmıdır. Ancak Mûsa bu yolculuğa dayanamaz ve ayrılırlar.

İki denizin birleştiği yerde buluşan Mûsa ile Hızır birlikte bir yolculuğa çıkarlar. Hızır yolda iki yetime ait bir gemiyi deler, bir erkek çocuğunu öldürür ve vardıkları bir köyde onlara yemek ve içecek vermeyen köyün bir evinin yıkılmakta olan duvarını doğrultur. Mûsa yapılanları doğru bulmaz ve itiraz eder. Mûsa ile Hızır’ın yolları ayrılır. Hızır (a.s.) Ledûn ilmi sahibi olup ilmi vâsıtasız olarak kalbinden almaktadır. Mûsa ise bir peygamber olmasına rağmen kalp ilmine sahip değildir. Hızır bu yolculukta yaşanılanların iç yüzünü şöyle anlatır:

‘’Gemi, denizde çalışan ‘’miskin’’ kimselere aitti ve ben onu delerek kusurlu kıldım. Çünkü peşlerinde bir ‘’Melik’’ vardı ve her sağlam gemiyi gasp ediyordu. Onu kusurlu kılarak onların gemilerini kurtardım. Erkek çocuğa gelince, onun ana ve babası mümin kimselerdi. Çocuk ise gelecekte kâfir olacaktı. Rableri onlara daha iyisini versin istedim. Yıkık olan duvar ise, şehirdeki iki yetim çocuğundu ve altında onlara ait bir ‘’hazine’’ vardı. Onların babaları sâlih bir kimse idi. Rabbin diledi ki, çocuklar rüştlerine ersinler ve kendilerine ait defineyi çıkarsınlar’’ (İbnü’l Arâbî Hz. Tefsir’i Kebîr Te’vilât Syf.)

‘’Gemi insanın varlığıdır. O varlık gemisinde bir delik açılır da varlığa İlm-i Ledünden dolmaya başlarsa Nefs-i Emmâre olan hükümdar o insandan elini çeker. Zira o beden artık onun işine yaramaz. Çocuk, Nefs-i Emmâre’dir, daha işin başında başını koparmak, kesmek gerekir. Doğrultulan duvar da vücuttur, yani Hızır (Rûh) vücudu doğrultur, vücudun Vücûdullah (Allah’ın vücûdu) olduğunu ispat eder. İki yetimden biri öz, biri de sözdür. Öz zât, söz sıfattır. Nefs-i Emmâre olan çocuk öldürülmezse sıfat ve zâta zarar verecektir. Define hakîkattir. Hakîkat de okumakla, duymakla olmaz. Onun üstadı da İnsan-ı Kâmil’dir.’’ (Niyâzî-i Mısrî Divanı Syf. 290)

Burada da anlatılmak istenen baş gözüyle görerek anlayamadığımız bazı olayların arkasında büyük hikmetlerin olduğu ve bunları kavramanın ancak ilâhi bir lütuf olan kalp gözü ile idrâk edilebileceğidir. 

Yine Hz. Mevlâna’nın Mesnevî’deki tüm hikâyeleri de baştan sona semboller ile anlatılır.

Mesnevî şöyle başlar: ‘’işit bu ney neler anlatıyor; dinle ayrılıklardan nasıl şikâyet ediyor. Beni bu sazlıktan kestiklerinden beri, kadın erkek bunca insan feryadımdan inledi…’’

Burada Ney İnsan-ı Kâmil’dir. Ney’in de aynı İnsan-ı Kâmil’in aşk ateşiyle yanıp tamamen Allah’ta fâni olması gibi yakılarak içi boşaltılmıştır. Bu nedenle sadece üfleyenin sesini verir. Sazlık kopup geldiği ilâhi âlemdir. Feryadının sebebi de geldiği âleme duyduğu iştiyaktandır (özlemdendir).

Hazreti Mevlânâ, Mesnevinin ilk büyük hikâyesine ‘’Dostlar bu destanı dinleyin! Çünkü hakîkatte bizim hâlimizin hikâyesidir’’ başlangıcıyla girer. Gerçekten Mesnevî’ nin bu hikâyesi, insan rûhunun Tanrı diyarından ayrıldıktan sonra, zaman içinde yaşadığı büyük ve hikmet dolu mâcerasını anlatır. Rûhun Allah’tan kopup bu çokluk âlemine düşmesi ve bu âlemde nefis ıslâhı ile kalkınıp tekrar ilâhi varlıktaki birlik âlemine dönmesi, bu hikâyenin vak’aları içinde anlatılır.

