17 Aralık 2018 Pazartesi


İLİM

‘’Alime’’ fiilinin mastarı olup sözlükte bilmek anlamına gelen ‘’bilgi’’ ve ‘’bilim’’ anlamında kullanılır. Bir şeyi gerçek yönüyle kavramak, gerçekle örtüşen kesin inanç, nesneyi olduğu gibi bilmek,  nesnedeki gizliliğin ortadan kalkması demektir. İslâm’da BİLGİ; ’’Ruhun, eşyanın ya da eşyaya dair bilginin hakikatine ermesi’’, tevil ve tefsir gibi Kur’an tarafından otorite olarak yapılandırılmış yorumlama metotlarının sonucunda ortaya çıkan anlam olarak tarif edilmiştir. Bilgi, eşyanın yaratılış düzeyindeki hakiki yerini bilmeye işaret eder. Bu da insanı vücut ve varoluş düzeninde Tanrı’nın hakiki yerini anlamaya götürür.(el-Attas)

 İlim kendi içinde kadîm ve hadîs  diye ikiye ayrılır. Kadîm; Allah’ın Zâtıyla kâim olup kulların bilgisiyle benzerlik taşımayandır. Hadîs ise; sonradan var olan ve yaratılan bilgidir. Allah ‘’her ilim sahibinin üzerinde bir bilgin vardır’’ (Yusuf-76) diyerek ilim yolunda mütevâzi ve ihtiyatlı olunması gerektiğini öğütler. ‘’Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu’’   (Zümer-9) diyerek de bilginin insanı yücelttiğine işaret eder. İlim kelimesi ilk asırlardan beri zâhiri değil, bâtıni yani kalbî bilgi olarak kabul edilir. Tüsterî Hz; ‘’İlim, Allah’ın kalbe yerleştirdiği bir nurdur’’ der. Ayrıca ilim, Peygamber’den aktarılan bilgi olarak da kullanılır. Buna göre de, İslâmî eğitimin temelini oluşturan bilginin tamamı Tanrı’dan gelir. İlim, insan ile hayvanı birbirinden ayıran en önemli temyizdir. Dünya malından kurtuluş da ilme bağlıdır. 

İlim, hadiseleri tahlil ve izah etmektir. Maddeyi anlayabilmek için manevî bilgiye ihtiyaç vardır. Parça ve bütün mahiyetçe aynıdır. İlim akılla değil, kalple idrak edilir. Gönül bilgisinin kitabı yoktur.  Yüksek bilgiler kitaplarda bulunmaz, insan onu ancak kalp hazinesinden ince bir tefekkürle çıkarır. Bunun mektebi yoktur. Hak tarafından ihsan olunur. Gerçek ilim insanı Hikmet’e ulaştırır. Hikmet kulun Hak’la söylemesi, Hak için iş görmesi ve Hakk’ı istemesidir. Hikmet, ilmin tamamıdır. İlim kalbi keşifle bulunan ilâhi hakikattir. Hz. Peygamber; ‘’Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır’’ buyurarak, ilim şehrine mürşitlik makamını temsil eden Ali kapısından girileceğini söyler. Hz. Ali de ‘’ilim bir noktadır, onu cahiller çoğaltmıştır’’ demiştir. Aynı zamanda da ‘’Ben B’nin altındaki noktayım’’ diyerek Kâmil insanı anlatan berzahın bir noktadan zuhur ettiğini, zira noktada hem her şeyin hem de hiçbir şeyin olmadığını anlatır. İlmin hakikati Kur’an’da, Kur’an’ın hakikati Fâtiha’da, Fâtiha’nın hakikati Besmele’de, Besmele’nin hakikatinin de B’nin altındaki noktadadır. Buradan anlaşılıyor ki ilim Kur’an’ın içinde gizlenmiştir ve nokta makamındaki Peygamber ve veliler onu yorumlayarak kapasitemiz ölçüsünde kalplerimize nakşeder ve bunu da insanı birliğe davet ederek yaparlar.

İlim nefsini bilmektir. Nefsini bilince de insan Allah’ını bilir. Koca Yunus’un dediği gibi; ‘’İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir, sen kendini bilmezsen, bu nasıl okumaktır’’ İlmin neticesi olan Mârifet ise, şükretmek, sabretmek ve razı olmaktır. Bu da amel kısmıdır. Dünyaya gelmekten maksat bu iki mânâyı, İLİM ve AMEL’i elde etmek ve her şeyin tasarrufunun Hakk’ta olduğunu idrak etmektir.

* İlim iki türdür. Birinci ilme yemeğe ihtiyacımız olduğu kadar muhtacız. Dolayısıyla itidalli olmak ve ihtiyaçtan öteye gitmemek gerekir. Bu şeriatın hükümlerinin ilmidir. İkinci ilim insanı durma noktasına getirmeyen sınırsız ilimdir. Allah’a ve kıyamet meydanlarına mahsustur. Bu meydan ve mertebeler, öldükten sonra âlemlerde insan oluşumunun hiç sonu olmayan yurtlarıdır. Bu dünyada delâlet ettikleri Hakk yolundaki makamlardır. Birinci ilim naklî, diğeri aklî ilimdir. Naklî ilim, edinimi tamamıyla başkalarından duyulan bilgiye dayanır. Aklî ilmin edinimi de insanın kendi içindeki keşfe dayanır. Naklî ilim lisan, dilbilgisi, kutsal metinler ve çevreden aldığımız tüm bilgi ve öğrenimi içerir. Aklî ilim ise matematik ve metafizik gibi alanları kapsar. Bunlar naklî ilim tabanlı olsalar da insanın içindeki hakikati keşfetmeden anlaşılamaz. Akıllı insan kendi özünü kemâle erdirecek ve kendi nereye giderse kendisiyle birlikte intikal edecek ilim dışında hiçbir ilmi aramaz. Bu da ilm-i ledün dan başka ilim değildir. Mesela tıp ilmine sadece hastalıklar dünyasında ihtiyaç vardır. Hiçbir hastalığın olmadığı bir âleme nakledildiğinde bu ilim ne işe yarar ki. Ruh, serbest olarak hareket eder ve yanına hiçbir şey almaz.

Allah kendini tüm yaratılışta açığa çıkarır ve bunu iki temel şekilde yapar. Birincisi, bilinmezliğini ortaya koyar ve böylece O’nu bilemeyeceğimizi biliriz(tenzih). İkincisi, kendini kutsal kitaplarla, evrenle ve insan ruhuyla açığa çıkarır(teşbih). Böylece insan O’nu sadece kendi anlayış kapasitesinin ölçüsünde bilebilir. Allah'ın bilinmezliğini idrak eden farkındalık şekline ‘’akıl’’, Allah’ın kendini açığa çıkarışını yakalayan anlayışa ‘’hayal’’ denir. Tamamıyla idrak edilen hayal de ‘’keşif’’tir. Keşif, talibin ilâhi hakikatin kendini açığa çıkardığı görüntüleri fark etmesini sağlar ve görüntüler bütünüyle evreni, tüm zaman ve mekânı ve tüm boyutlarıyla birlikte mânevi ve maddi dünyayı da kucaklar.

Akıl, kendi başına bırakılırsa Allah’ı dünyadan soyutlar ve kendini ondan mahrum bırakır. Hayal ise, bunun aksine, Allah’ı tüm yaratılmış âlemde algılayabilme kabiliyetine sahiptir. Akıl Allah’ı dünyada yok sayar(tenzih), ama hayal ve keşif onu görür(teşbih). Allah’ı anlamak, bu iki yol arasındaki dengenin korunması ile mümkündür. Akıl ve hayal/keşif, kalbin iki gözüdür. Eğer Allah’ı, dünyayı ve kendimizi bu iki gözle anlamayı başaramazsak, hiçbir şeyi hakikatiyle göremeyiz. Kalbin çarpışı bir gözden diğerine geçişi sembolize eder.* (William Chıttıck)

El-Attas’ın ifadesiyle; Bilgi sınırsızdır, çünkü bilginin objelerinin sınırı yoktur. Hakiki bilgiyi elde etmek için çabalamaya bir son olmadığı gibi, bulunduğunda da onu incelemenin bir sonu yoktur. O halde bir başlangıcı ve sonu olmayan zaman diliminde onu elde etmek imkansızdır. Allah’ı kimse Allah gibi bilemez. Allah’tan başkası gerçeğin doğasını yeterince kavrayamaz, çünkü gerçek sadece Allah’ın sonsuz hakikatinin açığa çıkmasıdır. İnsanoğlu ilâhi yardım olmadan hakkıyla bilemez.

Hz. Peygamber(s.a.v.) İLİM ile ilgili şöyle bir temsilde bulunur; ‘’Allah’ın benimle göndermiş olduğu HİDÂYET ve İLİM, yeryüzüne yağan yağmura benzer. Şöyle ki, yağmurun yağdığı yerin bir kısmı verimli bir topraktır, o suyu emer ve bitki, çimen bitirir. Bir kısmı ise üzerinde hiçbir şey bitmeyen çorak bir yerdir, suyu emmeyip üzerinde tutar. Fakat Allah orada biriken sudan insanları faydalandırır. O sudan içerler, hayvanlarını sular ve ziraatlarını yaparlar. Lakin yağmurun yağdığı bir kısım yer daha vardır ki, orada bir bitki bitmediği gibi su da tutmaz. İşte bu verdiğim misal, Allah’ın benimle gönderdiği HİDÂYET ve İLİM kendisine fayda veren, onu hem öğrenen hem öğreten kimseler ile, buna kulak vermeyen, benimle gönderileni kabul etmeyen kimselerin misalidir’’

Yine demiştir ki; ‘’Bizden bir şey gören, işiten, onu aynen gördüğü ve işittiği gibi başkalarına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ağartsın. Kendisine bilgi ulaştırılan nice insan vardır ki o bilgiyi, bizzat işiten kimseden daha iyi anlar ve korur.’’ Elden ele ve gönülden gönüle nakledilen ilim.

İlmi elde etmenin birinci gayesi onu arzulamak, yani ‘’talip’’ olmak, sonra bir ‘’yol’’ izlemek ve en sonunda Allah nasip ederse ‘’Vuslat’’a ermektir.  Kim bu ilmi elde etmek arzusuyla bir yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır. ‘’

De ki; Rabbim ilmimi arttır.’’ (Tâ-Hâ ûresi,114)  Amin. Sadakallâhül Azim.

4 Aralık 2018 Salı


KALP

Kalp kelimesi bir fiil olarak dalgalanmak(halden hale geçmek) ve değişmek anlamına gelmektedir. Çünkü kalp; nefis ve rûh arasında tutulu kalmıştır. Nefis bedensel arzulara gömülmüş, rûh ise kaynağı olan ilâhi nefese yönelmekte, dolayısıyla da ikisi arasında bir ileri, bir geri çekilmektedir. Rûh nûrani ve semâvi, nefis ise toprağa ait süfli ve karanlıktır. Böyle olunca kalp halden hale girer ve hayrete düşer. Rûhun sıfatı muvâfakat, nefsin sıfatı muhâlefettir.

