2 Ekim 2021 Cumartesi

ZİHİN:

Zihin nedir ve ne işe yarar?

‘’Zihin sanıldığı gibi beynimizin içinde değil, bedenimizi de içine alan, bedenin dışında bir enerji alanıdır. Zihin, verilerin biriktirilmesini, depolanmasını ve hatırlanmasını sağlamak amacı ile anne karnındayken veri toplamaya başlar ve bunları yetişkinlik döneminde duygu ve his olarak yönlendirmek için ortaya çıkarır. Zihin hafızayla ilgilidir. Zihin sadece günlük yaşamda hayatımızı kolaylaştıracak bir alettir. Bu sayede geçmişteki deneyimlerimize, anılarımıza giderek şimdiki anda karşılaştığımız şeyleri buna göre değerlendiririz ve bir karar veririz.

İnsan zihni birçok veriyi alarak kişinin yararına düzenleyen bir işlevdir. Beyinde gerçekleşen bu işlem zihinsel faaliyetler olarak açıklanmaktadır. İnsan zihni bilinçli olarak çalışarak insanın daha önce kayıt ettiği verilerden olumlu veya olumsuz sonuçlar çıkararak hayatta kalma güdüsü ile hareket etmeyi sağlamaktadır.

Zihin hizmetkâr olarak çok faydalı ama efendi olarak çok tehlikeli olabilir. (Nefs gibi)

 Çünkü zihnin kontrolü de nefsin kontrolü gibi çok zordur. Çoğu insanın zihni negatif düşüncelerle zehirlenmiştir. Zihni negatif duygu ve düşüncelerle zehirlenmiş insanlar yaşama karşı heyecanını kaybeder, yalnızca geçmişle  ilgilenir, yeni bir şey üretemez. Zihin aktif hale gelince ve negatif düşüncelerle dolunca kişi An’da kalamaz, hayatıyla ilgili doğru kararlar veremez, zekâ uyuşur ve sürekli hatalar yapmaya başlar.  O yüzden zihin sakinleşmeli, arınmalı ve gerektiğinde kullanılmalıdır.’’   (Bilim dergisi)

 Zihin hakkında söylemler çoğaltılabilir. Bugünün yeni anlayışı, başımıza gelen pek çok olumsuz olaydan zihni sorumlu tutar. Olumsuz bakış açılarıyla doldurulmuş zihin her şeyin sorumlusu olarak gösterilir. Bu anlayış bu alanı bir cazibe merkezi haline getirmiş ve zihin temizliği, bilinçaltı temizliği adı altında farklı farklı faaliyet alanları ortaya çıkmıştır. Bu alanlardan da kişiyi olumlu ve pozitif düşünceye yönelten pek çok söylemler yapılmaktadır. Aslında bu söylemler çok doğru ve yerindedir.

 Gerçekten de dinî ve tasavvufî anlayışa göre tekâmül için kin, nefret, kıskançlık v.b. nefsî ve negatif duygulardan uzak durulması, sevgi ve hoşgörünün arttırılması önerilir. Bu duygular Allah ile kul/kalp arasında perde olarak kabul edilir. Gaye An’da kalabilmek ve An’ın gerekliliğini yerine getirebilmektir. Çünkü geçmiş hayal, gelecek ise meçhuldür. Zaman An’ların toplamıdır. Ancak bunu başarabilmek gerçekten çok zordur.

 Peki, neden bazı insanlar sürekli negatife yönelirken, bazılarının bakışı daha olumlu ve pozitiftir? Veya neden aynı olaya bakan iki kişiden biri hayrı, diğeri şerri görür? Veya neden bazı insanların anı ve hatıralarında acı veya nefret, bazısın da sevgi ve hoşgörü vardır?

 Niyâzi Mısrî Hz. bu konuda şöyle der: ‘’Her insan sûrette cismi küçük olsa da, mânâda büyüktür. İnsan tıpkı büyük bir şehir gibidir. 7 gök, 7 arz, Arş, Kürsî, Levh, Kalem, Cennet, Cehennem günde birkaç defa o vücut şehrine bir yandan girer, döner dolaşır, öbür yandan çıkar. Ama bunu insanların pek azı hissedebilir. Bu vücut şehrinin ortasında sultanın oturduğu büyük bir taht vardır.

Bu tahta oturan sultan Tanrı hükmüdür. Rûh onun mülkü; Kalp hazinesi; Akıl ise ölçeği ve terazisidir.

Bu şehrin dört kapısı vardır: Göz, kulak, dil ve el. Bütün mahlûkat bir taraftan girer, öbür taraftan çıkar. Şehre girenler aklın önünden geçmeden çıkamazlar. Bu kafileden kimi GÖZ kapısından girer, EL kapısından çıkar. Kimi KULAK kapısından girer, DİL kapısından çıkar. Yani işitmek ve görmek sûretiyle girer, söz ve eylem olarak çıkar. Akıl da önünden geçenlerin resmini çeker, hayâle verir.

Hayâl akıl defterinin sahibidir. Akıl da çektiği resimlerden beğendiğini alıkoyar, beğenmediklerini salıverir.

Görme ve işitme yoluyla vücut şehrine girişlerinde müminle- münâfık arasında fark yoktur. Fakat gelen sermayeyi alıp fiilde ve sözde kullanma bakımından ikisi arasında çok farklar vardır.

Mümin, kulak ve göz yoluyla gelenlerden Allah indinde iyi olanları alır; iyi yapar, iyi konuşur. Münâfık ise, kulak ve göz yoluyla gelenlerden Allah indinde şerli olanlarını alır; şer yapar,  şer konuşur. 

İyi toprak, kötü tohumu ıslah eder; iki-üç evrede iyi yapar. Kötü toprak da, iki-üç evrede iyi tohumu bozar. (Vücut toprak, tohum sözdür)’’

 Anlaşılacağı üzere bu konuda istidat ve ezeli nasip çok önemlidir. Aynı olaya bakan iki kişiden Mümin olan kendi istidadına göre, Münâfık olan da kendi istidadına yani ezeli kabiliyetine göre görür, ona uygun iş yapar veya zihnine/hafızasına kaydeder.

Dualar gibi, düşüncelerde istidada göredir.  Düşüncelerin de kelimeler gibi kaybolmadığı, Birleşik alan, Morfik alan olarak da bilinen Kollektif bilinç de bir alan oluşturduğu ve insanların bu alandan duygu, düşünce ve eylem olarak beslendiği söylenmektedir. Bu görüşün 100 Maymun örneği ile örtüştüğü de ifade edilir. Yine 11 Eylül saldırılarında ikiz kulelerin yıkılmasıyla Dünya üzerinde yaşanan derin üzüntünün, yine Dünya’nın manyetik alanında sapma meydana getirdiği ve pek çok Balina ve Yunus’un radarlarının bozulup karaya vurarak ölmesi de bu anlayışa bağlanmıştır.

Bu anlayış esas alındığında evrende meydana gelen pek çok olay ve eylemlerin nedenlerinin insanların düşüncelerinin sonucu olduğu anlamı çıkar. Oysa Kur’an’ı Kerim; ‘’Yeryüzünde vuku bulan ve başınıza gelen hiç bir musîbet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılı olmasın. ‘’ (Hadid, 22) âyeti ile yeryüzünde gerçekleşen her olayın Levh-i Mahfuz da kayıtlı olduğunu ve zamana bağlı olarak zuhûra geldiğini söyler.

‘’Mesnevî’nin bir beytinde şöyle buyrulur; Melek-i Mukarreb Levh-i Mahfuzdan gayb âlemini nasıl çekip alırsa, bu enfüs/iç âleminde olan akıl da, her sabah, her günün dersini ve ilmini Levh-i Mahfuzdan çekip alır. Melek-i Mukarreb, bu âlemi tasarruf etmeye, evirip çevirmeye memur olan meleklerdir ki, bunlar Mikâil, İsrâfil, Cebrâil ve Azrâil’dir.’’(Oku kitabını…İsrâ,14)

Kur’an’ı Kerim kalbe özel bir önem verir, çünkü kalp ilâhi tecellîlerin mazhârıdır. Bu nedenle kalp her türlü perdeden arınmalıdır.

Allah; Kur’ân’ı Kerîm’in Tûr sûresinin 4. âyetinde  ‘’ Beyt-i Mâ’mura’’ yemin etmiştir. Beyt-i Mâmur,  Mâ’mur edilmiş kalp anlamındadır. Yeryüzündeki Kâbe, Semâ’daki Beyt-i Mâ’mur’un ‘’izdüşümü’’ yani gölgesi kabul edilir. ‘’Bu ev Kâbe tarzındadır (kalp). İki kapısı vardır. Doğuya (rûha) bakan kapısından her gün yetmiş bin melek girer (Mümin olsun, kâfir olsun insanın aklına günde yetmiş bin düşünce gelir), sonra karşısındaki batı (nefs) kapısından çıkarlar ve bir daha ebediyen geri dönmezler. Allah her gün bu melekleri ab-ı hayat nehrinden, Cebrail’in her gün bu suya dalıp çıkarken kanatlarından düşen damlalardan yaratır. Her gün yaratılan bu meleklerden sonra Âdemoğullarının düşünceleri onların kalplerinde oluşmaya başlar. Bütün kalpler bu evden yaratılmıştır ve daima mâ’mur olacaklardır. Her melek (kuvvet, düşünce) de aynen kalpte geçen düşüncenin sûretinde olacaktır’’ (İbnü’l Arabî Hz. Kur’ân- Varlık Syf. 140-142)

İbnü’l Arabi Hz. der ki:  Rûha gelen her feyz, İlâhi âlemden gelir. Ki orası gayb âlemidir. Rûh kendine gelen o feyzi kalbe iletir. Kalp ise o feyzi duyulara dağıtır. Duyularda o feyze uygun işler görürler. (Tuhfetü’s –Sefere/Yol Hediyesi Syf. 63-64)

12 yy. ifade edilen bu mânevi keşif, bugün bilimsel olarak da kabul görmüştür. Beynin verileri kalbe gönderdiği, kalbin karar merkezi olduğu ispatlanmıştır. Yine bilim, devrim niteliğinde bir deney gerçekleştirir ve Beynin düşünceyi 6 saniye önce aldığını ispatlar. Peki, kararların verilmesinde ve bu kararların uygulanmasında etken nedir denilirse bir üst akıl, ilâhi kader diyebiliriz. Çokça ifade edilen cüzî irademiz de külli iradeye bağlıdır ve bazı değerli Mutasavvıflara göre cüzi irade kaderimizi yaşamamız için bize sunulan hareket kabiliyetidir. Kalem yazmış, mürekkep kurumuştur.

Bu konuda yazılanlar zihnin insan davranışları üzerindeki etkisini reddetmek değildir. Belki de hakîkatimizi örten perde zihnimizdir. Tüm çevremizin, yaşantımızın zihnimizin oluşturduğu sanal bir âlem olduğu da söylenmektedir. Burada vurgulanmak istenen bizlerin Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellî yeri olması ve bir varlığımızın dahi olmaması kabulü ile zihnimize, düşüncelerimize nasıl tasarrufta bulunabileceğimizdir?

 Bir insan yüzlerce kere fakirim dese, fakir olduğunu söylediği için fakir kalmaz. Ezeli kader içinde doğum, ölüm, said-şaki olmak ve rızık değişmez. Söylediği için olay gerçekleşmez, sadece o söz o olayın sebebi olabilir. Çünkü kâinatta her şey bir sebep üzerine gerçekleşir. (Olay söylendiği için mi gerçekleşir, yoksa gerçekleşmesi gerektiği için mi söylenmiştir?)

Daha ileri bir anlayış ile bizler gölgenin gölgesi olarak kabul ediliyoruz (Hz. Peygamber Hakk’ın gölgesi, biz de Hz. Peygamberin gölgeleriyiz). Allah, bir an âlem aynasında kendini seyretmekten vazgeçse veya özel veçhini yarattıklarından esirgese yokluğa döneriz.

 Bizler birer ‘’Araz’’ ız. Yani varlığımız başka bir ‘’Cevher’’ in hayatına bağlı. Tam hayat sahibi sadece İnsan-ı Kâmil’dir. Bizler de O’nun hücreleri ve ondan beslenen parazitleri konumundayız.

 Sadece ve sadece Allah’ın bizde görünen isminin hakîkatini tam olarak açığa çıkardığımızda O’nun bu âlemdeki ‘’o kadarlık isminin’’ aynası olabiliyoruz. Allah’ın tüm isimlerinin aynası ‘’Hakk’’ olması sıfatıyla Hakk kendini bizim aynamızda, biz kendimizi Hakk aynasında seyredebiliyoruz. Bu kadar. Bu da bizim kemâl noktamız, miracımız, hakîkatimize varışımız oluyor.

