1 Nisan 2025 Salı

SAMSARA:

Samsara; gezginlik, Dünya ve döngüsel değişim anlamına gelen Sanskritçe bir kelimedir. Sanskritçe Hindistan’ın şu anda sadece rahiplerinin kullandığı kutsal bir dildir. Hint dinlerinin ortak tanımı olan samsara yaşamın döngüsünü, ölümü ve yeniden doğuşu, var oluşu ve yok oluşu tanımlar. Budizm geleneğinin amacı bu döngüyü terk etmektir. Samsara; cehennemden tanrıya kadar insanoğlunun bildiği varlığın tüm tabakalarını içine alır. Bu döngüyü kırmak ancak beşeriyetin yok edilmesi ile mümkündür.

Samsara konusu açıklanırken benzer görüşlerin yer aldığı dört kaynaktan yararlanılmıştır. Bhagavat Gita’nın orijinal eseri, Rene Guenon’un İnsan ve Halleri kitabı, Niyâzî-i Mısrî Hz. Divanı ve Lütfi Filiz’in Noktanın sonsuzluğu eserleri…

Orijinal dili Sanskritçe olan ve İlahi olanın ezgisi anlamına gelen Bhagavat Gita, insanlığın en uzun destanı olarak bilinen, yaklaşık yüz bin dizeden oluşan Hint yazıtlarından Mahabbarata’nın bir parçasıdır. M.Ö 300 ve 100 yılları arasında yazıldığı söylenen bu eser İslâmiyet’ten çok önce yazılmış olması ve tasavvuf kültürü ile pek çok açıdan ayniyet taşıması nedeniyle ayrı bir öneme sahiptir.

Bu esere göre Samsara: ‘’Daima bir arada, bitmeyen döngü, akış, içinden geçmek’’ anlamına gelen samsri kökünden türemiştir. Sürekli hareketin, dalgalanmanın ve değişimin dünyası, varoluş, yaşam ve ölüm okyanusu, acı-haz döngüsü, zamanın tekerleği olarak da adlandırılır. Moşka ise; Özgürleşme, kurtuluş ve Samsara’dan çıkmak demektir.

‘’Bitmek bilmez doğum-ölüm döngüsünden, bu kördüğümden kurtulmanın yolu olan (doğru) eylemi şimdi sana anlatacağım. (Konuşan; Mutlâk olanın fiziksel beden almış sûretidir) Eylemde eylemsizliği ve eylemsizlikte eylemi görenler, (eylemlerin icrâcısı olarak kendini görmeyenler) insanlar arasında en Bilge kişilerdir.’’

‘’Bilgi ve tevazu ile donanmış bir mânevi önderde, bir inekte, bir köpekte ve hatta bir köpek-yiyicide aynı rûhu görenler, işte onlar gerçek Bilge’lerdir. Dışsal nesneleri dışarıda tutarak, gözleri (kapalı iken) iki kaş arasına sabitlenerek, burun deliklerinden akan nefesin alışını ve verişini eşitleyerek içe dönen, tefekküre meyleden, eylem organları, duyuları, zihni ve zekâsı üzerinde hâkimiyet kuran kişi için moşka (özgürleşme, Samsara’dan kurtuluş) nihai sondur. Böyle bir kişi arzudan, korkudan, öfkeden azadedir ve her zaman gerçekten de özgürdür.’’

‘’Hiçbir canlıya karşı içinde husûmet, düşmanlık taşımayan, herkese dost, arkadaş kalabilen, şefkat, merhamet sahibi olan, mülkiyet hissinden azade, eylemlerin icrâcısı olarak kendini görmeyen, haz ve acıya aynı gözle bakan ve gerçekten de her duruma uyum sağlayabilen, her zaman kendi içerisinde tatminkâr, gurur, hoşgörüsüzlük, korku ve kaygıdan azade, düşmana ve dosta aynı bakışla bakabilen, övgüye-yergiye, hazza-acıya, sıcağa-soğuğa aynı bakışı koruyabilen, gerektiğince gerektiğinde konuşan, hiçbir şeye ‘’benim’’ demeyen, işte o kişi Benim Sevgilimdir.’’

