23 Ağustos 2016 Salı

NEFİS HASTALIKLARI ve EDEB

EDEB, ZÂHİR ve BÂTIN EDEB OLMAK ÜZERE İKİ ÇEŞİTTİR.

ZÂHİR EDEB; ELİNE, DİLİNE, BELİNE SAHİP OLMAK İKEN, BÂTIN EDEB; BAKTIĞIN HER YERDE HAKK’IN BİR TECELLİSİNİ GÖRMEKTİR.

Zâhir ve Bâtın bir bütündür ve birbirinden ayrılmaz. Örn. Kayısı çekirdeği toprağa, dış kabuğu ile ekilir. Kabuk zâhir, içindeki bâdemi bâtındır. Zâhir olan kabuğunu kırıp, içini toprağa eksen kayısı filiz vermez. Bir kişi de zâhiri gözetmeden bâtına ulaşamaz. ‘’Namaz müminin miracı’’dır denir. Hiç kimse zâhiren namaz kılmadan ‘’MİRAÇ’’ yapamaz.

EDEB; NEFİS HASTALIKLARININ İLÂCIDIR,  EDEB OLMADAN NEFİS ISLÂH EDİLEMEZ.

Hastalıklar çeşit çeşittir. AKIL hastalıkları, BEDEN hastalıkları ve NEFİS hastalıkları.

Akıl hastalıkları açıkça bilinmektedir ve bunların ilâçları; tabi bir ölçü ile insanlardan uzaklaşıp ‘’HALVET’’ hayatını yaşamak ve onları düşünmeyi terk edip Allah’ı zikre devam etmektir. Bunun dışında bir ilâcı yoktur bu hastalıkların.

Bedenle ilgili hastalıklar da bilinmektedir ve beden hastalıklarının ilâçlarını bildirmek, tabiblerin üzerine düşen bir görevdir.

Nefis hastalıklarının tedavisi ise bir ilimdir ve bu ilme daha ziyade eğitimle uğraşanlar muhtaçtır.

Nefis hastalıkları; SÖZLERDE, FİİLLERDE VE HÂL VE DAVRANIŞLARDA BELİREN HASTALIKLAR OLARAK ÜÇ KISIMDIR.

SÖZ HASTALIKLARI: Bu hastalıklardan biri, Hakk sözü, doğru sözü gelişi güzel söylemektir. Bu en büyük hastalıklardan biridir. Bunun ilâcı ise, Hakk sözün, doğru sözün nerede, hangi alanda sarf edileceğini bilmektir. Hiç kuşkusuz GIYBET doğrudur, gerçektir; fakat gıybet yasaklanmıştır. Dedikodu da doğrudur, gerçektir; fakat o da yasaklanmıştır. Bir evde yaşanan nâmahremin, doğru ve gerçek olmasına rağmen, başkasına anlatılması ‘’günah-ı kebâir’’dendir. Yani büyük günahlardandır. Toplum içinde birine doğru, gerçek sözle nasiat etmek de doğrudur; fakat bunu toplum içinde yapmak, kesinlikle ayıptır. Böyle bir şey ancak câhillerden ve gazap sahiplerinden sadır olur. Çünkü nasihatten amaçlanan fayda, bir yararın sağlanması ve arada bir sevginin oluşmasıdır. Eğer nasihatler toplum içinde yapılırsa kabul görmez, hatta düşmanlık bile doğurabilir. Allah bu tür davranışları zemmetmiştir, yermiştir. Çünkü bu şekilde toplum içinde açıktan açığa yapılan nasihat, kendine nasihat edilen kimseyi zor durumda bırakır, onu utandırır ve o konuda yalan söylemek zorunda bırakabilir. Böyle bir davranış, büyük bir fesada sebep olabilir. Oysaki, o nasihati ona yalnız başına olduğu bir zamanda, güzel bir tarzda yaparsa,  o kimsenin kusurunu, ayıbını güzelce izhâr ederse, kendisine nasihat ettiği konuda o işin çirkin ve kaba bir iş olduğunu bilmiyorsa, ona bunu öğretmek olduğunu kibar bir dille ona açıklarsa, hiç kuşkusuz o kimse kendisine teşekkür eder, onu sever ve hayır duada bulunur. Her Hakk sözü, doğru sözü gelişi güzel söylemekle yükümlü değiliz. Buna, ne şeriat,ne yasa, ne de örf izin verir.

Aynı şekilde, bir kimsenin, insanlara nefret edecekleri bir tarzda cevap vermesi de böyledir, o cevap doğru bile olsa. Çünkü böyle bir davranış kötü tabiat, karaktersizlik, bilgisizlik ve Allah’a karşı hayâsızlığa delildir. Böyle bir kimse kendisinde, Allah’ın razı olmadığı bir ayıbı gidermekten uzaktır. Eğer o kimse, kendi ayıbına bakmakla meşgul olsaydı, bu tutumu kendisini başkasının ayıbıyla uğraşmaktan alıkoyardı.

Arkadaşının ya da dostunun hareketlerini izlemeyi, adetâ onun aldığı nefesleri sayacak kadar her şeyi kaydetmeyi kendisine uğraş edinen bir kimse, bu tutumuyla çok şiddetli bir hastalığa yakalanmış demektir. Çünkü o kimse kendisini ilgilendirmeyen bir işle uğraşmakla, kendi nefsinden gafil olmaktadır. Bu tutumu zamanla ruhunda yer eder, nefsinde birikir, zaman geçip de kendi nefsinde arkadaşı hakkında en ufak bir çirkinlik görünce, ya da ondan bıkkınlık ve usanç duyunca, ya da onun hakkında kendisinden bir yanılgı ortaya çıkınca, o zamana kadar kendisinde birikmiş hâlde duran onun bütün kusurlarını, kabahatlerini ortaya çıkarır. ‘’Sen falan gün şöyle şöyle demedin mi? Falan gün şunu şunu yapmadın mı?’’ der. Kötü gördüğü, gâfil olduğu, üzerinde nefeslerini saydığı şeylerin hepsini ona duyurur. Bu kez arkadaşı ya da dostu ona en büyük düşmanlardan biri olarak görülür. Bütün bunların aslı, kötü huyları, kusurları ve ayıpları kendi nefsinde biriktirdiği birikimlerdendir. Bu kötü tabiata bir delildir ve bu tür tutumlar dostlar arasında çok sık görülen şeylerdir.