Bu kavramlar ‘’Hakîkat’’ açısından böyledir. ‘’Şeriât’’ açısından ele alınır ise durum farklılaşır. Her sorunun Hakîkat ve Şeriât açısından cevabı farklı farklıdır. Çünkü Hakîkat ehline Şerîat, Şerîat ehline Hakîkat yasaktır. Hakîkat tek olmasına rağmen yollar ve makamlar farklıdır. Hakîkat ehli her şeyi yerli yerinde görür ve kendini akışa bırakır. Şerîat ehli biri iki gördüğünden, ikilikte olduğundan yanlış ve abes gördüğünü düzeltmelidir.

 Zihin konusunda söylenenlere dönecek olursak, 40 yaşına kadar zihin gereklidir denilir. Yani dualite/ikilik. Bir ben varım, bir de Hakk var. Çünkü beşer dünyayı mamur etmeli ve dünya için çalışmalıdır. Dünyada işler zihin yardımı ile yürür. Ancak ikilik birliği görememektir. İkiliği gören zihindir. Zihin bir algıdır. 40 tamamlanma sayısıdır. 40 yaşına kadar gerekli olan zihin bu yaştan sonra boşaltılmalı ve zihnin hâkimiyetinden çıkılmalıdır.

Peki, zihnin hâkimiyetinden kurtulan var mıdır denilirse; Hz. Peygamber ve Hz. Ali’yi örnek verebiliriz.

Hz. Peygamber’e ilâhi âlemden gelen bilgi ‘’Vahiy’’ diye adlandırılırken, kula gelen bilgiye ‘’İlham’’ denilmektedir. Çünkü Hz. Peygamber’e gelen ilâhi bilgi akıl süzgecinden geçmeyip, geldiği gibi nakledildiği için gerçek, hakîkat bilgisidir. Kula gelen ise akıl ile yorumlanıp, zihin ile kirletilebileceğinden kulun zannına dayalı olabilir.

Zihnin hâkimiyetinden kurtulmak ancak An’ı yaşamakla mümkün olacaktır. İki rekât namazı An’a odaklanıp hiçbir şey düşünmeden kılmanın hakîkat namazı olduğu söylenir ve bunu sadece ‘’Hz. Ali’’  başarmıştır.

Zihni susturmanın yolu An’ı yaşamaktır. Zihin An’da kalamaz. An, zamansız ve mekânsızdır. Gördüğün ve duyduğun hiçbir şeye bir anlam (duygu) yüklememek ve meşguliyet zihni susturur. Zihin geçmişin anıları ve gelecek hayalleri ile uğraşır. ‘’An’a odaklanıp zihnin hâkimiyetinden çıkabildiğinde o ilâhi âlemden ayrılmadığını anlayacaksın’’ der Ârif’ler.

 Hakîkat açısından gerçek bu. Şeriat’te/ikilikte ise mücadele şart. Çünkü kimse yaşarken yolun sonunu bilemez. Belki de hakîkatine ulaşması bu yolda vereceği mücadeleye bağlı olacaktır. Gerçi mücadele gücünü veren de ‘’O’’. İbn’ül Arabi Hazretlerinin dediği gibi;

 ‘’O bir elçi gönderdi; kendisinden, kendisiyle, kendisine.’’

‘’Elçiyi gönderen, Elçinin Kendisi, Elçinin getirdikleri, Elçinin vardığı yer. Hepsi O’’

 ‘’Zihnin dışında herhangi bir şeyi bilme imkânımız yok’’ (Ali Nesin/Matematikçi)

‘’Biz Allah’ın zihnindeyiz’’(Ahmet Özhan/Üsküdar Ünv. Tasavvuf kürsüsü, Öğretim görevlisi)

‘’Zihin’’ Nefs tabakalarının tümüdür. (Ümit Akdemir/Mutasavvıf)

‘’Tanrı, Yüce Zihindir. O, her yerdedir ve daima vardır. İnsan zihni bu Yüce Zihnin bir sûretidir (Hermes/ Hz. İdris)

Bilgi: Nefs’in metebeleri olduğu gibi, Zihnin de katmanları vardır. Zihin ile Nefs kavramları birbirine eş anlamlıdır. Örn: Nefs yok edilemez, ancak geliştirilebilir. Zihin de yok edilemez, susturulabilir. İkisi de gereklidir. Nefsin en alt mertebesi olan emmâre kontrol altına alınması gereken zihnin en alt katmanı ile benzerlik arzederken, Nefsin son mertebesi Sâfiye makamı, Saf zihni temsil eden Akl-ı Küll’e benzer.

 


26 Eylül 2021 Pazar

 FASS/YÜZÜK KAŞI:

‘’Fass’’ bir şeyin özü ve özeti demektir. Kelimenin bir başka anlamı da ‘’yüzüğün nakış mahalli’’ ve yüzüğü süsleyen, üzerine sahibinin isminin yazıldığı kısımdır.

‘’Fass’’ kelimesi Türkçe’ye ‘’Yüzük kaşı’’ olarak tercüme edilmiştir. Kaşgarlı Mahmut’un (1008-1102) ‘’Lügat-ı Türk’’ adlı eserine göre ‘’kaş’’, beyaz veya siyah temiz bir taştır. İnsanlar özellikle bu taşın beyazını yüzük taşı olarak kullanmış ve bu beyaz taşın kişiyi şimşek, yıldırım düşmesi, susuzluk gibi felâketlerden koruduğuna inanmışlardır. Yine yazar Hotan’da ‘’Kaş Öküz’’ denilen bir dereden bahseder ve sözü geçen taşın burada bulunduğunu, derenin de ismini o taştan aldığını söyler. Ayrıca bu özelliğin taşın tabiatından kaynaklandığını belirtir ve beze sarılıp ateşe atıldığında bezin yanmadığının, susayan kimse ağzına aldığında susuzluğunu giderdiğinin defalarca tecrübe edildiğini nakleder.

Dâvûd Kayserî Hz. (1260-1350) Vücûd’un tenezzül ve urûcu (iniş ve yükselişi) ile fass arasında ilginç bir bağlantı kurar. Buna göre tenezzül ve urûc, devrî bir hareket olduğu için yüzük halkasına benzerken, İnsan-ı Kamil’in kalbi de ilâhi hikmetlerin nakışlarının mahallidir. İşte İbnü’l Arabi. Hz. de mertebeleri yüzük halkasına, kalbi de nakışların mahalli olan öze/fassa benzeterek eserine ‘’Fusûsu’l Hikem’’ ismini vermiştir. Bu dev eser bu anlamda peygamberlerin rûhlarına indirilen Hikmet ve sırların özeti olduğuna delâlet etmektedir.

Yine Vücûd’un dâirevi hareketi esnasında sayısız tecellîler sebebiyle birçok mevcut, yani ‘’kelime’’ zuhûr etmekte, nüzul ve urûca bağlı olarak bu kelimelerden bir daire meydana gelmektedir. Her kelime özel bir ilâhi ismin tecellîsine mazhâr olmakla birlikte onlardan bâzısı daha kapsamlı ve kuşatıcı isimlerin mazhârlarıdır (görüldüğü yerlerdir). Dolayısıyla ilâhi tecellîyi daha kapsamlı bir biçimde kabul eder. İşte bu mazhârlar peygamberlerin, yani ‘’kelime’’ lerin kalpleridir ve hem nüzul hem de urûc esnasında meydana gelecek olan en yüksek tecellîleri kabul ederler. Öyleyse onların kalplerine indirilen her Hikmet kıymetli bir yüzük taşıdır. Bu taşın yerleştirildiği kalpler ise bu hikmetlerin yazıldığı taşlar, yâni fasslardır (Kalpler hikmetlerin indiği, yazıldığı mahaldir). Diğer taraftan ‘’fass’’ kelimesi ’’bir şeyin özü’’ anlamına geldiğine göre ‘’Füsûsu’l Hikem’’ de vücûd dairesindeki tecellîlere gelen hikmetlerin peygamberlerde öz hâline bulunduğunu ifâde eder. (Kelime/Logos/Muhammedi Hakîkat: Rahmani Nefes’in eseri ve ‘’kün’’ emrinin dıştaki zuhûrudur. Hz. Îsâ, bedenlenmiş kelimedir. ‘’Meryem oğlu Îsâ Mesîh ancak Allah’ın elçisidir, Allah’ın Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir ve O’ndan bir rûhtur.’’ Nisâ, 171)

Muhammedi Hakîkat hem bütün peygamberlere hem de diğer kelimelere ait hikmetlerin tamamını kendinde toplamıştır. Bu sebeple dairedeki en yüksek hikmet onundur ve o, bu halkadaki en kıymetli tüzük taşıdır (Kalptir). Dolayısıyla ‘’Füsûsu’l Hikem’’in fassı da Muhammedî Hakîkat’ten başkası değildir.

‘’O, Âlem için yüzüğün kaşı (fassı) gibidir.’’ Kastedilen eşsiz ve kâmil insan efendimiz Hz. Muhammed’dir (sav.).

Dâvûd Kayserî Hz. ‘’fass’’ ın bir başka karşılığının ‘’iki kemiğin birleşme yeri’’ anlamına geldiğini söyler. İşte kemiklerin birleşmesiyle nasıl ki vücûdun iskeleti tamamlanıyorsa, diğer mevcutlara ait hikmetlerin, peygamberlerin hakîkatlerinde birleşmesiyle de vücûd dairesi tamamlanır. Nitekim İnsan-ı Kâmil’e ‘’kelime-i câmia’’ denilmiştir. Ancak fass, ‘’iki kemiği birleştiren nokta’’ olmanın dışında ‘’iki kemiğin birbirinden ayrıldığı yer’’ e tekâbül eder. Dolayısıyla Kâmil insan bir taraftan hakîkatleri bir araya getirirken, diğer taraftan onları birbirinden ayırmaktadır.  İşte bu yüzden o, bir yönüyle ‘’kelime-i câmia’’, bir yönüyle ‘’kelime-i fâsıla’’ dır.

Dâvût Kayserî Hz. ayrıca yüzük taşının yüzüğe eklenen son parçası olduğunu ifâde eder. Yüzük taşı yüzüğün kendisinden bir parça olduğu gibi, yüzüğün üzerine oturtulan ayrı bir cüz de olabilir. Aynı şekilde insanın da âlemde iki konumu vardır: ‘’Âlemin bir parçası olması, tek başına bir âlem olması.’’ Bu nedenle insan diğer mevcutlardan sonra yaratılmıştır. İnsan cansız bir beden olan âlemin ruhûdur ve beden rûh olmadan kemâle ulaşamaz. (Dâvûd Kayserî/Varlık, Bilgi ve İnsan Syf. 226-230)

Peki, bu değerli bilginin dervişan anlayışında tezahürü nasıldır?

‘’Öz Osmanlı şiirine hâkim olan Melâmi anlayıştan ötürü şairler sıkça kendilerini bir Abdal ve Kalenderî derviş olarak gösterirler. Kalender; dünyayı ve dünyevî değerleri umursamayan, içinde yaşadıkları toplumun ve toplumsal düzenin inanç ve geleneklerine karşı çıkan, bunu kılık- kıyafet, tutum ve davranışlarıyla gündelik hayatlarına da yansıtan sûfî ve dervişlerdir.

Bu derviş topluluklarının yaşantıları, kendilerine has âdet ve uygulamaları, giyim kuşamı ve kullandıkları eşyaları, divanlarda zengin bir biçimde karşımıza çıkar. Bâkî de divanında ağırlıklı olarak Abdal ve Kalenderî dervişlerine ait âdet ve geleneklerden söz etmiş, çeşitli derviş giysilerinin isimlerini kullanmış ve kullandıkları bazı eşyalara gönderme yapmıştır.

Mahmud Abdülbâkî (1526-1600) “Hâtem” kasîdesinde yer alan bir beyitte yüzüğü, kaşını kazıtmış ve boynuna altın bir tavk (gerdanlık) takmış bir Kalendere benzetir. Altın ve taşlı bir yüzük benzetmesi altında Kalenderîlerin saç, kaş, bıyık ve sakallarını tıraş etme şeklindeki ‘’çâr-darb’’ uygulamasına gönderme yapar. (Çâr-darb; dört vuruş. Bektâşi ve Kalenderî târikatı Abdal’larının saçlarını, kaşlarını, bıyıklarını ve sakallarını tıraş etmeleridir). Kalenderîler çâr-darb yapmanın yanında boyunlarına köleliğin ve mahviyetin simgesi olarak tavk, yani bir çeşit halka takmışlardır. Yüzük “tavk-ı zerrîn” parmağa girecek kısım olan halkadan kinâyedir. Kaş ise taşın konulduğu yuvadır. Kaşın kazıtılması, yüzük için kaş kısmının taşa göre oyulması, yuva açılması anlamında olabilir.

