21 Ocak 2025 Salı

 SENARYO:

Her tiyatro oyunu mutlaka bir senaryoya dayanır. Çünkü oyuna bir düzen ve anlam kazandıran senaryodur. Senaryonun amacı ve ele alınış biçiminin hikmeti ancak yazanın peşinen bildiği, seyircilerin ise ancak oyun bittikten sonra tahmin veya Îman edebilecekleri hususlardır. Senaryo; 

- Oyunun başını, sonunu ve iç dinamiğini belirler.

- Her bir aktörün, her bir figüranın oyun içindeki konumunu, davranışını, konuşmasını yani oyun içindeki kaderini tayin eder.

Her aktör veya figüranın oyun içindeki sorumluluğu senaryoya sadâkattir. Oyuncunun senaryonun dışına çıkma hürriyeti olmadığı gibi, senaryoya cebren uymak, kayıtsız şartsız teslim olmak zorunluluğu vardır. Oyunda oyuncudan beklenen, oyunu teslimiyet ve sabırla oynamasıdır.

Oyuncunun senaryoca belirlenmiş olan bütün hareket ve konuşmaları (yani rolü), gene senaryonun çerçevesi içinde kendisine sorumluluk yükler. Örneğin; oyunda, senaryo icabı, birisini öldüren ya da kurallara aykırı bir davranışta bulunan aktör, senaryoya göre bunun maddi, mânevî ve adlî sorumluluğunu taşır ve sorumluluğu üzerinden atamaz. (Oyun dahi olsa her eylemin bir karşılığı vardır).

İdrâk sahibi bir aktör arada sırada kendisini sahneden soyutlayarak, dışarıdan bakan bir kişinin bakış açısı ile seyrederse, senaryo icâbı sergilenen oyunun hikmetini daha iyi kavrayabilir ve bu ona büyük bir iç huzuru verir. Ancak bu tavrını bütün bir piyes boyunca sürdürecek olursa (Cem’de kalırsa), senaryonun doğal olarak kendisine yüklemiş olduğu zâhiri sorumlulukları (kuralları) unutabilir ve tavrı hikmet sahibi bir kimsenin tavrından, ''zındık'' bir kimsenin tavrına kayabilir.

(Cemâlnur Sargut /Meryem-2 Syf.140-141)

 Zındık: Cem; Kul ve Hakk’ın bir olduğu makam. Birlik'te takılıp kalan ve Hakk’tan halka inemediği için bazı ibâdetlerini yerine getiremeyen kişiler. Bunlara meczup da denilir.

 ŞİMDİ BİR SENARYO HAYÂL EDELİM:

Senarist önce kendi eserini seyretmek için sahneye bir senaryo/oyun koymayı düşünür.(İLK AKIL)

Bu düşünceyi eyleme dönüştürmek için, eline kalemi alır. (YÜCE KALEM, Kalem sûresi 1)

Bir kâğıt veya Levha üzerine elinle yazar. (LEVH-İ MAHFÛZ, En’am-59, Yunus-61, İsrâ-58)

Sonra oyunda oynayacak oyuncuları toplar.

Onlara senaryoyu verir ve oyuncuları seçer. (RÛHLAR ÂLEMİ)

Oyunculara rollerini kabul edip etmediğini sorar. (ELEST BEZMİ, A’raf sûresi-172))

Kabul edenler rolleri ile ilgili kitapçığını alır. (OKU KİTABINI, İsrâ sûresi 14))

Sözleşmelerini imzalarlar. (AKİD, Mâide-1))

Tüm oyuncular dostça birbirini kutlar ve rollerinde başarılar diler.

Bir süre sonra sahneye çıkarlar ve senaryoya harfiyen uyarak rollerini oynamaya başlarlar. (DÜNYA SAHNESİ-AHDE VEFÂ, İsrâ sûresi-34)

İyiler kaynaşır, kötüler birbirine düşman olurlar. (AHDİ UNUTMA, Tâ-Hâ sûresi-115)

Rolü biten diziden ayrılır, bazen yeni oyuncular senaryoya dâhil olur.