Düşmanından bir kez sakın                                                                                                          Dostundan bin kez sakın!                                                                                                              
Çünkü dostluğunuz  bozulursa şayet bir gün,                                                                                          Sana nasıl zarar vereceğini çok iyi bilir dostun!

Söz hastalıklarından biri de, insanların hâllerini, ne yaptıklarını sormak gibi kendisini ilgilendirmeyen konuları araştırmaktır. Ayrıca kendisinin evde olmadığı esnada, ailesinin neler yaptığını araştırıp sorması, soruşturmasıdır. Bu hastalığın ilâcı Hz. Peygamber’in davranışlarını taklit etmektir. Hz. Peygamber; savaş dönüşünde, ailesinin yanına geceleyin gelmemiş, sahabelerini de hoşlanmayacakları çirkin bir durum ile karşılaşmasınlar diye bundan sakındırmıştır. Gizli şeylerin örtülü, saklı kalması için bir yere giderken izin istemek de bu babdandır. İnsan yaptığı şeyler iyilik bile olsa, başkaları tarafından bilinmesini istemeyebilir. Eğer soru soran kimse, onunla ilgili bilgileri sormaya devam ederse, soru sorulan kişiyi, istemediği şeyleri söylemeye veya yalana teşvik eder. Ne şer’an, ne aklen, ne de görgü kurallarına göre bu, onun için uygun değildir. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır; ‘’Kişinin, kendini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi, onun müslümanlığının güzelliğindendir’’

Söz hastalıklarından biri de, insanın yaptığı iyiliği başa kakmasıdır. İyiliği başa kakma bir eziyettir. ‘’Ey iman edenler’ Malını gösteriş için infak eden, gerçekte Allah’a ve ahiret gününe inanmayan kimseler gibi, başa kakmak ve eziyet etmek sûretiyle yaptığınız hayırlarınızı iptâl etmeyin, boşa çıkarmayın’’(Bakara-264) Bu hastalığın ilâcı ise, insanın elinde bulunan imkânların, Allah’ın ilminde ne ise o şekilde kendisine bir nimet olarak verildiğini ve bu iyiliklerin, bu nimetlerin ancak bir emânet olarak kendi elinde bulunduğunu, onların gerçek sahibini henüz tanımadığını idrak etmektir. O nimetleri, işin aslında Allah’ın belirlediği kimselere vermek sûretiyle elinden çıkardığı zaman, emânetin gerçek sahibini tanımış olur. Emâneti ehline teslim etmiş olduğu için de Allah’a şükreder. Kim bu görüşle, bu düşünceyle iyilik yaparsa, ondan asla eziyet doğmaz.

Söz hastalıklarından biri de, çocuklarından birine, diğerlerine göre daha fazla iyilik yapan bir kimseye çocuklarının önünde bunu duyurması ve ‘’niçin aynı iyiliği bu çocuğa da yapmadın’’ diye lüzumsuz bir kelâm söylemesidir. Bu durum, o çocuğun nefsinde babasına karşı bir düşmanlık doğurur ve böyle bir davranış ancak câhil bir kimseden vaki olur. Bu hastalığın ilâcı da yoktur.

Bir başka söz hastalığı da, bir insanın ‘’Ben doğruyu söylerim; bunu duyan kimseye zor gelecekmiş, buna hiç aldırmam, beni hiç ırgalamaz’’ demesidir. Kendini savunurken de ‘’Ben falana doğruyu söyledim; bunu duymak ona zor geldi’’ der kendi nefsini temize çıkarır, başkasını yaralar ve incitir. Allah böyleleri için;‘’Onların kendi aralarında gizli gizli konuşmalarının çoğunda hayır yoktur’’ demiştir(Nisa-114) Bunun ilâcı bir kimseye gizliden sadaka vermektir. Çünkü açıktan sadaka vermek de, o kimsenin farkına varmadığı bir hastalıktır, çünkü o zaman sadakayı Allah’tan başkası için veriyor durumuna düşer. ‘’Onların konuşmalarının çoğunda hayır yoktur, ancak bir sadaka yahut bir iyilik yahut da insanların arasını düzeltmeyi isteyen müstesna’’(Nisa-114) Öyleyse, kim böyle yapmazsa, o kimse ilim sahibi olduğunu iddia etse bile cahildir.Çünkü Allah’ın murâdı, insanlar arasında sevginin ve saygının oluşmasıdır. Dolayısıyla bir insan konuşmak istediği zaman, bu alanda her açıdan Allah’ın razı olacağı bir tarzda konuşup konuşmadığına bakar. Eğer konuşmasında, bir kimse hakkında bir açıdan kötü konuştuğunu görürse, konuşmasının tümü Allah katında gayri makbûldür, yani kabul görmez. Allah o konuşmadan razı olmaz. Çünkü, Allah parçalanmayı da, bölünmeyi de hoş görmez.

Söz hastalıklarından biri de, geneli kapsamaksızın, devlet adamlarından biri ya da bir başkası olabilir, mûayyen bir şahıs üzerindeki bir kötülüğü, iyilik olarak sunmaktır.

Söz hastalıklarının ilâçları iki kısımdır. Birincisi; sükut etmek istediğin zaman konuşman, konuşmak istediğin zaman susmandır. İkincisi ise; sükut ettiğin zaman eğer Allah’a asî olacaksan, ancak o zaman konuşmandır. Eğer böyle bir durum söz konusu değilse, o zaman bir kelâm etmekten kesinlikle sakınmalısın! Konuşmanı beğenip güzel bulduğun ve konuşmayı süsleyip püslediğin zaman konuşmaktan sakın, çünkü o anda konuşmak en büyük hastalıklardan biridir. Susmaktan başka bunun bir ilâcı da yoktur. Fakat gizli kalmış bir hususu açığa çıkarmak için şahitlik yapacaksani o başka. Ölçü budur.

