SAMSARA:
Samsara;
gezginlik, Dünya ve döngüsel değişim anlamına gelen Sanskritçe bir kelimedir. Sanskritçe
Hindistan’ın şu anda sadece rahiplerinin kullandığı kutsal bir dildir. Hint
dinlerinin ortak tanımı olan samsara yaşamın döngüsünü, ölümü ve yeniden
doğuşu, var oluşu ve yok oluşu tanımlar. Budizm geleneğinin amacı bu döngüyü
terk etmektir. Samsara; cehennemden tanrıya kadar insanoğlunun bildiği varlığın
tüm tabakalarını içine alır. Bu döngüyü kırmak ancak beşeriyetin yok edilmesi
ile mümkündür.
Samsara konusu
açıklanırken benzer görüşlerin yer aldığı dört kaynaktan yararlanılmıştır. Bhagavat
Gita’nın orijinal eseri, Rene Guenon’un İnsan ve Halleri kitabı, Niyâzî-i Mısrî
Hz. Divanı ve Lütfi Filiz’in Noktanın sonsuzluğu eserleri…
Orijinal
dili Sanskritçe olan ve İlahi olanın ezgisi anlamına gelen Bhagavat
Gita, insanlığın en uzun destanı olarak bilinen, yaklaşık yüz
bin dizeden oluşan Hint yazıtlarından Mahabbarata’nın bir
parçasıdır. M.Ö 300 ve 100 yılları arasında yazıldığı söylenen bu eser
İslâmiyet’ten çok önce yazılmış olması ve tasavvuf kültürü ile pek çok açıdan
ayniyet taşıması nedeniyle ayrı bir öneme sahiptir.
Bu esere
göre Samsara: ‘’Daima bir arada, bitmeyen
döngü, akış, içinden geçmek’’ anlamına gelen samsri kökünden
türemiştir. Sürekli hareketin, dalgalanmanın ve değişimin dünyası, varoluş, yaşam
ve ölüm okyanusu, acı-haz döngüsü, zamanın tekerleği olarak da adlandırılır. Moşka
ise; Özgürleşme, kurtuluş ve Samsara’dan çıkmak demektir.
‘’Bitmek
bilmez doğum-ölüm döngüsünden, bu kördüğümden kurtulmanın yolu olan (doğru)
eylemi şimdi sana anlatacağım. (Konuşan; Mutlâk olanın fiziksel beden almış
sûretidir) Eylemde eylemsizliği ve eylemsizlikte eylemi görenler, (eylemlerin
icrâcısı olarak kendini görmeyenler) insanlar arasında en Bilge
kişilerdir.’’
‘’Bilgi ve
tevazu ile donanmış bir mânevi önderde, bir inekte, bir köpekte ve hatta bir
köpek-yiyicide aynı rûhu görenler, işte onlar gerçek Bilge’lerdir. Dışsal
nesneleri dışarıda tutarak, gözleri (kapalı iken) iki kaş arasına sabitlenerek,
burun deliklerinden akan nefesin alışını ve verişini eşitleyerek içe dönen,
tefekküre meyleden, eylem organları, duyuları, zihni ve zekâsı üzerinde
hâkimiyet kuran kişi için moşka
(özgürleşme, Samsara’dan kurtuluş) nihai sondur. Böyle bir kişi arzudan,
korkudan, öfkeden azadedir ve her zaman gerçekten de özgürdür.’’
‘’Hiçbir
canlıya karşı içinde husûmet, düşmanlık taşımayan, herkese dost, arkadaş
kalabilen, şefkat, merhamet sahibi olan, mülkiyet hissinden azade, eylemlerin
icrâcısı olarak kendini görmeyen, haz ve acıya aynı gözle bakan ve
gerçekten de her duruma uyum sağlayabilen, her zaman kendi içerisinde
tatminkâr, gurur, hoşgörüsüzlük, korku ve kaygıdan azade, düşmana ve dosta
aynı bakışla bakabilen, övgüye-yergiye, hazza-acıya, sıcağa-soğuğa aynı
bakışı koruyabilen, gerektiğince gerektiğinde konuşan, hiçbir şeye ‘’benim’’ demeyen, işte o kişi Benim Sevgilimdir.’’