 ‘’İyi eylemde bulunan bir kimse asla kötü bir sona varamaz. Eğer bu nihai yoga (Birlik) haline ulaşamamışsa, iyi eylemlerde bulunanların vardıkları âlemlere hak kazanıp gider (ve) orada sayısız yıl geçirdikten sonra belli bir birikime (bilgi, zenginlik, kültür) sahip olanların, erdemlere kendini adamışların evlerinde yeniden doğar, yeniden beden alır. Ya da Bilge kişilerin olduğu ailelere doğarlar. İşte böylesi bir doğum alabilmek (bil ki) gerçekten çok zordur. Orada (bu yeni bedeninde) geçmiş fiziksel bedeninde taşıdığı bilgi ona zekâsı aracılığıyla yeniden aktarılır ve böylece de (geçmiş yaşamında kazandığına kıyasla) (yoga/Birlik adına) daha fazla bilgi için çaba göstermeye şevkle devam eder. (Dolayısıyla) Geçmiş çalışmaları, uygulamaları nedeniyle kaçınılmaz olarak o yine Birliğe yönelecektir. Öte yandan, bir Yogi (kurtuluşa erenlerin) irâdesi ile büyük bir çaba gösterirse (eğer) geçmiş yaşamlarından taşıyarak getirdiği tüm kirleri, saflığı bozan katışıklıkları arındırır ve temizler. İşte o zaman, nihai sona erişir.’’

‘’Tanrı’dan (Brahman’dan) başka hiçbir şey görmeyen bir zihne sahip olan, Tanrı’yı daima ve sürekli olarak hatırlayandır. İşte böylesi bir Yogi (kurtuluşa eren) zaten Tanrı ile birleşmiştir. Tanrı’ya ulaşan Bilge kişiler bir daha doğum almaz. Dolayısıyla nihai sona varır. Doğmak sınırlılığın ve acının mevkiidir. (Tüm varlıkların mevcut olduğu) âlemlerin hepsi Yaratılış’ın ilk formu dahi yeniden doğmaya, geri gelmeye mahkûmdur. Ancak Tanrı’ya ulaşanlar için bir daha yeniden doğum yoktur.’’

‘’Günün başlangıcında (sabah), tüm varlıklar tezahür etmemiş olandan tezahür etmiş olana geçer. Gecenin başlangıcında ise tezahür etmiş olandan tezahür etmemiş olanın içerisine geri çekilirler. Aynı varlıklar gerçekten de daha sonra tekrar tekrar tezahür eder, varlık kazanır ve sonra evrenin kapanışı olduğunda geri çekilirler. (Sonra yeniden) Gün doğduğunda tekrar tezahür eder, tekrar varlık kazanırlar. Ancak bu (evrenin, yaratılışın) tezahür etmemiş (madde formunun) da ötesinde tezahür etmemiş başka bir şey daha vardır ki o ebedidir ve her zaman mevcudiyettir. Tüm varlıklar yok olsa da o asla yok olmaz. Yokoluştan azade olan, varlık kazanmamış olan, ulaşılabilecek nihai sondur.’’

‘’Şimdi sana gidenlerin bir daha geri gelmediği ve gidip de geri gelmek zorunda kalanların yolunu anlatacağım. (İşte bu bahsettiğim yol ile) Ateş, ışık, gün, büyüyen Ay, kuzeye doğru yükselen Güneş, Brahman üzerine zihni tefekkürde olanlar (devrini tamamlayanlar) Brahman’ın âlemine giderler ve geri gelmezler. Duman, gece, küçülen Ay, güneye doğru yükselen Güneş; Brahman’ı bilmeyenler ise (yeniden zuhûr hallerine) geri dönmek üzere Ay Feleği’ne gider ve sonra geri gelirler. Biri için (lâ zuhûrdan zuhûra) dönüş yoktur, diğerindeyse (zuhûra) geri dönülür. Bunlar zuhûr etmiş âlemin biri aydınlık diğeri karanlık (yokluk ve varlık) iki daimi yoludur.’’

Rene Guenon’a göre; ‘’İnkişaf (gelişim) mecralarını tamama erdirmiş biçimler ‘’Ay Feleğinde/kozmik hafızada (İslâmiyete göre İnsan-ı Kâmil’de)’’ çözülmektedir. Her bir çevrim gerçekte bir varoluş hâli olduğu için, bireylikten (ayrı bir varlık olduğu anlayışından) azade olmamış bir varlığın terk ettiği eski biçim ve büründüğü yeni biçim iki farklı hâle aittir. Birinden diğerine geçiş, her iki çevrimin de ortak noktası olan Ay Feleğinde gerçekleşir. Ay Feleği yüksek hâllerle, aşağı hâllerin arasını ayırır (Berzah). Kesinlikle hiçbir varlık (reenkarnasyon iddiası gibi) aynı halden iki kere geçmez. Ay Feleğinden yani biçimler mecrasından çıktığı andan itibaren ‘’ölümsüzlüğe’’ sahip olacaktır.