FİİL HASTALIKLARI: Herhangi bir fiili, örneğin namaz gibi bir ibadeti, toplum içinde, yalnız başına eda ettiğinden daha güzel bir şekilde eda etmekdir. Hz. Peygamber bu konuda şöyle demiştir; ‘’Bu bir ciddiyetsizliktir ki, o adam bu davranışıyla rabbini ciddiye almamıştır’’. Kur’an-ı Kerîm ise bu durumu;  ‘’Acaba o, olanları Allah’ın görmekte olduğunu bilmiyor mu?’’(Alak-14), ‘’Allah sizin gizlinizi de, açığınızı da bilir’’(Enam-3), ‘’Oysa ki, asıl kendisinden korkmaya lâyık olan Allah’tır’’ (Ahzap-37) ayetleriyle açıklar.

Fiil hastalıklarından biri de; insanlar yüzünden amelin terk edilmesidir.Bu, cemaat nezdinde riyadır. Aslında insanlar nedeniyle ameli terk etmek, Allah ehli olan üstadlar nezdinde bir riya değil, bir şirktir, Allah’a ortak koşmaktır. Kur’an-ı Kerîm bu konuda da; ‘’Sizi de, yaptığınız şeyleri de Allah yarattı’’(Saffat-96) ayeti ile açıklar. Öyleyse bu hususları iyi öğren, iyi bil.

HÂL HASTALIKLARI: Bu hastalığın en başında, bir kimsenin insanlar arasında ‘’bu da iyi insandır’’ diye bilinip şöhrete kavuşmak için, iyi insanlarla arkadaşlık yapmasıdır. Oysaki o, gerçekte kendi nefsanî arzularıyla yaşamaktadır.Bu konuda Kur’an-ı Kerîm; ‘’Nefsini kirleten zarar etmiştir’’ der.

Aynı şekilde hâl hastalıklarından biri de, kendi imkânı dahilinde olmayan giysileri giymektir. Bunun ilâcı ise, kendi imkânı dahilinde olan, kendine helâl olan giysileri ve benzeri şeyleri giymektir.

İşte kim bu hastalıkları ve bunların ilâçlarını bilip tanırsa ve o ilâçları kendi nefsinde uygularsa, onlardan büyük ölçüde yararlanır.  AMİN. 
       
(İbn. Arabi Hz. Marifet ve Hikmet Syf. 143-154)



15 Ağustos 2016 Pazartesi

FERÂSET VE DENGE:

Basîr; Allah’ın isimlerinden olup, her şeyi, her durumda, tüm boyutlarıyla, eşsiz ve benzersiz biçimde, mükemmel bir görüşle görendir.

Allah; karanlık bir gecede, kara bir karıncanın, kapkara bir kaya üzerindeki ayak izini görendir.

Oysa görme organı olan ‘’GÖZ’’ün görmesi sınırlıdır. Çok uzağı ve çok yakını göremez, çok büyük ve çok küçük şeyleri göremez, çok aydınlıkta ve çok karanlıkta göremez, objenin içini göremez, arkasını göremez.

Allah’ın Basîr isminin; kalpte tecellîsine ‘’BASîRET’’, müminde tecellîsine ‘’FERÂSET’’, eşyada tecellîsine ‘’ŞEHÂDET’’ denir. (Basîret Kalbin gözü, Ferâset ise o gözün NÛR’udur)

Hz. Peygamber; ‘’Müminin FERÂSET’inden korkun, çünkü o Allah’ın NÛR’uyla bakar’’ demiştir.

Ulvî âlem, bütün olarak duyu ve şehâdet âlemini hareket ettiren ve onu etkisi altına alan âlemdir. Bu Allah’ın hikmetinin bir gereğidir, yoksa kendiliğiyle bunu hak etmiş değildir. Öyleyse, şehâdet âleminde ortaya çıkan herhangi bir hareket ya da durağanlık ya da içmek ya da yemek veya susmak gibi bir davranışın kaynağı gayb âlemidir. İrâde, gayb âleminden kaynaklanır. Hareket vb. şeyler ise, şehâdet âlemindendir.

Gayb âlemi, (kalp gözü anlamındaki) basîret gözüyle algılanabileceği gibi, şehâdet âlemi de baş gözüyle idrak edilir. Baş gözü, karanlık ve benzeri engeller ortadan kalkmadıkça şehâdet âlemini idrak edemez. Aynı şey, basîret gözü için de geçerlidir. Onun perdesi de kirler, arzular, Allah’tan başkasını düşünmektir. Bütün bunlar; basîret gözüyle, gayb/Melâkut âlemini idrak arasına perdeye dönüşür.

İnsan; kalp aynasına yönelip onu zikir ve Kur’an-ı Kerîm okumak gibi davranışlarla parlatırsa, buradan bir NÛR meydana gelir. Bu NÛR, Allah’ın bütün varlıklarına yayılan  ‘’VARLIK NÛR’’u  ile birleşirse ferâset sahibi olur ve bilinmeyenleri keşf eder, âlemin hareket ve sırlarını öğrenir.

Kul FERÂSET özelliği kazandığında, FERÂSET sahibi olduğu sonucuna varılan bir takım alâmetler taşır. Kul ya DOĞAL, ya da İLÂHİ ferâset sahibidir.

DOĞAL FERÂSET SAHİBİ; bir insanın organlarına veya yapısına bakarak, ahmak ve akıllıyı, zeki ve aptalı, öfkeli ve öfkesizi, bayağı olanı ve olmayanı, hilekârı ve güveniliri, bozguncu olanı ve olmayanı tanır. Çünkü; bir kişi, Allah’ın razı olduğu ve olmadığı bir hareketi yaptığı zaman, söz konusu davranış, kendisinden ortaya çıktığı organda bir âlâmet bırakır ve bu âlâmeti FERÂSET sahibi bir kişi bilebilir.

İLÂHİ FERÂSET SAHİBİ İSE; bir insanın toprakta bıraktığı ayak izinden bedbaht (şaki) veya mutlu (said) olduğunu, onun yaradılışını ve yaradılışına ilişen özelliklerini bilir. Hatta ‘’bu kişi beyazdır, gözü şaşıdır’’diyebilir. İlâhi Ferâset sahibi, ‘’ALLAH’’ ismine izâfe edilmiştir. Çünkü ‘’ALLAH’’ ismi bütün isimlerin hükümlerini kendinde toplayandır. Onu, söz gelişi el-Hamid ismine ait saysaydı, bu NÛR sahibi, özellikle övülen ve mutlu olanı görürdü.

Doğa, dört şeyden ibarettir: ATEŞ (Esir), HAVA, SU, TOPRAK.