Sonunda sergilenen oyun biter. (SON)

Oyuncular yorgundur, yıpranmıştır ancak ortaya iyi bir oyun çıkarmışlardır.

Artık bir kutlama yapma zamanı gelmiştir.

Tüm oyuncular Gala denilen bir organizasyonla sahneye çıkar. (ÂHİRET/BİR SONRASI)

Aralarında rollerini çok iyi oynadıkları için ödül alanlar olur.

Herkes birbiri ile kucaklaşır, birbirini kutlar. Yine eskisi gibi dost ve arkadaştırlar.

 Oyunda SENARİST ve YÖNETMEN (hatta OYUNCULAR) aynıdır.

  İbnü’l Arabi Hz. der ki; O bir elçi gönderdi; kendisinden, kendisiyle,  kendinedir. ‘’Elçiyi gönderen, Elçinin Kendisi, Elçinin getirdikleri, Elçinin vardığı yer. Hepsi O’’

Hz. Mevlâna ne der? “Hayat bir satranç oyunudur. Oyunun başı, sonu, oyuncuları ve kuralları bellidir. Bütün gaye bunun bir oyun olduğunu bilmek ve oyundan zevk almaktır.”

 Kûr’an âyeti ne der? ‘’Dünya hayatı oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir’’ (En’âm, 32 - Ankebut, 64- Muhammed, 36 - Hadid, 20 sûreleri )


12 Ocak 2025 Pazar

 ARZ-I  MEV’ÛD (Vadedilmiş Topraklar):

Öncelikle belirtmek isterim ki, bu siyasi bir yazı değildir. Sadece dünya varolduğundan beri yaşanan ve halen yaşanmakta olan savaşların, nedenlerini anlama çabasıdır. Bu savaşlar Âdem’in iki oğlu olan Hâbil ve Kâbil’in birbiri ile olan savaşıyla başlamıştır. Tasavvufta Hâbil aklı, Kâbil vehimi temsil eder.

Filibeli Ahmet Hilmi’nin Âmak-ı Hayal kitabında; İran’lı Din kurucusu Zerdüşt anlayışına göre (M.Ö. VII. yüzyıl) iyi ve kötü arasında sürekli bir çatışma vardır ve insan rûhu bu iki zıt gücün savaş alanı gibidir. Hürmüz iyiliği/aydınlığı, Ehrimen ise kötülüğü/karanlığı temsil eder. Bu âlem bir tarafın diğer tarafı yenmesi ve yok etmesi üzerine kurulmuştur. Aralarında bu savaş hiç bitmez.

Kitapta anlatıldığına göre, yine iki zıt güç taraftarlarıyla birlikte savaş meydanına çıkarlar, aralarında bir küre (Kalp) vardır. Kürenin (Kalbin) doğuya bakan kısmı aydınlık (rûh), batıya bakan kısmı karanlıktır (nefs). Nifak ile Muhabbet, Muhabbet ile Gazap, Gazap ile Hikmet, Hikmet ile Nefs-i Emmâre, Nefs-i Emmâre ile AŞK savaşır. En sonunda kazanan AŞK olur. Sürekli aydınlanıp kararan küre (Kalp) sonunda Aşk’ın zaferi ile tamamen aydınlanır. Hürmüz ve Ehrimen savaş meydanının ortasına gelir, birbirlerini saygı ile selamlarlar.

Âlem tekrar eski hâline döner, yine kürenin yarısı aydınlık, yarısı karanlık olur. Bu arada her ikisi de mensup oldukları efendinin elini öperler. Kardeşmişler gibi el ele verip selamlaşırlar…

(Birinin diğerine teslim olması ile sona eren savaş/mücâdele yerini bir süreliğine sükûnete bırakır. Ta ki, yeni bir savaş başlayana kadar… Cenk bitmez nefs mağlup olmazsa...)

