28 Temmuz 2023 Cuma

PAMUK PRENSES VE YEDİ CÜCELER:

‘’Hiçbir çocuk bu masalı dinlemeden büyümemiştir. Saf ve temiz Prenses’in, kötü üvey anne tarafından saraydan atılması, Prenses’i öldürmekle görevlendirilen avcının merhametiyle serbest bırakılması, ormanda kaybolmuşken yedi gümüş madeni işçisi cücenin evine sığınması, onların evlerini temizleyip, yemek yapması, mutlu ve mesut yaşarlarken kötü cadının tekrar ortaya çıkıp Prensesi kandırarak ona zehirli elmadan yedirmesi, zehirlenerek derin bir uykuya dalan Prensesi, yakışıklı Prensin öperek uykudan uyandırması herkesçe bilinen bir masaldır.’’

Her maddi varlık, bir mâneviyatı işaret için vücut bulmuştur.

Yıllarca söylenmek istenen her şey, insanlara masallarla, sembollerle anlatılmış ve anlatılanların arkasında yatan gerçekler, herkesin idrâk ve anlayışına bırakılmıştır.

Bu masal da saf ve temiz olan rûhun dünya sarayından (dünyanın cezbedici arzularından) kurtulduktan sonra, beden zindanından da kurtulma mücadelesini anlatır (rûhun özgürleşmesi). Burada prenses içsel yolculuğunda, yani nefsinden rûhuna yaptığı yolculukta kalbine sığınmıştır. Ancak orası, isimleri Çekingen, Doktor, Salâk, Huysuz, Mutlu, Uykucu ve Meraklı olan nefsin cücelerine aittir. Onlar vücut madeninden hakîkat cevherini ortaya çıkarmak için çalışmaktadırlar. Vazifeleri de tekâmül etmektir.

Prenses ilk iş olarak onların evini, yani kalbini temizler. Onlara yemekler yapar. Ancak küçük tabaklarda ikram eder. Çünkü nefs köpek gibidir; aç bırakılınca saldırganlaşır, çok doyunca da tembelleşir. Cücelerin, yani nefsin sıfatlarının, yavaş yavaş huyları güzelleşmeye başlar. Mutlu ve mesut yaşarlarken, Nefs’i Emmâre olan kötü üvey anne pusuda beklemektedir.

 Prenses kapısını, yani kalbini, yabancılara (arzu ve isteklere) açmaması konusundaki uyarıları dinlemez ve cadının uzattığı zehirli elmayı yiyerek derin bir uykuya dalar. Çünkü kalbi yüzünü rûhtan nefse çevirmiştir (Kalbin iki yüzü vardır. Yüzünü bazen ulvî taraf olan rûha, bazen suflî taraf olan nefse çevirir. Bu anlamıyla ikisi arasında berzahtır). Nefs’in cüceleri çok üzgündür. Yeni bir mücâdele başlar. Ta ki Mürşid olan yakışıklı Prens gelene kadar. Prens, Prenses’i öper ve onu gaflet uykusundan uyandırır. Prenses (kalp) artık dirilmiştir. Tekâmül eden nefsin cüceleri ise Nefs-i Emmâreyi temsil eden cadıyı uçurumdan aşağı atar. Masal mutlu ve mesut biter.

 Oysa insan hayatında masallar hep mutlu bitmez. Çünkü nefs mağlup olmaz. Nefs çakmaktaşı gibidir. Kırk yıl su altında kalsa, bir çakışta tekrar parlar. Nefs, ancak Peygamber Efendimizin dediği gibi ‘’Müslüman edilebilir’’. (Nefs Allah’ın kuluna verdiği en kıymetli hediyedir. Onunla yol alırız.)

 Anlatılan tüm masallar aslında hep bir gerçeği işâret eder. Padişah Ferhat’a dağları delip, şehre su akıtmadan Şirin’i kendisine vermeyeceğini söyler. Rûh padişahı, ancak benlik dağını yarıp oradan hikmet pınarları akıtanın Canâna kavuşabileceğini söylemektedir.

Özellikle Nasreddin Hoca hikâyeleri tasavvuf kokar. Baklava nereye gidiyor diyene ‘’bana ne’’ der. Size gidiyor diyene de ‘’sana ne’’ der (Her an nefsini gözetim altında tutan kişi kendisini ilgilendirmeyen şeyler ile zamanını harcamaz). Göle maya çalar, ‘’Ya tutarsa’’ der. (Akarsu gibi olan Dünya keşmekeşinden kurtulup Göl gibi sakin ve durağan olursan farkındalığın artar ve tecellîleri hissedersin. O zaman da Muhammedi hakîkati temsil eden Muhammedi maya senin gönlündeki sevgi ve muhabbeti arttırır.)