Abdallar insan yüzünü ‘’Allah’ın cemâlinin yansıdığı bir ayna’’ olarak kabul ettiklerinden dolayı saç, sakal, bıyık ve kaş gibi unsurların bu aynayı kararttığını ve bu nedenle kazıtılması gerektiğini düşünüyorlardı. Çâr-darb da önce sakal ve bıyık, sonra saç ve daha sonra kaş tıraş edilir. Sakalı kesmek dünya sevgisinden kurtulmak, bıyığı kesmek benlikten arınmak, saçları tıraş etmek insanların önünde toprak gibi mütevazı olmak, kaş ise örtüyü kaldırmak ve Hakk’ın sevgisinden gayrısını terk etmektir.’’ 

BÂKÎ DÎVÂNI’NDA TASAVVUFÎ VE BATINÎ KÜLTÜR* (Esma Şahin)

23 Eylül 2021 Perşembe

KALEM VE LEVHA:

Sözlükte ’’kısaltmak, kesmek, yontmak’’ anlamında kullanılan Kalem,  dini bir terim olarak ulûhiyyet âleminde ‘’Kâinatın başlangıcından kıyâmete kadar meydana gelecek bütün nesne ve olayları kaydeden ilâhi kalem’’ olarak tanımlanır.(Ulûhiyyet: İlâhi isimlerin zuhûr ettiği mertebedir.)

Kalem kelimesi Kur’ân’ı Kerim’de iki yerde tekil, iki yerde çoğul şekliyle geçer.

‘’Nun, Kaleme ve yazdıklarına and olsun’’ Kalem sûresi-1

‘’Oku! Yaradan Rabbinin adıyla oku. O Kalem’le öğretti’’ Alak sûresi-4

‘’Şayet ağaçlar Kalem, denizler mürekkep olsa, Allah’ın sözleri yazmakla tükenmez’’ Lokman sûresi-27

‘’İçlerinden hangisi Meryem’i himayesine alacak diye kur’a çekmek için Kalemlerini atarlarken …….’’  Âli-İmran sûresi-44

Hadislerde de kalem hakkında çeşitli bilgiler verilir. Hz. Peygamber (sav.) şöyle demiştir: ‘’Allah’ın ilk yarattığı şey Kalem’dir. Allah Kalem’i yaratınca ona kıyamete kadar vuku bulacak olan her şeyi yazmasını emretmiş, o da yazmış ve artık bir daha yazmamak üzere Kalem kurumuştur.’’

Yine Hz. Peygamber miraca çıkınca (meleklere ait) Kalem’lerin çıkardığı sesleri duymuş, Kalem’in insanlar hakkında yazdığı hususların asla değişmeyeceğine inanmak gerektiğini belirtmiş ve bütün insanlar birleşse bile Allah yazmadıkça hiçbir kimseye fayda ve zarar veremeyeceklerini söylemiştir. Ayrıca uyanıncaya kadar uyuyandan, ergenlik çağına girinceye kadar çocuktan, akıllanıncaya kadar deliden ve bunaktan, uğradığı musibetten kurtuluncaya kadar musibete uğrayandan kalemin kaldırıldığı, yani onlar hakkında Kalem’in günah yazmayacağını bildirmiştir.

İlâhi Kalem, bütün yaratıkların aslını teşkil eden akıllar nazariyesinin ilk basamağını oluşturan ‘’ilk akıl’’ dır. Zira yöneltilen hitapları vasıtasız olarak anlayan akıldır. Allah’ın yarattığı ilk soyut varlık olan Akl-ı Evvel/ilk akıl, kendi zâtını ve başlangıcını idrâk etmesi açısından Akıl diye adlandırılırken, diğer varlıkların meydana gelişi ve bilgilerin yazılışında vasıta olması bakımından Kalem, nübüvvet nûrunun yayılmasına aracılık etmesi itibariyle de ‘’Nûr-ı Muhammedi’’ diye isimlendirilir. Buna göre, İlk Akıl ve aynı zamanda en yüce Kalem tek bir nûrdan ibarettir. Bu nûr, kula nisbet edilince ‘’Akl-ı evvel’’, Hakk’a nisbet edilince ‘’Kalem-i a’lâ’’ adını alır. Nitekim bazı rivayetlerde ilk yaratılan varlığın Kalem olduğu belirtilirken, diğer bazı rivayetlerde Allah’ın ilk yarattığı Şey’in Akıl veya bir Cevher olduğu bildirilmiştir.

İbnü’l Arabi Hz. Varlığa yazılmış bir kitap diye bakar. Ondaki her cüz’î hakîkat bir harf, birleşik her hakîkat bir kelimedir. Bu âlem tedvin (yazılmış kitap) ve yazı âlemi diye isimlendirilmiştir. Bu âlemdeki ilk varlık doğal olarak Kalem’dir, onun vasıtasıyla varlık (kitap) meydana gelmiştir. İsimlendirilen tek, isimler çoktur. Hakîkat tek, hükümler farklıdır.

İlk akıl, yazması yönünden Kalem’dir. ‘’Sonra Tanrı, irade kalemini ilim mürekkebine daldırdı ve Kudret sağıyla korunmuş, saklanmış olan Levh-i Mahfuz’a daha önce olan her şeyi ve şu anda olmakta olan her şeyi ve ileride olacak olan ve olmayacak olan her şeyi yazdı.’’

Kalem’in hokkası ’’Nun’’ dur (Kalem sûresi nun harfi ile başlar). Nun harfi de hokka şeklindedir ( ). ‘’Nun’’dan maksat Allah’ın zâtıdır. Kalem’den maksat ‘’Hakîkat-i Muhammediyye’’dir. Kalemi tutan Allah’ın elidir. Kalemden düşen mürekkebin ilk damlası ‘’Nokta’’ yani ‘’Cevher’’ dir. Kalemin yazdığı ilk şey: ‘’Gerçekten Benim Rahmetim Gazabımın önüne geçti’’ olmuştur. (Nokta hakkında geniş bilgi ‘’Besmele’’ yazısındadır.)

Kalem’in yazı mahalli de Levha yani Levh-i Mahfûz’dur. Levha, Aklın ifade yeridir. İbnü’l Arabi Hz. göre Kalem ve Levha etken ve edilgendir. Kalem ve Levha arasındaki özel bir hareket sayesinde manevî nikâh meydana gelir (Külli Tabiat/Doğa). Kalemler ve Levhalar varlıkta çoğalır. Kalem erkek/Âdem, Levha kadın/Havva’dır. (Şuayb Şerefüddin/Nokta ve Kalem)

‘’Bu âlemden maksat, insanın (ki o imamdır) varlığı olunca, baba ve anneleri ona tamlama yapıp ulvi babalarımız (rûhlar) ve süfli analarımız (doğa) dedik. Her etken baba, her edilgen anadır. İşte bu, bu konudaki ilkedir. Bu etkilenmeden ana ve baba arasında meydana gelen şey, oğul ve ürün diye isimlendirilir. (Evrende var olan her şey etken ve edilgen olan iki olgunun birleşmesinden oluşur. Bu birliktelik ‘’mânevî nikâh’’ olarak adlandırılır.)

Aynı şekilde, bilgileri ortaya çıkarmada anlamlar da böyledir. Bilgileri ortaya çıkarmak, ancak iki öncül sayesinde gerçekleşebilir. Aralarında meydana gelen netice ise, elde edilmek istenen şeydir.

Bu meyanda bütün rûhlar baba, doğa ise başkalaşma ve değişmenin mahalli olduğu için anadır. Bu rûhların unsurlara (dört unsura) yönelmesiyle de onlardan ürünler ortaya çıkar. Söz konusu ürünler madenler, bitkiler, hayvan ve cindir. İnsan ise onların en yetkinidir.

Bizim şeriatımız bütün tümel hakîkatlere göre cereyan ettiği için en yetkin şeriat olarak gelmiştir. Onu getirene, cevâmiu’l-kelim verilmiş (Hz. Peygamber), evlenmeyi dört ile sınırlamış, anlaşmaya dayanan nikâh tarzıyla dörtten fazlasını yasaklamıştır. Bu yasağa cariye dâhil değildir, onu, bazı bilim adamlarının ileri sürdüğü beşinci unsurun karşılığında mubah saymıştır. (Evlilik dört eş ile sınırlı iken, Cariye de sınırlama yoktur. Dört unsur dört kadın mesabesinde kabul edilmiş, Cariye ise beşinci unsur ‘’Doğa’’ ile eşleştirilmiştir. Çünkü doğada türeyenler sonsuz çeşitliliğe sahiptir.)

Doğa âlemindeki unsurlar dörttür (Ateş, hava,  su, toprak). Ulvi âlemin (nûrlarının) bu dört unsurla birleşmesiyle Allah onlardan meydana gelen şeyleri yaratır. (Türeyenler)

İnsanlar bu konuda pek çok farklı görüş ileri sürmüştür. Bir grup bu dört unsurdan her birinin kendi başına asıl olduğunu iddia etmiş, başka bir grup ise, ateş unsurunun asıl olduğunu iddia etmiştir. Ondan yoğunlaşan şey hava olmuş, havadan yoğunlaşan şey su, sudan yoğunlaşan ise toprak olmuştur. Bir grup ise bu dört unsurdan birisi olmayan beşinci bir şey olduğunu iddia etmiştir. Söz konusu şey, bizim cariye mesabesinde kabul ettiğimizdir. Böylelikle şeriatımız, bütün görüşleri kendisine katmak için evlilikte en yetkin görüşleri içermiştir.

Beşinci aslı kabul eden görüş bizce doğru olandır ve o ‘’doğa’’ (cariye) diye isimlendirilir. Çünkü doğa tek bir mânâdır, ateş unsuru ve bütün diğer unsurlar ondan meydana gelmiştir. Bu bağlamda şöyle denilir. Ateş unsuru doğadandır ve onunla aynı şey değildir. (Doğa: Kendi kuralları çerçevesinde gelişen, değişen canlı ve cansız varlıkların tümü. Tabiat.)

Doğanın, dört unsurun aynı olan bir toplam sayılması mümkün değildir. Çünkü bazı unsurlar, diğerini bütünüyle ittiği gibi, bir kısmı belirli bir durumda diğerini iter. Örneğin ateş ve su her yönden birbirlerini iter. Hava ve toprak da böyledir. Bu nedenle Allah, onları varlıkta bir hikmete göre sıralamıştır. Birbirini iten iki unsur, yan yana gelseydi, dönüşmek mümkün olmaz ve Hakk’ın ortaya koyduğu hikmet (türeyenler) geçersizleşirdi. Allah havayı ateş unsurunun ardına yerleştirmiştir, bu ikisini birleştiren ise sıcaklıktır. Su ise havayı takip eder, o ikisini birleştiren yaşlıktır. Toprak ise suyu takip eder, onları birleştiren soğukluktur.

‘’Sıcaklık ve kuruluk karışmış ateş olmuş, sıcaklık ve yaşlılık karışmış hava olmuş, soğukluk ve yaşlılık karışmış su olmuş, kuruluk ve soğukluk karışmış toprak olmuştur.’’ (Cilt,1/Syf.148)

O halde dönüştüren baba (rûh), dönüşen ana (doğa), dönüşme birleşme, dönüşmenin kendisine olduğu şey ise çocuktur (ürün). Her baba ulvîdir, çünkü o etkendir; her anne süflîdir, çünkü o edilgendir. Aralarındaki belirli her bağlantı, birleşme ve yöneliş, her netice çocuktur. İşte, buradan konuşan kişinin kalkmasını istediğine söylediği ‘’kalk’’ sözü anlaşılır. Böylece kalması istenen kişi ’’kalk’’ sözünün etkisiyle ayağa kalkar. Duyan kalkmaz ise (duyan annedir) söz sonuçsuz kalmıştır. Sonuçsuz kaldığında ise sözü duyan bu halde anne değildir. (İbnü’l Arabi Hz. /Fütuhat-i Mekkiyye Cilt, 1 /Syf. 400-402)

İnsan Allah tarafından yaratıldığında, Allah onun bedenini sıcak, soğuk, yaş ve kurunun bileşiminden oluşturmuştur. Burada kastedilen, Âdem veya beşeri yaratılışın ve unsurlardan oluşmuş doğal bedensel sûretin aslıdır.  Bunlar dört karışımdır. Safra, sevdâ, kan ve balgam   (dört Hılt). Söz konusu dört unsur büyük âlemin cisminde ateş (safra), hava (kan), su (balgam) ve toprak (sevdâ) olarak bulunur. (Beşeri sûretlerdeki dört karışım, büyük âlemdeki dört unsurun karşılığıdır.)

