SEMBOLLER:
Sembol, bir
şeyin doğrudan anlatımını yapmak yerine, çağrışıma dayalı anlatımı kullanmayı
ifâde eder. Sembol “bir fikri, bir düşünceyi ve benzerlerini akla getiren, onu düşündüren
remizlerdir.” Bu nedenle sembol, “iki yarım parçanın yani gösteren ile
gösterilenin bir araya toplanması” şeklinde tanımlanır. Semboller
genellikle anlatıların içine ‘’gizlenir’’ ve bu anlatı içinde bir
anlam kazanır. Özellikle tasavvuf literatüründe kullanılan sembollerin hususi
olarak bazı hikmetleri ifade edecek şekilde kullanıldığı görülmektedir.
Semboller,
marifetin dile getirilmesinde en geniş ve etkin bilgi aktarma aracıdır. Zira evrensel bir olgu olan semboller,
sûfîler için kendini ifâde etmenin önemli bir vasıtasıdır. Ayrıca sûfîlerin,
marifetin ifâdesi esnasında sembolleri kendi tercihleriyle değil mânevi
müşâhedenin sevkiyle kullandıkları kabul edilmektedir. Mânevî tecrübeler,
sembollerin sahip olduğu şekil, fonksiyon ve çağrışım kalıplarına kolaylıkla
dökülüp şekillenirler. Böylece sembolik ifâdeler, sûfînin ilgi alanı ve kişisel
kabiliyetlerine bağlı olarak çeşitlenir ve sembollere yüklenen mânâlar, sûfînin
şahsi tecrübesine göre değişkenlik arz eder.
Sembollerin
standart bir anlamı yoktur. Sembollerin anlam dünyası kişi, toplum, kültür,
medeniyet ve gelenek gibi faktörlere bağlı olarak değişebilmektedir. Kâinatta
bulunan her şey sembol olarak kullanılabilir. Herhangi bir şeyin sembol
değerine ulaşması için duyusal gerçekliğe sahip olması ve düşünceyle
kavranabilir bir anlam barındırması gerekmektedir. Sûfîler, ontolojik (varlık
veya varoluş gibi) hakîkatleri dile getirmek, marifetin ifâde edilmesinde dilin
sınırlılığını aşmak, bazı hikmetleri ehl-i olmayandan saklamak ve siyasal
iktidarın tazyikinden kurtulmak gibi sebeplerle tasavvufi tecrübelerini dile
getirirken sembolik dil kullanımına sıklıkla başvururlar. Martin Lings sembolü,
“hakîkatin
yansıması veya gölgesi” şeklinde gerçek-gölge üzerinden tanımlar. Eserlerinde sembolik ifadelere geniş bir
şekilde yer veren sûfîlerden biri de İbnü’l-Arabî Hz’dir (1165/1240).
Semboller
ile anlatıma en büyük örnek Kur’ân-ı Kerim’deki âyetlerdir. (Âyet, işâret ve flama demektir.)
İbnü’l Arabî Hz. göre İnsan; beden, rûh,
nefs, kalp ve akıldan müteşekkildir.
Beden rûhun kalıbı/yani bineğidir. Rûh
lâtiftir ve beden rûhu görünür kılar.
Rûh Rahman’ın nefesi, sırrı yani canımız,
canlılığımızdır. Nefes almadan yaşayamayız.
Nefs rûhun ham hali ve Allah’ın tekâmül
için kuluna verdiği en kıymetli hediyedir. Çünkü onunla yol alırız.
Kalp Allah’ın tecellîgâhı, yani kuluna
tecellî ettiği yerdir.
Akıl da düşünme ve kavrama yetimizdir. Aklı
olmayanın sorumluluğu da yoktur.
Bu beşli yapı genellikle Kur’ân-ı
Kerîm’deki bütün âyetlerde mevcuttur. Hazret’e göre Allah adeta insan ile
Kur’ân âyetleri arasında bir bağ olduğuna dikkat çekmektedir. Bu anlayış ile
okunduğunda Kur’ân bir rehber niteliğindedir.
Örn:
Kur’ân’daki Mûsâ ve Firavûn kıssasında; Mısır
beden şehri, Mûsâ kalp, Firavûn nefs, Firavûn’un sarayı onun bedendeki
saltanatı, Hârun akıldır. Mûsâ ‘nın kayınpederi Şuayb (a.s.) rûh makamı,
Mûsâ’nın elindeki Asâ’da (Kayyumiyet) tasarruf gücüdür.
