Basîr; Allah’ın
isimlerinden olup, her şeyi, her durumda, tüm boyutlarıyla, eşsiz ve benzersiz
biçimde, mükemmel bir görüşle görendir.
Allah; karanlık bir gecede, kara bir karıncanın, kapkara bir kaya üzerindeki
ayak izini görendir.
Oysa görme
organı olan ‘’GÖZ’’ün görmesi sınırlıdır. Çok uzağı ve çok yakını
göremez, çok büyük ve çok küçük şeyleri göremez, çok aydınlıkta ve çok
karanlıkta göremez, objenin içini göremez, arkasını göremez.
Allah’ın
Basîr isminin; kalpte tecellîsine ‘’BASîRET’’,
müminde tecellîsine ‘’FERÂSET’’,
eşyada tecellîsine ‘’ŞEHÂDET’’
denir. (Basîret Kalbin gözü, Ferâset
ise o gözün NÛR’udur)
Hz. Peygamber; ‘’Müminin FERÂSET’inden
korkun, çünkü o Allah’ın NÛR’uyla bakar’’ demiştir.
Ulvî âlem, bütün olarak duyu ve şehâdet
âlemini hareket ettiren ve onu etkisi altına alan âlemdir. Bu
Allah’ın hikmetinin bir gereğidir, yoksa kendiliğiyle bunu hak etmiş değildir.
Öyleyse, şehâdet âleminde ortaya çıkan herhangi bir hareket ya da durağanlık ya
da içmek ya da yemek veya susmak gibi bir davranışın kaynağı gayb âlemidir. İrâde,
gayb âleminden kaynaklanır. Hareket vb. şeyler ise, şehâdet âlemindendir.
Gayb âlemi, (kalp gözü anlamındaki) basîret gözüyle
algılanabileceği gibi, şehâdet âlemi de baş gözüyle idrak edilir. Baş gözü, karanlık
ve benzeri engeller ortadan kalkmadıkça şehâdet âlemini idrak edemez. Aynı şey,
basîret gözü için de geçerlidir. Onun perdesi de kirler, arzular, Allah’tan
başkasını düşünmektir. Bütün bunlar; basîret gözüyle, gayb/Melâkut âlemini
idrak arasına perdeye dönüşür.
İnsan; kalp aynasına yönelip onu
zikir ve Kur’an-ı Kerîm okumak gibi davranışlarla parlatırsa, buradan bir NÛR
meydana gelir. Bu NÛR, Allah’ın bütün varlıklarına yayılan ‘’VARLIK NÛR’’u ile birleşirse ferâset sahibi olur ve
bilinmeyenleri keşf eder, âlemin hareket ve sırlarını öğrenir.
Kul FERÂSET özelliği kazandığında, FERÂSET sahibi olduğu
sonucuna varılan bir takım alâmetler taşır. Kul ya DOĞAL, ya da İLÂHİ ferâset
sahibidir.
DOĞAL
FERÂSET SAHİBİ; bir
insanın organlarına veya yapısına bakarak, ahmak ve akıllıyı, zeki ve aptalı,
öfkeli ve öfkesizi, bayağı olanı ve olmayanı, hilekârı ve güveniliri, bozguncu
olanı ve olmayanı tanır. Çünkü; bir kişi, Allah’ın razı olduğu ve olmadığı bir
hareketi yaptığı zaman, söz konusu davranış, kendisinden ortaya çıktığı organda
bir âlâmet bırakır ve bu âlâmeti FERÂSET sahibi bir kişi bilebilir.
İLÂHİ
FERÂSET SAHİBİ İSE; bir
insanın toprakta bıraktığı ayak izinden bedbaht (şaki) veya mutlu (said)
olduğunu, onun yaradılışını ve yaradılışına ilişen özelliklerini bilir. Hatta
‘’bu kişi beyazdır, gözü şaşıdır’’diyebilir. İlâhi Ferâset sahibi, ‘’ALLAH’’
ismine izâfe edilmiştir. Çünkü ‘’ALLAH’’ ismi bütün isimlerin hükümlerini
kendinde toplayandır. Onu, söz gelişi el-Hamid ismine ait saysaydı, bu NÛR
sahibi, özellikle övülen ve mutlu olanı görürdü.
Doğa, dört şeyden ibarettir: ATEŞ
(Esir), HAVA, SU, TOPRAK.