‘’Tanrı’dan (Brahman’dan)
başka hiçbir şey görmeyen bir zihne sahip olan, Tanrı’yı daima ve sürekli
olarak hatırlayandır. İşte böylesi bir Yogi (kurtuluşa eren) zaten Tanrı ile
birleşmiştir. Tanrı’ya ulaşan Bilge kişiler bir daha doğum almaz. Dolayısıyla
nihai sona varır. Doğmak sınırlılığın ve acının mevkiidir. (Tüm varlıkların
mevcut olduğu) âlemlerin hepsi Yaratılış’ın ilk formu dahi yeniden doğmaya, geri
gelmeye mahkûmdur. Ancak Tanrı’ya ulaşanlar için bir daha yeniden doğum yoktur.’’
‘’Günün
başlangıcında (sabah), tüm varlıklar tezahür etmemiş olandan tezahür etmiş
olana geçer. Gecenin başlangıcında ise tezahür etmiş olandan tezahür etmemiş
olanın içerisine geri çekilirler. Aynı varlıklar gerçekten de daha sonra tekrar
tekrar tezahür eder, varlık kazanır ve sonra evrenin kapanışı olduğunda geri
çekilirler. (Sonra yeniden) Gün doğduğunda tekrar tezahür eder, tekrar varlık
kazanırlar. Ancak bu (evrenin, yaratılışın) tezahür etmemiş (madde formunun) da
ötesinde tezahür etmemiş başka bir şey daha vardır ki o ebedidir ve her
zaman mevcudiyettir. Tüm varlıklar yok olsa da o asla yok olmaz. Yokoluştan
azade olan, varlık kazanmamış olan, ulaşılabilecek nihai sondur.’’
‘’Şimdi sana
gidenlerin bir daha geri gelmediği
ve gidip de geri gelmek zorunda
kalanların yolunu anlatacağım. (İşte bu bahsettiğim yol ile) Ateş,
ışık, gün, büyüyen Ay, kuzeye doğru yükselen Güneş, Brahman üzerine zihni tefekkürde
olanlar (devrini tamamlayanlar) Brahman’ın âlemine giderler ve geri gelmezler. Duman, gece,
küçülen Ay, güneye doğru yükselen Güneş; Brahman’ı bilmeyenler ise (yeniden
zuhûr hallerine) geri dönmek üzere Ay Feleği’ne gider ve sonra geri gelirler. Biri için (lâ
zuhûrdan zuhûra) dönüş yoktur, diğerindeyse (zuhûra) geri dönülür. Bunlar zuhûr
etmiş âlemin biri aydınlık diğeri karanlık (yokluk ve varlık) iki daimi
yoludur.’’
Rene Guenon’a göre; ‘’İnkişaf (gelişim) mecralarını
tamama erdirmiş biçimler ‘’Ay
Feleğinde/kozmik hafızada (İslâmiyete göre İnsan-ı Kâmil’de)’’ çözülmektedir.
Her bir çevrim gerçekte bir varoluş hâli olduğu için, bireylikten (ayrı bir
varlık olduğu anlayışından) azade olmamış bir varlığın terk ettiği eski biçim
ve büründüğü yeni biçim iki farklı hâle aittir. Birinden diğerine geçiş, her
iki çevrimin de ortak noktası olan Ay Feleğinde gerçekleşir. Ay Feleği
yüksek hâllerle, aşağı hâllerin arasını ayırır (Berzah). Kesinlikle hiçbir
varlık (reenkarnasyon iddiası gibi) aynı
halden iki kere geçmez. Ay Feleğinden yani biçimler mecrasından çıktığı andan
itibaren ‘’ölümsüzlüğe’’ sahip olacaktır.
‘’Samsara’dan
(Bitmeyen döngüden) kurtuluşun (Moşka) ilkeleri ise kısaca tüm yaratılmışlarda
Tek hakikati görmek, zıtlıkları birlemek, zihni saflaştırmak, eylemlerin
icrâcısı olarak kendini görmemek ve sonuçlarına bağlanmamak olarak
özetlenebilir. Her kim ki, ‘’ben hiçbir şey yapmayanım’’ der, o
gerçeği görür. Bedenin bir deneyim alanı (nesne), Deneyimleyenin de Saf Özne
olduğu Bilgi’sini bilen ölümsüzlüğe, kurtuluşa erer.’’
