Yazı, 900’lü yıllarda Hallac-ı Mansur
tarafından söylenen, ancak anlaşılamayan, anlaşılamadığı için de farklı
yorumlanan, dünyanın birçok yerine yayılmış ve ünlenmiş ‘’Ene’l Hakk/Ben Hakk’ım’’ sözünün açıklamasıdır. Tüm zamanlara
vurulmuş, mühür niteliğini taşıyan bu sözün üzerine bir söz söylenememiştir. ‘’Ben Hakk’ım’’
‘’Ene’l Hakk’’ Kuantum Felsefesi ve Düşünce
Tarihi’nin neredeyse temelini oluşturan, Kuantum Fiziği ile birbirini
tamamlayan bir kelimedir. Bu yüzden ‘’Ene’l
Hakk’’ sözü hem dini, hem tasavvufi, hem de bilimsel
bir ifâdedir.
Hallac-ı
Mansur’un asıl adı, Ebu’l Mugiz Hüseyin bin Mansur el- Beyzâyî’dir. Mansur
soyadı babasından gelmektedir. Hallac lakâbı ise bir arkadaşı ile yaşadığı
sırlı bir olaydan dolayı kendisine lâkap olarak verilmiştir. Mansur;
Tanrı’ya kavuşma yolunda nihayete erenler için kullanılır. Hallac-ı Mansur
için, gönüllerin sesini duyup açıkladığından dolayı ‘’sırları pamuk gibi atan’’ manasında Hallâcü’l Esrar da
denilmektedir.
Hallac-ı
Mansur Beyza yakınlarında, al-Tur’da doğdu. Büyük babası Mahamma adında bir
Zerdüştî’dir. Ona, ana tarafından Hazreti ebû Eyyûb’un neslinden geldiği
söylenerek ‘’Ensâri’’ de denilmiştir
(yardım eden). Nesilden nesile aktarılanlara göre, daha küçükken babasıyla
Dicle kıyısındaki Vasıt kasabasına geldiği ve Mansur’un burada 12 yaşında
Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlediği bilinmektedir. Ancak nerede ve nasıl bir tahsil
gördüğü konusunda fazla bilgi ve yazılı bir kaynak yoktur. 20 yaşlarında
değerli hocalardan tasavvufun inceliklerini öğrendiği, Mekke’ye gittiği, Hac dönüşü,
Bağdat’ta Cüneyd-i Bağdadî, Amr b. Osman Mekri’i ile görüşüp onlardan feyz aldığı
söylenir.
Bazı
kaynaklara göre kendisine yöneltilen üstü kapalı eleştiriler üzerine Sufîlik
kıyafetini değiştirerek halk kisvesine bürünür. Talebeleri ile beraber tekrar
hacca gider. Dönüşünde asker kıyafeti giyer. ‘’Putperest diyarı olan halkı Hakk’a davet
için şirk beldelerine gidiyorum’’ diyerek Hind’e, oradan Horosan’a,
Türkmenistan’a ve Çin sınırına kadar gider, oralarda yaşayan halka İslâmiyet’i
anlatır. Onları Allah yoluna davet eder. Üçüncü defa hacca gider ve orada
halktan kendisine işkence yapılmasını ister. Bağdat’a geri dönünce, Müslümanlar
uğruna, halk tarafından öldürülmeyi talep eder ve meşhur ‘’Ene’l Hakk’’ sözünü söyler. Bu söz kısa zamanda bütün İslâm diyarına
yayılır. Bir süre hapsedilir. Suçsuz olduğu anlaşılınca serbest bırakılır.
Ancak bazı siyasi hadiselere karışır ve ağır suçlamalarla tekrar hapsedilir.
Sekiz yıl kadar hapis yatar. Sonunda idâma mahkûm edilir. İdam hükmü, devrin
islâm halifesi tarafından da tasdik edilen Hallac-ı Mansur, önce kırbaçlanır, sonra
elleri ve ayakları kesilir, ardından asılır ve cesedi yakılarak külleri minareden
Dicle Nehri’ne atılır.
Hallac-ı
Mansur, yaşamının ilk döneminde feyz aldığı sufî üstadları olan Cüneyd-i Bağdadî
ve Emr el-Mekri tarafından önce kabul edilir, ancak sonradan reddedilir.
Cüneyd-i
Bağdadî, tasavvufun esrarını sadece yakın çevresiyle konuşmakta, başkaları
duymasın diye de evinin kapılarını örtmektedir.