Bu dört unsurun bedendeki karşılığı: SAFRA (Ateş), KAN (Hava), BALGAM (Su), SEVDA (Toprak) şeklindedir(dört HILT). Bu karışımlarda ruhâni güçler vardır ve kendilerinden ortaya çıkan cisimde itidâl (denge) ölçüsünde, ya da itidâle yakın bir ölçüde bulunursa, itidâlin sağladığı güzel ve beğenilmiş durumları, işlerde orta hareketleri sağlarlar. İtidâl üzere bulunmazlarsa, saptıkları duruma göre hareketleri ortaya çıkarırlar. Böylelikle, bu karışımların arasından daha güçlü ve daha çok olanın otoritesi bedende ortaya çıkar. Buradan bedene hastalık iliştiği gibi, nefse de kötü ahlâk ilişir.

Beden doktoru, itidâli gerçekleştirinceye kadar, bu karışımlardan eksik olanı arttırarak ya da fazla olanı eksilterek hastalıkları iyileştirir. İlâhi doktor ise (ki Peygamberlerdir), ahlâkı tedavi eder ve nefsani amaçları öğüt, zikir, tasviye, yüce davranışlar hakkında uyarı gibi hususlarla yönetir ve tedavi eder. Böylece, düşünen nefs ‘’NEFS-İ NÂTIKA’’ güçlenir. Bu öğüt, sapmış mizâcı ıslâha yardımcı olduğu gibi, aynı zamanda bedenin doğasını ve onda bozulmuş olanı düzelten doktora da yardım eder. Bu nedenle bazı doktorlar, belli hastalıklar için güzel sesler dinlemeyi, türlü çiçeklere sahip güzel yerlere gitmeyi, çağlayanları görmeyi, bülbül ve benzeri kuşların seslerini dinlemeyi salık verir. Bütün bunlar, doktora yardım etmek üzere, mizacın düzelmesine yol açan ruhâni tedavilerdir. Seslerle tedavi edilmeyen hastalıklar da vardır. Bu hastalıklar, zikrettiğimiz şeylerin zıddıyla düzeltilir. Bütün bunlar, güçlü ve baskın karışım ile onun karşılığında eksik ve zayıf karışıma göre yapılan tedavilerdir.

Hastalıkların bir kısmı, mizaç ve ahlâkın yapısında aslî olarak bulunur. Örn: gözlerin çok patlak veya içe batık olması, çok ince veya çok kalın burun, aşırı beyazlık veya aşırı siyahlık, saçların aşırı düz veya aşırı kıvırcık olması, gözlerin aşırı mavi veya sürmeli olması gibi. Bunlar itidalden saparak, iki uçtan birine varmıştır. İnsanın ahlâkı, bu organların kendinde bulunduğu itidâl ve sapmaya göre belirlenir.

İlâhi doktor (Peygamber, Vâris veya Hakîm) gelir, kendisine boyun eğen bu yaradılışın ihtiyacını bilir. Onu terbiye etmek ve mutluluğu için çalışmak amacıyla gemini ele geçirir. Doktor, sapma söz konusu ise, yaradılışının gerektirdiği yönün tersine yöneltir. İlâhi Doktor, tedaviyi sapmanın nerelerde kullanılacağını göstererek yapar, insan için yeni bir yaradılış meydana getirmez.

Güzel ahlâka gelirsek, yaradılışı itidâlde olan insan, bunlarda kendisini yönlendirecek birine muhtaç değildir. Çünkü onun yaradılışının mizâcı ve itidâli, kendisine sadece güzel ahlâkı verir.

Ferâset sahibi kimsenin kontrolündeki kişi; itidâlden sapmış ise, seyr-i sülukunda mücâdele ve riyâzat yolunu takip eder. İtidâl halinde ise, sülukunda gönlü hoş ve haz alan, sevinen, mutlu birisi haline gelir. Başkasına güç veren işler, ona kolaylaşır. Böyle bir insanın nefsi arınır, temiz âleme katıldığında, ilâhi göz ile bakar, ilâhi kulak ile duyar, onun gücüyle hareket eder. İşlerin nereden gelip nereye gittiğini, kendisinden neyin çıktığını ve nereye vardığını görür. ‘’imân ferâseti’’ budur ve söz konusu ferâset, Allah nezdinde verilen bir şeydir.

Âlemdeki sapma ve itidâlin esası veya bileşiklerde bazı unsurların, başka unsurlara baskın gelmesinin nedeni, ‘’İLÂHİ BİLGİ’’nin etkileridir. Bu bilgiden hareketle Allah, dilediğine merhamet eder, dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder, râzı olur ve öfkelenir.

Allah, bütün hareket ve eylemlerinin düzgün olması için yaradılışı mûtedil bir insan yaratmak istediğinde öncelikle, anne ve babaya mizacını düzeltici şeyleri yemeyi nasip eder. Allah mutlu bir yıldız ile feleklerin hareketini ona göre belirler. Bu durumda yaradılış, en mûtedil şekilde ortaya çıkar ve var olur. Böyle biri, ne uzundur ne kısa. Etinin yumuşaklığı, katılık ve incelik arasındadır. Rengi sarı ve kızıla çalacak şekilde beyazdır. Saçının uzunluğu dengelidir. Ne dümdüzdür, ne de bütünüyle kıvırcıktır. Saçında kızıllık vardır. Yüzü geniştir. Gözleri koyuluğa ve siyahlığa yatkındır. Baş kemikleri dengelidir. Omuzları paralel, boğazı ölçülüdür. Baldırında ve belinde et yoktur. Sesi kısık ve durudur. Ne kabarık ne de incedir. Parmakları ince ve uzundur. Avucu açıktır (cömert). İhtiyaç dışında pek az konuşur. Bakışında rahatlık ve sevinç vardır. Mala tamahkâr değildir. Muhatabının üzerinde tahakküm kurmak ve başkanlık etmek talebi yoktur. Aceleci olmadığı gibi yavaş da değildir. Hakîmlerin söylediğine göre, yaradılışı en mûtedil ve sağlam kişi budur. Efendimiz ‘’Hz. Muhammed ‘’de bu yaradılışta yaradılmıştır. Böylelikle O, zâhir ve bâtında, bütün yönlerden insanların en kâmili olmuştur.