Kısaca özetlersek: ‘’Evvel zaman içinde bir pâdişah vardır. Bu pâdişah ava çıktığı bir gün bir câriye görür ve bu güzeller güzeli câriyeye âşık olarak onu satın alır, sarayına götürür. Ancak câriye çok kısa bir süre sonra amansız bir hastalığa yakalanır. Pâdişah câriyesini iyileştirmek için her yere haberler salarak hekimler getirtir. Ne yazık ki bu hekimlerin hiç biri câriyeyi iyileştiremez. Sonunda rüyasında gördüğü bir pir, kendisine ilâhi bir tabibin gönderileceğini müjdeler. Saraya gelen ilâhi tabib câriyenin nabzını tutarak yaşadığı şehirden ve dostlarından bahsetmesini ister.  Câriye memleketindeki Semerkand şehrinden bahsederken nabzı hızla atmaya başlar. Çünkü orada yaşayan bir kuyumcuya âşıktır ve ondan ayrı düşmüştür. İlâhi tabib bunu anlar ve padişaha Semerkand’lı kuyumcuyu câriyenin yanına getirtmesini söyler.

Padişah ilâhi tabibin isteğini yerine getirir, hatta ilâhi tabibin isteği ile kuyumcu ve câriyeyi birleştirir.  Böylece Câriye tamamen iyileşir. Bir süre sonra ilâhi tabib kuyumcuya öyle bir şerbet hazırlar ki, bu şerbeti içen kuyumcu tüm güzelliğini kaybederek sararıp solmaya, giderek çirkinleşmeye başlar. Câriye de onun bu görüntüsünü görerek ondan soğur ve tamamen şifa buldur. Bir süre sonra da kuyumcu ölür.’’

‘’Daha vücûd yaratılmadan önce rûh denilir bir pâdişah vardır. Bu pâdişah hem din hem dünya mülkünün sultanıdır. Pâdişah bir gün ilim ordularının başına geçip himmet atına binerek, varlık mertebelerini aşmaya ve mârifet avlamaya çıkar. Nihâyet yolu dünyaya düşer. Dünyaya vardığı zaman orada nefis câriyesi denilen akıl alıcı bir güzel görür ve nefis câriyesine çılgınca âşık olur. Ona kul köle olacak hallere düşer. Yani dünya heveslerinin ve dünya ihtiraslarına kapılarak kendi nefsinin esiri olur. Büyük bir servet vererek câriyeyi satın alır. Fakat bunun için verdiği servetin, aslında gönül serveti olduğunu ve o servetle hakîkatte geçici güzelliklerin değil, gerçek ve ebedi güzelliğin elde edileceğini unutmuştur.

Ancak pâdişahın bu câriyeyi elde etmesiyle câriyenin devâ bulmaz bir derde düşerek hastalanması aynı zamana rastlar. Pâdişah dünyanın dört bucağından hekimler getirtir ve câriyesine şifa bulmalarını ister. Yani geçici ve çekici dünya hevesleriyle aldatıcı dünya güzellikleri içinde, ten kafesine giren mukaddes rûh, daha ilk anda içine girdiği vücuda âşık olur. Aslında rûh padişahı câriyesinin hastalığına çare ararken kendi derdine derman aramaktadır. Çünkü içine düştüğü delâletten kurtulamadıkça hakîki yolunu bulamayacağını ve rûhun yükselmesi gereken mânevi derecelere ulaşamayacağını sezmiştir.

Rûh pâdişahı, doğudan-batıdan getirttiği hekimlere, ‘’esiri olduğum ve çılgınca âşık olduğum nefsin devası sizin elinizdedir, bana şifa olun’’ demektedir. Ancak hakîkatten ve ilâhi yardımdan uzak olan hekimlerin yaptıkları ilaçlar fayda vermez, câriye hastalığının şiddetlenmesi ile gittikçe zayıflar. Bu durumu gören rûh padişahı derin bir ızdırab içerisindedir.