Bu dört unsurun bedendeki karşılığı: SAFRA
(Ateş), KAN (Hava), BALGAM (Su), SEVDA (Toprak)
şeklindedir(dört HILT). Bu karışımlarda ruhâni güçler vardır ve kendilerinden
ortaya çıkan cisimde itidâl (denge) ölçüsünde, ya da itidâle yakın bir ölçüde
bulunursa, itidâlin sağladığı güzel ve beğenilmiş durumları, işlerde orta
hareketleri sağlarlar. İtidâl üzere bulunmazlarsa, saptıkları duruma göre
hareketleri ortaya çıkarırlar. Böylelikle, bu karışımların arasından daha güçlü
ve daha çok olanın otoritesi bedende ortaya çıkar. Buradan bedene hastalık iliştiği
gibi, nefse de kötü ahlâk ilişir.
Beden doktoru,
itidâli gerçekleştirinceye kadar, bu karışımlardan eksik olanı arttırarak ya da
fazla olanı eksilterek hastalıkları iyileştirir. İlâhi doktor ise (ki
Peygamberlerdir), ahlâkı tedavi eder ve nefsani amaçları öğüt, zikir,
tasviye, yüce davranışlar hakkında uyarı gibi hususlarla yönetir ve tedavi
eder. Böylece, düşünen nefs ‘’NEFS-İ NÂTIKA’’ güçlenir. Bu öğüt, sapmış
mizâcı ıslâha yardımcı olduğu gibi, aynı zamanda bedenin doğasını ve onda
bozulmuş olanı düzelten doktora da yardım eder. Bu nedenle bazı doktorlar, belli
hastalıklar için güzel sesler dinlemeyi, türlü çiçeklere sahip güzel yerlere
gitmeyi, çağlayanları görmeyi, bülbül ve benzeri kuşların seslerini dinlemeyi
salık verir. Bütün bunlar, doktora yardım etmek üzere, mizacın düzelmesine yol
açan ruhâni tedavilerdir. Seslerle tedavi edilmeyen hastalıklar da vardır. Bu
hastalıklar, zikrettiğimiz şeylerin zıddıyla düzeltilir. Bütün bunlar, güçlü ve
baskın karışım ile onun karşılığında eksik ve zayıf karışıma göre yapılan
tedavilerdir.
Hastalıkların bir kısmı, mizaç ve ahlâkın yapısında aslî
olarak bulunur. Örn: gözlerin çok patlak veya içe batık olması, çok ince veya
çok kalın burun, aşırı beyazlık veya aşırı siyahlık, saçların aşırı düz veya
aşırı kıvırcık olması, gözlerin aşırı mavi veya sürmeli olması gibi. Bunlar
itidalden saparak, iki uçtan birine varmıştır. İnsanın ahlâkı, bu organların kendinde bulunduğu itidâl ve sapmaya
göre belirlenir.
İlâhi doktor (Peygamber, Vâris veya Hakîm) gelir, kendisine
boyun eğen bu yaradılışın ihtiyacını bilir. Onu terbiye etmek ve mutluluğu
için çalışmak amacıyla gemini ele geçirir. Doktor, sapma söz konusu ise,
yaradılışının gerektirdiği yönün tersine yöneltir. İlâhi Doktor, tedaviyi
sapmanın nerelerde kullanılacağını göstererek yapar, insan için yeni bir
yaradılış meydana getirmez.
Güzel ahlâka gelirsek, yaradılışı itidâlde olan insan,
bunlarda kendisini yönlendirecek birine muhtaç değildir. Çünkü onun
yaradılışının mizâcı ve itidâli, kendisine sadece güzel ahlâkı verir.
Ferâset sahibi kimsenin kontrolündeki kişi; itidâlden sapmış
ise, seyr-i sülukunda mücâdele ve riyâzat yolunu takip eder. İtidâl halinde
ise, sülukunda gönlü hoş ve haz alan, sevinen, mutlu birisi haline gelir.
Başkasına güç veren işler, ona kolaylaşır. Böyle bir insanın nefsi arınır,
temiz âleme katıldığında, ilâhi göz ile bakar, ilâhi kulak ile duyar, onun
gücüyle hareket eder. İşlerin nereden gelip nereye gittiğini, kendisinden neyin
çıktığını ve nereye vardığını görür. ‘’imân ferâseti’’ budur ve söz
konusu ferâset, Allah nezdinde verilen bir şeydir.
Âlemdeki sapma ve itidâlin esası veya bileşiklerde bazı
unsurların, başka unsurlara baskın gelmesinin nedeni, ‘’İLÂHİ BİLGİ’’nin
etkileridir. Bu bilgiden hareketle Allah, dilediğine merhamet eder, dilediğini
bağışlar, dilediğine azap eder, râzı olur ve öfkelenir.