Kıssadan anlaşılacağı üzere beden şehrinde nefsâni ve rûhani kuvvetler sürekli bir cenk içindedir. Kalp özelliği gereği halden hale girerek bir nefs tarafına, bir rûh tarafına meyleder. Kişi istidâdı ve rolü gereği nereye meylederse o taraf kazanır. Kûr’an âyeti ne der? ‘’Dünya hayatı oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir’’ (En’âm, 32 - Ankebut, 64- Muhammed, 36 - Hadid, 20 sûreleri )

Hz. Peygamber ’insanlar uykudadır, ölünce uyanırlar’’ sözü ile dünyanın bir rüya âlemi olduğunu vurgulamıştır. O zaman gece rüyası ile birlikte gündüz rüyasının da yorumlanması yani te’vili gerekmektedir.

İnsan zâhiri ve bâtıniyle bir bütündür. İç dünyası dış dünyasına yansır. İçsel çatışmalar dış dünyada da kendini gösterir. Dışarıda gördüğü aslında kendi içidir.

Şimdi dış dünyada oluşan olayların, savaşların iç dünyamızda nasıl anlaşılması gerektiğini, İbnü’l Arabi Hz. nin Kûr’an ayetleri yorumlarıyla ‘’İsrâilliler’’ üzerinden anlamaya çalışalım. Ancak bunun için dinlerin kökeni hakkında kısa bir bilgi faydalı olacaktır.

Hz. İbrâhim; ilk Müslüman, ilk Tevhid Peygamber’i olarak kabul edilir. Ancak hem Müslümanların, hem de İsrailoğullarının ‘’atasıdır’’.

Müslümanlık: Hz. İbrâhim’in oğlu, Hz. İsmâil’in (annesi Hâcer) soyundan gelen Hz. Muhammed’e inananların oluşturduğu bir dindir.

Yahûdilik: Hz. İbrâhim’in diğer oğlu, Hz. İshak’ın (annesi Sâre) soyundan gelenlerin bağlı olduğu bir din ve dini siyasallaştıran bir ırktır. Hz. İshak’ın oğlu Hz. Yakup’un bir diğer adı ‘’İsrail’’ olduğu için, ‘’İsrailoğulları’’ sözü buradan gelir. (Âli İmran-93, Meryem-58) ''İsrâil'' kelimesi; ''Tanrı yolunda, doğru yolda'' anlamına gelir. İslâm inancına göre ise; ''İsrâil, Allah'a doğru gece yapılan yolculuktur’’. Müslümanlar dışındaki bütün dinlerin atası Hz. İshak’tır.

Mûsevilik: Hz. Mûsâ’ya inanan ve onun yolundan gidenlere verilen bir isim ve dindir. Yahudilerin tamamı ‘’Mûsevi’’ dinine mensupken, Mûsevilerin tamamı ‘’Yahûdi’’ değildir. Bu kavim; Ken’an (Filistin) iline yerleşmeden önce ‘’İbrani’’, yerleştikten sonra ‘’İsrâilliler’’, sürgünden sonra ‘’İsrâiloğulları’’ diye isimlendirilirken, ferden ‘’Yahûdi’’ olarak adlandırılırlar.

Hıristiyanlık: Hz. Îsâ’ya inananların oluşturduğu bir dindir.

‘’İsrâ’’ kelimesi gece anlamındadır ve Hz. Peygamberin Mirac’ı İsrâ sûresinde anlatılır. İsrâil kelimesi de ‘’Allah’a doğru gece yapılan yolculuk’’ demektir. Tevhid/Birlik kelimesi ise karanlığı temsil eder. Neden? Çünkü karanlıkta karşıdan gelen bir kişinin kadın mı, erkek mi olduğu anlaşılmaz. Karanlıkta zıtlıklar kaybolur, Birlik hâkimdir.