Başvurduğu hekimlerin aciz kaldığını gören rûh pâdişahı mescide doğru koşarak gider. Bu arada dünya ve ahireti temsil eden nalınlarını ayağından çıkarır. Bu hâl içerisinde başını secdeye koyar, hâl diliyle, gönlünle Allah’a yalvarır. Daldığı uyku ve rüya içerisinde karşısına bir pir çıkar ve ilâhi bir tabibin kendisine yardım edeceğini müjdeler. Rüya gerçekleşir ve rûh padişahı ile ilâhi tabib bir araya gelir, hasretle kucaklaşırlar. Aslında rûh padişahı dünya kirlerini gönlünden çıkarınca gönlüne, ilâhi tabibi temsil eden Allah sevgisi dolar. Rûh padişahı bu hazineye ‘’sabır’’ sayesinde kavuştuğunu anlar. Gönlü doğru yola yönelmenin, gerçeği bulmanın ışığı ile dolmuştur.

Rûh padişahı ilâhi tabibe hastanın ve hastalığın hikâyesini anlatır. Tabip hastayı görür ve derdinin ne olduğunu anlamaya çalışır. Güzel câriyenin vücudu dünya lezzetlerini istemekte, rûhu ise dünya kirlerinden kurtulup asıl vatanına dönme hasretindedir. Câriye sıla hasreti çekmektedir. Onun duyduğu sızı bir parçası olduğu bütüne karşı bir çekiliş, bir aşktır.

Tabip câriyeye yaşadığı şehri anlatmasını ister. Câriye Semerkand’da tanıdığı bir kuyumcudan bahsederken nabzı hızla atmaya başlar. İlâhi tabib anlar ki nefis câriyesi, gönlünü Semerkand’da nefsin heveslerini ve düşkünlüklerini, aldatıcı güzelliklerini temsil eden kuyumcuya kaptırmıştır. Tabip Rûh Pâdişahına ‘’kuyumcuyu o çok uzak diyardan altın ve hil’at vererek kandır, buraya çağır’’ der. Pâdişah da mürşid’i temsil eden ilâhi tabibin isteği ile Semerkand’a elçiler göndererek kuyumcuyu getirtir.

Pâdişah saraya gelen kuyumcuya izzet ve ikramda bulunur, hatta mürşidinin emri ile güzel câriyesini bu kuyumcuya verir. İkisi bir süre birlikte yaşarlar. Bir süre sonra ilâhi tabib kuyumcuya bir şerbet/iksir içirir. Bu şerbet onun bütün çirkinliklerini açığa çıkarır. Câriye de gittikçe çirkinleşen kuyumcudan, dünyanın hevâ ve heveslerinden soğur, ondan uzaklaşır. Bir süre sonra da kuyumcu yani nefsinin bu arzu ve istekleri ölür.’’ (Şerhli Mesnevî Şerif 35. Beyt, Ken’an Rıfâî Hz.)

Bu hikâye bize bizi anlatır. Güzel câriye nefstir. Kuyumcu, nefsin dünya ihtiraslarıyla, dünyanın göz ve gönül alan gösterişli taraflarıyla ve nihayet dünya kirleriyle alâkası demektir. Pâdişah, rûh pâdişahıdır yani Küll’den (bütünden) kopan ilâhi rûhdur. İlâhi tabib ise Kâmil insanı, rûha Allah’a ulaşma yollarını gösteren ermiş insanı temsil etmektedir. Burada kuyumcunun öldürülmesi de, câriyenin kalbinden dünya bağlarını ve dünya kirlerini yok edip, onu yani nefsi rûha tabî kılmaktır. O zaman da senlik-benlik kalkarak vücutta birlik hâkim olur.

Semboller ile anlatıma bir başka örnek verecek olursak:

Bhagavat Gita/Tanrının şarkısı, insanlığın en uzun destanı olarak bilinen, yaklaşık yüz bin dizeden oluşan ‘’Mahabharata Hint Destanı’’ nın bir parçası olup, tüm insanlığa sunulmuş evrensel bir bilgelik kitabıdır. Yazarı Veda Vyâsa’dır.

Hint felsefesinin temel metinlerinden sayılan Upanişadlar’da (Hint felsefesinin kutsal kitabında) öğrenci öğretmenine ‘’Neyi bilirsem, geri kalan her şeyi bilmiş olurum?’’ diye sorar. Öğretmenin öğrencisine verdiği cevap ‘’Kendini’’ dir. Bhagavat Gita, Kendilik’in bilgisini, kendini bilmenin öğretisini en dolaysız ve çarpıcı şekilde aktaran, tüm insanlığa hitap eden kadim bilgelik metnidir.