Allah İsrail oğullarındaki peygamberlere indirdiği bazı kitaplarda şöyle demiştir: ‘’Ben Âdem’i toprak ve sudan yarattım. Ona nefis ve rûh üfledim. Onun bedenini toprak yönünden düzenledim. Yaşlılığını sudan, sıcaklığını nefisten, soğukluğunu rûhtan düzenledim. Ardından bedene başka dört tür yerleştirdim ki her birisi ancak diğeriyle ayakta durur. Bunlar safra, sevdâ, kan ve balgamdır. Sonra onların bir kısmını diğerine yerleştirdim. Kuruluğun yerini sevdâ, sıcaklığın yerini safra, yaşlılığın yerini kan ve soğukluğun yerini ise balgam yaptım.’’ Hangi bedende bu karışımlar dengeli halde bulunursa o bedenin sağlığı tam ve yapısı dengededir. (Cilt, 1/Syf. 443) (Ateş Celâlli, Su ilim ehli, Toprak tevazu sahibi, Hava değişken tabiatlı)

 ‘’Gece gündüzü örter’’ (Â’raf, 54), bu ayet ‘’Âdem Havvâ’yı kucakladığında, Havvâ hamile kaldı’’ (Â’raf, 189) ifâdesine benzer. O halde, gece gündüzü örttüğünde ‘’gece baba, gündüz ana’’ dır . Allah’ın gündüzde meydana getirdiği her şey, kadının doğurduğu çocuk mesabesindedir. Gündüz geceyi örttüğünde ise, ‘’gündüz baba, gece ana’’dır. Böylece Allah’ın gecede meydana getirdiği işler, annenin doğurduğu çocuklar mesabesindedir.

Allah şöyle buyurur: ‘’Geceyi gündüze katar, gündüzü geceye’’ (Zümer, 5). Böylece gece ve gündüz arasındaki evlilik ilişkisi açıklanmış olur.  ‘’Onlar için bir delil gecedir. Ondan gündüzü çıkarırız’’ (Yâ-Sîn, 37) âyeti ile de, gecenin gündüzün annesi olduğunu ve çocuğun annesinden doğması ya da yılanın derisinden sıyrılması gibi kendisinden çıktığında gündüzün geceden meydana geldiğini açıklamıştır. Böylece gece bir açıdan baba, bir açıdan annedir. Türeyenler ise gece ve gündüzün oğulları diye adlandırılır. (Cilt, 1/ Syf. 407)

‘’Güneş doğumu ve batımıyla gece ve gündüzü oluşturur. Allah o ikisi için iki perde yarattı ki, bu, ‘’nikâh’’ demektir. Gecenin gündüze girmesi, türeyenlerin varlıklarının ortaya çıkmasını sağlar. Allah’ın gece ve gündüzde yarattığı yaratıklar, bu girme ve gizlenmeden doğar’’(Cilt,7/ Syf. 178)

Nûrani ışınlar dört unsura bitiştiğinde, bu manevî birleşmeden Allah’ın belirlediği türeyenler meydana gelir. Böylelikle türeyen şeyler, babalar (yüce nûrlar) ile analar arasında meydana gelir. Analar doğanın süfli unsurlarıdır. Bunlardan unsurlara ulaşan ışıklar manevî birleşme, feleklerin hareketleri ve nûrların dönmesi ise birleştirici hareket haline gelmiştir. Unsurların hareketleri ise doğumla ortaya çıkan çocuğu meydana getirmek için ananın doğum vaktine benzer. Çocuk bu unsurlarda gözle görülen maden, bitki, hayvan, cin ve insan gibi türeyenlerin suretleridir.’’ (Cilt, 1/ Syf. 408-409)

‘’Allah unsurlara ulaşan ışınlar yarattı. Onların unsurlara ulaşması, babaların analarla birleşmesinin yerini tutar. Allah, bu aydınlık ışınların dört unsura ulaşması vesilesiyle, doğa âleminde duyuda gördüğümüz oluşanları yaratır. Bu unsurlar, o ışınlar için şeriatımızdaki dört kadın mesabesindedir.

Kalem ile Levha arasında manevî ve akledilir bir birleşme, duyusal ve görülür bir eser vardır. Levhaya bırakılmış eser, dişinin rahmine bırakılmış bir su gibidir. Yazıdan ortaya çıkan harflere bırakılmış anlamlar ise, cisimlere bırakılmış çocukların rûhlarına benzer. Anla! Allah hakkı söyler ve doğruya ulaştırır.’’

(İbnü’l Arabi Hz./Fütuhat-ı Mekkiyye Cilt-1 Syf.403)


4 Eylül 2021 Cumartesi

 ŞİMDİ NE ANLADIM?

Dünyanın aslında var olmadığını, var olduğunu sandığım her şeyin kendim de dâhil bir ilizyon, gölge, hatta gölgenin gölgesi olduğunu, gölgenin sahibini de asla göremeyeceğimi anladım.

Her şeyin bir enerji olduğunu ve tüm evrenin görünmeyen bağlarla birbirine bağlı olup, birbirini etkilediğine anladım. İslâmın teslimiyet, imânın kalben tasdik olduğunu ve her şeyin ilahi bir dizayn içinde yürüdüğünü, hiçbir irâdem olmadığını, daha doğrusu cüz’i irâdemin külli irâdeye bağlı olduğunu, çevremde gördüğüm her şeyin aslında iç âlemimin bir yansıması olduğunu anladım.

Dinin doğru anlaşılır ve uygulanırsa insanı hakîkatine taşıyabilecek bir yol olduğuna anladım. Edep ve ahlâkın bu yolun olmazsa olmazı ve levâzımı olduğunu anladım. Din adı altında yapılan tüm ritüellerin aslında kendi hayrıma, rûhumun ve kalbimin gıdası olduğuna inandım. Okudukça, sembolleri idrakim ölçüsünde kavradıkça en büyük mucizenin Kur’an olduğunu anladım.

Yaratılmış, zuhûra çıkmış her şeyin, herkesin gerekli olduğunu, tüm farklılıkların bir bütünün parçaları olduğunu, varacağımız nokta aynı olacaksa da benim ve herkesin hakîkatinin, yolunun birbirinden farklı olduğunu anladım. Şu an için anlamasam da her şeyin sonunun hayr olduğuna, şer gibi görünenlerin de gerekli olduğuna inandım. Sonra hayrın varlık, şerrin yokluk olduğunu anladım. Hayr ve şerrin bir olduğunu algılamanın da bir makam olduğuna inandım. En sonunda inandığım her şeyin aslında kendi zanım olduğunu da anladım. Bu dünyada gelip geçici varlıklar olduğumuza, ancak bu dünyayı da yaşamam gerektiğine, daha doğrusu iki dünyayı da burada yaşamam ve bir etmem gerektiğine inandım.

Şu anda yaşadığım bu hayatı tamamen kendimin seçtiğine ve bu deneyimleri yaşamak için can attığımı anladım.

Biliyorum dediğim anda hiçbir şeyi bilmediğimi, gerçekten bilmiyorum dediğimde ise gerçeğe yaklaştığımı anladım. Her ne yaşıyorsam ortaya çıkarmam gereken hakîkatimin bir parçası olduğunu anladım. Çok bilmeye çalışmanın da hırs olduğunu, en büyük erdemin bildiklerimi uygulamaya geçirmek olduğunu anladım.

Bu dünyadan değil ibâdetlerimi bir ipliği dahi öbür hayatıma götüremeyeceğimi, çıplak geldiğim gibi çıplak gideceğimi, hedefimin insan olmaya çalışmak olması gerektiğini anladım.

İlâhi senaryo gereği yanlış ve doğru olmayanla mücadele etmem gerektiğine inandım. Her şeye razı olmanın ve saçma bir kabullenişin kendime ve çevreme zarar verebileceğine, bâtıni olarak her şeyin Haktan geldiğini kabul etmeme rağmen zâhiren yanlış ile mücadele etmem gerektiğini nihayet anladım.

Kendimin Hakk’ın bir parçası, tüm çevremin de kendi yansımalarım, sıfatlarım olduğuna inandım. En sonunda gözümü dışarıdan içeriye çevirmem gerektiğini ve fetvayı kalbimden almam gerektiğini anladım. Biraz daha ileri gidersem, çevremde gördüğün her şeyin ama her şeyin benim iç âlemimin yansımaları olduğunu anladım. Dış dünyamı değil, iç dünyamı düzeltmem gerektiğini böylece huzura ve hakîkatime varacağımı anladım.

Yangın, deprem, fırtına, salgın, sel gibi doğa olaylarından her birinin özel bir anlamının olduğuna, dünyanın da yaşlandığına, bir gün bu dünyayı terk edip başka başka âlemlerden  geçerek Öz’üme kavuşana kadar var olacağıma inandım. Her an değişip geliştiğime, her ne yaparsan yapayım bir güç tarafından idare edildiğime inandım.

Yaşadığım deneyimlerle her şeyin canlı olduğuna, eşyalarımın dahi beni duyduğuna, kızdığına, üzüldüğüne, sevindiğine ve konuştuklarıma bir şekilde cevap verdiğine inandım. Bana hizmetlerinin onlarla kurduğum bağ ile doğru orantılı olduğuna inandım. Bozulmuş ve çalışmayan birçok aletimin onunla konuşmam, çalışması için rica etmem, hatta yalvarmam neticesinde çalışmaya başladığına tanık oldum. Her gün onlarla konuştum ve teşekkür ettim. Her ne olursa olsun kadir kıymet bilmenin kıymetini anladım.

Duanın gücüne inandım. Dua sayesinde ilâhi ile iletişimimin güçlendiğini fark ettim. Tüm arzu ve isteklerimin Yüce gücün beni kendisine çekmek için bir sebep olduğuna, O’nunla bağ kurmam için planlandığına inandım.

Ağzımdan çıkan hiçbir söz ve fiilimin kaybolmadığını, bumerang gibi dönüp dolaşıp tekrar bana döndüğünü anladım ve bunu bizzat deneyimledim. Ancak tüm düşünce ve eylemlerimin kaderimin bir parçası olarak bana aktarıldığını ve zorunlu olarak buna uygun davrandığımı kavradım. Hayatıma her an yeni yeni oyuncuların girdiğine, rolleri bitenlerin de çıktığına inandım. Ben de hayatlara girdim ve çıktım.

O’ndan daha fazla değer verdiğim her şey için sınanacağımı ve araya giren her ne ise eninde sonunda ortadan kalkacağını, her şeyi ama her şeyi sadece O’nun için sevmem gerektiğini anladım. Çok sevdiklerimin bir gün düşman, hiç sevmediklerimin de sonunda dostum olabileceğini anladım. O’nun, kullarının kendinden emin olmasını hiç de sevmediğini, korku ve umut içinde olmanın en doğru kıvam olduğunu anladım. Her ne anladı isem O’nun ezelde bana yazıldığı için kavradığımı, istidadımın bu kavrayışta büyük rol oynadığını anladım.

En önemlisi ve benim için devrim niteliğinde olan An’ın ne olduğunu anladım. Geçmiş hayal, gelecek meçhul ifâdelerinden gerçek zamanın An’ların toplamı olduğunu ve An’a odaklanılırsa zamanın çocuğu (İbn’ül vakt), zaman tesir altına alınırsa zamanın sahibi (eb’ûl vakt) olunacağını anladım. An’ı yaşamanın da zihnin hâkimiyetinden kurtulmak olduğunu, kadim öğretilerde 2 rekât namazı hiçbir şey düşünmeden kılmanın sadece Hz. Muhammed ve Hz. Ali’ye mahsus olmasının ve Hz. Ali’nin de İnsan-ı Kâmil makamında olmasının ne demek olduğunu anladım.

An’ın sıfır yani Hakk noktasını temsil ettiğini Kuantum sıçramalarının ancak bu noktada başarılabileceğini, ancak bunu başarmanın da neredeyse imkânsız olduğunu anladım.

Bunlar şu ana kadar anladıklarım. Yarın bunlara neler ilâve olur bilemem!  

(Not: Yukarıda yazdıklarım yolda yürürken konu başlığı dâhil adeta zihnime aktı. İlk defa ses kaydını açtım ve zihnime akanları kaydettim.)  Doğruyu Allah bilir.

9 Ağustos 2021 Pazartesi

 HZ. ŞUAYB VE KALP:

Hz. Şuayb Tevrat’ta ve Kur’ân da adı sıkça geçen bir peygamberdir. Ahlâki değerleri zayıf ve sapkın Medyen halkına Allah tarafından elçi olarak gönderilmiştir. Müthiş bir konuşma yeteneğine sahip olması nedeniyle ‘’peygamberlerin hatibi’’ olarak da bilinir. Aynı zamanda Hz. Mûsâ’nın kayınpederidir.

‘’Şuayb’’ sözü şu’be kelimesinden türemiştir.  Hz. Şuayb birçok oğula sahipti ve maiyetinde birçok kabile ve şube vardı. Aynı kalp gibi. Kalp de birçok şubeye sahiptir. Kalp, içinde barındırdığı âlemler, inançlar, rûhani ve cismani kuvvetler nedeniyle daima Rahman’ın parmakları arasında hâlden hâle dönüştüğü, geçtiği için böyledir. Hz. Şuayb ümmeti arasında kalp makamını temsil eder. Ancak külli ve cüzzi mânâları anlayan, ilâhi ahlâkla ahlâklanan, ölçeyi tamamlayan, teraziyi dengeleyen, adaletle önderlik eden, hakları yerine getiren, yemine sadık kalan, böylece gerçekliğine kavuşmuş bir kalbi yani İnsan-ı Kâmil’i temsil eder.