Yine Pinokyo tahtadan yapılmış bir oyuncaktır. Ancak sürekli yalan söyler, yalan söyledikçe de burnu uzar. Ne zaman yalan söylemekten vazgeçer, gerçek bir insan olur.

 Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Söz uzar gider…

21 Mayıs 2023 Pazar

 KUR’ÂN’IN MÂNÂLARI:

Yazı; 17. yüzyılın öne çıkan İranlı düşünürü Molla Sadra’nın Kur’ân’ın mânâları ile ilgili düşüncelerinin, özellikle Fâtiha sûresinin şerhine ilişkin çok değerli bilgilerinin yer aldığı çalışmalarından derlenmiştir. (Asıl adı, Muhammed b. İbrâhim eş- Şirâzî Ö. 1640)

Molla Sadra; bu çalışmaları ile ilgili düşüncelerini şöyle dile getirir: ‘’Bir süredir Kur’ân’ın mânâları hakkında bir eser yazmayı arzu ediyordum. Bu amaca ulaşmak için kendi fikirlerimi bir yana bırakarak, rûhuma danışacaktım. Rûhumun efendisinden bir emir geldi ve sırr-ı gaybimden bir işâret zûhur etti. Allah’ın takdiriyle bir hüküm gelip çatmış ve O, bazı ilâhi sembollerin açığa çıkmasını ve Kur’ân’i ilimlerle ilgili konular ve Kur’ân tefsirinin incelikleri hakkında bir eser yazılmasını emir buyurmuştur.’’  Sadra’nın ifâdesi ile bu eser kalbine ilhâm olan ilâhi bir fetih (açılma) ile gerçekleşmiştir.  

Molla Sadra’ya göre, öncelikle Kur’ân’ın remizlerine (sembollerine) nüfus ederek mânâlarını anlayabilmek isteyen biri için, kesinlikle zorunlu olan mânevi ön şartların bazısı şöyledir:

Sabır ve sâfiyet (kalp temizliği) sahibi olmak, Şehâdeti ya da Allah’ın birliğini sürekli tekrarlamak, Mânevi disiplin altına girmek, İnzivada vakit geçirmek, Avamın karakter özelliklerinden ve bilimlerden uzak durmak, Denizde yüzmenin (hakîkat) ilmini öğrenmek, Kuşların dilini (Ledûn ilmini) bilmek, Melekût âleminin dilini anlamak, Lâhut ve Ceberût âleminin esrarına vâkıf olmak. Ayrıca Kelâm’ı okurken Allah ile yüz yüze geldiğini hissetmek, Allah’ın Kur’ân’ı okurken kendisine hitap ettiğine şahitlik etmek ve en yüksek makam olarak Mütekellim’i (söyleyeni) Kelâm’ın kendisinde görmek. Bunun yanında bir şart daha koşarak ve bir âyete dayandırarak şöyle der; ‘’Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun’’ (Nahl, 43). Zikir ehli olarak kastettiği, kendileri olarak ölmüş ve Allah’ta yaşayanlardır. (Nefsinden fâni/yok, Hakk ile bâki/var olanlar).

Sadra’ya göre Kur’ân’ın her bir harfi binlerce sembol içermekte ve Kur’ân harflerini, gökyüzündeki kuşları yakalamak için mânâlarla salınmış bir avlama ağına benzetmektedir. Her bir kuş (yâni insan rûhu) kendi ‘’rızk’’ ını Kur’ân’da bulmaktadır, fakat çok azı Kur’ân’ın avlanma ağları tarafından yakalanacaktır. Kur’ân’ı sadece belli tür bilgiler elde etmek için okuyan kişi kurtuluşa erecektir. Ancak, Kur’ân’da başka bir tür rızk arayan kuşlar, rızıklarını sadece onun yüzeysel değil, en derin anlamlarında ararlar ve onun ‘’mahkûmları’’ olurlar.

Kur’ân, akıntısında çoğu insanın boğulduğu ve birkaçı dışında diğerlerinin kurtarılamadığı derin bir okyanustur. Kişi derine indikçe dibe ulaşması ve yüzeye hazinelerle dönmesi daha muhtemel hale gelir. Onun derinliklerine dalanlar ‘’Allah ehlidir’’.