Kalp Mûsâ’sı,
akıl olan kardeşi Hârun’un yardımı ile beden şehrinde nefsin saltanatını yıkıp,
Tûr olarak adlandırılan benlik dağını parçalayıp, Allah’ın kendisine verdiği
tasarruf gücü Asâ’sı ile önündeki engelleri aşmakta, nefsinin hevâ ve
heveslerini yok etmekte, kavmini (bedeninin organlarını) ulvî ve yüce mânâ
kuşları, kudret helvaları ile besleyerek vücudunda birliği sağlama mücâdelesi
içindedir. Mûsâ’nın Firavûn olan nefsinin boğulmasıyla yolculuk başlar. Tûr olan
benlik dağı parçalanır ve Mûsâ Ken’an iline (vâdedilmiş topraklara) varır.
Yine Kehf
sûresinin Zûlkarneyn kıssasında (83-99); Zûlkarneyn
kalp, doğu tarafı rûh, batı tarafı nefs, ye’cüc ve me’cüc nefsin sıfatları,
yola çıktığı yer de beden şehridir.
Burada da Zûlkarneyn’i
temsil eden ‘’kalp’’ sürekli doğu ve batıya doğru yolculuk ederek yani rûha
ve nefse doğru yüzünü dönerek halden hale geçmektedir (Telvin). Sonunda nefsin
sıfatlarına erimiş bakır ve demir (iyi niyet ve amel) ile set çekerek kalp
makamına ulaşır (Temkin).
Sebe
sûresinde; Sebe beden şehri, Hz.
Süleyman kalp, babası Hz. Davut rûh, Hüdhüd akıl, Sebe melikesi Belkıs da beden
şehrinde nefsani kuvvetlerden tahtı olan hayvani nefstir. Sonunda Belkıs
yani nefs kalbi temsil eden Süleyman’a tâbi olarak Müslüman/teslim olur.
Yûsuf
sûresinde; Mısır beden şehri, Hz. Yûsuf
Kalp, babası Hz. Ya’kûb rûh, Züleyha nefs, Yûsuf’un kardeşi Bünyamin idrâktir.
Sonunda Hz. Yûsuf Mısır/beden şehrinin sultanı olur.
Meryem
sûresinde de; Hz. Meryem Cebrâil’in üflemesiyle yani akıl
aracılığıyla dirilmiş sâfiye makamındaki nefstir. Meryem (Nefs) susar,
râzı/fâni olur. O zaman vücûd da Îsâ olarak adlandırılan kalbin çocuğu (veled-i
kalp) doğar. Îsâ olan rûh (Rûhullah) konuşmaya başlar. Kim nefsini
susturabilirse artık ondan konuşan Hakk’tır.
Anlaşılacağı
üzere Kur’ân âyetleri adeta insanın kendi hakîkatini bulma yolunda geçirmesi
gereken gelişim aşamalarını peygamberler aracılığıyla ve sembollerle
anlatmaktadır. Ay’ın Hilâl’den Dolunay’a geçişi gibi, Peygamberlik de Hz.
Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar geçen süre içinde devrini tamamlamıştır. Hilâl ve
Dolunay’ın Ay’ın farklı görüntüleri olduğu gibi tüm peygamberler de Hz.
Muhammed’in farklı makamlardaki sıfatlarıdır. Mûsâ aklını, Eyüb sabrını, Hz.
Meryem sâfiye makamındaki nefsini, Hz. Îsâ ise rûhunu temsil eder. Tek bir
Vücûd vardır ve o da Hz. Muhammed’dir. Her şey önce ona, oradan evrene yansır.
Yine Kur’ân
âyetlerinin semboller ile anlatımına bir örnek verecek olursak; Mûsâ ve Hızır (a.s.) kıssasının anlatıldığı
Kehf sûresinde (60-82); Mısır
beden şehri, Mûsâ kalp, balık nefs, Yûşa Hz. genç nefs, Hızır rûhtur . Burada
kalbin, dirilmiş nefs (ölü balığın dirilmesi) ile rûha doğru yaptığı yolculuğu
anlatılır. İki denizin birleştiği yer (cisim ve rûh/madde ve mânâ) kalp
mâkâmıdır. Ancak Mûsa bu yolculuğa dayanamaz ve ayrılırlar.