Mansur’un da
dâhil olduğu Bağdat Tasavvuf Okulu, tevhid konusundaki öğretilerinde ileri bir
seviyeye ulaşmıştır. Fakat halk tarafından yanlış yorumlanacağı endişesiyle
öğretilerini gizlerler. Cüneyd-i Bağdadî, Hallac-ı Mansur’a susmayı, insanlarla
konuşmamayı, sırları açmamayı telkin eder. Ancak sözü dinlenmeyince ‘’Galiba bir ağaç parçasının ucunu kırmızıya
bulaman yakındır’’ diyerek, şehit edileceği kehânetinde bulunduğu rivâyet
edilir.
Hallac-ı
Mansur’u en çok etkilemiş âriflerden biri olan Beyazid-i Bestâmî, 800’lü
yıllarda Fenâ halinin öncülerindendir. ‘’Bana şükürler olsun’’ sözü de bunu
gösterir. Hz. Mevlâna’ya göre bu hal ‘’O Ben, Ben O’’ düşüncesinin
göstergesidir. Yunus Emre’de şiirlerinde bu hâli devamlı yansıtır. Tevhidin
başlangıcı olan Fenâ hâli,
kendini kaybetme, yok olma, hiçleşmedir. Kadim bilgelikte, ‘’O, bir kulunu severse, onun gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı,
tutan eli olur. Kul benimle görür, benimle duyar, benimle tutar, benimle
yürür’’ hâli ile aynıdır. Yukarının eli ayağı olan ‘’Kâmil İnsan’’ meselesi de bunu anlatmaktadır.
Cüneyd-i Bağdadî
sahv yani bekâ hâli
öncülerindendir. Bekâ fenâ hâlinin tam zıddıdır. Kendinde ve uyanık olma
hâlidir. Allah’ta bakî olma, Allah’ta sonsuz yaşama ulaşmadır. Hallac-ı
Mansur’un düşüncelerinde her iki hâl de görülmektedir. O hem fenâ, hem de bekâ
hâlindeyken ‘’Ene’l Hakk’’ sözünü yinelemiştir. Mansur’un yakın dostu Şiblî ‘’ben ve Mansur aynı idik. Ancak beni deli olma hâlim kurtardı.
Hallac-ı Mansur’u Dar’a götüren aklıdır’’ demiştir.
‘’Beni gören, Tanrı’yı görür;
Tanrı’yı gören, ikimizi birden görür’’ (Hallac-ı Mansur) Ene’l Hakk sözü, bir insanın Hakk olarak
göründüğünün ifâdesidir. Bu sözden beri, daha üstüne söylenmiş bir söz
bulunmamıştır.
‘’Ben Hakk’ım’’ ya da ‘’Hakk, Ben
olarak göründü’’
demiştir Hallac- ı Mansur. Ancak ‘’ben’’
kelimesi çok derin bir kavramdır. ‘’Ene’’
kelimesi ben anlamında kullanılmış olsa da aslında ben ötesi bir
kelimedir. Çünkü ego ve ben sözcükleri, fiziksel bedeni ifâde eder. Mansur’un
kullandığı ‘’ene’’ kelimesi tasavvufi
mânâda beden dışında olduğunun anlamını taşır. Yani ‘’rûhum emânet rûhtan üflendi ve ona ulaşmayı diledim; kalben çağrıyı duydum
ve ölmeden ona ulaştım’’ mânâsını içeren derin bir anlamdır. Dünyasal
sıfatlardan arınan, Hakk isminin yüceliğine ulaşan ve idrak eden bir
anlayıştır. Bu sözü, ancak rûhu ve bedeni ile idrak eden kişi söyleyebilir.
İnsan gönlü
öyle büyüktür ki, içine bütün evren sığar. Sonsuz Kâinat, insanın yüreğindedir.
Hallac-ı Mansur bunu ‘’nokta felsefesi’’
olarak belirtir. Bu ‘’nokta’’ bir
incidir (Nûr sûresi, 35) Arapça ‘’durre’’
olarak bilinen bu inci, tüm kâinatın özüdür. İşte inciyi bulabilen, görebilen,
egoyu terk eder, maddenin esaretinden kurtulur, özgürleşir. Bu kişi artık
tanrısal boyutta düşünen bir insandır ve ancak böyle bir hâl içinde olan insan ‘’Ene’l Hakk’’ diyebilir. Bu sözü dile
getirebilen tek kişi de Hallac-ı Mansur olmuştur.
Nokta
konusu, Hallac-ı Mansur Felsefesi ‘nin ve Ene’l Hakk anlayışının en temel
kavramıdır. Nokta Felsefesi anlaşılmadan, Hallac-ı Mansur’u anlamak neredeyse
imkânsızdır. Mansur’a göre Tanrı,
‘’Öncesiz Nokta’’dır.