 ‘’Kur’ân şifadır’’ ayrıca, şeytanın kafesinde zincire vurulmuş ve düşmüşlerin uçurumunda olanları kurtarmak için cennetten gönderilmiş ‘’Allah’ın sağlam ipidir’’. Kur’ân tıpkı insan gibi biri açık, diğeri sırlı olmak üzere iki boyuta sahiptir. Bu her iki boyutun da bir zâhiri ve bir de bâtıni yüzü vardır. Bâtıni yön de sadece Allah tarafından bilinir olan başka bir bâtıni yüze sahiptir. ‘’Onun tefsirini Allah’tan başka kimse bilmez’’ (Âl-i Îmrân, 7).  Kur’ân’ın iç yüzü, yedi içsel boyuta sahiptir. Bu yedi boyut, insanın her bir iç boyutu gibidir. Bunlar nefs, kalp, akıl, rûh, sır ve sırrın sırrı’ dır. Kur’ân’ın dış hakîkati insanın dış hakîkatine, Kur’ân’ın iç hakîkati ise insanın iç hakîkatine benzer. Tıpkı Kur’ân’ın dış kapağının insanın derisine benzemesi gibi. Kur’ân’ın rûhu olan lübb’ü (özü) ise, öğrenme ve düşünme tarafından elde edilen bilgi yoluyla değil,  Allah vergisi ‘’ilm-i Ledûn’’ aracılığıyla elde edilir.

Kişi Kur’ân’ı ne kadar çok anlarsa o oranda ‘’var’’ olacaktır. Dolayısıyla kişi, Kur’ân’ın derin katmanlarına nüfus etmek için, kendi derinliklerine nüfus etmelidir. Bu ise yalnızca kendi rûhunun te’vili ile meşgul olursa gerçekleşir. Bu da neticede rûhunun kaynağına dönmesine yol açacaktır. Kişinin kaynağına dönmesi de egonun kontrol altına alınmasını gerektirir. Böylesi bir durumda nefis (ego) kendini terk eder ve zamanı, mekânı aşar. Kur’ân’ın kabuğundan özüne ilerlemek için kişi kendi varlığının kabuğundan özüne yani ‘’kalbe’’ yol almalıdır. Bu kalp bilgisi ‘’İlm-i Ledün’’ bilgisi ile aynıdır. Bu tür bir bilgi kişinin, rûhun ve Allah’ın kitabını okumasına imkân verir.

Kur’ân ısrarla okuyucularına Allah’tan geldiklerini ve yeryüzünde kısa bir süre kaldıktan sonra O’na döneceklerini bildirmektedir. Mebde (Başlangıç) ve Meâd (Dönüş yeri). İşte bu ikisi arasında yer alanlar, yani bu dünyadaki eylemlerimiz dönüş rotamızı belirleyecektir. Fâtiha sûresi kısalığına rağmen insanların âhiret hayatlarındaki durumlarıyla birlikte Mebde ve Meâd’ın (başlangıç ve sonun) sırlarını bir araya getirir. Bir anlamda Fâtiha sûresi tüm Kur’ân’ı içerir ve Kur’ân’ın anası (ümmü’l-Kur’ân)’dır.  Fâtiha sûresi ile Kur’ân’ın ilişkisi, insan ile kâinatın ilişkisi gibidir.

Kişinin başlangıcı aynı zamanda onun dönüş noktası olduğu için, dönüş yeri de her bir kişiye hastır. Eğer başlangıç noktası her bir rûh için farklı ise, her rûhun yürüdüğü yol da kesinlikle farklı olacaktır. Fâtih sûresinin 6. âyetinde, Allah’tan kendilerini istikamet üzere olan yola yönlendirilmesini istediklerinde, aslında kendilerini kurtuluşa erdirecek kendi yollarında yönlendirilmek istemektedirler (Kulu kurtuluşa erdirecek yol, kendi hakîkatinin yoludur).

Fâtiha sûresi Allah’ın zâtının tanım, tarif, isim ve sınırlamanın ötesinde olduğunu söylemektedir. Zât, insan idrakinin kavrayışının ötesindedir. İslâm düşüncesinde genellikle Allah’ın zâtını şiddetli Nûr, Bütünlük, Mükemmellik, Sonsuzluk olarak tanımlamak yaygındır. Zât kendini ilâhi isimler aracılığıyla bilinir kılmaktadır.  Bu sebeple de kosmos, Allah’ın isimlerinden oluşmaktadır. Bu isimler Zât’ının dışa vuran yüzlerinin özelliklerinden ibâret olduğu için her bir isim Zât’ının kosmosla ilişkisinin özel bir yönüne işâret etmektedir. İsimler kendilerine has bir varlığa sahip değildirler. Ancak zâta bağlı oldukları için nisbî bir hakîkate sahiptirler. Kosmostaki her şey Allah ismine işâret eder. Bütün olarak alındığında tüm kosmos Allah ismiyle isimlendirilerek Zât’ı ilân eder. Allah ismi varlıkta meydana gelen ilk çokluk örneğidir. İnsanlar tarafından ibâdet edilen ve âhirette kendisine dönülecek olandır.