İki denizin
birleştiği yerde buluşan Mûsa ile Hızır birlikte bir yolculuğa çıkarlar. Hızır
yolda iki yetime ait bir gemiyi deler, bir erkek çocuğunu öldürür ve vardıkları
bir köyde onlara yemek ve içecek vermeyen köyün bir evinin yıkılmakta olan
duvarını doğrultur. Mûsa yapılanları doğru bulmaz ve itiraz eder. Mûsa ile Hızır’ın
yolları ayrılır. Hızır (a.s.) Ledûn ilmi sahibi olup ilmi vâsıtasız olarak
kalbinden almaktadır. Mûsa ise bir peygamber olmasına rağmen kalp ilmine sahip
değildir. Hızır bu yolculukta yaşanılanların iç yüzünü şöyle anlatır:
‘’Gemi, denizde çalışan ‘’miskin’’ kimselere aitti ve ben onu
delerek kusurlu kıldım. Çünkü peşlerinde bir ‘’Melik’’ vardı ve her sağlam gemiyi gasp ediyordu. Onu kusurlu
kılarak onların gemilerini kurtardım. Erkek çocuğa gelince, onun ana ve babası mümin kimselerdi. Çocuk ise gelecekte kâfir olacaktı. Rableri onlara daha
iyisini versin istedim. Yıkık olan duvar ise, şehirdeki iki yetim çocuğundu ve
altında onlara ait bir ‘’hazine’’
vardı. Onların babaları sâlih bir
kimse idi. Rabbin diledi ki, çocuklar rüştlerine ersinler ve kendilerine ait
defineyi çıkarsınlar’’ (İbnü’l Arâbî Hz. Tefsir’i Kebîr Te’vilât Syf.)
‘’Gemi insanın varlığıdır. O varlık gemisinde bir delik açılır da varlığa
İlm-i Ledünden dolmaya başlarsa Nefs-i Emmâre olan hükümdar o insandan elini
çeker. Zira o beden artık onun işine yaramaz. Çocuk, Nefs-i Emmâre’dir, daha
işin başında başını koparmak, kesmek gerekir. Doğrultulan duvar da vücuttur,
yani Hızır (Rûh) vücudu doğrultur, vücudun Vücûdullah
(Allah’ın vücûdu) olduğunu ispat eder. İki yetimden biri öz, biri de
sözdür. Öz zât, söz sıfattır. Nefs-i Emmâre olan çocuk öldürülmezse sıfat ve
zâta zarar verecektir. Define hakîkattir.
Hakîkat de okumakla, duymakla olmaz. Onun üstadı da İnsan-ı Kâmil’dir.’’ (Niyâzî-i Mısrî Divanı Syf. 290)
Burada da
anlatılmak istenen baş gözüyle görerek anlayamadığımız bazı olayların arkasında
büyük hikmetlerin olduğu ve bunları kavramanın ancak ilâhi bir lütuf olan kalp
gözü ile idrâk edilebileceğidir.
Yine Hz. Mevlâna’nın Mesnevî’deki tüm
hikâyeleri de baştan sona semboller ile anlatılır.
Mesnevî şöyle
başlar: ‘’işit bu ney neler anlatıyor; dinle ayrılıklardan nasıl şikâyet
ediyor. Beni bu sazlıktan kestiklerinden beri, kadın erkek bunca insan
feryadımdan inledi…’’
Burada Ney
İnsan-ı Kâmil’dir. Ney’in de aynı İnsan-ı Kâmil’in aşk ateşiyle yanıp tamamen
Allah’ta fâni olması gibi yakılarak içi boşaltılmıştır. Bu nedenle sadece
üfleyenin sesini verir. Sazlık kopup geldiği ilâhi âlemdir. Feryadının sebebi
de geldiği âleme duyduğu iştiyaktandır (özlemdendir).
Hazreti
Mevlânâ, Mesnevinin ilk büyük hikâyesine ‘’Dostlar bu destanı dinleyin! Çünkü
hakîkatte bizim hâlimizin hikâyesidir’’ başlangıcıyla girer. Gerçekten
Mesnevî’ nin bu hikâyesi, insan rûhunun Tanrı diyarından ayrıldıktan sonra,
zaman içinde yaşadığı büyük ve hikmet dolu mâcerasını anlatır. Rûhun Allah’tan
kopup bu çokluk âlemine düşmesi ve bu âlemde nefis ıslâhı ile kalkınıp tekrar
ilâhi varlıktaki birlik âlemine dönmesi, bu hikâyenin vak’aları içinde
anlatılır.