Kalp rûhtan letâfet, topraktan da vakarı aldı. Her ikisi tarafından da yüceltildi ve sonra gaybın nazargâhı oldu. O ne sâdece rûh, ne de sâdece cismâni bir kalıptır. Bilakis onların her ikisidir (Berzah). Rûh bir iş görür, nefis başka bir iş. Kalp ise her ikisinin arasında bir dama taşının üzerinde gidip gelen bir mahkum gibidir. Rûhani tarafa meylederse rûhun işleri zuhûr eder, cismâni tarafa meylederse bedenin işleri ortaya çıkar.  Hz. Peygamber(s.a.v.)bu durumla ilgili olarak şöyle der; ‘’Kalbin misâli çöldeki bir tüy gibidir, rüzgarlar onun içini dışına çevirir’’  ‘’Âdem oğlunun kalbi Rahmân’ın iki parmağı arasındadır’’

Kalp Allah ile insan arasındaki samîmî irtibâtın yeridir. Allah kalbe nazar eder, kalp de Allah’a. ‘’Allah ne sizin bedenlerinize, ne de suretlerinize bakar, fakat O sizin kalplerinize bakar’’.  İnsanı insan yapan kalptir. Kalp Allah’ı sevmek için yaratılmıştır. Eğer Allah sevgisi diye bir şey olmasaydı, kalp diye bir şey olmazdı. Kalpler Allah’ın yeryüzündeki kaplarıdır. Bunun için kalbin arındırılması gerekir ve onu arındırmak da, Allah’tan başka her şeyden boşaltılmasıyla mümkündür.

Allah’ın her şeyi kalp uğruna yarattığı söylenebilir. O’nun gökleri ve yeri yaratmasındaki hikmet, bir kalp var etmek içindir. O, bu dünyayı bilsinler diye, cenneti de görsünler diye yarattı. Sonra cenneti dostlarla, dostları kalple, kalbi de kendisiyle süsleyip bezedi. ’’Ne gökler ne de yer beni kuşatır, fakat MÜMİN kulumun kalbine sığarım’’

Kur’ân, kalbi farkındalığın ve kendiliğin merkezi olarak gösterirken, aklın yerini de beyne değil kalbe yerleştirir. Kalp aklın ve tanımanın mahallidir, dolayısıyla insan mikro kozmosunda kral ve komutan rolünü oynar. ‘’Vücutta bir et parçası vardır ki, o sağlamsa bütün vücut sağlam olur, o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin, o kalptir.’’

 Sem’âni; bedenin içine üflenen RÛH ile, Allah’ın iki parmağı arasında halden hâle giren KALP arasındaki farkı şöyle anlatılır.  RÛH lütfun yakınlığı içinde sabit kalırken, KALP rahmet ve kahrın zıt kuvvetlerine tutulan tüm yaratılmış şeylerin değişim ve dönüşüm özelliklerine yenik düşer. Kalp, halden hale girmesinden dolayı kalp ismini almıştır. Kalbin sıfatı durup dinlenmemektir. Peki sürekli halden hale dönmesi nedendir? Çünkü kahrın hükmünün mührü onun üzerine vurulmuştur. Yabâni bir taya kızgın bir damga vurup da onun sakin durmasını beklemek imkansızdır.  Rûhlar sükûnet içindedir, fakat kalplerin sıfatı harekettir. Allah rûhlara zincir vurdu ki sabit dursunlar, kalpleri çözdü ki, hareket etsinler. Kasap koyunu yatırıp iki ön ayağıyla bir arka ayağını bağlar, bir ayağını serbest bırakır. ‘’Dördünü de bağlarsam zulüm olur’’ der. ‘’Gırtlağına bıçağı çekip de koyunu hareketten alıkoymak büyük günah olur çünkü, hareketsiz kalınca bıçağın acısını hisseder, azıcık hareket ettirince bir şey kaybetmezsin’’. Üç bacağı bağlamak kasabın azabı, bir ayağı serbest bırakmak ise lütfudur. Gazap içinde lütuf, lütuf içinde gazap. Ne önceki sonrakini, ne sonraki öncekini hükümsüz kılar.

Beden rûh ile bir araya gelince, bu ikisinin arasında saflığın merkezi denilen kalp ortaya çıktı. Başka hiçbir mahlûkun kalbi yoktur. Kalp, bir köpeğin önüne atsan dönüp de bakmayacağı, onu doyurmayacak bir et parçasından ibâret değildir. Bu et parçası, kavrayış ve zanların edeplenmesi için zâhiri bir hedeftir. ANCAK KALBİN MÂNÂSI BUNDAN BERİDİR.

İNSAN(Mikro kozmos) her şeyi kuşatan bir şehir ve bütün mânâların kabıdır. ÂLEM (Makro kozmos) da, insanda var olanın açılımından ibarettir. Mikro kozmos(İnsan), Makro kozmos(Âlem) ile aynıdır. 

İnsan kalbinin görünür âlemdeki karşılığı KÂBE’dir. KÂBE, 7. SEMÂ’DA YANİ MELÂKUT ÂLEMİNDEKİ BEYT-İ MA’MÛR’un (ARŞ’ın) İZDÜŞÜMÜDÜR. ARŞ; HAKK’IN AYNASI, TÜM HAKÎKATLERİ İÇİNE ALAN  İNSAN-I KÂMİL’İN KALBİDİR. O halde ARŞ’ın gölgesi KÂBE, KÂBE’nin insan vücudundaki karşılığı da KALP’tir.

Melekler ARŞ’ı, Hacılar KÂBE’yi tavaf eder. ‘’Rahman arşa istiva etti’’( Tâ-Hâ sûresi,5) Yani, Allah İnsan-ı Kâmil’in kalbini kuşattı, oraya yerleşti demektir.

İnsan ile âlem arasında sürekli bir etkileşim vardır. İnsan ve âlem benzerliğinin örnekleri saymakla bitmez; O bâzen aslan gibi cesur, bâzen tavşan gibi ürkek, bâzen bir köpek gibi cimri, bâzen bir kaplan gibi vahşi, bâzen bir güvercin gibi uysal, bâzen bir tilki gibi entrikacı, bâzen bir koyun gibi budala, bâzen bir ceylan gibi telaşlı, bâzen ayı gibi hantal, bâzen fil gibi heybetli, bâzen bir deve gibi önde giden, bâzen bir tavus kuşu gibi çalımlı, bâzen bir muhabbet kuşu gibi uğurlu, bâzen bir baykuş gibi uğursuz, bâzen bülbül gibi konuşkan, bâzen bir kurt gibi değişken, bâzen bir domuz gibi hırslı, bâzen bir devekuşu gibi azgın, bâzen bir arı gibi faydalı, bâzen bir fare gibi zararlı, bâzen de bir ankâ gibi mübârektir. (Wıllıam C. Chıttıck/ İlâhi Aşk)

‘’İnsanlara ufuklarda(afakta) ve kendi nefislerinde(enfüste) âyetlerimizi(işâretlerimizi)  göstereceğiz ki onun(Kur’an’ın) Hakk olduğu onlar için anlaşılsın’’ (Fussilet-53)

 ‘’Her maddi varlık bir maneviyatı işaret için vücut bulmuştur’’(Ken’an Rıfâî Hazretleri) Zâhir/zuhûr olmadan bâtın anlaşılamaz. Tüm kâinat/madde aslında bize bir mânâyı anlatır.

Yunus Emre demiştir ki; ’’Benim adım dertli dolap, suyum akar yalap yalap, Böyle eylemiş Çalap, derdim vardır inilerim.’’ Dönme dolap Mürşid’dir. Derinlerden aldığı ilim suyu ile bizlerin vücut toprağını sular. Dolabı döndüren merkep dünya ehlidir. Gözleri bağlıdır ve hiç durmadan dünya çarkını çevirir. ‘’Ahmaklar olmasa dünya harap olurmuş’’

Kâbe kalp’tir. Kabe’yi tavaf, kendindeki hakikatin/isminin ortaya çıkarılması ve duyularının onun etrafında dönmesidir. Bunun için Mikat’ta  niyet edilir, ihram giyilerek Allah’ın yasaklarına uyulur. Kıblenin Mescid-i Aksa'da  Mescid-i Haram’a dönmesi, müridin mürşid’den, Kalp makamına dönmesidir. Çokluktan birliğe, Halk’tan Hakk’a dönüş. Annenin çocuğunu sütten kesmesi gibi.

Hz. İSÂ; Veled-i Kalp’tir. Kalbin çocuğu, beklenen Mehdî’dir. Meryem susar, Îsâ konuşur. Nefs susar, Rûh konuşur. Nûh’un gemisi; babaların zürriyetinden(ilâhi âlemden) bir tufan ile atılan nesillerin, anaların rahimlerinden mecaz Nûh’un gemisi ile CÛDİ yani VÜ-CÛD dağına oturmasıdır.

Fırın, Tenûr İnsan-ı Kâmildir. Onlar yanmaya elverişli olanları yakar. Nûh tufanında sular TE-NÛR dan fışkırmıştır. İnanmayanlar ilim suyunda boğulmuştur.

Firavunun boğulması, Mûsâ’nın emmâre makamındaki nefsinin yok olmasıdır. Nitekim Firavûn son nefesinde Müslüman olmuştur.

Zûlkarney, iki boynuzlu demektir. Zûlkarney’in orduları sürekli doğu ve batıya seferler yapar. Zûlkarneyn kalptir. Kalbin nefs ve rûh arasında halden hale girişi anlatılır. Yecüc ve Mecüc, nefsin olumsuz sıfatlarıdır. Kalp ile bu sıfatlar arasına çekilen set de ilim ve iyi niyetlerdir.

Hıdırellez, Hızır ile İlyas’ın yeryüzünde buluşması demektir. Bir insanın vücut memleketinde Bast ve Kabz, Cemâl ve Celâl birleşirse kişi Kemâle erer, baharı yaşar. Bahar yenilenme, yeni tohumların ekilmesine elverişli hale gelmedir.

 ‘’O saat(kıyamet saati) yaklaştı ve Ay yarıldı’’ (Kamer-1). Kalp Ay’dır. Kalbin biri rûha, biri nefse bakan iki yüzü vardır. Kalp, rûhun nûrunun kendisine tesir etmesiyle döner ve güneşi de kendisinin battığı yerde zuhur eder. Yani, Hz. Muhammed’in zuhûruyla Kalp(Ay) infilak edip açılır.

Bukalemun Mürşid’dir;  Her inancın rengine boyanır. Hiç birini reddetmez. Dalgıç mürşid’dir. Bizim derin sularımızdan hakikat incisini çıkarır. Bahçıvan Mürşid’dir. Gönül bahçemizdeki zararlı otları temizler. Onun yerine faydalı ve gerekli tohumlar eker. Kuru dallarımızı budar. Bahçemizdeki acı zerdaliyi tatlı şeftali ile aşılar (Muhammedi aşı).

Yağmur suyu vasıtasız/ Ledün ilmidir. Semâdan gelir, tertemiz ve saftır. Bizim vücut toprağımıza girdikten sonra farklı tatlar alır. Yer suları ise Vâsıtalı ilimdir. Mürşid, kitap bu kategoriye girer. Şahin de avcı yani Mürşid’dir. İstidat sahiplerini avlar ve sahibinin, Allah’ın önüne koyar.

Kibrit-i Amber(kırmızı kibrit); Mürşid’dir. İksir gibi nazarıyla, insanı kötülükten iyiliğe, küfürden Îman’a çevirebilen ulu veli.  Simyacı da mürşid’dir. Bütün madenlerin aslı altındır. Ancak vücut çamuruna girince kirlenmiş ve lekelenmiştir. Simyacı, bakırı- gümüşü altına çevirir.