‘’Kalp’’, Adl (adalet) isminin görülme yeridir. Bedenin itidâl (denge) ve nefsin adâlet sebebidir. Feyz kalpten ileri gelip sûretin her yanına yayılır ve bütün a’zalara eşit olarak dağılır. Sûret kalp ile devamlılık bulur. Kalp bedenin reisidir, rûhani ve nefsani kuvvetlerin toplandığı yerdir. Kalp iyiliklerin ve kötülüklerin yazıldığı defterlerdir. Zâhir ve bâtın arasında berzahtır. Şuab yani şubeleri ve neticeleri çoktur. ‘’Allah’’ toplayıcı ismine benzeyicidir. Allah, kalbi îman, anlama ve düşünme mahalli yapmıştır. Hakîki akıl kalpte tecellî eder, çünkü orada zıddiyet yoktur. Aklın anlayışında zıddiyet varken, kalbin anlayışında bu zıddiyet yoktur. Kalp aydınlanana kadar yüzünü her yöne dönebilir.  Kalbin yüzünü döndüğü yer dirilir. Kalp her nefeste sürekli olarak, hâl ve işlerde başkalaştığı için ‘’kalp (sahte)’’ denilmiştir.

Hakîki kalp ancak İnsan-ı Kâmil’in kalbidir, çünkü Allah oraya zâtıyla tecellî eder. Beşerin kalbine kalp denmez, ‘’kalp (sahte)’’ denir.

İdrâkin, hikmetin merkezi kalptir. İnsan kalple anlar, kalple görür ve idrâk eder. Kalbin ölü iken işlemeye başlaması, akıl ile nefsin birleşmesi ile gerçekleşir. O zaman o kişi fetvayı kalbinden alabilir. Kendi hakîkatini ortaya çıkaranın mürşide ihtiyacı kalmaz. Allah bu yolda mürşidi sadece vâsıta olarak kullanmıştır.

Kur’ân, akıl sahibi için nasihat ve öğüt değildir. ‘’Kalbi olan ya da kulağı olan kimseye bir öğüt vardır’’ (Kâf, 37) âyeti ile işâret edilen kalp sahibi Mürşid-i Kâmil’dir. Ona bîat edenler de kulak sahibi dinleyenlerdir. Hakk’ı bilmek isteyenler üç gruba ayrılır. İlk gruptakiler kalbiyle îman edenlerdir. Bunlar her şeyde Hakk’ı gördükleri için sadece Hakk’la meşgul olurlar. Her şeyde Hakk’ı görmek, her şeyi haklı, herkesi haklı görmektir. Bunu ancak İnsan-ı Kâmil yapar. İkinci grup, aklıyla bakanlardır. Bunlar ancak aklın idrâk ettiği kadarıyla Hakk’ı görür. Çünkü ‘’bir’i iki görürler. Abes gördükleri şeyde Hakk’ı göremez, inkâr ederler. Allah’ı her yerde görmeyen insanın kalbi hep gamlı olur. Sıkıntı karşısında iç huzurunu kaybetmemiş olana Allah Hakk olarak tecelli etmiş demektir.  Üçüncü gruptakiler ise, ilimlerini peygamberleri taklit ederek elde eden müminlerdir. Bu da bir üst mertebedir, ama görmeden îman ettikleri için zaman zaman değişebilir, uzaklaşabilirler. Çünkü îmanları tam değildir. Bunlar âyette ‘’yahut kulak verenler’’ sözüyle kastedilenlerdir.

Ârif, Hakk’ı bütün inanışlarda tanır. Her gördüğünü Hakk görür, Hakk bilir. Negatif de görse pozitif de görse, dostla da düşmanla da karşılaşsa hepsinin Hakk olduğunu bilir ve devamlı olarak cennette yaşar. Beşer, Hakk’ı ancak kalbinin aynasında tecellî ettiği kadarıyla idrâk eder. Zıtlıkları anlayamadığından dolayı beşer için dost da vardır, düşman da vardır. İyiyi iyi, kötüyü kötü gördükten sonra birlemek, ismin zâtına ulaşmaktır.

İlâhi isimler, müsemmanın aynıdır, onun gayri değildirler. İsimler, ona verdikleri hakîkatleri talep ederler. Hakk’ın ilâhi, yani zâti isimleri yokluk aynasında açığa çıkar ve bu yokluk aynasına ‘’âlem’’ denir. Böyle bir ayna olmasaydı ilâhi isimler ortaya çıkamazdı. Allah’ın isimlerinin ortaya çıkması için de bu âlemde zıtlarının oluşması gerekir. Bir isimde ikilik varsa o isim yaratılmış bir isimdir. Yani zıttı olan her şey yaratılmıştır. Allah’ın zâtında isimler tekliğin içinde ve aralarında fark yoktur. İsimler, yaratılma ihtiyacı ve isteği içinde oldukları için yaratılır. Ahadiyette birlik  ‘’ben’’, vahdaniyetteki birlik ‘’biz’’ olarak tezahür eder. Yani farklılıklar Peygamber’in birliği içinde zuhûr eder.

Varlık ayn’ları (özleri) a’yân-ı sâbitenin ve a’yân-ı sâbite de ilâhi isimlerin sûretleridir. İlâhi isimler, ahâdiyet zâtında yokluk sıkıntısı içinde iken, bu sıkıntıdan kurtulmak için zuhûr talebinde bulundular. Ahad olan zât da yokluk bilinmezliğinden, nefes-i rahmanisi ile ilâhi isimleri zâhire çıkardı. Hakk, Hz. Peygamber’in lisanıyla kendi nefsini ‘’nefes’’ olarak vasfetti. ‘’Muhakkak ki Rahmanın nefesini Yemen tarafından alıyorum’’ sözünü Hz. Peygamber’in ağzından söyleyen Hakk idi. Hakk’ın Rahman’a mensup olan ‘’nefes’’ ile rubûbiyetten ilk olarak teneffüsü, âlemin yaratılmasına dair teneffüsüdür. Allah Tealâ, kendisini ‘’nefes’’ ile tavsif etmiştir ki, bu da ‘’tenfis’’ tir (teneffüs etmek). Tenfis’in mânâsı, teneffüs edenin sıkıntıyı gidermek için içindeki sıcak havayı dışarıya çıkarıp, soğuk havayı içeriye almasıdır.

Allah’ın çeşitli isimleri hepimizin a’yân-ı sâbitelerini oluşturmuştur. A’yân-ı sâbitelere devamlı inen nefese ‘’feyz-i akdes’’, a’yân-ı sâbitemizden yani hakîki varlığımızdan bu vücuda doğru o ismin hakîkatinin zuhûr etmesine ‘’feyz-i mukaddes’’ denir (kendinden kendine tecellî). Allah isimleri yaratıp, açığa çıkarıp bırakmaz. Hiç durmadan bir tecellî ve enerji akışı gerçekleşir. Fakat bu tecellîlerden her rûh kendi kabiliyeti miktarınca alır. O halde iki nefes vardır: A’yân-ı sâbiteye inen nefes ve a’yân-ı sâbiteden vücutlara inen nefes. Feyz-i akdesin akışı Zât-ı ilâhiden, feyz-i mukaddesin akışı Rab ismindendir. Âlemin yaratılışı için Rab ismine ihtiyaç vardır.

Hakk insanı kendi sûreti üzerine halketmiştir. Demek ki her yaratılmışı, Allah isminin hakîkati üzerine değil, kendi isminin hakîkati üzerine halketti. Yani onun a’yân-ı sâbitesindeki isme sûret giydirdi ki, sen O’nu tanıyabilesin. Çünkü bizim hem hisle, hem de akılla idrâk edebilmemiz için o ismin görünür hale geçmesi lâzım ki, farkı görüp tekâmül edebilelim.

Hakk tek bir mahlûkattan görülerek sınırlanamaz. O’nu yaratılmış her şeyde ve her yerde görmek ve kabul etmek, her şeye hakkını vermek demektir. Meselâ suyun, ekmeğin hakkını vermek onları israf etmemektir. Yediğin yemeğin hakkını vermek, onu nûra çevirerek doğru yerde harcamaktır. Her hak sahibine hakkını vermek tahkik ehline aittir.

Tarikata yeni katılmış insanların sona ulaşmış insanların (tahkik ehlinin) hallerine bakması ve onların halleriyle kendilerini değerlendirmesi, bu yoldan uzaklaşmalarına sebep olur. Sonuçta himmetleri de azalır.

‘’Himmet’’ bir şeye niyet etmek, istemek ve onu yapmaya azmetmektir. Himmet sebeplerdir. Himmetler arzulanan şeylere bağlıdır. Arzu olmazsa himmet kesilir. Arzu da ezeli nasip ile ilgilidir. Himmetten gaye Allah’tan ‘’ilmimi arttır’’ talebidir. Peygamberin ‘’ilmimi arttır’’ talebi kendi hakîkatini görmek istemesiyken, bizim ‘’ilmimi arttır’’ talebimiz kendi hakîkatimizi görme talebidir. Ezeli nasibi şakîlik olan kimsenin himmeti şekâvetini arttırmaya yöneliktir. Allah’ın gücü olmadan ne negatife, ne de pozitife yönelmek mümkün değildir. Himmet kalbi kuruntulardan arındırır.

 ‘’Her itikat bir şubedir. İtikatların hepsi şubelerdir. Böyle olunca perdeler ortadan kalktığı vakit Hakk herkese itikat ettiği/inandığı şeye göre görünür.’’ Buradan anlaşılıyor ki, kalpte bütün bu inanışlara meyil vardır.

’İbn Sînâ Risâlet’üt-Tayr adlı eserinde ayakları bağlı yola çıkan ve aşılmaz gibi görünen dağları aşarak padişahın kapısına giden kuşların hikâyesini anlatır. Binlerce kuş bu yolculukta telef olurken, sadece hüdhüd önderliğinde 30 kuş 7 vadiyi aşıp padişahın kapısına ulaşır. Ancak ne zaman ki kapıdakiler, padişah dilediği için varabildiklerini idrâk ederler, padişah onları o zaman kapıdan içeri alır. İçeri girdiklerinde ise yolculuğu tamamlayamayıp, yolda telef olanların hepsini içeride bulurlar.’’     

Bu hikâyeden anlaşılıyor ki, perde kalkınca her şubede, her inanışta Allah hakîkatten ibârettir. Bunun için, tek yönlü bir inanış insanı Allah’ın ‘’bir’’ liğinden uzaklaştırır.

Kıyamet günü ‘’insan rûhunun uyanma günü’’ ya da cüz’i nefsin külli nefse dönüş günüdür. Yine kıyamet günü, nefsimizin kendi hakîkatini görme günüdür. Yani nefsin rûh makamında kendini seyretme günüdür. Kıyamette her varlık, her nefis ayağa kalkacak ve herkes kendi a’yân-ı sâbitesini/hakîkatini görecektir.

Peygamber efendimize bir sahabe şöyle bir soru sormuş, ‘’Cezâ gününde Allah insanları hesaba çekecek mi? ‘’Evet’’ demiş Peygamber. ’’Kendisini de hesaba çekecek mi? demiş. ‘’Evet’’ demiş Peygamber. İşte Allah’ın cezâ gününde hesaba çekeceği aslında kendisidir. Yani zâtıyla kendi isimlerini hesaba çekecek. Hakk’ın kullarına olan rahmeti, yine kendi isimlerine olan rahmetidir. Çünkü başka varlık yok. Vahdet-i Vücûd açısından baktığında, sadece Allah’ın zâtından isimlerine bir tecellî var (kendinden kendine), başka hiçbir varlık yok. Kıyamette de isimler zâtı idrâk ederler.

İşte kıyâmetin, yani perdenin kalkmasının mânâsı, her isimde Allah’a hürmet etmek, saymak ve kendi isminin de O’na ait olduğunu idrâk etmektir. İsmiyle zâtını idrâke çalışmaktır. Perdenin kalkmasından sonraki tecellî, ölümden sonra da bir yükseliş olduğunu gösterir. Ancak ‘’Ve burada kim kör ise artık o âhirette de kördür ve yoldan daha da sapmıştır’’ (İsrâ, 72) âyeti ile ‘’Âdemoğlu öldükten sonra ameli kesilir’’ hadîs-i şerifi ölümden sonra ilerlemenin olmadığına işâret eder. Bu âyet ve hadîs küfür ve şirk ehli hakkındadır. Tahkik ehlinden olan tevhid ehli ve onları taklid eden müminler için değildir. Çünkü küfür ve şirk ehli dünyada Hakk’ın vücuduyla halkın vücudunu bağımsız ve ayrı zannetmişler ve basiret gözlerine körlük gelmiştir.