Kısaca özetlersek: ‘’Evvel zaman içinde bir pâdişah
vardır. Bu pâdişah ava çıktığı bir gün bir câriye görür ve bu güzeller güzeli
câriyeye âşık olarak onu satın alır, sarayına götürür. Ancak câriye çok kısa
bir süre sonra amansız bir hastalığa yakalanır. Pâdişah câriyesini iyileştirmek
için her yere haberler salarak hekimler getirtir. Ne yazık ki bu hekimlerin hiç
biri câriyeyi iyileştiremez. Sonunda rüyasında gördüğü bir pir, kendisine ilâhi
bir tabibin gönderileceğini müjdeler. Saraya gelen ilâhi tabib câriyenin
nabzını tutarak yaşadığı şehirden ve dostlarından bahsetmesini ister. Câriye memleketindeki Semerkand şehrinden
bahsederken nabzı hızla atmaya başlar. Çünkü orada yaşayan bir kuyumcuya âşıktır
ve ondan ayrı düşmüştür. İlâhi tabib bunu anlar ve padişaha Semerkand’lı kuyumcuyu
câriyenin yanına getirtmesini söyler.
Padişah
ilâhi tabibin isteğini yerine getirir, hatta ilâhi tabibin isteği ile kuyumcu
ve câriyeyi birleştirir. Böylece Câriye
tamamen iyileşir. Bir süre sonra ilâhi tabib kuyumcuya öyle bir şerbet hazırlar
ki, bu şerbeti içen kuyumcu tüm güzelliğini kaybederek sararıp solmaya, giderek
çirkinleşmeye başlar. Câriye de onun bu görüntüsünü görerek ondan soğur ve
tamamen şifa buldur. Bir süre sonra da kuyumcu ölür.’’
‘’Daha vücûd yaratılmadan önce rûh denilir bir pâdişah vardır. Bu
pâdişah hem din hem dünya mülkünün sultanıdır. Pâdişah bir gün ilim ordularının
başına geçip himmet atına binerek, varlık mertebelerini aşmaya ve mârifet
avlamaya çıkar. Nihâyet yolu dünyaya düşer. Dünyaya vardığı zaman orada nefis câriyesi denilen akıl alıcı bir
güzel görür ve nefis câriyesine çılgınca âşık olur. Ona kul köle olacak hallere
düşer. Yani dünya heveslerinin ve dünya ihtiraslarına kapılarak kendi nefsinin
esiri olur. Büyük bir servet vererek câriyeyi satın alır. Fakat bunun için
verdiği servetin, aslında gönül serveti olduğunu ve o servetle hakîkatte geçici
güzelliklerin değil, gerçek ve ebedi güzelliğin elde edileceğini unutmuştur.
Ancak pâdişahın bu câriyeyi elde
etmesiyle câriyenin devâ bulmaz bir derde düşerek hastalanması aynı zamana
rastlar. Pâdişah dünyanın dört bucağından hekimler getirtir ve câriyesine şifa
bulmalarını ister. Yani geçici ve çekici dünya hevesleriyle aldatıcı dünya
güzellikleri içinde, ten kafesine giren mukaddes rûh, daha ilk anda içine
girdiği vücuda âşık olur. Aslında rûh padişahı câriyesinin hastalığına çare
ararken kendi derdine derman aramaktadır. Çünkü içine düştüğü delâletten
kurtulamadıkça hakîki yolunu bulamayacağını ve rûhun yükselmesi gereken mânevi
derecelere ulaşamayacağını sezmiştir.
Rûh pâdişahı, doğudan-batıdan
getirttiği hekimlere, ‘’esiri olduğum ve çılgınca âşık olduğum nefsin devası
sizin elinizdedir, bana şifa olun’’ demektedir. Ancak hakîkatten ve ilâhi
yardımdan uzak olan hekimlerin yaptıkları ilaçlar fayda vermez, câriye hastalığının
şiddetlenmesi ile gittikçe zayıflar. Bu durumu gören rûh padişahı derin bir
ızdırab içerisindedir.