İsrâilliler Kûr’anı Kerimde övülmüş ve belirtilen kurallara uymaları şartı ile kendilerine Kutsal topraklar, Ken’an ili vadedilmiştir. Yine Kûr’an âyetlerinde belirtildiği üzere Hz. Mûsa’nın önderliğinde Mısır’dan yola çıkan İsrâiloğulları, Mûsa Tanrı ile görüşmek üzere Sinâ dağına çıktığında;  mücevherlerden yapılmış bir buzağı heykeline taparak, kendilerine semâdan her gün indirilen Kudret helvası ve Bıldırcın sofrasını beğenmeyerek, farklı gıdalar isteyerek Rablerine olan inançlarını kaybetmişler ve kırk yıl vadedilmiş topraklara girmeleri yasaklanmıştır. (Yahûdilerin anlayışına göre; Vadedilen topraklar Filistin, Kûdüs/Mescid-i Aksâ, Şam, Mısır ve Lübnan dağını ve Türkiye topraklarını da içine alan bir alanı kapsar. Ken’ân ili Cennet anlamındadır.)

Kûr’an âyetleri ne dönecek olursak:

 ‘’Bir zamanlar Mûsa, kavmine şöyle demişti: Ey kavmim! Allah’ın size nimetini hatırlayın: Zira O, içinizden resûller çıkardı ve sizi hükümdar kıldı. Âlemlerde hiçbir kimseye vermediğini size verdi. Ey kavmim! Allah’ın size yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz.’’  (Mâide sûresi, 20-21)

‘’Mukaddes toprağa girin…’’ Kalbin huzuruna girin. Burası rûh semâsı karşısında arz konumundadır. ‘’Allah’ın siz’e yazdığı…’’ Ezeli hüküm kapsamında, istidadınıza uygun olarak sizin için tayin ettiği yere girin. ‘’Arkanıza dönmeyin…’’ Beden şehrine meyletmeyin. Bedenin ihtiyaçlarını, lezzetlerini gidermek sûretiyle oraya yönelmeyin. Çünkü bedene meyletmek makamınızdan aşağı bir mertebedir. ‘’Yoksa kaybederek…’’ makamınızı kaybederek dönmüş olursunuz.

‘’Onlar şu cevabı verdiler: Ya Mûsa! Orada zorba bir toplum var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla giremeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de hemen gireriz.’’ (22)

‘’Orada zorba bir toplum var…’’ Orada vehim, hevâ (yanlış yönlendirilmiş sevgi), gazap, şehvet ve nefsin sıfatlarından oluşan Firâvun karakterli bir topluluk var. Onlara karşı koyamayız. (Bunları söylemelerinin sebebi, tabii lezzetlere ve cismâni şehvetlere alışmaları ve hevânın etkisi altına girmeleri sebebiyledir.) ‘’Onlar oradan çıkmadıkça…’’ Bizim riyâzat yapmamıza ve mücâdele etmemize gerek kalmadan Allah onları oradan çıkarmadıkça, biz oraya asla girmeyeceğiz.

‘’Korkanların içinden Allah’ın kendisine lütufta bulunduğu iki kişi şöyle dedi: Onların üzerine kapıdan girin: oraya bir girdiniz mi artık siz zaferi kazanmışsınızdır. Eğer müminler iseniz Allah’a güvenin.’’ (23)

‘’Korkanlar içinde… iki kişi...’’ Nazari ve ameli akıl şöyle dedi: Onların üzerine Kalp yani tevekkül kapısından girin.  (Rûh kapısı, Rızâ’dır.) Güç ve kuvvet Allah’tan olduğu zaman vehim, hevâ ve gazap sizden kaçar ve siz de zaferi kazanmış olursunuz. (Nazari akıl, davranışa dönüşmeyen idrak kuvveti, Ameli akıl, insana özgü her türlü dengeli davranışı ortaya koymakta etken olan akıl.)

‘’Ey Mûsa! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla giremeyiz; şu halde sen ve Rabbin gidin savaşın. Biz burada oturacağız, dediler’’ (24)

‘’Sen ve Rabbin gidin…’’ Eğer Resûlsen onları bizden uzaklaştır, bizim içimizdeki hevâyı ve kuvvetleri bizim mücadele etmemize gerek kalmadan ez! Bunları bizden savmasını Rabbinden iste! ‘’Biz burada oturacağız…’’ Nefis makamındaki yerimizde oturacağız ve buradan ayrılmayacağız.