Öncesiz
Nokta’nın Mutlak olduğunu ve Kaynak olduğunu önemle belirtir. Nokta: Ne büyür, ne küçülür, ne yok
olur, ne var olur. Her yerdedir ve hiçbir yerdedir. Bütündür.
Gerçekliğin Gerçekliğidir. Tüm görünenlerdedir ve görünmeyenlerdedir.
Nokta’nın her şeyden bilgisi vardır, sonsuz kere sonsuz saniyede her şeyi
bilir. Tüm düzen ve maddelerin tek sahibidir.
‘’Öncesiz Nokta’’ olan Tanrı; doğmamış ve doğurulmamıştır. Eşsiz, Tek ve
Mükemmeldir. Merkezdeki ‘’Öncesiz
Nokta’’ ya ulaşmak imkânsızdır. İlâhi sistem daireseldir. Ölerek ya da
dairelerden geçerek oraya ulaşmak mümkün değildir. Tüm ulaşma çabaları
sonucunda ulaşılan yer, ancak Öncesiz Nokta’nın etrafındaki ‘’daire’’ olur. Öz, ilk nokta ve ilk
dairedir. Açılım ve yayılım oradan
başlar. O ilk daire Mutlak’tır. Mutlak sonsuz güçtür. (Gayb âlemi)
Daha sonra gelen
daire, ‘’Doğruluk dairesi’’ dir (Ceberût âlemi). Doğruluk
Dairesi Levh-i Mahfuz, Korunmuş Levha, Kayıtlar Levha’sı, Biçimler Levhası
(Kâinatın biçimlerinin kayıtlı olduğu levha), Âdem Kâinatı olarak da tanımlanır.
Doğruluk dairesi görünen ve görünmeyen her şeyi kapsar. Bu daireden çıkış (nüzul/iniş), Âdem ve eşinin cennetten
kovulması sembolü olarak anlatılır.
Kovulma ve ‘’yasak meyve’’nin
yenilmesi Âdem ve eşinin doğruluk dairesinden çıkması için sadece bir ‘’neden’’dir. Çünkü mükemmel bilgilere
sahip olan varlık, özündeki bilgileri tatbik etmelidir. Bu bilgi asla Tanrının tüm bilgisi
değildir. Ancak, Tanrı’nın gerçek kaynağından bir damla olabilir.
Sonrasında varlığın tüm çabası, kovulduğu Doğruluk Dairesine, ait olduğu
Tanrısal boyuta tekrar geri dönmektir. Bu içsel bir yolculuktur. Varlığın
kendinden kendine yaptığı bir yolculuktur.
İnsan öyle
bir noktadır ki, bütün kâinatı içinde barındırırken, aynı zamanda kâinatın
içerisinde yer almaktadır. Maddenin içindeyken, aynı anda maddenin varlık
içinde olması anlaşılması zor bir kavramdır. Hallac-ı Mansur, konuyu
anlayabilmek için biçimler levhasının (biçimlerin) dışına çıkmak gerektiğini
belirtir. Doğruluk dairesinin Merkezine ulaşan ve gerçeklik bilgisini alabilen varlık o bilgi ile donanır. Bu
da Daire’ye bir süreliğine dışarıdan bakmak anlamına gelir. Kur’ân’da ‘’Mirac/uruç’’ olarak bahsedilen konu
budur. Bir tek Hz. Muhammed bu daireden çıkabilmiştir. Hallac-ı Mansur’a göre gerçeklik bilgisi, Doğru’nun bilgisidir.
Doğru Hakk’tır. Doğruluk Dairesi O’nun tam kendisi değildir; ancak bulunduğu
yerdir. Tevhidin sembolüdür. ‘’Yaşam
ağacı’’ olarak da sembolize edilir.
Bir sonraki
daire Nicelikler Dairesi’dir (Misâl
âlemi). Maddeler ve varlıklar, çokluk, sıfat ve sûret olarak
görünürler. Her bir görünen de Tanrı’nın yansımasıdır. Bir sonraki en
geniş daire, Sezgi Dairesi’dir
(Dünya, His âlemi).Tüm
varlıkların sezgisinin hissedildiği yerdir.
Tüm
varlıklar ve Tanrı’nın kendisi de dâhil, bu daireleri temsil eder. ‘’Şeytan’’ kavramı tüm bu dairelerin
dışında kalma durumudur. Şeytan, tüm bu mevcudiyetten mahrum kalma hâlini
temsil eder. Eğer Şeytanî düşünüyorsan, daire dışındasındır. Şeytan bir
düşünce tarzıdır. Bu düşünce tarzı, Kâinatın içindeki o birliği idrak edemeyen,
kavrayamayan ve göremeyen bir yapıyı içerir. Bu düşünce tarzına sahip olan her
insan ‘’Tanrısal Daire’’ nin dışına
çıkmıştır. Hallac-ı Mansur, Tanrı ile arasındaki birliğin varlığını inkâr eden
kişinin, en dış daire olan Sezgi Dairesi’nin çeperinde dolaştığını belirtir.