‘’Samsara’dan (Bitmeyen döngüden) kurtuluşun (Moşka) ilkeleri ise kısaca tüm yaratılmışlarda Tek hakikati görmek, zıtlıkları birlemek, zihni saflaştırmak, eylemlerin icrâcısı olarak kendini görmemek ve sonuçlarına bağlanmamak olarak özetlenebilir. Her kim ki, ‘’ben hiçbir şey yapmayanım’’ der, o gerçeği görür. Bedenin bir deneyim alanı (nesne), Deneyimleyenin de Saf Özne olduğu Bilgi’sini bilen ölümsüzlüğe, kurtuluşa erer.’’

Kişinin yeryüzünde tekrar doğma ihtiyacından kurtulacak derecede gelişmiş, olgunlaşmış olması Nirvana olarak da adlandırılır.(Bhagavat Gita)

Rene Guenon yine Bhagavat Gita adlı eseri kaynak alarak şöyle der:

Doğum ve ölüm bir hâl değişikliğidir. Doğum ve ölüm (oluş ve bozuluş/icâd ve idam), en genel mânâlarıyla hâl değişikliği olarak ele alınırsa, bir hâlden başka bir hâle geçmektir. Ölüm, beşeri terkibin (dört unsurun) çözülüşüdür. Varlık beşeri ölüm ânıyla, lâtif hâle geçer. Doğumla birlikte beşeri olmak üzere başka bir hâli terk ederek beşeri olmuş varlık, artık ölüm ile başka bir şey olmak üzere beşeri olmayı bırakır. Cismani bedenin terki câhiller için de, ârifler için de aynıdır. Ancak bir noktadan itibaren bunlar için farklı yollar başlar. Ölümsüzlük zikrin (hatırlamanın) meyvesidir, ama cehâletten kaynaklanan bireysel zincirler henüz tamamıyla yok edilmemiştir. (Bireysellik, ayrı bir varlık olduğu anlayışı)

Bireysel niteliği korunan rûh eğer varlığın yüksek derecelerine ulaşamamışsa ve dünya hayatı boyunca zikre devam etmişse, (ölümle) lâtif biçimde bileşik kalır ve hayati melekeler de bu lâtif biçimde birleşir. Yani cismani biçimden çıkılmıştır, ancak lâtif biçim varlığını sürdürür. Varlık böyle kalmayı zuhûr etmiş âlemlerin dışsal çözülüşüne kadar (kıyamete kadar) sürdürebilir ve nihai çözülüşle birlikte, bu âlemdeki bütün varlıklarla beraber Aşkın Brahma’ya dönecektir. (Brahma: Yüce düzenleyici, Külli akıl, kendilik)

Bedenin terki anlamında ölümden önce Brahma’nın gerçek bilgisine ulaşan, bütün bireysel kayıtların nihayet ortadan kalktığı lâ zuhûr hâline çekiliş/sönüş derecelerini kat edemez. Sadece Vûslat’ta kalır. ‘’Vûslat’’ sadece kuvve olarak gerçekleşmişse, ‘’kurtuluş’’ dolaysız olarak ölümle birlikte gelecektir. Ancak bu kurtuluş, şayet Vûslat tam ve fiili olarak tahakkuk etmişse, hayat esnasında da vuku bulabilir. Hatta bazı istisnai durumlarda bu hayati melekeler ve unsurların kaynaklarına dönüşü öyle bir tarzda cereyan edebilir ki, cismani biçimin kendisi bile hiçbir iz bırakmadan kaybolacak, normal olarak varlık tarafından terk edilmek yerine bütünüyle lâtif hâle ya da lâ zuhûra geçecek ve gerçek mânâda bir ölümden söz edilmeyecektir. Lâ zuhûra ait hallere giren için zaman kaydı kalmamaktadır. Zaman ve mekân cismani hâle aittir.