‘’Mûsa: Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına hâkim olamıyorum. Benimle bu toplumun arasını ayır, dedi. Allah, Öyleyse orası onlara kırk yıl yasaklanmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık sen yoldan çıkmış toplum için üzülme, dedi’’ (25, 26)

‘’Öyleyse orası onlara kırk yıl yasaklanmıştır’’ Kalp beldesinden uzak kırk yıl şaşkın şakın dolaşacaklar. Çünkü nefis istilasına uğramaları nedeniyle Kalp makamına girmeleri haramdır, imkânsızdır. Kırk yaş güçlülük yaşı, gerçek buluğ vaktidir. (İbnü’l Arabi Hz. Tefsirî Kebîr Te’vilât/Sayf. 304-306)

Bu te’vil’de Mûsa Kalbi, Mûsa’nın büyük kardeşi Hârun Rûh’u temsil etmektedir. İsrâiloğulları Rûhani kuvvetler, Kutsal topraklar da Mutmain /Allah’tan emin olmuş nefistir.

‘’Yoldan çıkmış toplum için üzülme’’ Sen onların uğrayacakları azaptan dolayı kederlenme. Çünkü onlar yoldan çıktılar, hevâlarına uydukları ve azdıkları için kalbin yolundan ayrıldılar.

Buradan şöyle bir anlam çıkar: Vadedilmiş topraklar Mutmain/ olmuş nefis yani kalp cennetidir. Bir kulun bu makama ulaşabilmesi için bedensel lezzetlerden, nefsin hevâ ve heveslerinden, gazap ve şehvet gibi duygulardan kalbini arındırması gerekir. İsrâiloğolları rûhani kuvvetlerdir ki,  ‘’Allah’a doğru yapılan yolculukta’’ hevâlarına (Yahûdilik olarak sembol edilmiş olabilir) kapılarak amaçlarından sapmışlardır.

Hz. Mûsa Yâkup ve Yusuf’tan sonra İsrâiloğullarına gönderilen 3. Peygamberdir. Kûr’an âyetlerine göre Hz. Âdem’den Hz. Mûhammed’e kadar 25 Peygamber gelmiştir. Ancak bütün peygamberler en Kâmil görüntü olarak Hz. Mûhammed’de Cem olmuştur. Çünkü bütün Peygamberler Hz. Mûhammed’in bir sıfatını ve gelişim aşamalarını oluşturur. Hz. Âdem ilk yaratılışını, Hz. Eyüb sabrını, Hz. İbrâhim teslimiyetini, Hz. Mûsa aklını, Hz. Zekeriya cömertliğini, Hz. İsâ ise rûhunu temsil eder. Hz. Meryem de safiye makamındaki nefsidir. Her peygamber Mûhammedi kemâle ermek için bir mücâdele verir. Ancak her zaman karşılarında mücâdele edecekleri bir zıt güç vardır. Âdem karşısında İblis, Mûsa karşısında Firavûn, Hz. Mûhammed karşısında Ebû Cehil gibi… Hz. Mûhammed son Peygamber olarak en kâmil mertebeye ulaşır ve vedâ haccını tamamlar. Hac, nefsin rûha doğru olan yolculuğudur. Prototip bir sembol ve rehber olarak Kûr’an ve hadisler ışığında bize doğru yolu gösterir. Zaten ondan sonra da nübüvvet mühürlenir.

Hz. Yusuf Mısır’ın (beden şehrinin) sultanı olmuş, ancak ölümünden sonra saltanat yine Firevun’un (nefsaniyetin) eline geçmiştir. Hz. Mûsa İsrâiloğullarını vadedilmiş topraklara ulaştıramamıştır (nefsi mutmain olamamıştır). Aynı Âmak-ı Hayal kitabındaki kıssa gibi sürekli nefsani ve rûhani kuvvetler kıyasıya mücadele etmiştir. Nihâyet rûhu temsil eden İsâ’nın doğumu ile rûh vücutta egemen olmuştur. İşte o zaman hakîkat elçisi son Peygamber Hz. Mûhammed doğmuştur.