İpekböceği; insanı anlatır. 7 evreden geçer. Nefs mertebeleri gibi. Koza dünyadır. Kozasını delen özgürleşir, delemeyen sadece ipek yapar yani dünya için çalışmış olur. Özgürleşen kelebek olur. Erkek dişiyi döller ölür, dişi yumurtasını bırakır ölür. Dut yaprağı ile beslenir. Dut sadece ipek böceği için yaratılmıştır. Dut yemiş bülbül gibi denir. Bülbül dut yedimi susarmış. DUT, TEVHİD’dir. Tevhide eren, susar. Zemzem, alçak sesle konuşmaktır. Marifet ilmidir. Marifete eren de, susar.

Cemre; Kâbe de şeytan taşlanan mekânlardır. Ayrıca doğada da Şubat ayında birer hafta arayla havaya, suya ve toprağa cemreler düşer. Cemre ateştir. Soğukların gidip havaların ısınmasını/baharı  simgeler.

Zümrütü Anka, Kaf dağının etrafında döndüğüne inanılan efsanevi bir kuştur.  İnsan-ı Kâmil’in Hakikâti Muhammedî etrafında dönüşünü simgeler.

Cami toplanma yeridir, Minare mürşid’dir. Davet eder ve her nefis mertebesinden hitap eder.

Tuz Peygamber yatağı, Mûhammedî hakikattir. Tuz her şeyi temizler. Ölüsü tuzlaya düşen pak olur.
Aşk sarmaşık kökünden gelir. Sarmaşık hangi ağaca dolanırsa oranın özsuyu ile beslenir.

İsrâ, gece yolculuğudur. Karanlık, Tevhid’dir. Karanlıkta zıtlıklar kaybolur. Miraç gece yaşanmıştır.

Aşûre; birbirine zıt kırk çeşit malzemenin bir araya gelmesi ile oluşturulan bir tattır. Tevhidin ağız tadına yansımasını simgeler. Kerbelâ vakıası, Rûh ile Nefs mücadelesidir.

Gül ve bülbül. Maşuk ve aşık. Hz. Peygamber hem gül hem bülbüldür. Hem aşık, hem aşık olunandır. Aslında ‘’Biz sevdik aşık olduk, sevildik mâşuk olduk. Aşık da, maşuk de, Aşk da biziz.’’ Yunus Emre. Peygamber dışındaki AKIL, AKIL içindeki Peygamber’dir.

 Pandomim; MİM sanatıdır. Sözsüz anlatım. MİM Hz. Peygamber’i simgeler. İnsan mertebesi. Ebcedi de 40 dır. 40 sayısı tasavvufta tamlığı ifade eder.

Denizanaları, omurgasız ve beyinsiz canlılardır. Denizlerde sayılarının çoğalması beşer, mânâdan uzak insanların artması demektir.

Depremler, topraktaki cevherlerin açığa çıkması içindir. Bizim yaşadığımız depremler de vücut toprağımızdaki hakikat cevherini ortaya çıkarır. Yılan ve Akrep zehiri şifadır. Gübre böceği yılda elli ton gübreyi toprağa gömerek toprağı gübreler. Cahil insan pis kokan böcek gibidir, dokununca kokusu çıkar. Kâinatta yaratılmış hiçbir şey gereksiz ve boşuna değildir. Kur’an-ı Kerîm ayetleri sembollerle doludur. Pamuk Prenses ve yedi cüceler  ve benzeri masallar, Nasrettin Hoca hikâyeleri, saklambaç oyunları (sobe/buldum), sıcak ve soğuk ülkelere göç eden kuşlar, zeytinyağı, sirke, taş, yalancı bahar, erken öten horoz hep bize bir şeyler anlatır. 

Allah anlamayı ve uygulamayı hepimize nasip etsin inşallah. Amin.  Sadakallahül Azim.

5 Kasım 2018 Pazartesi


İLÂHÎ AŞK

Meşhur bir kudsî hadiste belirtildiği üzere; Allah bilinmeyi seven gizli bir hazîne idi (kenz-i mahfî), bilinmeyi sevdi ve bilinmek için âlemi yarattı. Allah’ı sevmek, O’nu bilmektir. İnsan bilmediğini nasıl sevebilir ki? ‘’O onları sever ve (bu yüzden) onlar da O’nu severler’’ (Mâide-54) Metafizik bakımından Allah bizi sevmiyorsa biz O’nu sevemeyiz. Aşk, ilâhî taraftan başlamaktadır. Sevgi her insanın kalbinde mevcuttur. Fakat bazı durumlarda gizli ve saklı kalmıştır, ya da kişinin kalbi katılaştığı için bunu bilmemektedir. İSLÂM; tam bir insanlık durumuna erişmek için ön koşul olan İLÂHİ AŞK’a TESLİM olmanın Kur’ânî ifâdesidir. Dini bağlılık veya eksiklik, aşkın çağrısı için bir anlam ifade etmez. Öyleyse bu Allah tarafından gönderilen bütün dinlere tatbik edilebilir.

Varlık dairesi: Allah ile başlamak, yaradılış ve tezahür alanına inmek, tekrar yükselmek olarak kabul edilir. Âlem AŞK’ın meyvesi, insanın Allah’a dönmesi ise bu aşkın nihâî amacı olarak görülür. Şeyler gelir ve gider, yaratılır ve geri döner, iner ve yine yükselir. İşte bunların hepsi AŞK ile gerçekleşir. Allah bizden lütuf ve keremiyle tabiatlarımıza uyumlu bir şekilde kendisine geri dönmemizi murad eder. Bu yüzden resulleri iyi haberlerle ve uyarılarla göndermektedir. İYİ HABER; eğer Allah’ın hidayetini takip edersek, kendimizi O’nun rahmetiyle âhenkli bir duruma getireceğimizdir. KÖTÜ HABER;  O’nun hidayetini takip etmezsek, rahmetin gerektirdiği şeyden uzaklaşacağımız yani gazaba mâruz kalacağımızdır. Tevhide özgü bakış açısından her şey tam ve olması gerektiği üzeredir, bu yüzden iyi ve kötü bu resme girmez. Yegâne hakikatten başka hakikat yoktur ve bütün eşya olması gerektiği üzere varlığa gelmektedir. Allah’tan gelen haberleri alanların (risâlete muhatap olanların) görüş açısından ise bazı şeyler iyi ve kötü, bazıları ise daha iyi ve daha kötüdür.

 Kelime-i Şehâdet iki kısımdan oluşur; Birinci kısım: Şahitlik ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur ‘’lâ ilâhe illâllah’’, ikinci kısım: Muhammed Allah’ın resulüdür ‘’Muhammedün resûlullâh’’ dır. Yaratılışa ilişkin TEKVİNÎ ve dine ilişkin TEKLİFÎ emirler ŞEHÂDET’in iki kısmının açık sonuçlarıdır. İlkinde Allah dilediği gibi yapar, çünkü O’ndan başka ilâh yoktur. İkincisinde ise Allah insanların hangi ölçüde özgürlüğe sahip olduklarını bildirmek için peygamberler göndermiştir. İnsanlar alternatifler hakkında seçim yapabilirler, fakat bu seçimlerinin onlara geri dönüşü olacaktır. Hayatlarını yaşama biçimleri yalnızca bu dünyada değil, gelecekte de kaderlerini şekillendirecektir. Her şey TEKVİNÎ emrin meyvesidir(Rahmani rahmet). Buna karşılık Rahîmî rahmet ise bazı yaratılmışları kucaklamaktadır ve yalnızca dini TEKLİFÎ emri gözetmenin sonucu olarak bu rahmete ulaşılabilir. Bu da Hz. Muhammed’in ayak izlerini takip etmekle mümkündür. Biz bu dünyaya onun ayak izlerini takip ederek geldik ve yine onun ayak izlerini takip ederek döneceğiz. Dönüş noktası, başlangıç noktasıyla aynıdır. Nebevi rehberlik, KURTULUŞ’a götüren en emin yoldur.

A’râf sûresi 172’de Allah; ‘’Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’’ dediğinde bütün ruhlar  ‘’Evet Rabbimizsin’’ dediler. Burada soruyu soran da O’ydu, cevabı telkin eden de O’ydu. Ahid iki taraf arasında bir kere yapılınca şartlara vefâ gösterilmesi gerekir. Elest ahdi, Rab ile O’nun kulu arasında yapılmıştır. Rabbin vazifesi beslemek, yaşamasını sağlamak, destek olmak ve doğruyu göstermektir. Kulun görevi ise itâattir. Ahde vefa göstermek iki tarafı da ilgilendiren bir erdemdir. Allah, bir Rab olarak hareket etmeyi sürdürdükçe ve insan kulluk(ubûdiyet) görevlerini yerine getirdikçe ahde vefâ gösterir (Ubûdiyet kelimesi ibâdet ile aynı kökten gelmektedir). Vefânın zıddı ise cefâ’dır. Her ne kadar insanlar Allah’a kulluk etmeli iseler de kulluk meleklerin iş tanımıdır.  İnsanlar AŞK için yaratılmışlardır. Yalnızca insan cemâl ile celâl, kahır ve lütuf isimlerinin tezahürü olarak Allah’ın sûretinde yaratılmıştır. Yalnızca insan AŞK için hazırlıklı kılınmıştır. Çünkü AŞK ayrılık ile kavuşmayı, acı ile neşeyi, dert ile zaferi gerektirmektedir.

Ahzâb sûresi 72’de Allah; ‘’Biz emâneti göklere, yer ve dağlara arz ettik; onlar, onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi. O gerçekten çok zâlim ve çok cahildir’’ der. Söz konusu EMÂNET’in sevgi olduğuna inanılır.’’ Dağların bu emânetin yükünü taşıyacak takati yoktu, yeryüzünün, arşın ve kürsünün de. Bir melek görürsün ki, kanatlarının birini açsa bütün ufku kaplar ama bu mânâyı taşıyabilmekten acizdir. Sonra kemiklerinin üzerine deri gerilmiş perişan bir Âdem oğlu görürsün. O, dostluk kadehinden belâ şarabını içiverir de kendisinde hiçbir değişiklik olmaz. Bu nedendir? Çünkü KALP sahibidir ve BEDENİN TAŞIYAMADIĞINI KALP TAŞIR. Zâhirde bunun misali vardır. Ağaçların kökleri ne kadar dayanıklı, dalları da ne kadar sık olursa meyveleri o kadar küçük ve hafif olur. Zayıf ve yumuşak ağaçların meyveleri ise büyük ve ağırdır. Karpuz ve kabak gibi. Burada ince bir nokta vardır. Bir bitkinin meyvesi büyük ve ağırsa, o meyveyi taşımaya takati yoksa, ona ‘’şu ağır yükü sırtından indir de toprağa bırak’’ denilir. Bu şekilde insanlar nerede zayıf ve âciz birisi varsa ilâhi izzetin lütfuyla korunup beslendiğini bilirler. ‘’Biz onları karada ve denizde taşıdık’’ âyetinin sırrı işte budur. Âyet ‘’o çok zâlim ve câhildir’’ beyânıyla sonlanmaktadır. Âdem Firdevs cennetinin bahçelerinde dilediğince dolaşıyordu. Âniden hiç beklenmedik bir şekilde aşkın ricacısı ve muhabbetin vekili kalbinin kapısını şiddetle vurmaya başladı. Rıdvan geldi ve şöyle dedi: ‘’Ey Âdem, çık cennetten, burası huzur yurdudur ve âşıkların semtinde huzura yer yoktur.’’ Âdem zahmet ve ızdırap olmaksızın ÂŞIK olunamayacağını biliyordu. Onların korkaklığı, Âdem’in cesaretini ortaya çıkardı. Eğer âlemde ürkek ve korkak olmasa cesurların cesareti kendini nasıl gösterebilir. Âdem emâneti yüklenince işin temeli sapasağlam kurulmuş oldu. Çünkü bir yüklenme varsa temel sapasağlam olur. İşte İNSAN’da emâneti yüklendiği gün aşkın temelini sapasağlam bir şekilde atmış oldu. Bundan sonra kendisinden yüz binlerce ihânet, günah, isyân, suç ortaya çıksa da artık o temele hiç zarar gelmez.