Ölüm bireyliğin lâ zuhûrda sönüşü, emilişi, dürülmesi, örtünmesi anlamlarındadır. Bu sönüş, bir yok oluş mânâsına gelmemektedir.  Kızgın taşa su serpildiğinde suyun buharlaşarak yok olması, atmosferde genişleyerek yayılması gibi  ‘’Kurtuluş’’a erenin durumu budur. Kurtuluşa ulaşan varlık da yok olmayıp veya lâ zuhûrda yutulmayıp her türlü sınırın ötesine genişlemektedir. Aynı atmosferde sonu belirsizce yayılan su buharı gibi… Görünüşteki yok oluş gerçekte ‘’dönüşüm’’ dür.

Tam ve nihai kurtuluşa ulaşmanın Bilgi’den başka hiçbir vâsıtası yoktur. Bilgi Mânevi ve Mânevi olmayan olarak iki kısımdır. Mânevi Bilgi özünde katiyetle  (bir üstadın dizinin dibinde oturarak) iletilemez ve herkes ancak kendi başına ona ulaşabilir.

Kurtuluş ve Bilgi aslında bir ve aynı şeydir. Bilgi olmadan selâmete ulaşılamaz. Bilgi ışığın karanlığı yok ettiği gibi, cehâleti de yok eder. İnsan hakîki ilâhi bilgiye belirlenmiş amelleri yerine getirmeden de ulaşabilir. Cismani bedenin Kurtuluş için bir engel teşkil etmediğini anlamak gerekir. Biçim dışı kurtuluşun, hayatın içinde kurtuluştan daha kâmil bir mertebe olduğunu zannetmek hatadır. Kurtuluş, ölümsüzlüktür.

Bilgi’ye ulaşan kişi onu başkalarına iletme ya da daha doğru bir deyişle (hakîki bilginin iletilemez olması sebebiyle) onlardaki imkânları uyandırma ehliyetini edinmiştir.

‘’Mevki, mekân ve zamandan münezzeh, kıblesi her yerde olan, ne sıcağa ne soğuğa (zihni bir etkiye) mâruz kalınan, bâki bir saadet ve bütün karışıklıklardan nihaî bir kurtuluş sağlayan bir kimse  eylemsizdir, bütün şeyleri Brahma’da (yüce düzenleyici/Külli akıl) bilir ve sonsuz Selâmet’e kavuşur.’’

Brahma’nın dışında hiçbir şey yoktur. O tıpkı her yere yayılmış olan, aynı anda şeylerin hem dışına hem içine nüfus eden Esir gibidir. O üç âleme (Berzah âlemine, onun altında ve üstünde olana) yayılmış Brahma’dır. Brahma, kendini kendi ile bilendir.

Kesif zuhûra tekâbül eden uyanıklık hâli (gündüz) , latif zuhûra tekâbül eden rüya hâli (gece) ve biçim dışı hâl olan derin uyku. Varlık derin uykuda lâ zuhûr veya en azından biçim dışı sahaya girer. ‘’Yaşayan nefs’’ de Aklı- Küll’ün bağrına çekilir. Bireysel ‘’yaşayan nefs’’ rüya hâlinde ‘’kendi ışığına sahiptir’’ ve sadece kendi arzusu vâsıtasıyla, tamamen kendinden kaynaklanan bir âlem üretmektedir. Bu âlemin nesneleri tamamen zihnî kavramlardan, yani lâtif biçimlere bürünmüş fikir tertiplerinden ibârettir ve bireyin kendi lâtif biçiminin heyulâsından (hayalinden) imâl edilmektedir.

Tekrar edersek; Kurtuluş ve Bilgi aslında aynı şeydir. Kurtuluşa ulaşmanın Bilgi’den başka hiçbir vâsıtası yoktur. Bilgiden kasıt Mânevi Bilgi’dir. Kurtuluş’a/Nirvana’ya erenler, Yogi (Yalnız), Mânevi İnsan, İnsan-ı Kâmil gibi isimler ile anılır. (Rene Guenon/İnsan ve halleri)

Niyâzî-i Mısrî Hz. ise şöyle der:

‘’Bütün insanlığın Âdem a.s. belinden (zürriyetinden) çıktığı anlayışa istinaden insanların ruhlarının tekrar Âdem’e geri dönmediği ve evrene dağıldığı kabul edilir. Bu anlayışa göre ruhların evrende bulundukları ilk yer madenlerdir. Ruh, madenden bitkiye, bitkiden de hayvanların yemesi ile hayvanlara geçmiştir.