Bu insanın hikâyesidir ve herkes kendi istidadı ölçüsüne bu hikâyeden pay alacaktır.

İslâm Peygamber'i (sav.) de, İsmâil Peygamber'in soyundan gelmektedir. İsmâil ve İshak kardeştirler. İkisi de İbrâhim'in oğulları olduğundan Mûhammed'de bir İbrâhim oğludur. Bu nedenle İsrâiloğulları ve Haşimoğulları (Hz. Mûhammed'in soyu) kardeştirler. Kûr'an'da Yakub'un Yahûdi veya Hıristiyan olmadığı belirtilir.

''Yoksa siz, şüphesiz İbrahim, İshâk, İsmail, Yakup ve oğulları Yahûdi veya Nasara idi mi diyorsunuz? De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz yoksa Allah'mı?'' (Bakara, 140)

‘’İbrâhim ne Yahûdi, ne Hristiyan idi: fakat o, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir Müslüman idi; müşriklerden de değildi.’’ (Al-i İmran, 67)

Kûr’an bizim anayasamız ise; olmuş, olan ve olacak olan her şey orada yazıyorsa, bu dönem hangi âyet evrende hükmünü sürmekte, acaba?

6 Ocak 2025 Pazartesi

HABBE:

Habbe nedir? Habbe; Çekirdektir, tohum ve Özdür. Tasavvufta söz, canlı bir tohumdur, Habbe’dir ki, ehlini buldu mu, vücûd bulur. Her Habbe dirilir, vücûda/mevcûda gelir de Dabbe olur. Dabbe; debelenen canlıdır. Her türlü canlı Dabbe dir.

Dabbe kelimesi Kur’ân’ı Kerîm’in Neml Sûresi 82. ayetinde şöyle geçer ‘’Ve kıyamet saati yaklaştığında, onlara verdiğimiz azap sözü onları gelip bulduğunda, yerin altından canlı bir varlık (Dabbe) çıkarırız.’’ (Kıyam-et ayağa kalkmaktır. Azap tat almaktır. Burada sözü geçen Dabbe de ölü olan kalbin canlanmasıdır. İşte o zaman insanın kıyameti kopar ve ölü iken dirilir, Allah’ın azap olarak ifâde ettiği tadı/lezzeti alır.)

Hubb kelimesi HABBE kökünden gelir. Hubb Sevgidir.

Sevgi; İnsanı bir kimseye veya bir şeye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten içsel duygudur. Burada söz konusu olan Allah sevgisidir ve bu tür bir sevgi tecellî ölçüsündedir.

Sevgi makamının dört adı vardır. Bunlardan birincisi ‘’el-Hubb’’dur. Hubb kelimesi hem sevgi ve muhabbet, hem de tohum anlamına gelir.  Fiil olarak da hem sevmek hem de tohum ekmek anlamındadır. Hubb hâlis sevgidir.

İkincisi ‘’el-ışk’’ dır. Aşk sevgide ifraddır, aşırılıktır. Yani aşırı bir dereceye ulaşmış sevgidir. Bu tür bir sevgi, insanı bütünüyle kuşatır, sevgiliden başka hiçbir şeyi gözü görmeyecek şekilde insanı kör eder. Bu hakîkat insan vücudunun bütün organlarına, bütün duygularına ve rûhuna işler, damarlarındaki kan gibi her yerinde deveran eder. İnsan bu dereceye ulaştığında başkasıyla konuşurken bile, sevgiliyle konuşur, başkasından bir şey duyduğunda sevgiliden duymuş olur, her nereye baksa sevgiliyi görür. Bu sevgi ‘’ışk’’ diye adlandırılır.