Kişinin
yeryüzünde tekrar doğma ihtiyacından kurtulacak derecede gelişmiş, olgunlaşmış
olması Nirvana olarak da adlandırılır.(Bhagavat
Gita)
Rene Guenon yine Bhagavat Gita adlı
eseri kaynak alarak şöyle der:
Doğum ve ölüm bir hâl değişikliğidir.
Doğum ve ölüm (oluş
ve bozuluş/icâd ve idam), en genel mânâlarıyla hâl değişikliği olarak ele
alınırsa, bir hâlden başka bir hâle geçmektir. Ölüm, beşeri terkibin (dört
unsurun) çözülüşüdür. Varlık beşeri ölüm ânıyla, lâtif hâle geçer. Doğumla birlikte
beşeri olmak üzere başka bir hâli terk ederek beşeri olmuş varlık, artık ölüm
ile başka bir şey olmak üzere beşeri olmayı bırakır. Cismani bedenin terki câhiller için de, ârifler için de aynıdır. Ancak
bir noktadan itibaren bunlar için farklı yollar başlar. Ölümsüzlük zikrin
(hatırlamanın) meyvesidir, ama cehâletten kaynaklanan bireysel zincirler henüz tamamıyla yok edilmemiştir. (Bireysellik,
ayrı bir varlık olduğu anlayışı)
Bireysel
niteliği korunan rûh
eğer varlığın yüksek derecelerine ulaşamamışsa ve dünya hayatı boyunca zikre
devam etmişse, (ölümle) lâtif biçimde bileşik kalır ve hayati melekeler de bu
lâtif biçimde birleşir. Yani cismani
biçimden çıkılmıştır, ancak lâtif biçim varlığını sürdürür. Varlık
böyle kalmayı zuhûr etmiş âlemlerin dışsal çözülüşüne kadar (kıyamete kadar)
sürdürebilir ve nihai çözülüşle birlikte, bu âlemdeki bütün varlıklarla beraber
Aşkın Brahma’ya dönecektir. (Brahma:
Yüce düzenleyici, Külli akıl, kendilik)
Bedenin
terki anlamında ölümden önce
Brahma’nın gerçek bilgisine ulaşan, bütün bireysel kayıtların nihayet
ortadan kalktığı lâ zuhûr hâline çekiliş/sönüş derecelerini kat edemez.
Sadece Vûslat’ta kalır. ‘’Vûslat’’ sadece kuvve olarak gerçekleşmişse, ‘’kurtuluş’’
dolaysız olarak ölümle birlikte gelecektir. Ancak bu kurtuluş, şayet Vûslat tam
ve fiili olarak tahakkuk etmişse, hayat esnasında da vuku bulabilir. Hatta
bazı istisnai durumlarda bu hayati melekeler ve unsurların kaynaklarına dönüşü
öyle bir tarzda cereyan edebilir ki, cismani
biçimin kendisi bile hiçbir iz bırakmadan kaybolacak, normal olarak varlık
tarafından terk edilmek yerine bütünüyle lâtif
hâle ya da lâ zuhûra geçecek ve gerçek mânâda bir ölümden söz
edilmeyecektir. Lâ zuhûra ait hallere giren için zaman kaydı kalmamaktadır.
Zaman ve mekân cismani hâle aittir.
Ölüm bireyliğin lâ zuhûrda sönüşü,
emilişi, dürülmesi, örtünmesi anlamlarındadır. Bu sönüş, bir yok oluş mânâsına
gelmemektedir. Kızgın taşa su
serpildiğinde suyun buharlaşarak yok olması, atmosferde genişleyerek yayılması
gibi ‘’Kurtuluş’’a erenin
durumu budur. Kurtuluşa ulaşan varlık da yok olmayıp veya lâ zuhûrda yutulmayıp
her türlü sınırın ötesine genişlemektedir. Aynı atmosferde sonu belirsizce
yayılan su buharı gibi… Görünüşteki yok oluş gerçekte ‘’dönüşüm’’ dür.
Tam ve nihai
kurtuluşa ulaşmanın Bilgi’den başka hiçbir vâsıtası yoktur. Bilgi Mânevi ve Mânevi
olmayan olarak iki kısımdır. Mânevi Bilgi özünde katiyetle (bir üstadın dizinin dibinde oturarak)
iletilemez ve herkes ancak kendi başına ona ulaşabilir.