 M.Ö 300 ve 100 yılları arasında yazıldığı söylenen bu eser İslâmiyet’ten çok önce yazılmış olması ve tasavvuf kültürü ile pek çok açıdan ayniyet taşıması nedeniyle ayrı bir öneme sahiptir. Hint coğrafyasından, insanlığın ilk yazılı metinleri olarak bilinen bu eser, İncil’den sonra Dünya’da en çok çevirisi yapılmış, üzerine birçok yorum, inceleme, araştırma yapılmış ve şerhler düşülmüş, doğu öğretisinin en temel kitaplarından biridir.

Bhagavat Gita, tüm enstrümanların tekil bireyselliklerinden bir senfoniye, bir şarkıya dönüşmesini yani bireysel cüz-i iradenin, Mutlak külli iradeye nasıl varacağının haritasıdır. Dil, din, zaman, mekân, isim, biçim ayırt etmeden ‘’Ben kimim’’ diye soran, anlam arayan, insan olmaya niyetli herkese rehber olabilecek evrensel bir kitaptır. İnsanlığın, doğru yaşamın, adaletin, doğru eylemin ve nihai özgürleşmenin anahtarıdır.

Bhagavad Gita, 18 bölümden oluşur. İlk 6 bölüm ’’beden-nefes-zihin bileşiğinde özdeşlik kurmuş bireyin kim olduğunun araştırılması’’, ikinci 6 bölüm ‘’Sen diye seslendiği, Yüce olarak kendinden büyük bir İrade’nin (Tanrı, Doğa, Evren) aranışı’’ son üçüncü 6 bölüm ise ‘’Sen ve ben arasında bir ayrımın olmadığının, benim aslında Sen ile özdeş ve Tek olduğunun’’ ifâdesidir. 18 sayısı eski Hint kültürü içerisinde özel ve kutlu bir sayı olarak görülür.

Öykü şöyle başlar: Bir zamanlar ‘’Mahabharata/balık kokulu’’ isminde bir balıkçı kızı varmış. Bu genç kızıBu genç kız Bilge bir kişi ile evlenmiş ve bu evliliğindenn Bilge bir kişi ile birlikteliğinden bir çocuk doğmuş. Çocuğun derisi koyu renkli olduğu için ona ‘’Krişna/siyah’’ ismi verilmiş. Krişna daha sonra annesinden, yoğun çileci uygulamalarla terk yaşamı sürmek istediğini söyleyerek ayrılmış. İşte ormanda yaşayan bu genç adam daha sonra destanı kaleme alan, Veda’ları/bilgileri düzenleyen anlamına gelen bilge ‘’Veda Vyasa’’ ya dönüşecekmiş. Balık kokulu kızın Bilge kişi ile birlikteliğinden sonra bilge onun ‘’balık kokusunu’’ alıp bu dünyada eşi ve benzeri olmayan bir koku bahşetmiş ve adı ‘’Satyavati/Hakîkat kokulu’’ olmuş.

Bu felsefede Brahman (Mutlak Gerçeklik) ’’Hakk’’, Rahmani Nefes ise ‘’Om’’ titreşimi yerine kullanılmıştır. Tüm din, dil ve ırkların ötesinde kendini arayan, hakîkatine, Mutlak Küll’e ulaşmaya ve nefsinden, tutkularından özgürleşmeye çalışan insanın hikâyesidir. Hikâyede adı geçen ‘’Arjuna’’ adalet ve tevazuu, ona karşı savaşan, gözleri kör olan  ‘’Duryodhana’’ kötülüğü ve kibri sembolize eder. Bu iki karşıt, Krişna’nın iki oğlunun çocuklarıdır. ‘’Krişna’’ ise Mutlak’ın fiziksel beden almış sûretidir. Öykü bir şehrin krallığını elde etme mücâdelesi/savaşı üzerine kuruludur.

Anlaşılacağı ile burada da rûh ve nefsin veya adalet ve kibrin beden şehrinde üstünlük sağlama mücadelesi anlatılır. Bu iki karşıtın kaynağı aynı Öz’dür ve büyük bir mücadeleden sonra kazanan  ‘’Arjuna’’ olur. Arjuna sonunda kendini tanır ve hakîkatine ulaşır.

Semboller konusunda sayfalar dolusu yazı yazılabilir, ancak gaye kıssadan hisse ağaca bakıp arkasındaki ormanı görebilmekte, her maddi ve mânevi olayda anlatılmak istenileni anlamaya çalışmaktır. Anlayanlardan olmamız dileğiyle…

HİLÂL:

Sözlükte “yüksek sesle haykırmak; ortaya çıkmak, parlamak; sevinmek” anlamlarına gelen ve hell kökünden türeyen ‘’hilâl’’, ayın kavuşum öncesi ve sonrasında yeryüzünden uçları sivri ince bir yay gibi görünen şeklinin adıdır.