İnsan a’yân-ı sâbitesinden bu âlemin vücudunda görünür hâle geçtiği andan itibaren, tekrar kendi a’yân-ı sâbitesine doğru devamlı bir yükselmede, terakkidedir. Allah’ın bizden gayesi budur, yani a’yân-ı sâbitemize yükselmemizdir. Şehâdet insanın kendi tekâmülüne şâhitlik etmesidir. Şehâdet âlemi de bu tekâmülün başladığı andan tekâmülün bittiği âna kadar devam eden bir âlemdir. Onun için şehâdet en aşağıdan, yani esfel-i sâfilinden başlar, en yüce mertebeye gelinceye kadar devam eder.

‘’O her an yeni bir iştedir’’ (Rahman, 29) âyeti gereği bütün âlem ‘’araz’’ lardan ibâret olup, her an değişmektedir. ‘’Cevher’’ ise tektir. Cevherlerden arazlara geçiş bir mecburiyet, bir taşmadır. Araz’lar değişir a’yân-ı sâbiteler değişmez. Örn: Bir insan özünde iyi bir insan olduğu halde, o iyi insanlığını gösteriş şeklinde bazen öfke, bazen sinirlenme, bazen hakkı koruma, bazen haksızlığa yönelme gösterebilir. Fiilleri her an değişme halinde olduğu halde a’yân-ı sâbitesi asla değişmeyecek bir hakîkattir (Ay’ın Güneş’e bakan yüzü parlak, Dünya’ya bakan yüzü ise karanlıktır. İnsanın da meşrepleri onu farklı gösterebilir. Önemli olan Allah ile olan yakınlığıdır). Bir hakîkat varsa, onun çeşitli görünüşleri de mecburen olacaktır. Neticede ‘’araz hakîkatin aynıdır’’  

(Araz: Varlığı başka bir varlığa bağlı olan, kendi başına varolamayan)

Vücutta çeşitli tecellîlerin ortaya çıkması Hakk’ın büyüklüğünün bir delilidir. Bizim vücutlarımız, Allah’ın isimlerinin ortaya çıkması için bir sebeptir. Bu, doğal olarak kendiliğinden bir ortaya çıkıştır. Bu isimler o anki kapasitesi ölçüsünde, herkesten zuhûr edebilir. Yani cevher aynı olsa da arazlardaki farklılık, o anki istidada göre ortaya çıkar.

O zaman, kimseyi kınayamayız. Yanlış yok, abes yok ve tekâmül böyle oluyor demeliyiz. Benden her an birbirine zıt hâller zuhûr edebilir. Yani bugün bir evliya ve melek gibi iken, yarın öfkeli bir şeytana dönebilirim. Benden bu zuhûr ediyorsa, karşımdakinden de zuhûr etmesini hoş görmeliyim. Bunu, Sevgili’nin farklı görünüşlerinde zuhûru olarak kabul etmeliyim. İnşallah.

Doğruyu Allah bilir.

Kaynak: Cemâlnur Sargut/Hz. Şuayb kitabı.

21 Haziran 2021 Pazartesi

HALLAC-I MANSUR – ENE’L HAKK:

Yazı, 900’lü yıllarda Hallac-ı Mansur tarafından söylenen, ancak anlaşılamayan, anlaşılamadığı için de farklı yorumlanan, dünyanın birçok yerine yayılmış ve ünlenmiş ‘’Ene’l Hakk/Ben Hakk’ım’’ sözünün açıklamasıdır. Tüm zamanlara vurulmuş, mühür niteliğini taşıyan bu sözün üzerine bir söz söylenememiştir. ‘’Ben Hakk’ım’’

‘’Ene’l Hakk’’ Kuantum Felsefesi ve Düşünce Tarihi’nin neredeyse temelini oluşturan, Kuantum Fiziği ile birbirini tamamlayan bir kelimedir. Bu yüzden ‘’Ene’l Hakk’’ sözü hem dini, hem tasavvufi, hem de bilimsel bir ifâdedir.

Hallac-ı Mansur’un asıl adı, Ebu’l Mugiz Hüseyin bin Mansur el- Beyzâyî’dir. Mansur soyadı babasından gelmektedir. Hallac lakâbı ise bir arkadaşı ile yaşadığı sırlı bir olaydan dolayı kendisine lâkap olarak verilmiştir. Mansur; Tanrı’ya kavuşma yolunda nihayete erenler için kullanılır. Hallac-ı Mansur için, gönüllerin sesini duyup açıkladığından dolayı ‘’sırları pamuk gibi atan’’ manasında Hallâcü’l Esrar da denilmektedir.

Hallac-ı Mansur Beyza yakınlarında, al-Tur’da doğdu. Büyük babası Mahamma adında bir Zerdüştî’dir. Ona, ana tarafından Hazreti ebû Eyyûb’un neslinden geldiği söylenerek ‘’Ensâri’’ de denilmiştir (yardım eden). Nesilden nesile aktarılanlara göre, daha küçükken babasıyla Dicle kıyısındaki Vasıt kasabasına geldiği ve Mansur’un burada 12 yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlediği bilinmektedir. Ancak nerede ve nasıl bir tahsil gördüğü konusunda fazla bilgi ve yazılı bir kaynak yoktur. 20 yaşlarında değerli hocalardan tasavvufun inceliklerini öğrendiği, Mekke’ye gittiği, Hac dönüşü, Bağdat’ta Cüneyd-i Bağdadî, Amr b. Osman Mekri’i ile görüşüp onlardan feyz aldığı söylenir.

Bazı kaynaklara göre kendisine yöneltilen üstü kapalı eleştiriler üzerine Sufîlik kıyafetini değiştirerek halk kisvesine bürünür. Talebeleri ile beraber tekrar hacca gider. Dönüşünde asker kıyafeti giyer.  ‘’Putperest diyarı olan halkı Hakk’a davet için şirk beldelerine gidiyorum’’ diyerek Hind’e, oradan Horosan’a, Türkmenistan’a ve Çin sınırına kadar gider, oralarda yaşayan halka İslâmiyet’i anlatır. Onları Allah yoluna davet eder. Üçüncü defa hacca gider ve orada halktan kendisine işkence yapılmasını ister. Bağdat’a geri dönünce, Müslümanlar uğruna, halk tarafından öldürülmeyi talep eder ve meşhur ‘’Ene’l Hakk’’ sözünü söyler. Bu söz kısa zamanda bütün İslâm diyarına yayılır. Bir süre hapsedilir. Suçsuz olduğu anlaşılınca serbest bırakılır. Ancak bazı siyasi hadiselere karışır ve ağır suçlamalarla tekrar hapsedilir. Sekiz yıl kadar hapis yatar. Sonunda idâma mahkûm edilir. İdam hükmü, devrin islâm halifesi tarafından da tasdik edilen Hallac-ı Mansur, önce kırbaçlanır, sonra elleri ve ayakları kesilir, ardından asılır ve cesedi yakılarak külleri minareden Dicle Nehri’ne atılır.

Hallac-ı Mansur, yaşamının ilk döneminde feyz aldığı sufî üstadları olan Cüneyd-i Bağdadî ve Emr el-Mekri tarafından önce kabul edilir, ancak sonradan reddedilir.

Cüneyd-i Bağdadî, tasavvufun esrarını sadece yakın çevresiyle konuşmakta, başkaları duymasın diye de evinin kapılarını örtmektedir.  

Mansur’un da dâhil olduğu Bağdat Tasavvuf Okulu, tevhid konusundaki öğretilerinde ileri bir seviyeye ulaşmıştır. Fakat halk tarafından yanlış yorumlanacağı endişesiyle öğretilerini gizlerler. Cüneyd-i Bağdadî, Hallac-ı Mansur’a susmayı, insanlarla konuşmamayı, sırları açmamayı telkin eder. Ancak sözü dinlenmeyince ‘’Galiba bir ağaç parçasının ucunu kırmızıya bulaman yakındır’’ diyerek, şehit edileceği kehânetinde bulunduğu rivâyet edilir.

Hallac-ı Mansur’u en çok etkilemiş âriflerden biri olan Beyazid-i Bestâmî, 800’lü yıllarda Fenâ halinin öncülerindendir. ‘’Bana şükürler olsun’’ sözü de bunu gösterir. Hz. Mevlâna’ya göre bu hal ’O Ben, Ben O’’ düşüncesinin göstergesidir. Yunus Emre’de şiirlerinde bu hâli devamlı yansıtır. Tevhidin başlangıcı olan Fenâ hâli, kendini kaybetme, yok olma, hiçleşmedir. Kadim bilgelikte, ‘’O, bir kulunu severse, onun gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı, tutan eli olur. Kul benimle görür, benimle duyar, benimle tutar, benimle yürür’’ hâli ile aynıdır. Yukarının eli ayağı olan ‘’Kâmil İnsan’’ meselesi de bunu anlatmaktadır.

Cüneyd-i Bağdadî sahv yani bekâ hâli öncülerindendir. Bekâ fenâ hâlinin tam zıddıdır. Kendinde ve uyanık olma hâlidir. Allah’ta bakî olma, Allah’ta sonsuz yaşama ulaşmadır. Hallac-ı Mansur’un düşüncelerinde her iki hâl de görülmektedir. O hem fenâ, hem de bekâ hâlindeyken ‘’Ene’l Hakk’’  sözünü yinelemiştir. Mansur’un yakın dostu Şiblî ‘’ben ve Mansur aynı idik. Ancak beni deli olma hâlim kurtardı. Hallac-ı Mansur’u Dar’a götüren aklıdır’’ demiştir.

‘’Beni gören, Tanrı’yı görür; Tanrı’yı gören, ikimizi birden görür’’ (Hallac-ı Mansur) Ene’l Hakk sözü, bir insanın Hakk olarak göründüğünün ifâdesidir. Bu sözden beri, daha üstüne söylenmiş bir söz bulunmamıştır.

‘’Ben Hakk’ım’’ ya da ‘’Hakk, Ben olarak göründü’’ demiştir Hallac- ı Mansur. Ancak ‘’ben’’ kelimesi çok derin bir kavramdır. ‘’Ene’’ kelimesi ben anlamında kullanılmış olsa da aslında ben ötesi bir kelimedir. Çünkü ego ve ben sözcükleri, fiziksel bedeni ifâde eder. Mansur’un kullandığı ‘’ene’’ kelimesi tasavvufi mânâda beden dışında olduğunun anlamını taşır. Yani ‘’rûhum emânet rûhtan üflendi ve ona ulaşmayı diledim; kalben çağrıyı duydum ve ölmeden ona ulaştım’’ mânâsını içeren derin bir anlamdır. Dünyasal sıfatlardan arınan, Hakk isminin yüceliğine ulaşan ve idrak eden bir anlayıştır. Bu sözü, ancak rûhu ve bedeni ile idrak eden kişi söyleyebilir.

İnsan gönlü öyle büyüktür ki, içine bütün evren sığar. Sonsuz Kâinat, insanın yüreğindedir. Hallac-ı Mansur bunu ‘’nokta felsefesi’’ olarak belirtir. Bu ‘’nokta’’ bir incidir (Nûr sûresi, 35) Arapça ‘’durre’’ olarak bilinen bu inci, tüm kâinatın özüdür. İşte inciyi bulabilen, görebilen, egoyu terk eder, maddenin esaretinden kurtulur, özgürleşir. Bu kişi artık tanrısal boyutta düşünen bir insandır ve ancak böyle bir hâl içinde olan insan ‘’Ene’l Hakk’’ diyebilir. Bu sözü dile getirebilen tek kişi de Hallac-ı Mansur olmuştur.

Nokta konusu, Hallac-ı Mansur Felsefesi ‘nin ve Ene’l Hakk anlayışının en temel kavramıdır. Nokta Felsefesi anlaşılmadan, Hallac-ı Mansur’u anlamak neredeyse imkânsızdır. Mansur’a göre Tanrı, ‘’Öncesiz Nokta’’dır.

Öncesiz Nokta’nın Mutlak olduğunu ve Kaynak olduğunu önemle belirtir. Nokta: Ne büyür, ne küçülür, ne yok olur, ne var olur. Her yerdedir ve hiçbir yerdedir. Bütündür. Gerçekliğin Gerçekliğidir. Tüm görünenlerdedir ve görünmeyenlerdedir. Nokta’nın her şeyden bilgisi vardır, sonsuz kere sonsuz saniyede her şeyi bilir. Tüm düzen ve maddelerin tek sahibidir.