Başvurduğu hekimlerin aciz kaldığını
gören rûh pâdişahı mescide doğru koşarak gider. Bu arada dünya ve ahireti
temsil eden nalınlarını ayağından çıkarır. Bu hâl içerisinde başını secdeye
koyar, hâl diliyle, gönlünle Allah’a yalvarır. Daldığı uyku ve rüya içerisinde
karşısına bir pir çıkar ve ilâhi bir tabibin kendisine yardım edeceğini
müjdeler. Rüya gerçekleşir ve rûh padişahı ile ilâhi tabib bir araya gelir,
hasretle kucaklaşırlar. Aslında rûh padişahı dünya kirlerini gönlünden
çıkarınca gönlüne, ilâhi tabibi temsil eden Allah sevgisi dolar. Rûh padişahı
bu hazineye ‘’sabır’’ sayesinde
kavuştuğunu anlar. Gönlü doğru yola yönelmenin, gerçeği bulmanın ışığı ile
dolmuştur.
Rûh padişahı ilâhi tabibe hastanın ve
hastalığın hikâyesini anlatır. Tabip hastayı görür ve derdinin ne olduğunu
anlamaya çalışır. Güzel câriyenin vücudu dünya lezzetlerini istemekte, rûhu ise
dünya kirlerinden kurtulup asıl vatanına dönme hasretindedir. Câriye sıla
hasreti çekmektedir. Onun duyduğu sızı bir parçası olduğu bütüne karşı bir
çekiliş, bir aşktır.
Tabip câriyeye yaşadığı şehri
anlatmasını ister. Câriye Semerkand’da tanıdığı bir kuyumcudan bahsederken
nabzı hızla atmaya başlar. İlâhi tabib anlar ki nefis câriyesi, gönlünü
Semerkand’da nefsin heveslerini ve düşkünlüklerini, aldatıcı güzelliklerini
temsil eden kuyumcuya kaptırmıştır. Tabip Rûh Pâdişahına ‘’kuyumcuyu o çok
uzak diyardan altın ve hil’at vererek kandır, buraya çağır’’ der. Pâdişah da
mürşid’i temsil eden ilâhi tabibin isteği ile Semerkand’a elçiler göndererek
kuyumcuyu getirtir.
Pâdişah saraya gelen kuyumcuya izzet
ve ikramda bulunur, hatta mürşidinin emri ile güzel câriyesini bu kuyumcuya
verir. İkisi bir süre birlikte yaşarlar. Bir süre sonra ilâhi tabib kuyumcuya
bir şerbet/iksir içirir. Bu şerbet onun bütün çirkinliklerini açığa çıkarır.
Câriye de gittikçe çirkinleşen kuyumcudan, dünyanın hevâ ve heveslerinden soğur,
ondan uzaklaşır. Bir süre sonra da kuyumcu yani nefsinin bu arzu ve istekleri
ölür.’’ (Şerhli
Mesnevî Şerif 35. Beyt, Ken’an Rıfâî Hz.)
Bu hikâye bize bizi anlatır. Güzel câriye nefstir. Kuyumcu,
nefsin dünya ihtiraslarıyla, dünyanın göz ve gönül alan gösterişli taraflarıyla
ve nihayet dünya kirleriyle alâkası demektir. Pâdişah, rûh pâdişahıdır yani Küll’den
(bütünden) kopan ilâhi rûhdur. İlâhi tabib ise Kâmil insanı, rûha Allah’a
ulaşma yollarını gösteren ermiş insanı temsil etmektedir. Burada kuyumcunun
öldürülmesi de, câriyenin kalbinden dünya bağlarını ve dünya kirlerini yok
edip, onu yani nefsi rûha tabî kılmaktır. O zaman da senlik-benlik kalkarak
vücutta birlik hâkim olur.
Semboller ile anlatıma bir başka
örnek verecek olursak:
Bhagavat
Gita/Tanrının şarkısı, insanlığın en uzun destanı olarak bilinen, yaklaşık yüz bin dizeden oluşan ‘’Mahabharata
Hint Destanı’’ nın bir parçası olup, tüm insanlığa sunulmuş evrensel
bir bilgelik kitabıdır. Yazarı Veda Vyâsa’dır.
Hint
felsefesinin temel metinlerinden sayılan Upanişadlar’da (Hint felsefesinin
kutsal kitabında) öğrenci öğretmenine ‘’Neyi bilirsem, geri kalan her şeyi bilmiş
olurum?’’ diye sorar. Öğretmenin öğrencisine verdiği cevap ‘’Kendini’’
dir. Bhagavat Gita, Kendilik’in bilgisini, kendini bilmenin
öğretisini en dolaysız ve çarpıcı şekilde aktaran, tüm insanlığa
hitap eden kadim bilgelik metnidir.