Kurtuluş
ve Bilgi aslında bir
ve aynı şeydir. Bilgi olmadan selâmete ulaşılamaz. Bilgi ışığın karanlığı yok
ettiği gibi, cehâleti de yok eder. İnsan hakîki ilâhi bilgiye belirlenmiş
amelleri yerine getirmeden de ulaşabilir. Cismani bedenin Kurtuluş için bir
engel teşkil etmediğini anlamak gerekir. Biçim
dışı kurtuluşun, hayatın içinde kurtuluştan daha kâmil bir mertebe olduğunu
zannetmek hatadır. Kurtuluş, ölümsüzlüktür.
Bilgi’ye
ulaşan kişi onu başkalarına iletme ya da daha doğru bir deyişle (hakîki bilginin
iletilemez olması sebebiyle) onlardaki imkânları uyandırma ehliyetini
edinmiştir.
‘’Mevki,
mekân ve zamandan münezzeh, kıblesi her yerde olan, ne sıcağa ne soğuğa (zihni
bir etkiye) mâruz kalınan, bâki bir saadet ve bütün karışıklıklardan nihaî bir
kurtuluş sağlayan bir kimse eylemsizdir, bütün şeyleri Brahma’da (yüce
düzenleyici/Külli akıl) bilir ve sonsuz Selâmet’e kavuşur.’’
Brahma’nın dışında hiçbir şey yoktur.
O tıpkı her yere yayılmış olan, aynı anda şeylerin hem dışına hem içine nüfus
eden Esir gibidir. O üç âleme (Berzah âlemine, onun altında ve üstünde olana)
yayılmış Brahma’dır. Brahma, kendini kendi ile bilendir.
Kesif zuhûra
tekâbül eden uyanıklık hâli (gündüz) , latif zuhûra tekâbül eden rüya hâli (gece) ve biçim dışı hâl olan
derin uyku. Varlık derin uykuda
lâ zuhûr veya en azından biçim dışı sahaya girer. ‘’Yaşayan nefs’’ de Aklı- Küll’ün bağrına çekilir. Bireysel ‘’yaşayan nefs’’ rüya hâlinde
‘’kendi ışığına sahiptir’’ ve sadece kendi arzusu vâsıtasıyla, tamamen
kendinden kaynaklanan bir âlem üretmektedir. Bu âlemin nesneleri tamamen zihnî
kavramlardan, yani lâtif biçimlere bürünmüş fikir tertiplerinden ibârettir ve
bireyin kendi lâtif biçiminin heyulâsından
(hayalinden) imâl edilmektedir.
Tekrar
edersek; Kurtuluş ve Bilgi
aslında aynı şeydir. Kurtuluşa ulaşmanın Bilgi’den başka hiçbir vâsıtası
yoktur. Bilgiden kasıt Mânevi Bilgi’dir. Kurtuluş’a/Nirvana’ya erenler, Yogi
(Yalnız), Mânevi İnsan, İnsan-ı Kâmil gibi isimler ile anılır. (Rene
Guenon/İnsan ve halleri)
Niyâzî-i Mısrî Hz. ise şöyle der:
‘’Bütün
insanlığın Âdem a.s. belinden (zürriyetinden) çıktığı anlayışa istinaden
insanların ruhlarının tekrar Âdem’e geri dönmediği ve evrene dağıldığı kabul
edilir. Bu anlayışa göre ruhların evrende bulundukları ilk yer madenlerdir.
Ruh, madenden bitkiye, bitkiden de hayvanların yemesi ile hayvanlara geçmiştir.
‘’Allah sizi yerden bir
bitki olarak bitirdi, sonra sizi oraya geri çevirir ve sizi tekrar çıkarır.
Allah yeri sizin için bir sergi yaptı’’ (Nahl, 19) Eğer insan bu âlemde kemâlatı bulamazsa,
bulamadan ölürse Allah onu cemâda (madenlere) verir, cemâdden nebata verir,
nebatı bir hayvan yer hayvana geçer, hayvanı insan yer insana geçer ve yeniden
doğumla insan olur. Bu seyirden insanlığını bulursa kurtulur. Kemâlatı
bulamazsa bu seyir sürekli olarak tekrarlanır, ta ki kâmil olana kadar.