Hicr sûresi 26’da Yüce Allah; ‘’And olsun ki biz insanı kuru bir çamurdan yarattık’’  buyurdu. ‘’O insanı çömlek gibi kuru bir çamurdan yarattı’’  (Rahman-14) ‘’Biz insanı çamurun özünden yarattık’’ (Mü’minûn-12) O her yandan toplanmış olan toprağın üst tabakasından(edim) yaratıldığı için ona Âdem dendi. Yani o, hem tatlı hem tuzlu, hem yumuşak hem sert her bir yandan alınmış özden yaratıldı. Lânetlenmiş İblis şöyle dedi; ‘’Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın’’(Sâd-76) Nûra(ateş) ‘’zulmet(toprak) önünde secde et’’ denilmesini hikmeti neydi? Topraktan yaratılmış olan Âdem, ateşten yaratılmış olan İblis’ten üstündür, çünkü toprak ateşten daha iyidir. Ateş kusuru gösterir, toprak örter. Bir şeyi ateşe tutunca, ateş o şeyin bütün kusurlarını ortaya çıkarır. Gümüşü sahtesinden, altını saf olandan ayırır. Toprak ise bütün kusurları örter, ona verdiğin her şeyi gizler ve kusurları ortaya çıkarmaz. Ateş kopma ve ayrılma sebebidir. Toprak ise birleşme. İblis ateştendi ve bundan ötürü kopup ayrıldı, Âdem topraktandı ve bundan ötürü birleşti. Ateşin tabiatı kibirli olmak, toprağın tabiatı ise tevâzudur. Toprağa bir tohum tanesi atınca toprak onu kat kat fazlasıyla geri verir. Ateşe neyi versen onu bütünüyle yakıp kül eder. Ateş sönünce geriye hiçbir işe yaramayan külden başka bir şey kalmaz. Ama kurutulmuş çamur kırılacak olsa birkaç damla suyla düzeltilebilir. Düşman olan İblis’in durumu böyleydi. Onu aydınlatan itaat kandili sönünce artık işe yaramaz ve tâmir edilemez oldu. Halbuki Âdem sürçüp sendeleyince, Allah onu inâyet suyuyla onarıverdi.

Toprağın kendi içinde ateşe ihtiyâcı yoktur. Fakat ateş için ağaç gerekir, ağaç da toprağın neticesidir. Ateş sırrı yayar, toprak gizler. Ateş iki şeyle söndürülüp yok edilir. Toprak ve su.  Âdem de su ve topraktan var edildi. ‘’Rahmetim gazabımı geçti’’ Âdem’e olan rahmetim, İblis’e olan gazabımı geçmiştir. Sonradan yaratılmış olan(hadis), kadîm olana asla ulaşamaz. Gazap rahmete ulaşamaz.

Ateşe mühür vurulamaz. Toprak mührü kabul eder. Birisine değerli bir emânet bırakıldığında onu mühürlemek âdettir. Bırakılan emânete mühür vurulur, geri alma zamanı gelince o mühür kontrol edilir. Eğer mühür bozulmadan duruyorsa o kişi övülür. ‘’Ben sizin Rabbiniz değil miyim’’ ahdi emânet, ‘’Evet Rabbimizsin’’ sözü mühürdü.

Allah’ın Âdem’e ihsan ettiği ilk nimet, kendisi talep etmeden ve buna hiç lâyık değilken, onu cennete yerleştirmesiydi. O’nun ilk sürçmeyi affetmesi, bütün günahları affedeceğinin delilidir. Âdem, Allah’ın bütün isimlerini ve sıfatlarını açığa çıkarmak zorundaydı. ‘’Şu ağaca yaklaşma’’ (Â’râf-19) Yasak baştan çıkarıcıdır. Bu nedenle emre itaatsizlik etti, cenneti terk etti. Gazap ve kahır ile yüzleşti.

Ey civanmert! Sarısabır(ûd) ağacının bir sırrı vardır. Onu bin yıl da koklasan koku vermez. O, sırrını Âşikâr etmek için ateş ister. Yüzü siyah, rengi karadır. Tadı acı, cinsi ahşaptır. Gönlündeki sırları ortaya koymak için kor ateşe ihtiyaç duyar. ‘’O gerçekten çok zâlim ve câhildi’’ Ateşe atılması gereken bir tütsü idi. O tütsüden hafif bir esinti zuhur etti. Neydi bu? ‘’O onları sever, onlar da O’nu severler’’

‘’O çok zâlim ve çok câhildir’’ sözü  bir kınama değil ÖVGÜ’dür. Çünkü Âdem bu yükü takatiyle değil himmetiyle yüklendi. Allah Âdem’i ‘’çok zâlim ve çok câhil’’ olarak nitelemesine rağmen EMÂNET’i teklif etti. Eğer kusur ederse ‘’kendime zûlmettim’’(Neml-44) diyecek, Aziz olan Allah da ‘’doğrusu insan çok zâlim ve nankördür’’ (İbrâhim-34) derken, kendisi için de ‘’gerçekten ben çok bağışlayıcıyım’’ (Tâhâ-82) diyecektir.

Allah, Âdem ve Havva’ya ağaca yaklaşmamalarını emrettiğinde bu açıkça TEKVİNÎ değil, TEKLİFÎ bir emirdi. Çünkü TEKVİNÎ bir emir olsaydı onlar ağaca yaklaşmazlardı. Ancak, acziyetlerini ve zayıflıklarını bilip de günahtan korunmanın kulun çabasından değil, ilâhi yardımdan geldiğini görsünler istedi. ‘’De ki: Herkes kendi yapısına göre davranır’’(isrâ-84)  Bütün Kur’an’da bundan daha ümit verici bir âyet yoktur. Kul günaha rücu eder, Rab affetmeye. Günah kulun, muhabbet Allah’ın sıfatıdır. Bütün âlem O’na ibadetten yüz çevirse O’ndan hiçbir şey eksilmez ve bütün âlem ibâdet için yüzünü O’na dönse hiçbir şeyi arttırmaz. ‘’Ey kendilerine karşı aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları bağışlar’’(Zümer-53) Allah, insanın bütün yanılma ve sendelemelerine rağmen ‘’KUL’’ ismini onlardan almadı. ‘’Rahmetimden ümidinizi kesmeyin’’dedi. Allah kulunun bu dünyada örttüğü günahını, âhiret günü âşikâr etmez. Allah tövbe eden kullarını sever. Sevgisi ebedidir. Allah, kendisinden bir şey istemeyene gazaplanır. Rahman’dır, kullarının itâatini ne denli küçük olsa bile kabullenir. Rahîm’dir, onların itâatsizliğini ne denli büyük olsa bile affeder.

Cafer-i Sâdık’a sordular: Allah kullarını fiillerinden dolayı zorlar mı? Şöyle cevap verdi: O, kulunu önce zorlayıp, sonra cezalandırmayacak kadar âdildir. İnsanlar cennete iyi âmellerinden dolayı girmeyecekler, cehenneme de itaatsizliklerinden dolayı atılmayacaklardır. Allah dini TEKLİFÎ emri buyurur, fakat insanların bu emri kabul veya reddetmeye güçleri yoktur. Allah kâfirlere dini teklifi emirle, dostlara ise hükümle/tekvini emirle hitâp edecektir.

Sem’âni der ki: ‘’Beni kuyunun başına getirip ittin. Allah’a sığın diyorsun, sonra da itiyorsun’’. Bir kanadı, bir bacağı kopmuş, bir gözü eksik, diğer gözü de kör, sakat bir sivrisinek var. Onu ateş ve su deryasına atıyorlar, şöyle diyorlar: Dikkat et, kanatlarını yakma ve ıslanma! Padişah bana diyor ki, Şarap iç ama sarhoş olma. Ey Padişah! Şarabı içen nasıl sarhoş olmasın. Şeriat bir yöne çekerken, hakikat başka bir yöne çekebilir. Emirle(teklifi) farz kılınan zeval bulacaktır. Fakat Hakk ile farz kılınan(tekvini emir) yok olmayacaktır. Bu dünya ile beraber emrin hükmü de ortadan kalkacaktır.

‘’Onların yaptıkları işlerin önüne geçip hepsini un ufak ederiz’’(Furkân-23) Bu ne demektir? En sonunda bu kıymetsiz ibâdetler ve lâyık olmayan tâatlerden kurtulup kalbimizi bütünüyle O’nun ihsanına ve rahmetine bağlayacağız. O ise, bizim bütün kusurlu âmellerimizi tenezzül etmeyiş rüzgarına savurduktan sonra, lûtuf ve ihsanıyla muamele edecektir. ‘’De ki: O’na ister Îmân edin, ister Îmân etmeyin….’’ (İsrâ-107) O’nun bizim Îmânımıza ihtiyacı yoktur.

Yine Sem’âni; tevhidi gözeterek insanın Allah karşısında hiçbir şeye sahip olamayacağını, bu yüzden de iyi âmellerin ve çirkin fiillerin O’nun hükmü üzerinde herhangi bir etkisinin olamayacağını açıklar. O’nun hazinelere ya da başka bir şeye ihtiyacı yoktur. O’nun neyi varsa hepsi bizim içindir. O, yarın ihsân hazinelerini isyankârlara, rahmet hazinelerini günahkârlara, mağfiret hazînelerini de yardıma muhtaç olanlara verecek. Elimizden en sonunda ‘’O onları sever’’ hakikati tutacak. Müminler topraktan başlarını kaldıracak ve O şöyle nidâ edecek: Hoş geldiniz. Gelişiniz mübârek olsun. Allah nasip etsin. AMİN. Sadakallâhül azim. Kaynak: Wıllıam C. Chıttıck /İLÂHİ AŞK

İLÂVETEN;
Allah’tan başka her şey bâtıldır, yani gerçek, doğru ve uygun olmayandır. Âlem (Allah’tan başka her şey), mutlak anlamda bâtıl değildir. Bilakis Hak ile kıyaslandığında bâtıldır. Allah zamanın dışında daimi ve ebedi olarak konuşur(mütekellim). O’ndan başka konuşan yoktur. O’nun konuşması ‘’OL’’ emri ile çeşitli sûretler alır ve aynı zamanda kutsal kitap olarak görünür. Konuşma ve diğer sıfatlar bizim alanımıza girdiklerinde, bizler tarafından lekelenirler. O varlık verdikten sonra da varlık verdikten önceki hal üzeredir. Değişikliği söz konusu değildir. Yaratılmışlar kendi başlarına varlık sahibi olamazlar. Var olmaları TEKVİN’i emre bağlıdır. Âlemdeki her şey TEKVİN’i emir ile meydana gelir ve dini TEKLİF’i emir ile yok edilir veya yenilenir.