Bazen, rahimde bir mizaç bozukluğu gerçekleşmiş olabilir. Böyle bir bozukluğun insanın rahimdeki oluşumu esnasında herhangi bir organa, ya da organların çoğuna ya da bir kısmına etki etmesi kaçınılmazdır. Bu etki, o esnada söz konusu organ için maddenin oluşturduğu nutfedeki çekici güce göre gerçekleşir. Bu durumda etki, ya yapının bütününde ya da bazı organlarda gözükür. Örn: Kişinin alnı geniş, çenesi dar, sakalı seyrek, yanakları etli ve saçı çok ise, ferâset sahibi hakîmler, ‘’bu nitelikteki birisinden öldürücü yılandan kaçar gibi kaçmak gerekir’’ demişlerdir. Saçın sertliği, cesarete ve dimağın doğruluğuna, yumuşaklığı ise korkaklık ve zekâ azlığına işaret eder. Karında ve göğüste kılların çokluğu, insanın doğasının vahşiliğine, anlayışının azlığına ve zûlmü sevmesine işaret eder. Kumrallık korkaklık ve öfkeye, saçın siyahlığı, akıldaki aşırı durağanlığa, yavaşlığa ve adâleti sevmeye işaret eder. Bunların arasındaki saç rengi ise itidâle işarettir.

Kırışık bulunmayan geniş alın, düşmanlığa ve kendini beğenmişliğe işaretken, genişlik ve darlık bakımından orta seviyede olan ve kırışıklık bulunan alın sahibi, doğru sözlü, sevecen, anlayışlı, bilgili, uyanık ve uzmandır. Kulakları büyük kişi bilgisizdir, küçük kişi ise ahmaktır. Kaş çokluğu, merâmını anlatamamak ve zayıf konuşmaya, kaşları şakaklarına doğru uzamış olan ise şaşkın ve kendini beğenmişliğe delâlettir. Büyük ve patlak gözlü hasetçi, gözlerinin çevresinde sarı noktalar bulunan kimse ise en şerlisidir. Burnu ince kimse pervasız, burnu büyük olan kimse cesurdur. Burnu kabarık olan öfkelidir. En itidalli burun belli bir ölçüde uzun olandır. Dudakları kalın olan ahmak, orta kalınlıkta olan dengelidir. Yüzü zayıf ve uzun olan arsız, şişkin olan öfkelidir. Yüksek ses cesarete, hızlı ve ince konuşmak bilgisizliğe işarettir. Avuçları dizine kadar değen, kolları uzun kimse cesaretli, cömert ve soyludur. Kolları kısa olan korkak ve kötülüğü sevendir.

Omuzların genişliği, eziyete tahammül etmeye, boynun aşırı uzunluğu tecessüs etmek gibi gereksiz işlerle ilgilenmeye, kısalığı ise öğrenilmesi gereken işlerde ihmalkârlığa işarettir. Boynun katılığı, bilgisizlik ve oburluğa, sertlik ve uzunluktaki itidali akla, tedbire ve samimi dostluğa, güvenilirliğe delildir. Çok hareketlilik, hilekârlığa, kendini beğenmeye ve düşüncesizliğe kanıttır. Aşırı beyazlık, insanın bakışını büsbütün nûr âlemine vermesi, aşırı siyahlık ise şehvet ve doğa âlemine bırakmasıdır. Uzunluk ve kısalık, insanın iki âlemden birisindeki bakışının süresine işâret eder. Bu süre uzarsa uzunluk, kısalırsa kısalık diye ifade edilir. Süre, ihtiyaç ölçüsünde olmalıdır.

Kendisine baktığında yüzü kızaran ve utanan, hatta bazen gözleri dolan veya istemi dışında tebessüm eden kimse, seni seven, sana muhabbet besleyen ve içinde sana karşı saygı bulunan kişidir. Az konuşmak ve gülmek, insanın hikmet yerlerini gözetmesi demektir. Böylece ihtiyaç ölçüsünde konuşur ve güler.

Bunlar, doğa bilginlerinden, tecrübe sahibi hakîmlerin sözlerinden aktardığımız (hikemi feraset ile ilgili) hususlardır. Bu nitelikler çoğalır ve azalır, fakat galibe aittir. Bazen bir şahısta eşitlenirler.

Kısaca, riyazet ve bilginin kullanımı, zikredilen her bir kötü niteliği ortadan kaldırmada etkindir. Kim bunu tecrübe ederse, söylediğimizin doğruluğunu görecektir. Çünkü adet beşinci doğadır (DENGE) ve onun aslî doğada etkisi vardır. Bütün bunlar tecrübe edilmiştir.

İnsan şeriate göre üç kişiden biridir: Birinci, ya katıksız bir BÂTINİ’dir. Bu kişi bize göre hal ve fiil bakımından TEVHİD’i soyutlamayı kabul eden kişidir. Bu durum, BÂTINİ’de olduğu gibi, şeriat hükümlerini işlevsizleştirmeye ve ŞÂRİ’nin amacından sapmaya yol açar. Herhangi bir dini ilkenin yıkılmasına yol açan her davranış, bütün müminlere göre, kesin bir dille kınanmıştır. İkinci şık olarak, insan kendini büsbütün bırakmış katıksız bir ZÂHİRÎ olabilir. Bu tavır onu (TANRI’yı) cisimleştirmeye ve (yaratıklara) TEŞBİH’e sevk eder. Böyle bir insan, tıpkı BÂTINÎ gibi, din tarafından kınanır.  Üçüncü olarak insan, dildeki anlayışa göre, şeriatle paralel yürür. Öyle ki; ŞÂRİ’nin yürüdüğü yerde yürür, durduğu yerde durur, ayak be ayak O’nu takip eder. İşte bu ‘’ORTA’’ haldir (Denge). Allah’ın onu sevmesi de bu sayede gerçekleşir.

Hz. Peygamber; ‘’Bana uyun ki, Allah sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın’’ demiştir.(A’li İmrân-31)

O halde ŞÂRİ’ye uymak ve izini takip etmek, Allah’ın kullarını sevmesini sağladığı gibi, mutluluk da böyle gerçekleşir. İşte bu iki sûretin ‘’ilâhi ve beşerî sûret’ in karşılıklı olmasının tarzıdır.