Hallac-ı
Mansur Felsefesinde, daireler iç içedir. Varlık, anlayışı doğrultusunda, kapısı
ve anahtarı olmayan bu dairelerden geçer. Varlık maddenin esaretinden
kurtuldukça bir daireden diğerine geçer ve aydınlanma gerçekleşebilir. Doğruluk
Dairesine ulaşan varlık rûhunun sesini duymaya başlar. Bu dairelerden geçişler,
tamamen insanın içsel yolculuğudur.
Yine
Hallac-ı Mansur Felsefesinin bir diğer kavramı ‘’yörüngeler’’ konusudur. Kâinattaki her makro varlık, kendi etrafında ve çekim
alanında olduğu kütlesel varlık
etrafında ve en büyük çekim alanına bağlı olduğu makro kitlesel varlık etrafında döner. Kâinattaki her mikro
varlık (atom ve atomaltı partikülleri) kendi etrafında ve çekirdek etrafında
döner. Bunlar değişmeyen fizik yasalarıdır. Her mikro ve makro varlığın bir
yörüngesi/feleği vardır. Bu yörünge, kendi etrafında ve çekim alanına bağlı
olduğu kütlesel varlık etrafında dönerken aldığı yoldur. Bu yörüngeler
görülebilir, tespit edilebilir ve ölçülebilir nitelik taşır.
Bir de
varlıkların soyut yörüngeleri vardır. Bu yörüngeler, varlığın mânevi
dünyalarında aldıkları yollardır. Tasavvufta varlıkların bu soyut yörüngelerine
‘’Tekâmül’’ adı verilir. Her
insanın, yay genişliğinde bir yörüngesi vardır. Mânevi gelişiminde tam bir tur
döner; döngüyü tamamladığında yine başa gelir. Ve bu, sonsuza kadar devam eder.
İnsan, her bir döngüde bir tur attığında, yeniden başa gelir. Bu yüzden soyut
evrenlerde baş ve son aslında aynıdır. Fakat tek bir farkla! Her bir tur
döngüsünde sona gelen insan, tekrar başa geldiğinde, anlayışı değişmiş ve
aydınlanmıştır. Her dönüş bir farkındalık sıçraması yaratır. Baş ve son aynı
gibi görünse de aslında aydınlanan insan, bir sonraki döngüde farkındalığı
yüksek bir anlayış ile döngüsüne devam eder. (İbn. Arabi Hz. göre, Felekler
varlık mertebelerini anlatır)
İnsan Fizik Yörüngesinde bir tur
atarken neyin çekim alanında döner? Fizik kanunlarına göre her insan, dünya gezegeninin çekim
alanına dâhildir. Bu yüzden dünya, kendi etrafında döndüğü için insan da dünya
ile birlikte döner. Dünya, Güneş etrafında döner. Güneş de en güçlü çekim alanı
olan Samanyolu galaksisi etrafında döner. Samanyolu galaksisi de kendi
etrafında döner. İnsan da dolayısıyla, Samanyolu galaksisi ile birlikte tüm
dönüşlere tabidir. İnsan Fizik yörüngesinde bir tur atarken, Samanyolu
galaksisinin çekim alanındadır.
Peki, insan Soyut Yörüngesinde bir
tur atarken neyin çekim alanındadır? Soyut yörüngeler görülemez, ölçülemez, tespit edilemez
olmasına rağmen mânevi hissediş ile tespit edilebilir. İnsanın da Soyut
yörüngesinde çekim alanına girdiği ‘’şey’’ler vardır. Ve bu ‘’şey’’ler, tıpkı
fizik kanunlarında geçerli olan çekim alanları gibi, çok güçlü çekim alanları
yaratır. O şeylerden en önemlisi ‘’merkez
benim’’ diyen Benliktir. Ben merkez tam bir çekim alanıdır. Hapishanedeki
bir mahkûm, Ben merkez çekim alanına girmiş kişiden daha özgürdür. Maddenin yarattığı
cazibeyle sarhoştur. Mânevi gözleri körleşmiştir. Bencil, zalim, hoşnutsuz,
huzursuz bir yapıdadır. İnsanın Soyut yörüngesinin merkezine yerleştirdiği
farklı çekim alanları da vardır. Para, iktidar, şöhret, kumar, şehvet gibi
güçlü çekim alanları etrafında tur atan insanlarda çoğunluktadır. İnsan hayatı,
merkeze yerleştirdiği güçlü çekim alanına odaklıdır. O güçlü çekin alanı
odaklanmasından özgürleşmeli ve dengelenmelidir. İşte o zaman, insan hakîkati
anlamaya başlayacaktır. İşte bu ‘’tekâmül
sıçraması’’dır. Tekâmül, halkalar şeklinde değil helezonlar (sarmal,
spiral) şeklindedir.