‘’Öncesiz Nokta’’ olan Tanrı;  doğmamış ve doğurulmamıştır. Eşsiz, Tek ve Mükemmeldir. Merkezdeki ‘’Öncesiz Nokta’’ ya ulaşmak imkânsızdır. İlâhi sistem daireseldir. Ölerek ya da dairelerden geçerek oraya ulaşmak mümkün değildir. Tüm ulaşma çabaları sonucunda ulaşılan yer, ancak Öncesiz Nokta’nın etrafındaki ‘’daire’’ olur. Öz, ilk nokta ve ilk dairedir. Açılım ve yayılım oradan başlar. O ilk daire Mutlak’tır. Mutlak sonsuz güçtür. (Gayb âlemi)

Daha sonra gelen daire, ‘’Doğruluk dairesi’’ dir (Ceberût âlemi). Doğruluk Dairesi Levh-i Mahfuz, Korunmuş Levha, Kayıtlar Levha’sı, Biçimler Levhası (Kâinatın biçimlerinin kayıtlı olduğu levha), Âdem Kâinatı olarak da tanımlanır. Doğruluk dairesi görünen ve görünmeyen her şeyi kapsar. Bu daireden çıkış (nüzul/iniş), Âdem ve eşinin cennetten kovulması sembolü olarak anlatılır.  Kovulma ve ‘’yasak meyve’’nin yenilmesi Âdem ve eşinin doğruluk dairesinden çıkması için sadece bir ‘’neden’’dir. Çünkü mükemmel bilgilere sahip olan varlık, özündeki bilgileri tatbik etmelidir.  Bu bilgi asla Tanrının tüm bilgisi değildir. Ancak, Tanrı’nın gerçek kaynağından bir damla olabilir. Sonrasında varlığın tüm çabası, kovulduğu Doğruluk Dairesine, ait olduğu Tanrısal boyuta tekrar geri dönmektir. Bu içsel bir yolculuktur. Varlığın kendinden kendine yaptığı bir yolculuktur.

İnsan öyle bir noktadır ki, bütün kâinatı içinde barındırırken, aynı zamanda kâinatın içerisinde yer almaktadır. Maddenin içindeyken, aynı anda maddenin varlık içinde olması anlaşılması zor bir kavramdır. Hallac-ı Mansur, konuyu anlayabilmek için biçimler levhasının (biçimlerin) dışına çıkmak gerektiğini belirtir. Doğruluk dairesinin Merkezine ulaşan ve gerçeklik bilgisini alabilen varlık o bilgi ile donanır. Bu da Daire’ye bir süreliğine dışarıdan bakmak anlamına gelir. Kur’ân’da ‘’Mirac/uruç’’ olarak bahsedilen konu budur. Bir tek Hz. Muhammed bu daireden çıkabilmiştir. Hallac-ı Mansur’a göre gerçeklik bilgisi, Doğru’nun bilgisidir. Doğru Hakk’tır. Doğruluk Dairesi O’nun tam kendisi değildir; ancak bulunduğu yerdir. Tevhidin sembolüdür. ‘’Yaşam ağacı’’ olarak da sembolize edilir.

Bir sonraki daire Nicelikler Dairesi’dir (Misâl âlemi). Maddeler ve varlıklar, çokluk, sıfat ve sûret olarak görünürler. Her bir görünen de Tanrı’nın yansımasıdır. Bir sonraki en geniş daire, Sezgi Dairesi’dir (Dünya, His âlemi).Tüm varlıkların sezgisinin hissedildiği yerdir.

Tüm varlıklar ve Tanrı’nın kendisi de dâhil, bu daireleri temsil eder. ‘’Şeytan’’ kavramı tüm bu dairelerin dışında kalma durumudur. Şeytan, tüm bu mevcudiyetten mahrum kalma hâlini temsil eder. Eğer Şeytanî düşünüyorsan, daire dışındasındır. Şeytan bir düşünce tarzıdır. Bu düşünce tarzı, Kâinatın içindeki o birliği idrak edemeyen, kavrayamayan ve göremeyen bir yapıyı içerir. Bu düşünce tarzına sahip olan her insan ‘’Tanrısal Daire’’ nin dışına çıkmıştır. Hallac-ı Mansur, Tanrı ile arasındaki birliğin varlığını inkâr eden kişinin, en dış daire olan Sezgi Dairesi’nin çeperinde dolaştığını belirtir.

Hallac-ı Mansur Felsefesinde, daireler iç içedir. Varlık, anlayışı doğrultusunda, kapısı ve anahtarı olmayan bu dairelerden geçer. Varlık maddenin esaretinden kurtuldukça bir daireden diğerine geçer ve aydınlanma gerçekleşebilir. Doğruluk Dairesine ulaşan varlık rûhunun sesini duymaya başlar. Bu dairelerden geçişler, tamamen insanın içsel yolculuğudur.

Yine Hallac-ı Mansur Felsefesinin bir diğer kavramı ‘’yörüngeler’’ konusudur. Kâinattaki her makro varlık, kendi etrafında ve çekim alanında olduğu kütlesel varlık etrafında ve en büyük çekim alanına bağlı olduğu makro kitlesel varlık etrafında döner. Kâinattaki her mikro varlık (atom ve atomaltı partikülleri) kendi etrafında ve çekirdek etrafında döner. Bunlar değişmeyen fizik yasalarıdır. Her mikro ve makro varlığın bir yörüngesi/feleği vardır. Bu yörünge, kendi etrafında ve çekim alanına bağlı olduğu kütlesel varlık etrafında dönerken aldığı yoldur. Bu yörüngeler görülebilir, tespit edilebilir ve ölçülebilir nitelik taşır.

Bir de varlıkların soyut yörüngeleri vardır. Bu yörüngeler, varlığın mânevi dünyalarında aldıkları yollardır. Tasavvufta varlıkların bu soyut yörüngelerine ‘’Tekâmül’’ adı verilir. Her insanın, yay genişliğinde bir yörüngesi vardır. Mânevi gelişiminde tam bir tur döner; döngüyü tamamladığında yine başa gelir. Ve bu, sonsuza kadar devam eder. İnsan, her bir döngüde bir tur attığında, yeniden başa gelir. Bu yüzden soyut evrenlerde baş ve son aslında aynıdır. Fakat tek bir farkla! Her bir tur döngüsünde sona gelen insan, tekrar başa geldiğinde, anlayışı değişmiş ve aydınlanmıştır. Her dönüş bir farkındalık sıçraması yaratır. Baş ve son aynı gibi görünse de aslında aydınlanan insan, bir sonraki döngüde farkındalığı yüksek bir anlayış ile döngüsüne devam eder. (İbn. Arabi Hz. göre, Felekler varlık mertebelerini anlatır)

İnsan Fizik Yörüngesinde bir tur atarken neyin çekim alanında döner? Fizik kanunlarına göre her insan, dünya gezegeninin çekim alanına dâhildir. Bu yüzden dünya, kendi etrafında döndüğü için insan da dünya ile birlikte döner. Dünya, Güneş etrafında döner. Güneş de en güçlü çekim alanı olan Samanyolu galaksisi etrafında döner. Samanyolu galaksisi de kendi etrafında döner. İnsan da dolayısıyla, Samanyolu galaksisi ile birlikte tüm dönüşlere tabidir. İnsan Fizik yörüngesinde bir tur atarken, Samanyolu galaksisinin çekim alanındadır.

Peki, insan Soyut Yörüngesinde bir tur atarken neyin çekim alanındadır? Soyut yörüngeler görülemez, ölçülemez, tespit edilemez olmasına rağmen mânevi hissediş ile tespit edilebilir. İnsanın da Soyut yörüngesinde çekim alanına girdiği ‘’şey’’ler vardır. Ve bu ‘’şey’’ler, tıpkı fizik kanunlarında geçerli olan çekim alanları gibi, çok güçlü çekim alanları yaratır. O şeylerden en önemlisi ‘’merkez benim’’ diyen Benliktir. Ben merkez tam bir çekim alanıdır. Hapishanedeki bir mahkûm, Ben merkez çekim alanına girmiş kişiden daha özgürdür. Maddenin yarattığı cazibeyle sarhoştur. Mânevi gözleri körleşmiştir. Bencil, zalim, hoşnutsuz, huzursuz bir yapıdadır. İnsanın Soyut yörüngesinin merkezine yerleştirdiği farklı çekim alanları da vardır. Para, iktidar, şöhret, kumar, şehvet gibi güçlü çekim alanları etrafında tur atan insanlarda çoğunluktadır. İnsan hayatı, merkeze yerleştirdiği güçlü çekim alanına odaklıdır. O güçlü çekin alanı odaklanmasından özgürleşmeli ve dengelenmelidir. İşte o zaman, insan hakîkati anlamaya başlayacaktır. İşte bu ‘’tekâmül sıçraması’’dır. Tekâmül, halkalar şeklinde değil helezonlar (sarmal, spiral) şeklindedir.

Tekâmül sıçraması yaparak aydınlanan ve helezonlar çizerek ilerleyen insan, bu ilerleyişte çeşitli duraklarda konaklar. Bu duraklarda konaklamasına Tasavvufta ‘’nefes’’ adı verilir. İnsan her nefeste soluklanır, dinlenir ve yaşadığı tüm olayları gözden geçirir. Durak, bir nefes almadır; bilgilerin yerli yerine oturması, gözden geçirilmesi, hazım edilmesi, eksiklerin fark edilmesi, geçmişin telafisi ve bir sonraki aşamanın hazırlıklarının yapılmasıdır. Duraklar, insanın Tekâmülünde çok önemli yer tutar. Her hâlden hâle geçiş, her kat edilen merhale, aşama, tabaka birer durağı temsil eder. Her biri için ayrı ayrı zamanlar vardır ve bu zamanlar, bir oluş ve biçimlenme safhasıdır. Bu varlığın yoğunluğu, titreşimi ve Rezonansı ile alakalıdır; bilgi ile değil. Çok şey bilmenin faydası yoktur. Önemli olan bilinen şeylerin hazım edilmesi, idrak edilmesidir. Sırların açığa çıkması hayatlar boyu sürer. Her hayatta idrak edilen bir ya da birkaç idrak, diğer hayatların hazırlığıdır. Belki birkaç hayat öncesi ve sonrası için hazırlık aşamalarıdır. İşte bu aşamalar hâlden hâle geçişlerdir.

Hallac-ı Mansur, 40 duraktan bahseder: Bunlar; Yöntem (edep ve adap), Korku (sakınma), Yorulma (tekrar başlama), Arama (talep), Şaşırma (hayret), Yıkılma, Coşku (aşk hali), Tutku, Doğruluk, İçtenlik, Özgürleşme, Gösterme, Dinginlik, Anlama, Tanık olma, Oluş, Memba, Çabalama, Eski duruma dönme, Yayılma, Hazırlanma, Kendini yalıtma, Bağlanma, Çekim, Görüntü, Uygulama, Dikkat, Yitirilen şeyler için üzülme, Direnme, Dikkate alma, Hayret, Düşünme, Sabır, Yorumlama, Onaylamama, Güçlü eleştiri, Uyma, İşaret alma ve Başlangıç’tır.

Hallac-ı Mansur’a göre her durağın iki anlamı vardır. Biri anlaşılır, diğeri anlaşılmaz. Anlaşılan durumu, bedenliyken ilham vâsıtasıyla hissedilenlerdir. Anlaşılmayan durumu ise bedenliyken bu hissedilenlerin amacının ne olduğu konusunda kesin bir bilginin olmamasıdır. İnsan mânevi yolculuğunda yani Tekâmül sıçramalarında birçok hissiyata kavuşur. Bunlar, anlaşılan durumlardır. Fakat bu hissiyatın amacının ne olduğuna dair kesin bir bilgi yoktur. İşte bu da anlaşılamayan bir durumdur. Örn: Mûsâ ile yolculuğunda Hızır, bedenli bir insanın değil, Tanrısal bir düşünce yapısının temsilidir ve bunun dünyada mümkün olacağının bir göstergesidir. Mûsâ ise, insanın beşeri düşünce yapısını temsil eder. İnsanoğlu, bir Nebî, bir Peygamber bile olsa gerçeği ve amacı bilemez. Amaç sadece Dünya’nın Rabbine aittir. Bedenlilerden hiç kimse, dünyada yapılanların amacına dair kesin bir bilgiye sahip değildir.

Hallac-ı Mansur’un önemle bahsettiği Kırk Durak iç içedir, bir sıralaması yoktur. Varlık her an gelişir ve durakları bir bir geçerek başlangıcına ulaşabilir. Ve artık dünyaya doğmasına gerek kalmayabilir. Belki de görevli olarak istekli ve iradeli bir şekilde tekrar gelebilir. Besleyen, aynı zamanda beslenen durumundadır.

Hallac-ı Mansur Felsefesi kavramları arasında ‘’Mirac’’ önemli bir yer tutar. ‘’Âdem ile Rabb arasındaki iki yay boyu uzaklık vardır.’’ Bu tanım Kur’ân’da bahsedilen ‘’Kâbe Kavseyni’’dir. Kâbe; mesafe, Kavseyni; iki yay arası, iki gözün görüş mesafesine giren bir kısım alan anlamındadır. Hallac-ı Mansur, bu tanımları tek bir kelime ile aktarır:  ‘’Ayn’’ Ayn Arapça bir kelimedir göz, kaynak, pınar, aslı, aynı, kendi gibi veya eşi gibi demektir. Bu tanımlamalara neden ‘’ayn’’ kullanılmıştır denilirse, ‘’ayn’’ şekil itibariyle alt alta oluşmuş dikey iki yaydan oluşur (ع). Hallac-ı Mansur ‘’iki yay boyu uzaklık vardır’’ anlamını ‘’ayn’’ ile tanımlar.