Onun için
İnsan-ı hayvan olanlara hitap yoktur denir. Hesapları görülür, hakkı olan
hakkını alır, cezası olan cezalandırılır ve sonra toprak olur ve onlar
toprak-cemâdat olurlar.’’ (Niyâzî-i Mısrî Divanı. Syf. 133)
Yine Lütfi Filiz Hz. aynı konuya
şöyle değinir:
Bu dünyada
hakîkatine ulaşamayan kişi, yere düşüp filizlenmeyen ve meyve vermeyen bir
tohum gibidir. Sonuçta parçalanır, gübre ve enerji olur. Daha sonra tekrar
tohum halini alabilmesi için, pek çok safhadan geçmesi gerekir. İşte ‘’devriyat’’
denen olay budur.
Giden bir
daha gittiği elbise/beden ile geri gelmeyecektir. Hakk, devamlı gelip gitmeye devam edecek, ama her geldiğinde
yeni bir elbise ile gelecektir ‘’Her an yeni bir şe’n’de...’’
(Rahman-29) Her gelen Zât bakımından aynı sıfat yahut zuhûr bakımından
farklıdır. Tıpkı düşen bir ağacın yaprağının yerine gelen yaprağın aynı yaprak
olmayışı gibi.
Her insan bu
dünya hayatında hakîkatine ulaşamayabilir. Aynı ağaçtaki meyveler gibi… Meyvelerinde
kimi az kızarır, kimi yeşil kalır, kimi kurtlanır ve çürür. Neticede her meyve
şahdâne yani tohumluk olmaz. Ancak, böyleleri de yaşamları süresince tıpkı
arıların arıbeyini beslemek için hiç yemediği arı sütünü üretmek için çalışıp
didindikleri gibi, insanlar da İnsan-ı Kâmil’e hizmet için çalışır.
Ağacın da
miracı çeşitli aşamalardan geçip meyve vermektir. Veremediği takdirde çürüyüp gübre
olur ve başka bir bitkinin büyümesine, beslenmesine (tekâmülüne) katkı sağlar.
Hayat bir
bütündür ve devamlıdır. Bu yüzden de ‘’ebedi hayat’’ diye bilinir. Ebedi hayat sadece insana verilmiştir.
Her mertebenin ayrı ebedi bir hayatı ve Kaâbe Kavseyn’i vardır. İnsanın nefes
alıp vermesi bile kendi mertebesinde bir Kaâbe Kavseyn’dir. Denizlerdeki
gel-git olayı da denizlerin Kaâbe Kavseyn’idir. Kaâbe Kavseyn, mânâdan maddeye,
maddeden mânâya dönüşüm keyfiyetine verilen isimdir. ’’Araları iki yay kadar veya daha
az kaldı’’ (53/9) Vazifesini tamamlayan geri gelmez. Nihayetine
varınca da mertebesi yükselerek nüzül âlemine gelir. Tıpkı Hz. İdris’in de
birkaç asır sonra İlyas olarak geri geldiği gibi... İdris başka bir elbise ile
terfi edip gelmiştir. Bu devir, bir bayrak yarışı gibidir. Elden ele,
mertebeden mertebeye devreder. Amaç o bayrağı taşıyıp sonunda sahibine
vermektir.
Bu devran
küçük ve büyük devran olarak iki kısımdır. Küçük devran insanın dolaşımına
benzer. Kan, küçük dolaşımda kalpten akciğere gidip döndüğü halde, büyük
dolaşımda tüm vücudu dolaştıktan sonra kalbe döner. Büyük devranda da
insanın bütün âlemleri dolaştıktan sonra aslına kavuşması gibidir. Kişi ölüp
toprak olacak, sonra yine topraktan insan meydana gelecektir. Ama bu kez hangi
isimle geleceği belli değildir. Çünkü parmak izi farklı olacaktır.
İnsan bu
âleme devretmek için gelmiştir. İşi biten, devrini tamamlayan; varsa emânetini
devredip döner, sonra değişik bir elbiseyle tekrar gelir. (Lütfi Filiz/Noktanın
sonsuzluğu)