Tekâmül
sıçraması yaparak aydınlanan ve helezonlar çizerek ilerleyen insan, bu
ilerleyişte çeşitli duraklarda konaklar. Bu duraklarda konaklamasına
Tasavvufta ‘’nefes’’ adı verilir.
İnsan her nefeste soluklanır, dinlenir ve yaşadığı tüm olayları gözden geçirir.
Durak, bir nefes almadır;
bilgilerin yerli yerine oturması, gözden geçirilmesi, hazım edilmesi,
eksiklerin fark edilmesi, geçmişin telafisi ve bir sonraki aşamanın
hazırlıklarının yapılmasıdır. Duraklar, insanın Tekâmülünde çok önemli yer
tutar. Her hâlden hâle geçiş, her kat edilen merhale, aşama, tabaka birer
durağı temsil eder. Her biri için ayrı ayrı zamanlar vardır ve bu zamanlar, bir
oluş ve biçimlenme safhasıdır. Bu varlığın yoğunluğu, titreşimi ve Rezonansı
ile alakalıdır; bilgi ile değil. Çok şey bilmenin faydası yoktur. Önemli olan
bilinen şeylerin hazım edilmesi, idrak edilmesidir. Sırların açığa çıkması
hayatlar boyu sürer. Her hayatta idrak edilen bir ya da birkaç idrak, diğer
hayatların hazırlığıdır. Belki birkaç hayat öncesi ve sonrası için hazırlık
aşamalarıdır. İşte bu aşamalar hâlden hâle geçişlerdir.
Hallac-ı Mansur, 40 duraktan bahseder: Bunlar; Yöntem (edep ve adap), Korku
(sakınma), Yorulma (tekrar başlama), Arama (talep), Şaşırma (hayret), Yıkılma,
Coşku (aşk hali), Tutku, Doğruluk, İçtenlik, Özgürleşme, Gösterme,
Dinginlik, Anlama, Tanık olma, Oluş, Memba, Çabalama, Eski duruma dönme,
Yayılma, Hazırlanma, Kendini yalıtma, Bağlanma, Çekim, Görüntü, Uygulama,
Dikkat, Yitirilen şeyler için üzülme, Direnme, Dikkate alma, Hayret, Düşünme,
Sabır, Yorumlama, Onaylamama, Güçlü eleştiri, Uyma, İşaret alma ve Başlangıç’tır.
Hallac-ı
Mansur’a göre her durağın iki anlamı vardır. Biri anlaşılır, diğeri anlaşılmaz.
Anlaşılan durumu, bedenliyken ilham vâsıtasıyla hissedilenlerdir. Anlaşılmayan
durumu ise bedenliyken bu hissedilenlerin amacının
ne olduğu konusunda kesin bir bilginin olmamasıdır. İnsan mânevi yolculuğunda
yani Tekâmül sıçramalarında birçok hissiyata kavuşur. Bunlar, anlaşılan
durumlardır. Fakat bu hissiyatın amacının ne olduğuna dair kesin bir bilgi
yoktur. İşte bu da anlaşılamayan bir durumdur. Örn: Mûsâ ile yolculuğunda Hızır, bedenli bir insanın
değil, Tanrısal bir düşünce yapısının temsilidir ve bunun dünyada mümkün
olacağının bir göstergesidir. Mûsâ
ise, insanın beşeri düşünce yapısını temsil eder. İnsanoğlu, bir Nebî, bir
Peygamber bile olsa gerçeği ve amacı bilemez. Amaç sadece Dünya’nın Rabbine
aittir. Bedenlilerden hiç kimse, dünyada yapılanların amacına dair kesin bir
bilgiye sahip değildir.
Hallac-ı
Mansur’un önemle bahsettiği Kırk Durak iç içedir, bir sıralaması yoktur. Varlık her an gelişir
ve durakları bir bir geçerek başlangıcına ulaşabilir. Ve artık dünyaya
doğmasına gerek kalmayabilir. Belki de görevli olarak istekli ve iradeli bir
şekilde tekrar gelebilir. Besleyen, aynı zamanda beslenen durumundadır.