Bütün yaratılmış şeyler, varlık ve hiçlik arasında asılıdır. Allah’ı hesaba katmaksızın şeylere bakarsak, onlar en azından belli bir süre var gözükürler. İlâhi varlığın sonsuzluğuyla karşılaştırıldığında ise şeylerin herhangi bir varlığı yoktur.

‘’Her şeyden iki çift yarattık’’ (Zâriyat-49). Başlangıcı olmayanın yani KÂDİM’in zıddı, sonradan var olan HÂDİS’tir. Hâdis, Allah’tan başka her şeydir. Yaratılmış şeylerdeki isimler Allah’tan tamamiyle farklıdır. Erkek ve kadın, gece ve gündüz, gök ve yer, kara ve deniz, itâat ve isyankârlık, bahtiyarlık ve bedbahtlık, doğru yol ve sapkınlık, kudret ve acz, ilim ve cehâlet, hayat ve ölüm…….gibi. Allah yaratılmışların sıfatları yaratıcının sıfatlarına benzemesin diye onları bu tarz üzere, birbirine karşıt olacak şekilde yarattı. Şöyle ki; O’nun yüceliğine alçaklık, kudretine acziyet, kuvvetine zayıflık, ilmine cehâlet, hayatına ölüm, bekâsına fenâ yoktur. O hiçbir şey ile kıyas kabul etmez ve her şeyden müstakildir. ‘’O’nun eşi ve benzeri yoktur’’ (Şûrâ-11) O eşsiz, denksiz ve ihtiyaçsızdır.  O her şeyden önce TEK’ti. Her şeyi varlığa getirdikten sonra yine TEK’tir. O ezelde iş yapmıştır ve bugün sana ne yaptığını göstermektedir. O, ezelde söz söylemiştir ve bugün sana söylenmiş kelimeleri işittirmektedir.

Birçokları Hakk’tan başka hakikat, ilâhi hayattan başka hayat, ilâhi kudretten başka kudret, Allah’ın adâletinden başka adâlet olmadığını görememektedirler. Müslüman ilâhiyatçılar Tevhid anlayışı ile, Allah’ın gerçek varlık ve bizimse O’nun gölgeleri veya solgun yansımaları olduğumuzu kabul eder. Bir kere tevhid kabul edildiğinde, bütün nitelikler ve özelliklerin doğrudan veya dolaylı olarak BİR’e geri dönmesi gerekir. ‘’Sizi boşuna yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız’’ (Mü’mimûn-115) Öyleyse Allah âlemi niçin yarattı? Onların varlığındaki hikmet nedir? ‘’Ben gizli bir hazine idim ve tanınmayı sevdim’’ (Allah yalnızca kendini sever, O kendi Zâtına aşıktır)

İblis şöyle dedi: ‘’Bana Âdem’e secdeyi emretmiştin, ben secde etmedim. Ama Âdem’e de buğday yememeyi emretmiştin, o yedi. Bir ona, bir de bana’’. İkisinin başkaldırısının arasında fark vardı. ‘’Âdem’in ayağını kaydıran şehvet, İblis’i ise yoldan çıkaran kibirdi. Kibirli olmak, şehvetli olmaktan daha kötüdür. Şehvetten kaynaklanan bir günah affedilir,  kibirden kaynaklanan günahın içinde ise Îmân kaybolur. ‘’Kibriya benim libâsım, azamet de örtümdür. Bu ikisinde benimle boy ölçüşmeye kalkanı ezerim’’  Âdem affedildi, İblis ise  kıyamete kadar kovulanlardan oldu.

Rivâyet edilir ki; Âdem ile İblis yolda karşılaşır. Âdem: ’’Seni bedbaht/şaki diye çıkışır. Benim başıma neler getirdin, yoluma ne tozlar saçtın’’. İblis cevap verir :‘’Ey Âdem diyelim ki seni ben yoldan çıkardım. Peki söylesene, beni yoldan çıkaran kimdi?’’

Âdem cennetten çıkarılıp, yeryüzüne yolculuk etmesi söylenince; ‘’Rabbim yolcular azıksız olmazlar, bana yol için ne azık vereceksin’’ diye sordu. Şöyle cevap verildi: Ey Âdem! Hicret yurdunda azığın beni zikretmek olacak. Bundan sonra, dönüş gününde sana beni görmeyi vaad ediyorum. AMİN. Sadakallâhül Azim.

16 Ekim 2018 Salı


EBU’L HASAN HARAKÂNÎ HZ.

Peygamberimizden gelen irfanî kolların kendisinde birleştiği ulu Zat, Anadolu’yu mayalayan Aziz bilge, On iki imamlar üzerinden gelen ve İmam Câfer Sâdık’ın torunlarından olan Ebu’l Hasan Harakânî Hazretleri, Bistâm(İran)’ın kuzeyindeki Harakân köyünde çiftçi bir ailenin çocuğu olarak, 963 yılında dünyaya gelmiştir. Esas adı Âli’dir. Babasının adı Ahmed, Büyük dedesinin adı Câfer’dir. Ebu’l Hasan ile beraber Ebu’l Hüseyn ve Ebu Suud olarak da anılan künyeleri vardır. Ayrıca Hasan HIRKA diye de anılır. ‘’Ebu’l Hasan, HIRKASIZLAR için HIRKA elinde beklemektedir’’ denilir. Yani dervişlik, sûfilik hırkası giydirir anlamındadır. Harakâni olarak anılmasının da iki sebebi vardır. Biri Harakân da doğduğu, diğeri iki HÂRİKA sahibi, yani nefsaniyeti ve beşeriyeti alınarak yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak MÜLK ve MELEKÛT’a ARZ edilmiş VELİ olduğu içindir.

İlk gençlik yılları Harakân’da geçmiştir. Ana dili Farsça’dır ancak eserlerinde Arapça ve Türkçe de kullanmıştır. Zâhiri ilimleri okumuş, en yüksek seviyeden öğrenmiş sonra tasavvufa yönelip ümmileşmiş, Ümmü’l Kitap yani kitabın anası olmuştur. ÜVEYSİ’dir(üveysilik Veysel Karâni yolu ile  devam etmektedir), kendisinden 98 yıl önce yaşayan Bâyezid-i Bestamî Hazretlerinin rûhaniyetinden beslenmiştir. Şeyh Bâyezid’in her yıl bir kez, Dehistân’da şehitlerin mezarlarının bulunduğu kumlu tepeyi ziyarete geldiği, Harakan’dan geçerken havayı koklayıp ‘’Benden yüz yıl sonra gelecek bir erin kokusunu alıyorum.  Adı Âli, künyesi Ebu’l Hasan olup, benden üç derece önde olacak, aile sıkıntısı çekecek, çiftçilik yapacak ve ağaç dikecek’’ dediği rivayet edilir.

Nakledilenlere göre Ebul’l Hasan başlangıçta on iki yıl boyunca yatsı namazını Harakân’da cemaatle kıldıktan sonra, Bâyezid’in türbesine yönelir ve Bistâm’a gelir ‘’Ey Allah’ım! Bâyezid’e ihsan ettiğin hil’atten Ebu’l Hasan’a da bir koku ver’’ diyerek ve geri geri yürüyerek, sırtını türbeye dönmeksizin  sabah vakti Harakân’a varır, yatsı namazı abdestiyle, Harakân’da sabah namazı cemaatine yetişirmiş. Tam on iki yıl sonra türbeden bir ses gelir ‘’Ey Ebu’l Hasan, irşad zamanı geldi’’. Şeyh ‘’Ey Bâyezid, bir himmet lütfet ki, ben ümmi bir insanım, şeriatten bir şey bilmiyorum, Kurân okumamışım’’ der.Aldığı himmet ile Harakân’a varınca 27. günde Kur’an okumayı tamamen öğrenir.

Artık Harakâni Hazretlerinin ağzından hakikate dair sözler dökülmektedir.  Bir niyazında şöyle der: ’’Allah’ım bütün varlıklarda senin gibi tecelli etmek için seninle olmak istiyorum veya her hangi iz bırakmadan sende kaybolmak’’. Sonra da şöyle der: ‘’Allah’tan başka her şeyden vazgeçtiğim zaman, kendime seslendim ve Allah’ın cevabını duydum ve hayvanî özelliklerimin hepsini geride bıraktığımı fark ettim. Daha sonra beni çağıranı onurlandırdım ve bana gerçeğin birliğinde ibâdet etme ve ona katılmak için izin verildi. Melekler benim senâlarımı tekrarlıyordu ve ben güzelliğin meralarında geziniyordum. Bir ışık belirdi ve onun içinde gerçeğin kendisini müşahede ettim ve bende benlik adına hiçbir şey kalmadığı AN, ona eriştim. Toza dönüştüm ve büyük bir fırtına yedi âlemi benimle doldurdu ve fâni oldum. Bu hakikat deryasının bir gemisi vardır. Kaptanı benim. Bütün mahlûkat bu geminin içerisindedir, o gemiyi yürütmek benim o tefrikaya bakmama engel değildir. Her şey gözümün önündedir.’’

Harakâni Hazretleri yine der ki; ’’bütün varlıklar bendendir ama hiçbir yerde kendime ait bir iz bulamadım’’  Bu yolculuk Allah’tan yine Allah’adır, yaratılanlar burada başlangıca sahip değildir. Kendinden kendisidir yolcusu. Her şey, Hakk’ın zuhûrudur. Âlem Hakk’ın kendi kendini açığa vurmasıdır. İslâm; Nefsin Hakk’a teslim olmasıdır. Allah’a teslim olan, Eşya’yı teslim alır. Bu insanın ÖZ’üyle barışması, hakikatine ulaşmasıdır. Ne zaman ki güç arzusu ve maddiyattan kendini muhafaza etmek için insanlık yolundan binlerce fersah uzaklaşırsın, o zaman büyük bir kazanç elde etmiş olursun. ‘’En çok sevdiğinizden infâk etmedikçe gerçek iyiliğe ulaşamazsınız’’(Âli İmrân, 92) İnfâka mal ve mülk dışında Nefsinden harcamak da girer.( Vakıf geleneğinin bu âyet ile başladığına dair yorumlar vardır)

Ebu’l Hasan Harakâni Hazretleri; Seyidlerin ve Peygamberlerin kutlu soyundan gelmektedir. Altın silsile denilen bu soydan gelenlerin bir kısmı şöyledir.

Hz. Seyyidina Muhammed Mustafa(s.a.v.), Hz. Ebû Bekir Sıddık(r.a.), Selmanu’l Farisi(r.a.), Câfer ibni Muhammed Sâdık (r.a)  Bâyezid-i Bestami(k.s), Ebu’l Hasanu’l Harakâni(k.s), Yusuf Hemedanî (k.s), İmam-ı Rabbanî(k.s), Dehlevî(k.s), Şah-ı Süleyman(k.s), Zeynel Abidin Dağıstanî(k.s)………..

O artık irfan bakımından Selçuklu medeniyetini besleyen bir arif, Selçuklu komutanlarını, sultanlarını Anadolu’ya yönlendiren bir Zat’tır. Gazneli Sultan Mahmut’un şeyhi ve hocasıdır. Kendisi Yusuf Hemedanî’yi, Hemedanî de Ahmet Yesevî Hazretlerini yetiştirir.(Kuşeyri Hz.)