İbn. Arabi Hz. Fütühat-ı Mekkiye/7 Syf. 369-384

BİLGİ:

DENGE; İtidâl - Orta yol - Sırat-ı Müstakim – Kendi hakîkatine bağlanmak.

Ahlâkın bozulması; Dengeden uzaklaşmak, itidâlden sapmak, iki uçtan birine yönelmek.

İki yol arasında ‘’BERZAH’’ olan kimse, her iki yolu birden gözleyebilir. İkisinden birine yönelen ise, diğerinden habersizdir.

Konuşmanın;  itidâli  ‘’HİKMET’’,  Aşırılığı ‘’TAŞKINLIK’’,  Azlığı ‘’BÖNLÜK-AKILSIZLIK’’

Öfkenin; itidâli ‘’ŞECAAT-CESARET’’, Aşırılığı ‘’ÖFKE PATLAMASI’’, Azlığı ‘’KORKAKLIK’’

Şehvet; itidâli   ‘’İFFET’’, Aşırılığı ‘’SAPIKLIK-FUHUŞ’’, Azlığı ‘’HADIMLIK-DONUKLUK’’

Ne hava, ne de toprak ol. Su gibi ol. Su orta yoldur. Allah evreni Su’dan yaratmıştır. İnsan-ı Kâmil’de Su’dur.

Hizmette, Merhamette, Temizlikte, Sevgide, Maddiyatta-Mâneviyatta DENGE.

 

4 Ağustos 2016 Perşembe

KUŞLARIN DİLİ – SİMURG

Kitabın yazarı FERİDÜDDİN ATTAR; 12. Yüzyıda İRAN’da doğmuş, MEVLÂNA ve YUNUS EMRE gibi büyük Sufileri derinden etkilemiş, ‘’VAHDET’i VÜCÛD’’ kavramının yaygınlaşmasında etkin rol oynamış büyük bir Sufi ve düşünürdür.

Eczacılık, tıp ve hekimlik ile uğraştığı için ‘’ATTAR’’ lâkabını almıştır. Asıl adı Muhammed’dir. Anne ve babasını küçük yaşta kaybettiği, evlenmiş olduğu, bu evlilikten doğan oğlunu kaybettiği ve bir moğol saldırısında öldürüldüğü edinilen bilgiler arasındadır.

Çok fazla Şeyh ile tanışmış, lâkin hiç birine bağlanmamıştır. Herkesin kendi vicdanını sorgulayan ‘’Büyük Yargıç’’a güvenmesi gerektiğini de gizli bir mana olarak iletmiştir.

‘’Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden nasip verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur’’ Neml sûresi-16

Feridüddin Attar ‘’Kuşların dili’’ adlı eserinde mecâzen kuşları kullanmış, bunun sebebini de, ‘’eserimde insanları kullansaydım, o eseri okuyanlar kibre kapılırdı ve kimse bu esere kıymet vermezdi’’ diye açıklamıştır.

Hikaye şudur ki; Vaktin birinde, dünyadaki bütün kuşlar bir araya gelirler, kuşların padişahı olan  ‘’SİMURG’’u bulmaya dair sözleşirler. SİMURG; ölüp küllerinden yeniden doğan ve KÂF DAĞINDA yaşayan efsanevi bir kuştur.  Mürşid’leri ‘’HÜDHÜD’’ önderliğinde yol almaya niyet eden kuşlar, yolculukları boyunca Hüdhüd’ün Simurg’a dönük olan yüzü ile tanışırlar(Mürşid’in bir yüzü HAKK’a, bir yüzü HALK’a bakar). Hüdhüd’ü kılavuz alan kuşlar, aslında Simurg’a ulaşmayı hedef almışlardır.

Her bir kuş, yolda Hüdhüd’e kendini, kimliğini ve nefsini tanıtır. Yol uzun ve çetrefillidir. Aşılacak derin vadiler, geçilecek dağlar, bayırlar vardır. Yol uzadıkça, içlerinde derin özlemler belirdikçe, bahaneler ve vesveseler üretmeye başlarlar.

Kimi dünyasaldır, kimi aşksal, kimi yer ve yurt arayışındadır, kimi yaşadığı hayata özlemden dem vurur, kimi ailesini öne sürer, kimi öleceğinden korkar. Her biri başka bir cinstir ve her biri yaradılışının bir yüzünü yansıtır yolda. Hüdhüd’de bıkmadan usanmadan, kuşların kendisine yönelttiği bin bir çeşit bahaneyi BİLGE’ce cevaplar. Onlara, kimliklerinden arınmalarını, kendi ruhlarındaki sonsuz çeşit yüzleri ile tanışmalarını söyler ve hakikat olan yüzlerini açığa çıkararak, bu yolun sonunda kavuşacakları SİMURG’dan(HAKK’tan) haberler verir.

Aslında, her bir kuşun farklı farklı yüzleri yolun sonunda kavuşacaklarını umdukları SİMURG’un sonsuz yüzlerinden sadece biridir. Çünkü nereye dönseler SİMURG’un yüzü oradadır. Bunu derinden hissedenler için yol kolaylanır. Bunu göremeyenler ise yoldan ayrılır.Kuşlar, yoldan geri dönseler de, yola devam etseler de, sonunda yine SİMURG’a kavuşacaklardır. Hedef, ölmeden SİMURG’a ulaşmaktır.

Hüdhüd’ün yol boyunca kuşlarla sohbeti hiç bitmez, tükenmez. Çünkü sohbetin kazası olmaz, ibadet gibi değildir. Bu yüzden bir muhabbet, bin ibâdete yeğ tutulur.

Kuşların SİMURG’a ulaşabilmeleri için aşılacak ‘’YEDİ VADİ’’ vardır. Her vadi, aşılması gereken bir aşamadır, gelişme yolunda çıkılacak olan basamaklardır. Bu VADİ’ler:

İSTEK VADİSİ, AŞK VADİSİ, MARİFET VADİSİ, İSTİĞNA VADİSİ(Allah’tan başka bir şeye ihtiyaç duymamak/gönül zenginliği), TEVHİD VADİSİ, HAYRET VADİSİ,  FAKR-Ü FENA VADİSİ’dir.