Hallac-ı
Mansur Felsefesi kavramları arasında ‘’Mirac’’
önemli bir yer tutar. ‘’Âdem ile Rabb
arasındaki iki yay boyu uzaklık vardır.’’ Bu tanım Kur’ân’da bahsedilen ‘’Kâbe Kavseyni’’dir. Kâbe; mesafe,
Kavseyni; iki yay arası, iki gözün görüş mesafesine giren bir kısım alan anlamındadır.
Hallac-ı Mansur, bu tanımları tek bir kelime ile aktarır: ‘’Ayn’’
Ayn Arapça bir kelimedir göz, kaynak, pınar, aslı, aynı, kendi gibi veya eşi
gibi demektir. Bu tanımlamalara neden ‘’ayn’’ kullanılmıştır denilirse, ‘’ayn’’ şekil itibariyle alt alta
oluşmuş dikey iki yaydan oluşur (ع). Hallac-ı
Mansur ‘’iki yay boyu uzaklık vardır’’ anlamını ‘’ayn’’ ile tanımlar.
‘’Ayn’’ kelimesi ile mesafenin varlığı
vurgulanırken, o mesafeden Tanrı’nın görünmesi ‘’bayn’’ kelimesi ile anlatılır. Varlık her yaklaşmak istediğinde,
Tanrı ile arasında iki yay mesafesi olacaktır. İnsan ne kadar gelişirse
gelişsin, en yüce mertebelere dahi ulaşsa, Tanrı’yı gözleri ile göremez.
Hallac-ı
Mansur’un günümüze kadar gelen tek eseri, anlaşılması çok güç kavramlarla dolu
olan ‘’TAVASİN’’ adlı eseridir.
‘’Ta’’ îman etmiş, gerçekten Allah’a
yaşarken ulaşmış insanın simgesidir. ‘’Sin’’
ise her varlığın yay uzunluğudur ( ﺱ ). Yay uzunluğu Allah ile kul arasında
bir sırdır. Kul, Allah’ı gözleri ile göremez; yay uzunluğu buna engeldir. Ancak
yörüngesinden tanır. Hiçbir enerji, diğerinin enerjisine erişemez, ulaşamaz,
temas edemez. Gecenin gündüze, ayın dünyaya, dünyanın güneşe erişemediği gibi.
Atomlar arasındaki boşluk da Partiküllerin birbirine dokunmasına engel olur.
Her atomun bir yörüngesi vardır ve her biri kendi yörüngesinde seyahat eder.
Kısaca, her
varlığın yörüngesi (feleği, kaderi) onun ‘’Sin’’
idir. Kendisi ‘’Ta’’ dır. TavaSin
kelimesindeki ‘’va’’ ise çokluğu
ifade eder. ‘’Sin’’ kayıtlar evreninin yansımasıdır. Âlemlerin Rabbi ile
bağlantısıdır. Evrendeki ‘’Vahyi’’ alır ve ‘’Ta’’ ya, bedene iletir.
‘’TaSin’’ İnsan-ı Kâmil’i simgeler. ‘’TavaSin’’ de, ‘’TaSin’’ kavramının çokluğunu ifade eder.
‘’TavaSin’’
Hakk’ın yeryüzü ordularıdır. Hakk’ın yeryüzü orduları olan Seçilmişler
olduğu kadar, üstü kapalı ve sembolik bir aktarım ile Göklerin ordularından
da bahsedilir. Kur’ân’ı Kerîm’de ‘’Uzak
yoldan gelen’’, ‘’Aç ve yorgun olmayan’’, ‘’İnsan zaafları bulunmayan’’,
‘’Müjde ile gelen’’ diye tanımlar yapılır. İsimleri yoktur, fakat sıfatları
boldur. Göklerin orduları, ‘’Devamlılığı
sağlayanlar’’ dır. Onlar bir devri kapatıp bir devri açanlara Müjde getirenlerdir.
Vahiy meleği ‘’Cebrâil’’, ‘’Mustafa Kemâl Atatürk’’ devamlılığı
sağlayanlardır. Yunus Emre’nin ‘’Bize
Dervişler geldi’’ sözü ile, Hz. İbrâhim’in ziyâretçilerine ‘’Selâm yabancı topluluk’’ diye
seslendiği âyet vardır. Yine Tevrat kitabında ‘’Ve Rabb buluttan indi ve ona söyledi’’ ifadesi devamlılığı
sağlayanlara işaret eder. Yine Tevrat’ta sıkça rastlanılan ‘’Göksel araba’’ tanımları ve tabletlere kazınan dünya dışı insan
motifleri buna örnektir.
Göklerin
orduları, farklı
boyutlardan, farklı gezegenlerden gelen, dünya canlılarının korunması görevinde
bulunan, türün ve soyun devamlılığını sağlayan Rabbin seçilmişleridir.