Bütün bunların yanında Şeyh’in zorlu bir aile hayatı vardır. Eşi son derece celâlli bir hanımdır. Şeyh’e zor bir hayat yaşatır. Kendisine sürekli su taşıtıp, gelen suyu dökerek eziyet eder. Ancak Şeyh bundan hiç şikâyetçi değildir. Hatta eşi hakkında olumsuz sözler söyleyenlere de kızmaktadır. Çünkü o baktığı her yerde Hakk’ı müşâhade eden bir Vahdet sultanıdır. En çok anlatılan bir menkıbesinde Şeyh’i görmeye gelen bir müridini eşi karşılar. Kendisine  Şeyh hakkında oldukça kötü sözler eder. Mürid şaşırır, açıkçası kalbi de oynar. O sırada Şeyh SİYAH bir Aslan’ın üzerinde, elinde yılandan bir kamçı ile tozu dumana katarak gelir ve ‘’oğlum, ne düşündüğünü biliyorum. İblis  babana, Âdeme verdiği vesveseyi sana da vermiş’’ der. (Siyah ASLAN Ehadiyet’in rengidir, Fakr)

Yine der ki; ’’Kırdığım kişi benden yüz çevirir. Sen ise her gün kırdığım, ancak her zaman benimle olansın. Varlıklara karşı merhameti olmayan kişi, Allah sevgisini kalbinde taşıyamaz. Ruh bir kuş gibidir, bir kanadı Batı’yı diğeri ise Doğu’yu kaplar. Ayakları daha aşağıdaki bir yaradılıştayken başı hiçbir şeyin söyleyemeyeceği bir yerdedir. Bütün dünya onu(Hakk’ı) arar: fakat sadece O’nun aradıkları O’nu bulur. Konuşmalarında ve düşüncelerinde Allah’ı bulamayan, her ikisinde de Belâ bulacaktır. Yaratanın aşkına tutulmuş birisi, yaratılmış hiçbir şey tarafından tatmin edilemez. Fakr, Allah’tan başka kimsesi olmama halidir. Aşıkların kalp sızısı bu dünyanın da öbür dünyanın da ötesindedir. Çünkü onlar sevgiliyi lâyık olduğu şekilde hamdı sena etmeye çalışırlar. Kırk yıldan beridir Allah gönlüme nazar eder ve kendi zikrinden başka bir şey bulmaz orada. Her kim ki bir gönül yıkar, bilin ki Hakk’ın gönlünü yıkmış olur.’’

‘’Bulunduğu yerde yedi gökyüzü ve yedi yeryüzü bulunan varlığım. Neye olmasını emretsem oluverir. Benim bulunduğum yerde yukarı-aşağı, ön-arka, sağ ve sol yoktur. Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır, birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben de duyarım. Bir kalpte hüzün varsa, o kalp benim kalbimdir. Derviş; konuştuğunda konuşmayan, sustuğunda susmayan, yediğinden anlamayan, durgunluğu ve hareketi olmayan, neşesi ve hüznü bulunmayan kimsedir. Yeryüzünde yürüyen birçok kişi vardır ki, ölüdür ve bedeni uzun zaman önce gömülmüş olanlar vardır ki diridir’’

Hazret Sekinet ehlidir. Zıtlıkların kalmadığı, Celâl ve Cemâl’in birleştiği, kabz ve bast halinin olmadığı, sadece Hakk’ın olduğu DURGUN NOKTA. Kozmik çarkın merkezi. Kendisi bu hale şöyle değinir. ‘’Fenâ’dan sonra Bekâ ehli kimseyi, bir ibrişim tel ile semâdan bağlayıp sarkıtsanız, bir fırtına çıksa yerleri ve gökleri birbirine karıştırsa onu yerinden kıpırdatamaz.’’

Harakâni Hazretlerinin en çok konuşulan  ‘’Sûfi gayr-i Mahlûktur(yaratılmamıştır)’’ sözü başta Mevlâna olmak üzere, pek çok mutasavvıf tarafından  şerh edilmiştir. Çünkü Hazret’e göre; Hak ile Hakk olmuş kişi için yaratılmış tabiri değil, zuhûr tabirini kullanmak daha isabetlidir. Hak kendini yaratmaz.  Burada Hakk’ın kâmil mânâda kendisinden tecelli(açılma) ettiği İnsan-ı Kâmil’in hakikâti dile getirilir. Sûfi; gelen giden, yiyen, oturan, konuşan, yürüyen değildir. Allah sırrıdır Sûfi. Onun ne bir makamı vardır, ne bir ciheti. Bizim altı cihetimiz vardır. Allah altı cihetten de münezzehtir. Bu münezzeh olan sûfi değil, Allah’tır. Ancak; Allah Allah’tır, kul da kuldur.

Ancak, çatışma düzeyinde yani ŞERİAT mertebesinde kalmış olanların, varlığın tamamında Hakk’ın birliğini yetkin bir düzeyde idrâk etmeleri güçtür. ‘’Ârif’in her sözünü duymaya İNSAN gerek, bu cihanda sanmayın HAYVAN olan anlar bizi…’’ Burada hayvanlıktan kasıt, insanın içindeki olumsuz niteliklerdir. İnsan, nefsini tasfiye etmeden, onu arındırmadan insan olamaz. ‘’Bir NOKTA’da PİNHAN(gizli) imiş’’ NOKTA; İnsan-ı Kâmil’in iki kaşının arasıdır. Hatt-ı İstivâ’dır ki, oradan Hakk’ı müşahede eder. Hatt-ı İstivâ; Orta çizgi demektir. Ekvator için de kullanılır. Eşit iki parçaya bölen ve DENGE anlamındadır. Tasavvufta Hakk’ın kuşatması, Hakk ile kuşatılmış olmak demektir. Hakk âlemleri kuşatıyor, Kâmil İnsan’ın gönlü de Hakk’ı kuşatıyor. Bu hal İSTİVÂ, mutlak BİRLİK halidir.

Yüz RAHMAN’ın tecellisidir. Yüzdeki her bir uzvun ayrı bir sembolik anlamı vardır. Yüz VAHDET’tir. Saç KESRET. Kaşlar, hilal biçimindedir ve ‘’bir yay boyu yaklaştı’’ anlamına gelir. GÖZ, namazla nurlandığı zaman  Hakk’ı görür. İç göz açılır. ‘’ İki kaş arasına çekti Hatt-ı İstivâ, Âdem’e isimleri oradan öğretti Hüdâ’’ Eşya’nın hakikati oradan öğretilir. Hakk oradan görülür, Vahdet oradan idrâk edilir. Çokluk içinde birlik bulunur. Hatt-ı İstivâ, ayrıca Mecmau’l Bahreyn’i yani iki denizin birleştiği yeri imâ eder. Zâhir-Bâtın, Şehadet-Gayb, Celâl-Cemâl, Mûsa-Hızır burada buluşur. İnsan iki karşıtlığın birleşimidir. O kusursuz ilâhi DENGE’yi bozmaksızın, insanın kendini gerçekleştirmesi, ahenge ulaşması ve İSTİVÂ halinin tahakkuku. İstivâ sırrına ulaşan kişi, kâinattaki o kusursuz DENGE haline de ermiştir.

Kur’an’da ‘’En yakınınızdaki Kâfir’den başlamak üzere harp edin’’ diye bir âyet vardır. Bu emir Peygamberimize ve bütün Müslümanlara yöneliktir. İnsanın en yakınındaki kâfir Nefs-i Emmâre’sidir. Ancak Dervişlerin ve Ârif’lerin de savaştıkları bilinmektedir. Efendimiz de savaşçı bir Peygamber’dir. Âriflerin bütün maksadı, gönüllere huzur ulaştırmaktır. Fakat Esma-yı İlâhiyenin tecellisinde zıddiyetten zuhur eden bir çatışma da olur. Bu bir tarafın gaflette olduğundan dolayıdır. Bu gafleti gidermektir aslında mücadelenin sebebi. Bu direnci kırmak ve ESMA’yı uyandırmak için gereklidir.  Şerri, kötülüğü, zulmü, haksızlığı ortadan kaldırmak için mücadele edeceksin. Ama her şeyin asıl failinin Hakk da olduğunu bileceksin. Mihrab; Kulun Hakk’a secde ettiği  yerdir. Ayrıca harp yeri de demektir. Nefsiyle cenk ettiği yer.

Harakâni Hazretleri de savaşmış, 1033 yılında ŞEHİT olmuştur. Evliya Çelebi’nin naklettiğine göre, Kars kalesinin 3. Murat devrinde Lala Mustafa Paşa tarafından tamiri sırasında, bir askerin rüyasına dayanarak kabri bulunmuş, sırtındaki hırkasının dahi çürümediği, yaralarının ise halâ kanadığı görülmüştür. O dönemde Kale içinde, Hazret adına bir tekke ve cami inşa edilmiştir. Dergahının kapısında: ’Her kim bu kapıya, bu dergaha gelirse ekmeğini verin, suyunu verin, hizmetini yapın, ona hürmet edin ama inancını sormayın. Çünkü Allah katında RUH taşıyan herkes Ebu’l Hasan’ın sofrasında ekmeğe lâyıktır’’ yazılıdır.(Şeyh KABZ ehlidir. Kabrine gelen dahi bunu hisseder)

Son söz olarak Hazret der ki; İlimden sana ne kadar lâzımsa o kadarını al. İbâdetten de Şeriat senden ne kadarını istiyorsa o kadarını yap, ama sana lâzım olan şudur: Sabahtan akşama kadar insanların, halkın razı  olduğu, olacağı bir işte ol, akşamdan sabaha kadar da Hakk’ın memnun olacağı bir işte ol. Eğer bunu yaparsan, zâhirle bâtını birleştirmiş olursun. İşte bu, ilimle a’yanı birleştiren âriflerin sıfatıdır. Hakikatten gafil olan yabandır. Kendi nefsini eğitmeden, kitabî ve kulaktan dolma bilgi ile başkasını ıslâha, irşada çalışma. Kişinin değeri, himmeti kadardır. Saygıya lâyık olan, bu dünyaya karşı kör, sağır ve dilsiz olandır. Aşk denizinden ancak Şeriat gemisiyle geçilebilir ve hakikat sahiline ulaşılır. Burada deniz CEM/VAHDET, sahil FARK’dır.

Emir, Allah’tan Peygamber efendimize iner. Peygamber efendimizden, Peygamberimizin Nâibi, vekili kim ise ona intikâl eder, ondan sonra bütün evliyaullahın gönlüne dağılır ve oradan zâhiri tedbiri Cenab-ı Hakk icra eder. ‘’Hak şerleri hayr eyler, Zannetme ki gayr eyler, Ârif anı seyreyler, Görelim Mevlâ neyler, Neylerse güzel eyler’’(İbrâhim Hakkı Hz.).  Allah ’’Bugün mülk kimindir’’  sorusunu defalarca sormuştur. Geldiğimiz âlemde, Ruhlar âleminde, burada, yarın Âhiret’te tekrar soracaktır. Orada, ‘’Bugün Mülk elbette senindir, Allah’ındır’’ dedik. Buraya geldik unuttuk.  Mülk de Allah’ın, Gâvur da, Mümin de, putperest de, Müslüman da Allah’ın. Hepsi Allah’ın Kudret’inde cereyan ediyor, devr ediyor. Bu âlem hep devr üzeredir, unutma. Allah idrâkini nasip etsin inşallah. AMİN. Sadakallahül Azim.