Sözlük anlamına bağlı olarak özellikle kavuşum durumundan sonra Ay’ı ilk defa görenlerin onu haber vermek için sevinçle haykırmaları sebebiyle Ay’ın ilk görülen şekline hilâl denildiği kaydedilmektedir. Nitekim hilâl ilk görüldüğünde tekbir almaya ihlâl, yüksek sesle kelime-i tevhidi söylemeye tehlîl, yeni doğan çocuğun hayat belirtisi olarak çığlık atmasına istihlâl denir. Her kamerî ayın başında kavuşum durumunun ardından incecik bir kavis şeklinde ilk defa görülen yeni aya bir-üç gecelik iken hilâl denildiği gibi her Ay’ın sonunda kavuşum durumundan önceki son iki gecedeki Ay’a da bu ad verilir. Bunların dışında kalan diğer gecelerde Ay’a kamer, kavuşum esnasında yeryüzünden görülemeyen durumuna da muhak denilir.

Vurulup, tertemiz alnından, uzanmış yatıyor.

Bir hilâl uğruna Ya Rab, ne güneşler batıyor. (Mehmet Akif Ersoy)

İstiklâl Marşımızda kullanılan ve bayrağımızda yer alan hilâl Türk Milleti için önemli bir semboldür. Hilâl demek istiklâl demektir. “Nazlı hilâl” ve “Şanlı hilâl” şeklinde İstiklâl Marşımızda geçen ve bayrağımızda yer alan hilâlin temsil ettiği mana iyi anlaşılmalıdır.  İstiklâl Marşı’nın kabul ediliş günü de yazılış günü de hesaplarıma göre hilâl gününe rastlar.

“Hilâl, baş ve sondur.’’ Hicri takvimde aylar doğuş hilâliyle başlar, batış hilâliyle sona erer. Ayın ilk ve son üç günü hilâldir. On kıta olan İstiklal Marşımızın başlangıcında da sonunda da hilâl vardır. Türk tarihinde önemli bir semboldür.

Allah, Lâle ve Hilâl’in ebced hesabında değeri 66’dır. Hilâl bu yönüyle tasavvufta ve edebiyatımızda Lâle gibi vahdeti, Allah’ın birliğini hatırlatır. Hilâli anlamayan dini, bağımsızlığı ve vatanı anlayamaz. Ayın ilk günlerindeki doğuş hilâlinin ve son günlerindeki batış hilâlinin bakış yönleri de önemlidir. Sola doğru baktığında bu umut ve doğuş hilâlidir. Sağa doğru baktığında ise batış hilâlidir. Hilâl gökyüzünde hiçbir zaman eksik olmaz. Batmasının ardından yeniden doğar. Hilâlin, ilâhi ve ilham veren böyle bir yönü var.

Ayın ilk üç günü görülen hilâlin ayın sonunda da hilâl olacağı bellidir. Kıyamete kadar da bu hilâl devam edecektir.  Hilâl bir semboldür ama duygu ve düşüncelerimizi dirilten ve geliştiren sembollerdir.  Sembollerle düşünerek duygu ve düşüncelerimizi güçlendirebiliriz. Dünya var oldukça doğudan batıya, kuzeyden güneye gökyüzünde her tarafta bir hilâl vardır. Dünyanın neresinden bakarsanız bakın, yeryüzün her tarafında hilâli görebilirsiniz. Hilâlin kıyamete kadar var olacağına bir şüphe yoktur.

Hilâl, Arapça kökenli bir kelimedir. İslâmiyet’te ayın değişik hareketleri ibâdetlerin başlangıcı ve bitişi olarak görülür ve farklı mânâlarda ifâde edilir. Hadislerde hilâl, daha çok oruç ve hac zamanının tespitiyle ilgili olarak geçmektedir.

Nitekim Hz. Peygamber, “Yüce Allah hilâlleri insanlar için vakit ölçüleri kıldı. 0 halde hilâli görünce oruca başlayın, onu tekrar görünce iftar edin” demiştir.