Devamlılığı sağlayanların ortak bir özelliği vardır: ‘’Değişim.’’
Onların
ziyaretlerinden sonra mutlaka bir değişim yaşanır. Onların ziyaretleri bir
dönüm noktasıdır. Bu ziyaretler, fiziksel temas ile gerçekleşir.
Yine
Bulutlar, Okyanuslar, Çöl kumları, Polenler eko sistemde devamlılığı sağlayan
tabiat olaylarıdır. Onlar esip, tozutup, savurarak bir yerden bir yere nakil
yaparlar. Buradan anlaşılıyor ki, Kâinatta hiçbir şey düzensiz ve başıboş
değildir. Her şey belli bir düzen ve kaidelerle varlığını sürdürmektedir.
Bir yerde herhangi bir düzensizlik
olsa bile, derhal başka bir noktada onu düzenleyecek başka bir sistem devreye
girecektir.
Bilimde
canlı varlıkların organize durumu düzenli bir yapı oluşturur. Yani yaşam içinde
bir ahenk, bir düzen vardır. Bilim insanları buna Entropi’nin azalması
demiştir. Entropi; Düzensizliğin
ölçüsü demektir. Entropi düşük ise düzenli bir yapının varlığını
gösterir. Entropi kanunu (düzensizlik kanunu), evrendeki düzeni ortaya koyan en
büyük delillerden biridir. Yaklaşık on beş milyar yıldan beri varlığını
sürdüren evrenin şu anki Entropi’si hesaplara göre şaşırtıcı derecede düşüktür.
Bu bize evrende bir düzenin olduğunu gösterir ki, evrenin ilk başlangıcının çok
düzenli olarak başladığını ortaya koyar. İlginç olan başka bir durum ise
evrendeki sistemin herhangi bir kısmında bir Entropi artışı olursa (düzensizlik
artarsa) başka bir kısmında Entropi azalır (düzen artar). Bu artış ve azalmalar
geçicidir ve ne kadar büyük olursa düzelme de o kadar hızlı gerçekleşir. Dünya
kendi düzenini sağlamak amacı ile fiziki bir takım oluşumlar içerisine girer.
Kendini yeniler ve düzenler. Depremler, sel baskınları, buzların erimesi, fırtına
gibi fiziki yenilenmeler gibi. Dünyanın
bu fiziki değişimi, tabiat kanunlarının bir gereğidir.
Işık
hızından daha hızlı, birbiri ile haberleşen atomlardan oluşuyoruz. Atom
evrenindeyiz. Buna Kuantum Evreni deniliyor. Görünen her şey, Kuantum Evreni’ni
oluşturuyor. Kısaca, ‘’Görünen her şey
Hakikatte Tek ve Eşsizdir’’ gerçeğini kabul ediyor. Henüz Kuantum Kuramı
ortaya çıkmamışken Hallac-ı Mansur, Ene’l Hakk sözü ile ‘’Görünen her şey Benim’’ demiştir. İşte o Ben
kelimesi, Kâinatın Özü’dür. Kâinatın Özü de Tek ve Eşsizdir.
Kâinatta her
şey özde biçimsiz ve şekilsizdir. Biçimi ve şekli yoktur. Enerjidir ve
ilâhidir. İlâhi nûrun yansımasıdır. Biçim, sadece bilinçlerde olan bir
kodlamadır. Şekil kodlardan meydana gelir. Doğulacak dünyaların kanunlarına
göre biçim kodları vardır. Bizim görebildiğimiz kâinatın biçimleri, Levh-i
Mahfuz denilen levhada kayıtlıdır. Ve her rûh, doğmadan önce, o levha
kodlarının bilgisinden beslenir ve dünyaya ya da herhangi bir gezegene doğar.
Hangi gezegende doğacak ise o gezegene ait olan kanunları, o levhadan çeker
alır. Çekip aldığı bilgiye göre şekillenir ve biçimlenir.
Biz
beynimizin bize gösterdiği evreni görmekteyiz. Ayrı, farklı, güzel, çirkin, büyük, küçük, beyaz,
siyah, aydınlık ve karanlık gibi sıfatlar taktığımız bir evren görmekteyiz.
Aslında beynimizin titreşim frekansları daha farklı titreşseydi, daha farklı
şeyleri görüyor olurduk.
Hallac-ı
Mansur kitabında, formlardan ayrılma, biçimlerden kopma, biçimsizlik kavramını da ele alır. Sembolik olarak iç içe
geçmiş üç daireden bahseder.
En dış
daire, mânâlar ve biçimler dairesidir. Kur’ân’ı Kerim’de bu kavram ‘’zâhir’’ olarak belirtilir. Elle
tutulan, gözle görülen, beş duyu ile algılanan cisimlerin temsilidir. İkinci
daire hislerin, ilhamların, hissediş ve kavrayışın olduğu yerdir. İç anlamdır.