Kaynak: Harakâni Vakfı Başkanı Yavuz Selim Uzgur ‘’Anadolu’nun Kalbi HARAKÂNİ’’

5 Ağustos 2018 Pazar


KÂFİR;  MÜŞRİK ve MÜNÂFIK

Tarihin herhangi bir döneminde Allah tarafından gönderilmiş olan Hak peygamberini, ya da onun tebliğ ettiği hususların ya tamamını, ya da bir kısmını inkâr eden kimselere KÂFİR denilir. Kâfir denmesinin nedeni, kendisine apaçık bir biçimde görünmekte olan hakikati görmezden gelmek için hakikati örtmesi dolayısıyladır. Kâfir kavramı ateizm ya da deizm gibi akımlar dâhil bütün yönleriyle inançsızları kuşatan en genel kavramdır. Müşrik ve Münafık da Kâfir kavramının kapsamındadır.

Aslında Kâfir’’ ÖRTEN’’ anlamındadır. O halde herhangi bir şeyi örten kimse KÂFİR’dir. Küfür ise örtünme ve perdedir. Dinde küfür, ÎMAN’ın zıddı yani  Îmansızlık demektir. Küfür için Îman edilecek şeylerin hiçbirine inanmamak şart değildir. Birine veya bir kısmına inanmamak da küfürdür. Îman, bir bütünlüğü gerektirir. Küfür ise onun tam tersi olduğundan, bir kısmı inkâr ile vâkî olur.

Hak her mertebeyi kuşatmıştır, her mertebede bir tecelli yüzü vardır. Birine Îman edip, öbürünü inkâr etmekle Hak örtülmüş olur. Kâfirler, ibadetini bir şekle tahsis ettiği için başkasını inkâr eder. Bir Müslüman Hakk’ın zuhur ettiği varlıklardan birini inkâr ederse, din ona Müslüman demez.

Müşrik; Hakk’a karşı örtülüyken, Ehl-i Kitap dine karşı örtülüdür. Hakk’tan perdelenen dinden de perdelenmiş olur. Çünkü, dine varmanın zorunlu yolu Hakk’tır. Fakat, dine karşı perdelenmiş kimse, Hakk’a karşı perdelenmemiş olabilir (deist).(Ehl-i Kitap Yahudi ve Hıristiyan dini mensuplarıdır).

Küfür yani ÖRTÜ(pûşiş); iki kısımdır. Birinci ÖRTÜ Allah’ı görmeye ve bilmeye mâni olur ki, bu kötü küfürdür . Bunlar inancı henüz kökleşmemiş olanlardır.  Diğeri, o ÖRTÜ vâsıtasıyla Allah’tan başkasını ne görür, ne de bilir. Bu ise sonda bulunanların küfrü olup, beğenilen küfürdür. ‘’Muhakkak ki o küfredenleri, ha korkutmuşsun, ha korkutmamışsın, onlar için birdir, inanmazlar. Allah onların yüreğine mühür vurdu, kulaklarına da! Gözleri de perdelidir. Ve onlar için büyük bir azap vardır’’ (Bakara, 6-7) Bu âyetler iki küfrü de içine almaktadır. (Azap TAD’dır)

Kötü küfre örnek verirsek: Mesela kış için odun, kömür alırken ben bunlarsız kalırsam soğuktan kırılırım demek suretiyle kendi tedbirine güvenmek, Allah’ın REZZÂK sıfatını inkârdır. Ve Hakk’ın bir sıfatını inkâr etmekle de Kâfir olursun. Bildiğini bilmeyenlere öğretmekten kaçınmak, misafirden sofra saklamak, icap ettiği vakit Allah yolunda canını esirgememek Allah yolu yolcuları için küfürdür. Herhangi bir şeyi örten kimse kâfirdir. Rabb’inin nimetini örten, ona karşı kâfir olmuştur. İblis de kâfirlerdendir. Çünkü o, gücü ölçüsünde, şeriatın insan için getirdiği mutluluk yollarını örter. Hıristiyanlar da Mesih Îsâ’ya varlık vererek Hakk’ı örtmüştür. ‘’Allah, Meryem oğlu Mesih’tir diyenler kâfir olmuşlardır’’(Mâide, 17-72)

İyi küfre örnek verirsek: Melâmiler makamlarını yaratıklardan örtmede Velîlerin büyükleridir, onlar aynı zamanda makamlarını örtenler olarak Kâfirdirler. En büyük Kâfir-i Billâh, İNSAN-I KÂMİL’dir. Çünkü o Allah’ı, Allah da onu örter.Çiftçiler de kâfirdir.Çünkü onlar, tohumu toprağa gömerek örter.

KÂFİR/ÖRTÜ genel bir kavramdır. O halde, Allah’ı inkâr eden de, putları inkâr eden de Kâfirdir.

KÂFİR kavramının  kapsamına giren MÜŞRİK ise, Allah’tan başka sandığı yaratılmışa varlık isnat ederek, onun Allah’tan gayrı bir varlığı olduğunu iddia eder. Örn: Kâbe’ye yönelen insan nasıl aslında Allah’ın mânâsına yöneliyorsa ve Kâbe’nin hakikatinin Allah’ın Zâtı olduğuna inanıyorsa, Müşrik de Kâbe’yi ayrı bir ibâdet yeri addederek, Kâbe’ye secde eder. Bu ŞİRK’tir. Ancak Allah’ın emrine secde olmasından dolayı doğru bir ŞİRK’tir.  Bu yüzden emirle yapılan ibâdet, ŞİRK dahi olsa övülmüştür. Allah’a ŞİRK koşana MÜŞRİK, ŞİRK koşulana ŞERİK denir.

*‘’Hayır ve şer Allah’tandır’’ mânâsını reddedip, şerrin başka bir Allah’a ait olduğunu, ya da kuldan geldiğini sananlar MÜŞRİK’lerdir. İdrâk edenler ise bizim şer gördüğümüz şeylerin de Allah indinde hayır olduğunu bilirler. Çünkü, Allah’tan gelen her şey hayırdır ama bize acı geldiği için şer gibi görülür. Doktorun acı ilaç vermesi doktor yönünden hayır, hasta yönünden şerdir. Allah’tan başka Kuvvet-i Kudret olmadığı için bana şer gelen de O’ndan gelmiştir.
Allah, Kur’an da ‘Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez, bunun dışında dilediğini affeder’’ (Nisâ, 116) buyurmuştur. Kalbin fesadı ŞİRK iledir. ŞİRK dört türlüdür.

Kalp bu dört türlü şirkten bozulursa, Allah, o şirkin karşısında onu gideren bir TEVHİD ile kulu SELÂMET/KURTULUŞ evine çağırır.

1.Müşriklerin şirki: Putlara, vesaireye tapmak. Burada put; evlat, para ve ilim düşkünlüğü ile kendinde bir varlık görmektir.

Birinci şirkin karşısında bulunan Tevhid: ‘’Bil ki Allah’tan başka ilâh yoktur’’(Muhammed, 19) sözüdür. Yani Allah’tan başka tapılacak varlık yoktur demektir. Bu Tevhid ile mümin, kâfirden ayrılır.

2.Allah’ın fiillerinde şirk: Fiili mutlak olarak kula nispet etmek. Bu şirk daha ziyade avamda bulunur. Sövüp saymak, intikam almak, iftira etmek, öldürmek şeklinde kendini gösterir. Onlar işleri Allah’tan değil, başkalarından görürler. Çünkü eğer bütün bu fiillerin Allah’tan olduğunu bilselerdi barış içinde yaşarlardı.

İkinci şirke karşı Tevhid: ‘’Hiç bir canlı yoktur ki, Allah onun alnından yakalamamış bulunsun’’ (Hûd,56) sözüdür. Bu Tevhid ile havas(seçkinler), işi bizzat Allah’a nispet etmekle avamdan ayrılırlar. Bütün insanlar MEVLÂ sayılırlar, çünkü onlar Allah’ın kazâsına göre fiil yaparlar.

3.Allah’ın sıfatlarında şirk: Kula izâfi değil de mutlak olarak kemâl nispet etmek.  Fiilin sahibini kul zannetmek, birine kırılmak ya da birinin yaptığını aşırı derecede beğenmek, o fiili kulun yaptığını zannetmek. Özellikle ileri gelenlerde, bilginlerde bulunur. Bunlar kemâlde kendilerinden aşağıda olanlara kibirlenirler, kendilerinden üstün olanlara haset ederler.

Üçüncü şirke mukabil Tevhid: ‘’Hamd âlemlerin rabbine mahsustur’’ sözüdür. Bu Tevhid ile seçkinlerin seçkinleri, bütün Hamd’ları bizzat Allah’a nispet etmekle seçkinlerden ayrılırlar. Bu görüşte olan şöyle der: ‘’Her güzel şey, O’nun cemâlinin yankısıdır. Belki her güzelin güzelliği O’dur’’

4.Gerçek vücutta(Varlık’ta) şirk: Halk’a doğrudan doğruya varlık nispet etmek. Evliya’ya, Kâmil İnsan’a varlık vermek.  Onların varlığını Allah’tan ayrı görmek.

Dördüncü şirke karşılık olan Tevhid: ‘’O’nun veçhinden başka her şey helâk olacaktır’’ (Kasas, 88) sözüdür. Bu Tevhid ile Hakk’ın vücudu ile Halk’ın vücudu ayrılır, Halk’ın vücudu yok görülür. Bâkî olan, var olan yalnız onun varlığıdır. Tevhidin bu dört mertebesinden her biri, kendi miktarınca sahibini SELÂMET evine sokar.

Bir de ZÂT ŞİRK’i vardır ki, umumiyetle mevki sahiplerinde ve bazı ŞEYH’lerde bulunur. Zira bütün mertebeleriyle vahdet-i vücudu bilselerdi, bazılarına yüz gösterip, bazılarından da yüz çevirmezler ve aşağı mertebelere hakaret gözüyle bakmazlardı. Burada yüz göstermek, yüz çevirmek, nazar ve irşad, sadece Allah ile, Allah için ve Allah’ta makbuldür. * (Niyazî-i Mısrî, İrfan Sofraları- 18. Sofra)

Yine KÂFİR kapsamına giren MÜNÂFIK ise; NİFAK, NÂFİKA kelimesinden türemiştir. NÂFİKA, köstebek deliğine verilen addır. Köstebeğin yuvasının iki deliği vardır. Kapıların birinden girerken, öbüründen çıkar. Köstebek, çıkacağı bu kapıyı başıyla vurup, dışarıya çıkmasına imkân verecek şekilde ince tutar ve bunu da başkası sezemez. Kendisini tehdit eden tehlike, âşikâr ve belli olan giriş kapısı istikametinden gelince, hemen saklı tuttuğu bu dayanıksız kapıdan dışarı çıkar. Kaçmak için yaptığı bu ikinci kapıya NÂFİKA denir.

Münâfık, bir tarafıyla dine girerken, daima kendisi için sakladığı diğer yönden de ondan çıkar. İşte içinden inanmadığı halde inanıyor gözüken birine MÜNÂFIK denilmiştir. ’’Eğer sığınacak bir yer veya (barınacak) mağaralar, yahut (sokulabilecek) bir delik bulsalardı; koşarak o tarafa yönelip giderlerdi’’ (Tövbe, 57)  Peki; KÂFİR, MÜŞRİK ve MÜNÂFIK’ın sonu ne olacaktır?

‘’Kıyamette MİZÂN(terazi), saâdet ve şekâvetin birlikte bulunmasından dolayı kurulur. Zirâ nefsâniyetin tamamen rûhâniyete dönüşmesi durumunda mizâna ihtiyaç kalmaz. Bu kişi, hesaba çekilmeksizin cennete girer. Aksi de böyledir, yani rûhâniyeti tamamen nefsâniyete dönüşen de, hesaba çekilmeksizin cehenneme girer. Şayet Îmanlı ise, suçunun karşılığı kadar azap gördükten sonra, cehennemden çıkarak cennete girer.’’(Abdülkadir Geylâni Hz.)