‘’Ayn’’ kelimesi ile mesafenin varlığı vurgulanırken, o mesafeden Tanrı’nın görünmesi ‘’bayn’’ kelimesi ile anlatılır. Varlık her yaklaşmak istediğinde, Tanrı ile arasında iki yay mesafesi olacaktır. İnsan ne kadar gelişirse gelişsin, en yüce mertebelere dahi ulaşsa, Tanrı’yı gözleri ile göremez.

Hallac-ı Mansur’un günümüze kadar gelen tek eseri, anlaşılması çok güç kavramlarla dolu olan ‘’TAVASİN’’ adlı eseridir.

‘’Ta’’ îman etmiş, gerçekten Allah’a yaşarken ulaşmış insanın simgesidir. ‘’Sin’’ ise her varlığın yay uzunluğudur ( ‎ ). Yay uzunluğu Allah ile kul arasında bir sırdır. Kul, Allah’ı gözleri ile göremez; yay uzunluğu buna engeldir. Ancak yörüngesinden tanır. Hiçbir enerji, diğerinin enerjisine erişemez, ulaşamaz, temas edemez. Gecenin gündüze, ayın dünyaya, dünyanın güneşe erişemediği gibi. Atomlar arasındaki boşluk da Partiküllerin birbirine dokunmasına engel olur. Her atomun bir yörüngesi vardır ve her biri kendi yörüngesinde seyahat eder.

Kısaca, her varlığın yörüngesi (feleği, kaderi) onun ‘’Sin’’ idir. Kendisi ‘’Ta’’ dır. TavaSin kelimesindeki ‘’va’’ ise çokluğu ifade eder. ‘’Sin’’ kayıtlar evreninin yansımasıdır. Âlemlerin Rabbi ile bağlantısıdır. Evrendeki ‘’Vahyi’’ alır ve ‘’Ta’’ ya, bedene iletir.

‘’TaSin’’ İnsan-ı Kâmil’i simgeler. ‘’TavaSin’’ de, ‘’TaSin’’ kavramının çokluğunu ifade eder.

‘’TavaSin’’ Hakk’ın yeryüzü ordularıdır. Hakk’ın yeryüzü orduları olan Seçilmişler olduğu kadar, üstü kapalı ve sembolik bir aktarım ile Göklerin ordularından da bahsedilir. Kur’ân’ı Kerîm’de ‘’Uzak yoldan gelen’’, ‘’Aç ve yorgun olmayan’’, ‘’İnsan zaafları bulunmayan’’, ‘’Müjde ile gelen’’ diye tanımlar yapılır. İsimleri yoktur, fakat sıfatları boldur. Göklerin orduları, ‘’Devamlılığı sağlayanlar’’ dır. Onlar bir devri kapatıp bir devri açanlara Müjde getirenlerdir. Vahiy meleği ‘’Cebrâil’’, ‘’Mustafa Kemâl Atatürk’’ devamlılığı sağlayanlardır. Yunus Emre’nin ‘’Bize Dervişler geldi’’ sözü ile, Hz. İbrâhim’in ziyâretçilerine ‘’Selâm yabancı topluluk’’ diye seslendiği âyet vardır. Yine Tevrat kitabında ‘’Ve Rabb buluttan indi ve ona söyledi’’ ifadesi devamlılığı sağlayanlara işaret eder. Yine Tevrat’ta sıkça rastlanılan ‘’Göksel araba’’ tanımları ve tabletlere kazınan dünya dışı insan motifleri buna örnektir.

Göklerin orduları, farklı boyutlardan, farklı gezegenlerden gelen, dünya canlılarının korunması görevinde bulunan, türün ve soyun devamlılığını sağlayan Rabbin seçilmişleridir. Devamlılığı sağlayanların ortak bir özelliği vardır: ‘’Değişim.’’

Onların ziyaretlerinden sonra mutlaka bir değişim yaşanır. Onların ziyaretleri bir dönüm noktasıdır. Bu ziyaretler, fiziksel temas ile gerçekleşir.

Yine Bulutlar, Okyanuslar, Çöl kumları, Polenler eko sistemde devamlılığı sağlayan tabiat olaylarıdır. Onlar esip, tozutup, savurarak bir yerden bir yere nakil yaparlar. Buradan anlaşılıyor ki, Kâinatta hiçbir şey düzensiz ve başıboş değildir. Her şey belli bir düzen ve kaidelerle varlığını sürdürmektedir.

Bir yerde herhangi bir düzensizlik olsa bile, derhal başka bir noktada onu düzenleyecek başka bir sistem devreye girecektir.

Bilimde canlı varlıkların organize durumu düzenli bir yapı oluşturur. Yani yaşam içinde bir ahenk, bir düzen vardır. Bilim insanları buna Entropi’nin azalması demiştir. Entropi; Düzensizliğin ölçüsü demektir. Entropi düşük ise düzenli bir yapının varlığını gösterir. Entropi kanunu (düzensizlik kanunu), evrendeki düzeni ortaya koyan en büyük delillerden biridir. Yaklaşık on beş milyar yıldan beri varlığını sürdüren evrenin şu anki Entropi’si hesaplara göre şaşırtıcı derecede düşüktür. Bu bize evrende bir düzenin olduğunu gösterir ki, evrenin ilk başlangıcının çok düzenli olarak başladığını ortaya koyar. İlginç olan başka bir durum ise evrendeki sistemin herhangi bir kısmında bir Entropi artışı olursa (düzensizlik artarsa) başka bir kısmında Entropi azalır (düzen artar). Bu artış ve azalmalar geçicidir ve ne kadar büyük olursa düzelme de o kadar hızlı gerçekleşir. Dünya kendi düzenini sağlamak amacı ile fiziki bir takım oluşumlar içerisine girer. Kendini yeniler ve düzenler. Depremler, sel baskınları, buzların erimesi, fırtına gibi fiziki yenilenmeler gibi.  Dünyanın bu fiziki değişimi, tabiat kanunlarının bir gereğidir.

Işık hızından daha hızlı, birbiri ile haberleşen atomlardan oluşuyoruz. Atom evrenindeyiz. Buna Kuantum Evreni deniliyor. Görünen her şey, Kuantum Evreni’ni oluşturuyor. Kısaca, ‘’Görünen her şey Hakikatte Tek ve Eşsizdir’’ gerçeğini kabul ediyor. Henüz Kuantum Kuramı ortaya çıkmamışken Hallac-ı Mansur, Ene’l Hakk sözü ile ‘’Görünen her şey Benim’’ demiştir. İşte o Ben kelimesi, Kâinatın Özü’dür. Kâinatın Özü de Tek ve Eşsizdir.

Kâinatta her şey özde biçimsiz ve şekilsizdir. Biçimi ve şekli yoktur. Enerjidir ve ilâhidir. İlâhi nûrun yansımasıdır. Biçim, sadece bilinçlerde olan bir kodlamadır. Şekil kodlardan meydana gelir. Doğulacak dünyaların kanunlarına göre biçim kodları vardır. Bizim görebildiğimiz kâinatın biçimleri, Levh-i Mahfuz denilen levhada kayıtlıdır. Ve her rûh, doğmadan önce, o levha kodlarının bilgisinden beslenir ve dünyaya ya da herhangi bir gezegene doğar. Hangi gezegende doğacak ise o gezegene ait olan kanunları, o levhadan çeker alır. Çekip aldığı bilgiye göre şekillenir ve biçimlenir.

Biz beynimizin bize gösterdiği evreni görmekteyiz. Ayrı, farklı, güzel, çirkin, büyük, küçük, beyaz, siyah, aydınlık ve karanlık gibi sıfatlar taktığımız bir evren görmekteyiz. Aslında beynimizin titreşim frekansları daha farklı titreşseydi, daha farklı şeyleri görüyor olurduk.

Hallac-ı Mansur kitabında, formlardan ayrılma, biçimlerden kopma, biçimsizlik kavramını da ele alır. Sembolik olarak iç içe geçmiş üç daireden bahseder.

En dış daire, mânâlar ve biçimler dairesidir. Kur’ân’ı Kerim’de bu kavram ‘’zâhir’’ olarak belirtilir. Elle tutulan, gözle görülen, beş duyu ile algılanan cisimlerin temsilidir. İkinci daire hislerin, ilhamların, hissediş ve kavrayışın olduğu yerdir. İç anlamdır. Kur’ân’ı kerim de bu kavram ‘’bâtın’’ olarak belirtilir. Üçüncü daire ise kâinatın kodlanmış bilgisidir. Kur’ân’ı Kerim’de ‘’Levh-i Mahfuz’’ olarak belirtilir.

Nokta, Levh-i Mahfuz’daki bilgidir ve her sisteme göre açılımı vardır. Öz ve Cevher olan Tek’lik, ne kadar çoğalsa da Tanrısal özelliğini kaybetmez. Nokta’dan yansıyan bilgiler, Tanrısal nûr ile aydınlanır ve hologram dünyasını oluşturur. Hologram’da parçalar bütünün bilgisini taşır.

Kuantum’un keşfi, bir atomun diğer atomlardan kopmadığını, çok güçlü enerji boyutu ile birbirine bağlı olduğunu ortaya koymuştur. Kuantum evreninde kopuş ve ayrılış yoktur; Kopuş, genişleme ve yayılmadır. Genişleme ve yayılma, unutma kavramını ortaya koyar. Ancak yolculuk vardır. Uzaklık ve mesafe algısı sadece düşünce biçimimizdedir. Oysa bir galakside olan her şey o anda bütün kâinatın her zerresinde hissedilir ve değişime uğrar. Değişkenlik her atoma nüfus eder. Bilimde, ‘’atom ne ise madde de odur’’ ifadesi vardır. Tasavvufta ‘’zerre ne ise bütün de odur’’ ifadesi ile benzer anlama gelir.

Tüm nedenlerin tek bir nedeni vardır. ‘’Tanrı’yı anlamak.’’ Tanrısal bilgiler, zaman içerisinde insan üzerinde bir yıkım meydana getirir ve onu yeniden inşâ eder. Yıkılma anı kıyam etmedir. Tutulan dalların ellerde kalması, görünen her şeyin ardındaki enerjinin farkına varılması, yalnız ve terk edilmiş görünen insanın aslında yalnız olmadığı, kâinatta birçok yaşam formlarının da varlığının ortaya çıkması, insanın gerçekte bedenden ibâret olmadığının anlaşılması, dinlerin birer yol olduğunun farkına varılması, bir nefeslik dünya hayatının rüya olmadığının anlaşılması, yaşamın amaçlı bir yolculuk olduğunun idrak edilmesi sonucu; insan ölümsüz olduğunu anlayacak ve kendini yeniden inşâ edecektir.

Kuantum Felsefesi’nde hiçbir şey kaybolmaz, sadece dönüşür. Çünkü her şeyin aslı enerjidir. Enerji kaybolmaz, çoğalmaz, vardır ve alanını her daim korur. Ürettiğimiz tüm düşünceler evrende enerji ortamında etkileşir ve kaybolmaz. Biz yaşadığımız her hâli DNA’ya aktarırız ve DNA’da bilgi kayıtlı kalır. Ve öldükten sonra toprağa karışan bedendeki DNA, yaşanmışlığın izlerini toprağa kayıt eder. Ve o topraktan besleniriz aynı zamanda. Ve tekrar yaşayanlara geri döner kayıtlı bilgiler.

Ölüm yoktur, dönüşüm vardır. Ben, öldüğümde dönüşürüm. Bedenim toprağa karışır, börtü böceğe yem olur. Börtü böceği hayvanlar yer, ya da bitkilere gübre olur. O hayvanları ve bitkileri insanlar yer ve ben yine her insanda beden olur tekrar dirilirim. Beden ölmez, toprak olur. İnsan da topraktan beslenir. Hiçbir şey ölmez, hiçbir şey yok olmaz. Her şey dönüşür. Her daim diri olan ölür mü? O yüzden benim ölümümde yaşam, yaşamımda ölüm vardır. Yaşarken öldüm, öldüm ve dirildim. Dönüşümle tekrar hayat buldum. Bir bedenden yüz beden, yüz bedenden bir beden olur. Bin can bir cana, bir can bin cana dönüşür. Tek bir can, tek bir rûh vardır. Her şey O’dur. O’ndan yansır ve tekrar ana kaynağına geri döner. Varlığın ulaşmak istediği cennet O’nunla olmak, cehennem ise O’ndan ayrı kalmaktır.               

Doğrusunu kim bilir? O bilir.   

(Kevser Yeşiltaş -ENE’L HAKK/Gizli Öğretisi)