Kur’ân’ı kerim de bu kavram ‘’bâtın’’
olarak belirtilir. Üçüncü daire ise kâinatın kodlanmış bilgisidir. Kur’ân’ı
Kerim’de ‘’Levh-i Mahfuz’’ olarak
belirtilir.
Nokta, Levh-i
Mahfuz’daki bilgidir ve her sisteme göre açılımı vardır. Öz ve Cevher olan
Tek’lik, ne kadar çoğalsa da Tanrısal özelliğini kaybetmez. Nokta’dan yansıyan
bilgiler, Tanrısal nûr ile aydınlanır ve hologram dünyasını oluşturur.
Hologram’da parçalar bütünün bilgisini taşır.
Kuantum’un
keşfi, bir atomun diğer atomlardan kopmadığını, çok güçlü enerji boyutu ile birbirine
bağlı olduğunu ortaya koymuştur. Kuantum evreninde kopuş ve ayrılış yoktur;
Kopuş, genişleme ve yayılmadır. Genişleme ve yayılma, unutma kavramını ortaya
koyar. Ancak yolculuk vardır. Uzaklık ve mesafe algısı sadece düşünce
biçimimizdedir. Oysa bir galakside olan her şey o anda bütün kâinatın her
zerresinde hissedilir ve değişime uğrar. Değişkenlik her atoma nüfus eder.
Bilimde, ‘’atom ne ise madde de odur’’
ifadesi vardır. Tasavvufta ‘’zerre ne ise
bütün de odur’’ ifadesi ile benzer anlama gelir.
Tüm
nedenlerin tek bir nedeni vardır. ‘’Tanrı’yı
anlamak.’’ Tanrısal bilgiler, zaman içerisinde insan üzerinde bir yıkım meydana
getirir ve onu yeniden inşâ eder. Yıkılma anı kıyam etmedir. Tutulan dalların ellerde kalması, görünen
her şeyin ardındaki enerjinin farkına varılması, yalnız ve terk edilmiş görünen
insanın aslında yalnız olmadığı, kâinatta birçok yaşam formlarının da
varlığının ortaya çıkması, insanın gerçekte bedenden ibâret olmadığının
anlaşılması, dinlerin birer yol olduğunun farkına varılması, bir
nefeslik dünya hayatının rüya olmadığının anlaşılması, yaşamın amaçlı
bir yolculuk olduğunun idrak edilmesi sonucu; insan ölümsüz olduğunu
anlayacak ve kendini yeniden inşâ edecektir.
Kuantum
Felsefesi’nde hiçbir şey kaybolmaz, sadece dönüşür. Çünkü her şeyin aslı
enerjidir. Enerji kaybolmaz, çoğalmaz, vardır ve alanını her daim korur.
Ürettiğimiz tüm düşünceler evrende enerji ortamında etkileşir ve kaybolmaz. Biz
yaşadığımız her hâli DNA’ya aktarırız ve DNA’da bilgi kayıtlı kalır. Ve
öldükten sonra toprağa karışan bedendeki DNA, yaşanmışlığın izlerini toprağa
kayıt eder. Ve o topraktan besleniriz aynı zamanda. Ve tekrar yaşayanlara geri
döner kayıtlı bilgiler.
Ölüm yoktur,
dönüşüm vardır. Ben, öldüğümde dönüşürüm. Bedenim toprağa karışır, börtü böceğe
yem olur. Börtü böceği hayvanlar yer, ya da bitkilere gübre olur. O hayvanları
ve bitkileri insanlar yer ve ben yine her insanda beden olur tekrar dirilirim.
Beden ölmez, toprak olur. İnsan da topraktan beslenir. Hiçbir şey ölmez, hiçbir
şey yok olmaz. Her şey dönüşür. Her daim diri olan ölür mü? O yüzden benim
ölümümde yaşam, yaşamımda ölüm vardır. Yaşarken öldüm, öldüm ve dirildim.
Dönüşümle tekrar hayat buldum. Bir bedenden yüz beden, yüz bedenden bir beden
olur. Bin can bir cana, bir can bin cana dönüşür. Tek bir can, tek bir rûh
vardır. Her şey O’dur. O’ndan yansır ve tekrar ana kaynağına geri döner.
Varlığın ulaşmak istediği cennet O’nunla olmak, cehennem ise O’ndan ayrı
kalmaktır.
Doğrusunu
kim bilir? O bilir.
(Kevser Yeşiltaş -ENE’L HAKK/Gizli
Öğretisi)