M.Ö 300 ve 100 yılları arasında yazıldığı
söylenen bu eser İslâmiyet’ten çok önce yazılmış olması ve tasavvuf kültürü ile
pek çok açıdan ayniyet taşıması nedeniyle ayrı bir öneme sahiptir. Hint
coğrafyasından, insanlığın ilk yazılı
metinleri olarak bilinen bu eser, İncil’den sonra Dünya’da en çok
çevirisi yapılmış, üzerine birçok yorum, inceleme, araştırma yapılmış ve
şerhler düşülmüş, doğu öğretisinin en temel kitaplarından biridir.
Bhagavat
Gita, tüm enstrümanların tekil bireyselliklerinden bir senfoniye, bir şarkıya
dönüşmesini yani bireysel cüz-i iradenin, Mutlak külli iradeye nasıl varacağının
haritasıdır. Dil, din, zaman, mekân, isim, biçim ayırt etmeden ‘’Ben
kimim’’ diye soran, anlam arayan, insan olmaya niyetli herkese rehber
olabilecek evrensel bir kitaptır. İnsanlığın, doğru yaşamın, adaletin, doğru
eylemin ve nihai özgürleşmenin anahtarıdır.
Bhagavad
Gita, 18 bölümden oluşur. İlk 6 bölüm ’’beden-nefes-zihin bileşiğinde özdeşlik
kurmuş bireyin kim olduğunun araştırılması’’, ikinci 6 bölüm ‘’Sen
diye seslendiği, Yüce olarak kendinden büyük bir İrade’nin (Tanrı, Doğa, Evren)
aranışı’’ son üçüncü 6 bölüm ise ‘’Sen ve ben arasında bir ayrımın
olmadığının, benim aslında Sen ile özdeş ve Tek olduğunun’’ ifâdesidir.
18 sayısı eski Hint kültürü içerisinde özel ve kutlu bir sayı olarak görülür.
Öykü şöyle başlar: Bir zamanlar
‘’Mahabharata/balık
kokulu’’ isminde bir balıkçı kızı varmış. Bu genç kızıBu genç kız Bilge bir kişi ile evlenmiş ve bu
evliliğindenn Bilge bir kişi ile birlikteliğinden bir çocuk doğmuş.
Çocuğun derisi koyu renkli olduğu için ona ‘’Krişna/siyah’’ ismi verilmiş.
Krişna daha sonra annesinden, yoğun çileci uygulamalarla terk yaşamı sürmek
istediğini söyleyerek ayrılmış. İşte ormanda yaşayan bu genç adam daha sonra
destanı kaleme alan, Veda’ları/bilgileri düzenleyen anlamına gelen bilge ‘’Veda Vyasa’’ ya dönüşecekmiş. Balık
kokulu kızın Bilge kişi ile birlikteliğinden sonra bilge onun ‘’balık
kokusunu’’ alıp bu dünyada eşi ve benzeri olmayan bir koku bahşetmiş ve
adı ‘’Satyavati/Hakîkat
kokulu’’ olmuş.
Bu felsefede
Brahman (Mutlak Gerçeklik) ’’Hakk’’, Rahmani Nefes ise ‘’Om’’
titreşimi yerine kullanılmıştır. Tüm din, dil ve ırkların ötesinde kendini
arayan, hakîkatine, Mutlak Küll’e ulaşmaya ve nefsinden, tutkularından
özgürleşmeye çalışan insanın hikâyesidir. Hikâyede adı geçen ‘’Arjuna’’
adalet ve tevazuu, ona karşı savaşan, gözleri kör olan ‘’Duryodhana’’ kötülüğü ve kibri
sembolize eder. Bu iki karşıt, Krişna’nın iki oğlunun çocuklarıdır. ‘’Krişna’’
ise Mutlak’ın fiziksel beden almış sûretidir. Öykü bir şehrin krallığını elde
etme mücâdelesi/savaşı üzerine kuruludur.
Anlaşılacağı
ile burada da rûh ve nefsin veya adalet ve kibrin beden şehrinde üstünlük
sağlama mücadelesi anlatılır. Bu iki karşıtın kaynağı aynı Öz’dür ve büyük bir
mücadeleden sonra kazanan ‘’Arjuna’’
olur. Arjuna sonunda kendini tanır ve hakîkatine ulaşır.
Semboller
konusunda sayfalar dolusu yazı yazılabilir, ancak gaye kıssadan hisse ağaca
bakıp arkasındaki ormanı görebilmekte, her maddi ve mânevi olayda anlatılmak
istenileni anlamaya çalışmaktır. Anlayanlardan olmamız dileğiyle…