‘’Fena Vadisini aşmak için ölmeden ölmeliydi kuşlar. Ve bunu başarabilen 30 kuş, düşledikleri ‘’BÜYÜK KUŞ/SİMURG’’ ile karşılaştılar. Gördükleri kendilerinden başka bir şey değildi. Çünkü orası bir  ‘’AYNA’’ydı. Kaç kuş ulaştı ise, o kadar kuş göründü karşılarında’’.

SİMURG; RÛH’UN BÜTÜNLEŞMESİ, ARINMASI VE DÖNÜŞÜMÜNÜN ORTAK YÜCE BİR SEMBOLÜDÜR. KÂF DAĞINDA YAŞAYAN VE KÜLLERİNDEN DOĞAN EFSANEVİ BİR KUŞTUR. ATEŞ KUTSİYETİN SEMBOLÜDÜR VE SİMURG, VARLIĞIN NEFSİNİN, ATEŞ İLE ARINDIKTAN SONRA, KÜLLERİNDEN YENİDEN DOĞUŞUNUN İFADESİDİR.

Bu kuş; Yunanca da ‘’Phoenix’’, İran’da ‘’SİMURG’’, Arap kültüründe ‘’Zümrüt-ü ANKA’’, Türk mitolojisinde ise ‘’TUĞRUL KUŞU’’ olarak anılmaktadır.

SİMURG’un kelime anlamı; 30 KUŞ DEMEKTİR. ÇÜNKÜ O YOLCULUKTA SADECE 30 KUŞ ONA ULAŞABİLMİŞTİR. GAYE BEDENLİ İKEN ONA KAVUŞABİLMEKTİR.

KUŞ DİLİ RÛH’UN DİLİDİR ASLINDA. TASADAN YANA NE VAR İSE ATEŞE ATILMALIDIR Kİ; YANSIN, KÜL OLSUN, KÜLLERİNDEN YENİDEN DOĞABİLSİN. YENİ DOĞMUŞ BİR BEBEK GİBİ.

İŞTE SİMURG FELSEFESİ BUDUR. O BİZİM YÜREĞİMİZDE, EN DERİNLERİNDEDİR VE HER ZAMAN ÇIKMAYI BEKLEMEKTEDİR.

YOL DA SENSİN, YOLCU DA SEN, ENİNDE SONUNDA BULACAĞIN YİNE KENDİNSİN UNUTMA.

Âlem Hakk aynasında yansır, insanda yansıyan o perdede yaşamı seyreder.

İnsan RÛH’tur, ancak MADDE’de var olur. İkisi de birbirinden ayrılamayan iki cevherdir. Bir ve bütün olmalarına rağmen ayrı görünmek zorundadırlar. Maddede RÛH vardır ve bu RÛH’u ortaya çıkarmak görevi insana bahşedilmiştir.

Hüdhüd; BİR’lik gözünden bakandır. Bakan ile bakılan ayrı olmayınca BİLGE sembolü ortaya çıkar. Hüdhüd yolu bilen, hem zâhirden, hem bâtından haber verendir. Bilen farklıdır. Bilen bildiğini anladığı andan itibaren görevdedir, hizmettedir. Görev, görev benimdir diyenlerindir.

‘’Hakk kokusundan gayrı, âlemde başka bir koku yoktur’’ der KÂDİM BİLGİLER. Ferididdin Attar bir koku ustasıdır. Âlemlere MİSK-AMBER kokuları saçan bir SÛFİ’dir. Koku alma büyük bir hafıza içerir.

İlâhi olan her şeyin bir kokusu vardır. Koku, RÛH kaynaklı bir cevherdir. Çünkü koku Kur’an-ı Kerîm’de ‘’REYHAN’’ olarak nitelendirilmiştir. REYHAN ve RÛH aynı kökten gelir.

Tanrı, RÛH’unu Âdem’in burnuna üflemiştir. Burun, zâhirde koku alma organıdır ve bâtında da koku hafızası Hakk’a yoculukta en büyük güç ve gayrettir.

Hakk’tan ilham getiren, ilhamını hitap ettiren, Hu’yu anan, Allah’ı kalben  zikr ve tesbih eden her varlık ‘’KUŞ DİLİ’’ nden konuşmakta ve ‘Aleme MİSK-AMBER kokuları saçmaktadır.  

‘’Onların sonları MİSK’tendir. Yarışanlar bunun için yarışsın’’  Mutaffifin sûresi-26


Allah idrakini nasip etsin. AMİN.
YENİDEN DOĞUŞ (REENKARNASYON)

YENİDEN DOĞUŞ BİLGİSİ, İNSANLIK KADAR ESKİDİR.

Örneğin; Dünya üzerinde 70 bin yıllık geçmişe sahip olan ‘’MU’’ dininin esası, ‘’Tanrının TEK oluşuna ve RÛH’sal gelişim için sürekli olarak tekrar doğmak’’ inanışına dayanmaktadır. Bu anlayışla; insan yaratıldığı zaman, maddesel bedeninin geldiği yere, toprağa geri dönmesi takdir olunmuştur. Maddesel bedenin ölümüyle serbest kalan RÛH’un da öte âleme giderek, yeniden bedenlenmek üzere, yeni bir çağrı alana kadar orada beklediğine inanılır. Çünkü; tek bir maddesel yaşamın tüm maddi arzuların üstesinden gelmeye yetmeyecek kadar kısa olduğunu, bu vazifeyi tamamlayana kadar RÛH’un bir çok defa, farklı bedenlerde dünyaya gelmesinin takdir olunduğu inancı hakimdir.

Dünyanın dört bir yanında, birbirlerinden habersiz ve bu yasayı bilmeyen insanların yaşanmış deneyimlerinden bahsedilir. Özellikle ülkemizde de Adana, Mersin, Hatay ve Antakya civarlarında bu deneyimleri yaşayan insan hikayeleri mevcuddur.

Budizm ve Hinduizm dinlerine göre; insan bitki olarak da, hayvan olarak da dünyaya tekrar gelebilir. En son TANRI olarak dünyaya gelerek gelişimini tamamlayacak ve bir daha doğmayacaktır.(Tekâmül için akıl gereklidir. Bitki ve hayvan bundan mahrumdur)

Batı dinlerinde ise, tekamül tamamlanana kadar, her seferinde insan olarak farklı bedenlerde dünyaya geliş inancı vardır. Bu inanç; Hindular, Budistler, Katharlar, Eseniler, Yezidiler, Dürziler,Nusayriler, Anadolu Kızılbaşları, Asyanın Şamanist topluluklarının pek çoğunda ve bazı Kızılderili kabilelerinde de mevcuddur.