İşte Yusuf sûresinde geçen kıssada Züleyha’nın aşkı böyle bir aşktır ve damarı kesildiği bir gün kanı ‘’Yusuf, Yusuf’’ diye akar. Aynı şekilde Hallac-ı Mansûr da parçalandığında kanı toprağın üzerine ‘’Allah, Allah’’ diye yazar. Bunlar gerçek âşıklardır. İnsandaki gerçek AŞK, kişinin kendi içindeki kutsala duyduğu Aşk’tır.

Sarmaşık da ‘’Işk, aşk’’ kökünden türer ve hangi ağaca sarılırsa onun tüm besinini alır, onunla beslenir. Aynı âşıklar gibi… Aşk Allah’ın kendi yaratıklarına verdiği en kıymetli armağandır. Işk/aşk kelimesi Kûr’an’da geçmez.

Üçüncüsü ‘’el-vedd’’ dir. Allah’ın ‘’Vedûd’’ ismi bundan türer. Bu sevgiyle nitelenmiş insan sebatlıdır,  kararlıdır ve hiçbir şey ondaki bu hali değiştiremez. Hoşa giden ya da hoşa gitmeyen durumlarda etkisi aynı sürekliliktedir. ‘’İmân edenler ve salih amel işleyenler için Rahman, kararlı bir sevgi yaratacaktır’’ (Merhem Sûresi, 96) ayeti bu tür sevgiye delildir.

Dördüncüsü ‘’el-Hevâ’’ dır.  Hevâ’nın iki anlamı vardır. Birincisi; aşkın kalp içine inmesi ya da düşmesidir. Bu düşüş, sevginin gayb âleminden şehâdet âlemine inerek kalpte zuhûr etmesidir. İkinci anlamı ise; bir tutku ya da birdenbire ortaya çıkan bir sevgi yönelimidir. Bu tür sevgi türü şeriât hükümlerine uygunluk göstermez. Çünkü böyle bir sevgi eğilimi, senin yolunu şaşırtır, seni telef eder, sana gösterilen ve senin üzerinde yürümen istenilen yolda seni kör eder.  ’Ey Davûd! Seni yeryüzüne halife yaptık. Öyleyse, insanlar arasında hakla hükmet ve sakın ‘’hevâ’’ na uyma. Sonra bu seni Allah’ın yolundan saptırır...’’ (Sâd sûresi, 26) ayetinden de anlaşılacağı gibi bu istenilen bir sevgi değildir. Yanlış yönlendirilmiş sevgidir. Allah insandan, sevgisini,  gösterdiği ’Tek hakikate’’ bağlamasını istemiştir.

Seni Hakk’tan ne alıkoyuyorsa o senin putundur. Ne zaman kalbin Hakk’tan başkasına meylediyor ve ona bakıyorsa o senin hevândır. Allah ‘’Hevâsını ilâh edineni gördün mü?’’ (Fûrkan sûresi- 43) buyuruyor.

Allah, Kendisinden başkasına muhtaç değildir. Aynı şekilde Allah, yaratılmışlarda, Kendisinden başkasını sevmez. Demek ki, her aşığın, sevenin gözü içinde her sevgide, her sevgilide O zâhir olmaktadır. Varoluş içinde sadece Tek bir seven vardır. Dolayısıyla âlem hem sevendir, hem sevilen. Bütün bunlar hep O’na döner. ’’Allah sadece Kendisine tapmanızı (ibâdet etmenizi) emretti…’’ (İsrâ sûresi, 23)

Hiç kimse kendi Yaratıcısından başkasını sevemez. Çünkü insana, paraya, mevki veya âlemdeki herhangi bir şeye karşı duyulan sevgi türü içerisinde Allah gizlenmiştir. (Aslında kim neyi sever ve meylederse Allah’ı sevmektedir. Yaradılmış her şey Allah’ın bir tecellîsidir)

İbnü’l Arabî Hz. İlâhi aşk Syf. 81-59

O halde Habbe vücûd toprağımıza atılan sevgi ve muhabbet tohumu, Dabbe ise o tohumun hayat bulmasıdır.