Allah’ı birleyen ve Îman eden herkes cennete girecektir. Nebiler ve müminler de Îman sahibi olup da büyük günah işleyenlere ŞEFAAT edecektir. Küfür ehli Müşrik ve  Münafık’a ŞEFAAT edilmeyecektir. ‘’defterleri sağından verilen kimse’’ (el-Hakka, 19), kastedilen MÜMİN ve mutlu kimselerdir. ‘’defterleri sol tarafından verilen kimse’’ (el-Hakka, 25), kastedilen MÜNÂFIK’tır.  KÂFİRİN İSE DEFTERİ YOKTUR.

DİN CEZÂ yani KARŞILIK(amelin kendisine dönmesi) demektir. MÜŞRİK yararlı amel ve iyilikler işlediğinde, bunun bir CEZA’sı yani KARŞILIĞI yoktur. Onlar için kıyamet gününde amelleri tartan terazi konulmayacaktır. Çünkü Allah’a ortak koşanın iyi amelleri de boşa gitmiştir. MÜŞRİK hesaba çekilmeyecek, cehenneme girecektir. CEHENNEM bir CEZA değil, her şeyi kuşatmış Rahmet’in belirlediği bir TAHSİS’tir.

‘’Cehennem ATEŞ’tir. Ateş melekleri gidince, NİMET melekleri gelir. Ve böylece o ateşe muhâl olan yerde cırcır(kereviz) otu biter. Cırcır otu yeşildir, cennette renklerin en güzeli yeşildir. Yani ateş yeşile dönüyor, cehennem cennete çevriliyor. Bu mânâya en güzel delil, Hz. İbrâhim’in kıssasıdır. ‘’Ey ateş! İbrâhim’e serin ve selâmet ol’’ (Enbiya, 69)Bu emirden sonra orada reyhanlar yeşerdi, bahçeler oldu. Cebbâr olan Allah, kademini bastıktan sonra cehennem ehlinin azâbı rahata(tada) çevrildi. Bulundukları mekân değişmesi, ateş gitti.’’ (Abd’ül-kerîm el-Cîlî,  Hz. İnsan-ı Kâmil)

 Evliya ulvî yüksek kelimeler, eşya ise suflî alçak kelimelerdir ve bunların hepsi ’’KÜN’’ emrinden zuhûr etmiştir. Allah’ın emri ‘’KÜN’’ yani KAF ve NUN arasındadır.  K (KAF) harfinden iki anlam ortaya çıkar. Birisi KEMÂL’in ‘’K’’ si, diğeri KÜFÜR’ün ‘’K’’si. N (NUN) harfinden de iki anlam ortaya çıkar. Biri Mârifet ‘’N’’ si, diğeri Nekre/belirsizlik ‘’N’’ si. Allah yaratmada kimin üzerine nurunu  saçtı ise o KÜN’ün ‘’K’’ sına Kemâl, ‘’N’’ sine Mârifet olarak tanık oldu. Diğeri ise KÜN’ün  ‘’K’’sını Küfür, ‘’N’’ sini ise Nekre/belirsizlik bildi ve kâfir oldu. Kâfir, kalbi ölü olandır.

Küfrün de hâliki (yaratanı) Allah’tır ve Allah’ın küfrü yaratması da O’nun en büyük hikmetlerinden (kâinattaki bütün hâdiselerin ilâhi sebeplerinden) biridir. Allah, fenâ bir şey yaratmayacağına göre küfrün de yaratılışında bir sebep, bir mânâ, dolayısıyla hikmet vardır. Burada küfür kelimesinin ‘’karanlık’’ mânâsını ve kâfirlerin nurdan karanlıkta kalanlar olduğunu unutmamak doğrudur.

‘’İslâm’a göre bütün mahlûkat ister kendi rızasıyla, ister kendi rızası olmaksızın Allah’ın irâdesine boyun eğer. İster kâfir  ve müşrik olsun, ister mümin olsun ibâdet ettiğinde  yalnızca Allah’a ibâdet eder. Mümin Allah’a ibâdet ettiğinin farkındadır. Kâfir veya müşrik ise Allah’tan başkasına ibâdet ettiğini düşünse de varlıkta Allah’tan, O’nun isim ve sıfatlarından ve bu sıfatlara bağlı fiillerinden, bu fiilerin dış dünyadaki eserlerinden başka hiçbir şey bulunmadığından dolayı ibâdeti dolaylı olarak gerçekleşse de yine Allah’adır. Zaten küfür ve şirk eserin müessirini görememek ve eserde takılıp kalmanın sonucudur’’( William C. Chittick, Hayal âlemleri)

Allah, kendisinden başkasına mûhabbet ve ibâdet edilmemesi için, kendisini bütün EŞYA’nın hakikati kıldı. Kişi neye ibâdet ederse etsin, bilsin veya bilmesin aslına O’na ibâdet eder.

Kaynak: Ken’an Rıfâî Hz. Sohbetler,  İbn’ül Arabî Hz. Tefsir-i Kebir Te’vilât, C.Nur Sargut İslâm, îman. 

25 Temmuz 2018 Çarşamba


KUR’ÂN VE İNSAN:

Kur’ân-ı Kerîm Hz. Peygamber’e vahiy (Cebrâil/Külli Akıl) aracılığıyla indirilmiş Allah kelâmıdır ve kadîmdir.  Bir anlamda da anayasamızdır. Kur’ân; diğer Peygamberlere gelen üç semâvi kitabı da (Tevrat, Zebur, İncil) içinde barındırır.

Kur’ân; tüm zamanı geçmişi, An’ı ve geleceği kapsayan bir kâinat kitabıdır. Meselâ  Hz. Ali; ‘’çölde atımı kaybetsem, onu Kur’ân da ararım’’ demiştir. Kur’ân’ı anlamaya çalışmak çok önemlidir. Çünkü biz insanlar için indirilmiş bir rehberdir.

Kur’ân da geçen her âyet ve sûre, bize bir şeyler anlatan mesaj ve semboller ile doludur. Kur’ân tüm zamanları kapsadığından, âyetler her an inmektedir.

Kur’ân’ı Kerîm Peygamberler aracılığıyla insanı ve onun geçirdiği, geçireceği gelişim aşamalarını anlatır.  Çünkü Kur’ân ve insan (İnsan-ı Kâmil) ikizdir.

İnsan; beden, nefs, rûh, kalp ve akıldan müteşekkildir.

Beden rûhun kalıbı/yani bineğidir. Rûh lâtiftir ve beden rûhu görünür kılar. 

Rûh Rahman’ın nefesi, sırrı yani canımız, canlılığımızdır. Nefes almadan yaşayamayız.

Nefs rûhun ham hali ve Allah’ın tekâmül için kuluna verdiği en kıymetli hediyedir. Çünkü onunla yol alırız.

Kalp Allah’ın tecellîgâhı, yani kuluna tecellî ettiği yerdir. 

Akıl da düşünme ve kavrama yetimizdir. Aklı olmayanın sorumluluğu da yoktur.

Bedenin huzuru için hepsinin huzurda olması gerekir.

Bu beşli yapı genellikle Kur’ân-ı Kerîm’deki bütün sûre ve âyetlerde de mevcuttur. Âyet, işaret ve flama demektir. Allah adeta insan ile Kur’ân âyetleri arasında bir bağ olduğuna dikkat çekmektedir. Bu anlayış ile okunduğunda Kur’ân  bir rehber niteliğindedir.

Örn: Mûsâ ve Hızır (a.s.) kıssasının anlatıldığı Kehf sûresinde;  Mısır beden şehri, Mûsâ kalp, balık akıl, Yûşa Hz. genç nefs, Hızır rûhtur. Burada kalbin, dirilmiş nefs (ölü balığın dirilmesi) ile rûha doğru yaptığı yolculuğu anlatılır. İki denizin birleştiği yer (madde ve mânâ) kalp mâkâmıdır, ancak Mûsâ bu birlikteliğe dayanamaz, ayrılırlar.

Mûsâ ve Firavun kıssasında da; Mısır, beden şehridir. Mûsâ kalp, Firavun nefstir. Mûsâ ‘nın kayınpederi Şuayb (a.s.) rûh makamı, kızları nazari ve âmeli akıldır. Mûsâ’nın Firavun olan nefsinin boğulmasıyla yolculuk başlar. Tûr olan benlik dağı parçalanır ve Mûsâ Ken’an iline varır. 

Yine Kehf sûresinin Zûlkarneyn kıssasında; Zûlkarneyn kalp, doğu tarafı rûh, batı tarafı nefs, ye’cüc ve me’cüc nefsin sıfatları, yola çıktığı yer de beden şehridir.

Burada da Zûlkarneyn nefsin sıfatlarına erimiş bakır ve demir (iyi niyet ve amel) ile set çekerek kalp makamına ulaşır.

Hızır Zûlkarney’in ordusunda askerdir. Ab-ı Hayat suyunu bulur ve ölümsüzlüğe kavuşur.  Yani Hızır kalbin askeridir ve ölümsüzlük suyuna, rûh makamına erişerek dirilir.

Sebe sûresinde Hz. Süleyman kalp, babası Hz. Davut rûh, Hüdhüd akıl, Sebe de beden şehridir. Sebe melikesi Belkıs da beden şehrinde nefsani kuvvetlerden tahtı olan hayvani nefstir. Sonunda kalbi temsil eden Süleyman’a tabi olarak Müslüman/teslim olur.

Yûsuf sûresinde Hz. Ya’kûb rûh, Hz. Yûsuf Kalp, Züleyha nefs, Mısır şehri beden, Yûsuf’un kardeşi Bünyamin idrâktir. Sonunda Hz. Yûsuf Mısır/beden şehrinin sultanı olur.

Meryem sûresinde de; Meryem Cebrâil’in üflemesiyle yani akıl aracılığıyla dirilmiş nefstir. Nefs susar, râzı/fâni olur. O zaman vücûd da kalbin çocuğu doğar. Îsâ olan rûh konuşmaya başlar.

Kur’ân âyetlerinin ilk başlarında nefsin dirilmesi (Kalbi temsil eden Hz. Mûsâ’nın nefsten rûha yönelmesi ve Rûhu temsil eden Îsâ’nın doğması) ve tekâmülünde geçirdiği süreçler anlatılır. Sonlarına doğru Hz. Peygambere hitap vardır ve zâti ayetlerdir. Örn: Ey örtüsüne bürünen, kalk.  Kalk ve uyar. Batmakta olan yıldıza andolsun ki…(burada Hz. Peygamberin varlığının kaybolduğu yani fâni olduğu anlatılmak istenir)

Daha doğrusu anlatılmak istenen bizim beden şehrimizden ulvî âleme yaptığımız bilinçli veya bilinçsiz yolculukta nasıl bir yol izlememiz gerektiğidir. Yolculuk yani hicret kalbedir. Aslında gidiş de, geliş de yoktur. Ayrılık yoktur ki, kavuşma olsun. Tüm mücâdele içseldir. Çünkü Allah bir an bu âlem Ayna’sından yüz çevirse âlem yok olur. Yani yokluğa döner.

Bu tekâmül sürecinde rehberimiz Kur’ân ve yaşayan Kur’ân olan Hz. Mûhammed’dir.