Allah, bütün hareket ve eylemlerinin düzgün olması için
yaradılışı mûtedil bir insan yaratmak istediğinde öncelikle, anne ve babaya
mizacını düzeltici şeyleri yemeyi nasip eder. Allah mutlu bir yıldız ile
feleklerin hareketini ona göre belirler. Bu durumda yaradılış, en mûtedil şekilde
ortaya çıkar ve var olur. Böyle biri, ne uzundur ne kısa. Etinin yumuşaklığı,
katılık ve incelik arasındadır. Rengi sarı ve kızıla çalacak şekilde beyazdır.
Saçının uzunluğu dengelidir. Ne dümdüzdür, ne de bütünüyle kıvırcıktır. Saçında
kızıllık vardır. Yüzü geniştir. Gözleri koyuluğa ve siyahlığa yatkındır. Baş
kemikleri dengelidir. Omuzları paralel, boğazı ölçülüdür. Baldırında ve belinde
et yoktur. Sesi kısık ve durudur. Ne kabarık ne de incedir. Parmakları ince ve
uzundur. Avucu açıktır (cömert). İhtiyaç dışında pek az konuşur. Bakışında
rahatlık ve sevinç vardır. Mala tamahkâr değildir. Muhatabının üzerinde
tahakküm kurmak ve başkanlık etmek talebi yoktur. Aceleci olmadığı gibi yavaş
da değildir. Hakîmlerin söylediğine göre, yaradılışı en mûtedil ve sağlam kişi
budur. Efendimiz ‘’Hz. Muhammed ‘’de
bu yaradılışta yaradılmıştır. Böylelikle O, zâhir ve bâtında, bütün yönlerden
insanların en kâmili olmuştur.
Bazen, rahimde bir mizaç bozukluğu gerçekleşmiş olabilir.
Böyle bir bozukluğun insanın rahimdeki oluşumu esnasında herhangi bir organa,
ya da organların çoğuna ya da bir kısmına etki etmesi kaçınılmazdır. Bu etki, o
esnada söz konusu organ için maddenin oluşturduğu nutfedeki çekici güce göre
gerçekleşir. Bu durumda etki, ya yapının bütününde ya da bazı organlarda
gözükür. Örn: Kişinin alnı geniş, çenesi dar, sakalı seyrek, yanakları etli ve
saçı çok ise, ferâset sahibi hakîmler, ‘’bu nitelikteki birisinden öldürücü
yılandan kaçar gibi kaçmak gerekir’’ demişlerdir. Saçın sertliği, cesarete ve dimağın
doğruluğuna, yumuşaklığı ise korkaklık ve zekâ azlığına işaret eder. Karında ve
göğüste kılların çokluğu, insanın doğasının vahşiliğine, anlayışının azlığına
ve zûlmü sevmesine işaret eder. Kumrallık korkaklık ve öfkeye, saçın siyahlığı,
akıldaki aşırı durağanlığa, yavaşlığa ve adâleti sevmeye işaret eder. Bunların
arasındaki saç rengi ise itidâle işarettir.
Kırışık bulunmayan geniş alın, düşmanlığa ve kendini
beğenmişliğe işaretken, genişlik ve darlık bakımından orta seviyede olan ve
kırışıklık bulunan alın sahibi, doğru sözlü, sevecen, anlayışlı, bilgili,
uyanık ve uzmandır. Kulakları büyük kişi bilgisizdir, küçük kişi ise ahmaktır.
Kaş çokluğu, merâmını anlatamamak ve zayıf konuşmaya, kaşları şakaklarına doğru
uzamış olan ise şaşkın ve kendini beğenmişliğe delâlettir. Büyük ve patlak
gözlü hasetçi, gözlerinin çevresinde sarı noktalar bulunan kimse ise en
şerlisidir. Burnu ince kimse pervasız, burnu büyük olan kimse cesurdur. Burnu
kabarık olan öfkelidir. En itidalli burun belli bir ölçüde uzun olandır.
Dudakları kalın olan ahmak, orta kalınlıkta olan dengelidir. Yüzü zayıf ve uzun
olan arsız, şişkin olan öfkelidir. Yüksek ses cesarete, hızlı ve ince konuşmak
bilgisizliğe işarettir. Avuçları dizine kadar değen, kolları uzun kimse cesaretli,
cömert ve soyludur. Kolları kısa olan korkak ve kötülüğü sevendir.
Omuzların genişliği, eziyete tahammül etmeye, boynun
aşırı uzunluğu tecessüs etmek gibi gereksiz işlerle ilgilenmeye, kısalığı ise
öğrenilmesi gereken işlerde ihmalkârlığa işarettir. Boynun katılığı,
bilgisizlik ve oburluğa, sertlik ve uzunluktaki itidali akla, tedbire ve samimi
dostluğa, güvenilirliğe delildir. Çok hareketlilik, hilekârlığa, kendini
beğenmeye ve düşüncesizliğe kanıttır. Aşırı beyazlık, insanın bakışını büsbütün
nûr âlemine vermesi, aşırı siyahlık ise şehvet ve doğa âlemine bırakmasıdır.