Üç büyük din, Müslümanlık, Mûsevilik ve Hristiyanlık RÛH göçünü ve Reenkarnasyonu kabul etmez.

Simurg felsefesi ise; tam da bunu, tekrar doğuşu anlatır.Kuşların göçü, RÛH’ların göçüdür aslında.

Peki Simurg bâtini bilgisi, insan ile nasıl bağdaşlaştırılabilir?

Bir canlı dünyaya geldiği zaman, genlerinde ve DNA’sında bulunan tüm özelliklerle doğar. Her insan, anne ve babasının genetiğini aldığı gibi, onların da atalarına kadar uzanan bir serüvenin de bilgisini beraberinde getirmektedir. Tekrardoğuşu bu şekilde ele alacak olursak, her insan doğduğunda, binlerce yıl öncesinin atalarından getirdiği bilgi ile doğmaktadır. Özünde, cevherinde, DNA iplikçiklerinde ve tüm hücrelerinin atomlarında binlerce yıllık bir eseri de taşımaktadır ve bunu gelecek nesillere aktarmaktadır. Bu bir dönüşümdür, devri âlemdir ve tekrardoğuşun mistik bir gerçeğidir.

Bilgi kaybolmuyor, atom kaybolmuyor, toğrağa girip çürüse de yok olmuyor, yine o topraktan besleniyor. Tek yaratım Âdem’den günümüze kadar çoğalarak gelen her nesil, ilk insanın bilgilerini hücrelerinde ve atomlarında taşıyor. Çünkü kâinat yaratıldığından beri hiçbir atom yok olmadı ve hepsinin yaşı aynı. Kâinat yaratıldığından beri ne varsa, şu an bizim bedenimizde, hücrelerimizdeki atomlarda aynısı mevcud. Var oluştan bu yana, tecrübe edilen her bilgi DNA larımızda kayıt altına alınıyor. Ve bir sonraki nesle miras kalıyor. Kısaca bilgi, bedenlerimizde tekrar tekrar doğuyor. Bu, evrensel tekrardoğuşun mistik ve kuantum felsefesiyle açıklanmış hâlidir.

Bu, hiç ölmeyecek, her daim diri kalacak, evrensel bir yaşamın döngüsüdür. Sonsuzluğun devri âlemidir. Yüce Yaratıcı’ya iman ederken, bir sondan, bir yoktan söz etmek en büyük küfürdür. Yüce Yaradan her daim diri olan kainatı yaratmıştır. Yok olmayan, her daim dönüşen kutsal bir yolculuktur tekrardoğuş. Varlığın mevcudiyetinin sırrıdır. En büyük sır ise döngüdedir, dönüşümdedir.

Her ayrılış, tekrar kavuşmanın da garantisidir aslında. Çünkü, RÛH MADDE’ye kavuşma özlemi çeker. Madde de, her seferinde RÛH’u bekler, yolunu gözler.Her doğum, RÛH’un madde ile olan aşkıdır. Her ölüm ise ÖZ’üne kavuşmadır. Tekrardoğuşlar hiç bitmeyen RÛH’un sonsuzluğudur.
Tekrar doğmak, yeniden bir bedene doğmak mıdır, yoksa bilginin tekrar doğması, tezahürü, ortaya çıkışı mıdır? Rûh başka bedenden diğerine bedenlenmiyor, bilgi yeniden bedenleniyor olarak düşünmek gerek. SİMURG FELSEFESİ, KOLLEKTİF ŞUUR BİLİNCİDİR, ÖLÜMSÜZLÜKTÜR. Bir Tırtılın kelebeğe dönüşümüdür. Bilginin yeryüzüne yeniden doğması, kendinden kendine doğma halidir.

Kuantum felsefesinde, parça bütünün bilgisini taşır. Parçanın başına gelen, bütünün başına gelir. İkisi ayrılmaz bir bütündür. Çünkü, her şey enerjidir. Bir atom, kâinattaki tüm atomlarla ‘’AN’’ zaman içinde bilgi alışverişi yapar. Her şey, her şey ile etkileşir. Bir atomun bildiğini, bütün atomlar bilmektedir ve biz insanlar da dahil tüm evren atomlardan oluşmuştur. En küçük yapı taşı atomdur ve tüm atomların yaşı milyarlarca yıldır.

Simurg felsefesi, rûhun, sonsuz tekrardoğuşlarında âlemden âleme, oradan bütün âlemlere doğru yaptığı mistik bir yolculuktur. Tekrardoğuşun amacı, ‘’BEDENLİYKEN ALLAH’a ULAŞMAKTIR’’

Bunun için, MANA ve MADDE’yi henüz nefes alırken tamamlamak ve bir etmekten başka çıkış yolu yoktur. İşte TEVHİD’in hakikâti de budur.

Simurg ateşler içerisinde tasvir edilir. Çünkü, ateş kutsiyetin sembolüdür. Sufizim’de ateşin arındırıcı olduğu ve ateşe girenin NÛR olacağı inancı vardır. ATEŞ, ŞİDDETLİ NÛR’dur. Temizleyicidir.  (Kevser Yeşiltaş- Kuşların dili)

İslâmiyet bu konuya şöyle açıklık getirir. ‘’O, her an bir oluştadır’’ (Rahman sûresi 29)

Bu ayet; ‘’1.Her an yeni bir yaratmanın 2.Tecellinin tekrarının olmamasının 3. Her an yeni benzerin yaratılmasının’’ bilgisini verir. Buna ‘’Halk-ı Cedid’’ de denilir.

Yaşam, Rahman’ın nefes alıp verme hareketidir. Buna bağlı olarak Allah’ın yarattıkları da onunla beraber nefes alır, verir.

Allah kulunu her nefes öldürmekte ve her an yeni bir nefes ile diriltmektedir. Her nefes, nefsimizin tekâmülü için bir fırsattır. Her nefes, aslında tekrardoğuştur. Her nefes; yeni bir bilgi, yeni bir fırsat ve tekâmül için yeni bir umuttur.


Allah nasip etsin. AMİN.