‘’Allah sizi yerden bir bitki olarak bitirdi, sonra sizi oraya geri çevirir ve sizi tekrar çıkarır. Allah yeri sizin için bir sergi yaptı’’ (Nahl, 19) Eğer insan bu âlemde kemâlatı bulamazsa, bulamadan ölürse Allah onu cemâda (madenlere) verir, cemâdden nebata verir, nebatı bir hayvan yer hayvana geçer, hayvanı insan yer insana geçer ve yeniden doğumla insan olur. Bu seyirden insanlığını bulursa kurtulur. Kemâlatı bulamazsa bu seyir sürekli olarak tekrarlanır, ta ki kâmil olana kadar.

Onun için İnsan-ı hayvan olanlara hitap yoktur denir. Hesapları görülür, hakkı olan hakkını alır, cezası olan cezalandırılır ve sonra toprak olur ve onlar toprak-cemâdat olurlar.’’ (Niyâzî-i Mısrî Divanı. Syf. 133)

Yine Lütfi Filiz Hz. aynı konuya şöyle değinir:

Bu dünyada hakîkatine ulaşamayan kişi, yere düşüp filizlenmeyen ve meyve vermeyen bir tohum gibidir. Sonuçta parçalanır, gübre ve enerji olur. Daha sonra tekrar tohum halini alabilmesi için, pek çok safhadan geçmesi gerekir. İşte ‘’devriyat’’ denen olay budur.

Giden bir daha gittiği elbise/beden ile geri gelmeyecektir. Hakk, devamlı gelip gitmeye devam edecek, ama her geldiğinde yeni bir elbise ile gelecektir ‘’Her an yeni bir şe’n’de...’’ (Rahman-29) Her gelen Zât bakımından aynı sıfat yahut zuhûr bakımından farklıdır. Tıpkı düşen bir ağacın yaprağının yerine gelen yaprağın aynı yaprak olmayışı gibi.

Her insan bu dünya hayatında hakîkatine ulaşamayabilir. Aynı ağaçtaki meyveler gibi… Meyvelerinde kimi az kızarır, kimi yeşil kalır, kimi kurtlanır ve çürür. Neticede her meyve şahdâne yani tohumluk olmaz. Ancak, böyleleri de yaşamları süresince tıpkı arıların arıbeyini beslemek için hiç yemediği arı sütünü üretmek için çalışıp didindikleri gibi, insanlar da İnsan-ı Kâmil’e hizmet için çalışır.

Ağacın da miracı çeşitli aşamalardan geçip meyve vermektir. Veremediği takdirde çürüyüp gübre olur ve başka bir bitkinin büyümesine, beslenmesine (tekâmülüne) katkı sağlar.

Hayat bir bütündür ve devamlıdır. Bu yüzden de ‘’ebedi hayat’’ diye bilinir. Ebedi hayat sadece insana verilmiştir. Her mertebenin ayrı ebedi bir hayatı ve Kaâbe Kavseyn’i vardır. İnsanın nefes alıp vermesi bile kendi mertebesinde bir Kaâbe Kavseyn’dir. Denizlerdeki gel-git olayı da denizlerin Kaâbe Kavseyn’idir. Kaâbe Kavseyn, mânâdan maddeye, maddeden mânâya dönüşüm keyfiyetine verilen isimdir. ’’Araları iki yay kadar veya daha az kaldı’’ (53/9) Vazifesini tamamlayan geri gelmez. Nihayetine varınca da mertebesi yükselerek nüzül âlemine gelir. Tıpkı Hz. İdris’in de birkaç asır sonra İlyas olarak geri geldiği gibi... İdris başka bir elbise ile terfi edip gelmiştir. Bu devir, bir bayrak yarışı gibidir. Elden ele, mertebeden mertebeye devreder. Amaç o bayrağı taşıyıp sonunda sahibine vermektir.

Bu devran küçük ve büyük devran olarak iki kısımdır. Küçük devran insanın dolaşımına benzer. Kan, küçük dolaşımda kalpten akciğere gidip döndüğü halde, büyük dolaşımda tüm vücudu dolaştıktan sonra kalbe döner. Büyük devranda da insanın bütün âlemleri dolaştıktan sonra aslına kavuşması gibidir. Kişi ölüp toprak olacak, sonra yine topraktan insan meydana gelecektir. Ama bu kez hangi isimle geleceği belli değildir. Çünkü parmak izi farklı olacaktır.

İnsan bu âleme devretmek için gelmiştir. İşi biten, devrini tamamlayan; varsa emânetini devredip döner, sonra değişik bir elbiseyle tekrar gelir. (Lütfi Filiz/Noktanın sonsuzluğu)