Kamerî ayların ölçü alındığı bu tür ibâdet ve muamelelerin zaman veya sürelerinin isâbetle tayin edilebilmesi, kamerî ayların başlangıçlarının doğru olarak belirlenmesine bağlı olduğundan hilâlin görülmesi İslâmî gelenekte öteden beri önemli bir yere sahip olmuştur.

Ayın evreleri içinde dolunay güzellik ve parlaklık, hilâl ise bunlarla birlikte yenilik, doğum ve taze hayat simgesi kabul edilir. Ay tarihte pek çok toplum tarafından tanrı sayılmış ve ayla ilgili birçok mit oluşturulmuştur. Türk mitolojisinde de bu türün örnekleri oldukça fazladır.

Hilâl mutluluk, sevinç ve dirilişin sembolüdür.

Hilâl motifinin bir sembol olarak VII. yüzyıldan itibaren İslâm dünyasında kullanıldığı ifâde edilmektedir.  Anadolu’daki Türk-İslâm mimarisinde hilâl karmaşık kompozisyonlar içinde yer alır. Hilâl şeklindeki bina alemleri (minare, kubbe ve sancak direği gibi şeylerin tepesinde bulunan ay yıldız veya Lâle gibi metal tepelik) en çok Osmanlılar döneminde kullanılmıştır.

XVI. yüzyıl ortalarında Batı’da yapılan Kanûnî Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan gravürlerinde de hilâl motifine çokça yer verilmiştir. Bunlardan birinde pâdişahın resminin yanına üç hilâlli bir arma yerleştirilmiştir. Hürrem Sultan’ın giydiği elbise de hilâl motifleriyle süslüdür. Bir diğerinde pâdişah cuma namazına giderken elinde hilâl alemli bir âsâ taşır. Bir başka minyatürde ise Süleymaniye Camii’nin göründüğü bir kapının önünde ayakta duran pâdişahın arkasındaki kapıda başı hilâllerle süslü bir fil tasvir edilmiştir. Sancakta ve kapı üzerinde de hilâl bulunur.

Batıda Hristiyanlığın sembolü haç, doğuda İslâm’ın sembolü hilâldir.

Kızılay (Hilâl-i Ahmer) ile içki ve uyuşturucularla mücadele etme amacını güden Yeşilay (Hilâl-i Ahdar) gibi müesseselerin sembolü hilâldir. Bazen tek, bazen da bir veya birkaç yıldızla birlikte Azerbaycan, Cezayir, Kamerun, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Malezya, Moritanya, Pakistan, Singapur, Tunus, Türkmenistan gibi İslâm ülkelerinin bayrak motiflerinde de hilâl bulunur.

Hilâlin ibâdet takvimindeki rolü, Kur’ân-ı Kerîm (Bakara sûresi, 189) ve hadislerde Allah’ın âyetlerinden biri şeklinde gösterilmesi ve ona yemin edilmesi, ayrıca Hz. Peygamber’in Sa‘d b. Mâlik b. Ubeysır el-Ezdî’ye üzerinde hilâl bulunan bir sancak vermesi sebebiyle Müslümanlar tarafından İslâm’ın sembolü kabul edildiği söylenebilir.

Kaynak: Dr. Muhittin Eliaçık’ın “İstiklal ve Hilâl” konulu konferansı. Nebi Bozkurt, Diyanet İslâm Ansiklopedisi.

 ‘’Sana hilâl şeklinde yeni doğan ayları sorarlar. De ki: Onlar, insanlar ve özellikle hac için vakit ölçüleridir...’’ (Bakara sûresi-189)

‘’Sana hilal şeklinde yeni doğan ayları sorarlar…’’ Rûh nûrunun üzerine doğup parlatması sonucu kalbi doğuşları sana sorarlar. ‘’De ki: Onlar, insanlar….. için vakit ölçüleridir.’’ Allah yolunda amel etmenin, kalp beytini tavaf etmenin ve mârifet makamında vakfeye durmanın vâcip olduğu vakitleri belirleyen ölçülerdir.(İbnü’l Arabî Hz. Tefsir-i Kebîr Te’vilât)

‘’Hilâl’’ ayrıca İnsan-ı Kâmil’in sembollerinden biridir. Zirâ kâse şeklindeki Hilâl onun ilâhi lütfu alma işlevini sürdürürken, aynı zamanda boğanın boynuzları gibi onun ihtişamını, kâinatta bu lütfu idâre işlevini belirtmektedir. (Martin Lings/Ebubekir Siraceddin GERÇEK BİLGİ)

Kalplerimize Hilâl’in doğması dileğiyle…