Uzunluk ve kısalık, insanın iki âlemden birisindeki bakışının süresine işâret
eder. Bu süre uzarsa uzunluk, kısalırsa kısalık diye ifade edilir. Süre,
ihtiyaç ölçüsünde olmalıdır.
Kendisine baktığında yüzü kızaran ve utanan, hatta bazen
gözleri dolan veya istemi dışında tebessüm eden kimse, seni seven, sana
muhabbet besleyen ve içinde sana karşı saygı bulunan kişidir. Az konuşmak ve
gülmek, insanın hikmet yerlerini gözetmesi demektir. Böylece ihtiyaç ölçüsünde
konuşur ve güler.
Bunlar, doğa bilginlerinden, tecrübe sahibi hakîmlerin
sözlerinden aktardığımız (hikemi feraset ile ilgili) hususlardır. Bu nitelikler
çoğalır ve azalır, fakat galibe aittir. Bazen bir şahısta eşitlenirler.
Kısaca, riyazet ve bilginin kullanımı, zikredilen her bir
kötü niteliği ortadan kaldırmada etkindir. Kim bunu tecrübe ederse,
söylediğimizin doğruluğunu görecektir. Çünkü adet beşinci doğadır (DENGE) ve
onun aslî doğada etkisi vardır. Bütün bunlar tecrübe edilmiştir.
İnsan şeriate göre üç kişiden biridir:
Birinci, ya katıksız bir BÂTINİ’dir. Bu kişi bize göre hal ve fiil
bakımından TEVHİD’i soyutlamayı kabul eden kişidir. Bu durum, BÂTINİ’de olduğu
gibi, şeriat hükümlerini işlevsizleştirmeye ve ŞÂRİ’nin amacından sapmaya yol
açar. Herhangi bir dini ilkenin yıkılmasına yol açan her davranış, bütün
müminlere göre, kesin bir dille kınanmıştır. İkinci şık olarak, insan
kendini büsbütün bırakmış katıksız bir ZÂHİRÎ olabilir. Bu tavır onu (TANRI’yı)
cisimleştirmeye ve (yaratıklara) TEŞBİH’e sevk eder. Böyle bir insan, tıpkı
BÂTINÎ gibi, din tarafından kınanır. Üçüncü
olarak insan, dildeki anlayışa göre, şeriatle paralel yürür. Öyle ki;
ŞÂRİ’nin yürüdüğü yerde yürür, durduğu yerde durur, ayak be ayak O’nu takip
eder. İşte bu ‘’ORTA’’ haldir (Denge). Allah’ın onu sevmesi de bu sayede
gerçekleşir.
Hz. Peygamber; ‘’Bana
uyun ki, Allah sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın’’ demiştir.(A’li
İmrân-31)
O halde ŞÂRİ’ye uymak ve izini takip etmek, Allah’ın
kullarını sevmesini sağladığı gibi, mutluluk da böyle gerçekleşir. İşte bu iki
sûretin ‘’ilâhi ve beşerî sûret’’
in karşılıklı olmasının tarzıdır.
İbn. Arabi Hz. Fütühat-ı Mekkiye/7
Syf. 369-384
BİLGİ:
DENGE; İtidâl -
Orta yol - Sırat-ı Müstakim – Kendi hakîkatine bağlanmak.
Ahlâkın
bozulması; Dengeden
uzaklaşmak, itidâlden sapmak, iki uçtan birine yönelmek.
İki yol
arasında ‘’BERZAH’’ olan kimse, her iki yolu birden gözleyebilir. İkisinden
birine yönelen ise, diğerinden habersizdir.
Konuşmanın;
itidâli ‘’HİKMET’’, Aşırılığı ‘’TAŞKINLIK’’, Azlığı ‘’BÖNLÜK-AKILSIZLIK’’
Öfkenin; itidâli ‘’ŞECAAT-CESARET’’,
Aşırılığı ‘’ÖFKE PATLAMASI’’, Azlığı ‘’KORKAKLIK’’
Şehvet; itidâli ‘’İFFET’’, Aşırılığı ‘’SAPIKLIK-FUHUŞ’’,
Azlığı ‘’HADIMLIK-DONUKLUK’’
Ne hava, ne
de toprak ol. Su gibi ol. Su orta yoldur. Allah evreni Su’dan yaratmıştır.
İnsan-ı Kâmil’de Su’dur.
Hizmette, Merhamette, Temizlikte,
Sevgide, Maddiyatta-Mâneviyatta DENGE.