Kosmos kelâm (Kün emri) ile açığa çıkar. Kelâm tarif edilebilir hâle geldiğinde ve indirildiğinde Kitap (Kur’ân) hâlinde gelir. Yaratılmış dünyanın varlığının sahifesi Allah’ın kitabıdır. Kosmos, Allah’ın mahiyetinin dışa vurumu için hazırlanmış bir tiyatro sahnesi gibidir. Allah’ın sûreti üzerine yaratılmış insan da kendi içinde kosmosu barındırır. Her bir insan bir dünyadır. Âlemler ile Allah ‘’Âlimler’’ i kastetmiş olabilir.  Böylece her bir âlim bir dünyadır. Burada insan olarak ele alınan İnsan-ı Kâmil’dir. İnsan-ı Kâmil (Mükemmel İnsan), Muhammedi Hakîkatin özel bir dışa vurumu ve kosmosun bir prototipi (örneği) olarak mikrokosmostur (küçük evrendir). İnsan makrokosmostaki (büyük evrendeki) her şeyden bir şey taşır.

İnsan-ı Kâmil, Allah’a hamdin en üst derecedeki sûreti olduğu ve Fâtiha Kur’ân’daki her şeyi kapsadığı için, İnsan-ı Kâmil ve Fâtiha varlıkta özel bir ilişkiye sahiptir. Bu sebeple Fâtiha’yı sadece İnsan-ı Kâmil tefsir edebilir. İnsan-ı Kâmil kendi içinde Fâtiha’nın Mabde ve Meâd’a (başlangıç ve sona) ait sırlarını barındırır.

İnsan (bir küheylan gibi) bir bedenden ve (bir sürücü gibi) bir rûhtan meydana gelmiştir. Allah onu âhiret hayatına bir yolculuk için yaratmıştır ve insanın yolculuğunun gayesi Allah’la buluşmaktır. Onun yaratılma sebebi budur ve o doğuştan olmak kaydıyla bu sebebe binaen hazırlanmış ve tabii bir şekilde ona meylettirilmiştir. Çünkü rûhun amacı budur. Bedenin amacıysa faydaları elde etmek, iyi şeylere ulaşmak ve kendini kötülüklerden arındırmaktır. ’’Kulluk/ibâdet’’ ve ‘’hizmet’’ in manası budur.

Varlık; iniş yayı, kalkış yayına bağlanan bir daire şeklindedir. İnsanlar Allah’a doğru çekilirler ve tüm yaratılmış şeyler bu kapıdan Yaratıcıya dönüş yoluna girerler. Geçici yolculuğun sonunda yürüyen kişi kurtulacak ve süreklilik meskeninde rahata erecektir. İki tür yolcu vardır. Yolculardan bir tanesi yolculuğunda rahatlık içerisindedir. Çünkü varlığı sevilmiş, varlığına hizmet edilmiş, ihtiyaçları karşılanmış ve korunmuştur. Evine ulaşması, Cennet ehlindekiler gibidir. Yolda kendi ayaklarıyla yürüyen diğer yolcu ise, kıymetsiz levâzımata ve azaltılmış tedâriğe sahiptir. Eve vardığı zaman yorgunluk ve meşakkat, kendisinden ayrılıncaya değin bir süre daha onunla kalacaktır. Ardından rahatlık bulacaktır. Bu kişinin hali ateşle cezalandırılmış ve acınacak hale gelmiş birinin hali gibidir. Ardından ise, her şeyi kuşatan rahmet geniş bir alana yayılacaktır. Çünkü ateş ehli bir süre sonra azaptan bir lezzet (tat) alacaktır. Eğer ateş ehli cehennemden alınıp cennete konulacak olursa acı çekeceklerdir. Çünkü tıynetleri (yaradılışları), cennetin hazlarına uygun değildir. Bir şeyin bir açıdan cezâ olması onun bir başka açıdan rahmet olmasını engellemez. Bir kişi için aşırı acı veren bir şeyin bir başkası için son derece zevk verici olabileceği söylenebilir. Ancak her şeyin sonu rahmettir. ‘’Ve rahmetim her şeyi kaplamıştır.’’ (Â’raf, 156). Kulların rahmete ulaşabilmesi için önce Veliler, Peygamberler ve inananlar şefaat eder. En sonunda O’nun, ‘’merhametlilerin en merhametlisi’’ ismi ’’Cebbar’’ ve ‘’Kahhar’’ isimlerine şefaat eder. Böylece onlardan gazâb çekilir. (Şefaat bir kişinin bağışlanması için aracılık etmektir)

‘’Allah güzeldir ve güzeli sever’’ Kâinatı inşa eden ve onu Kendi sûreti üzere meydana getiren O’dur. Dolayısıyla bütün kâinat ziyadesiyle güzeldir. Onda herhangi bir çirkinlik yoktur. Bilenlerin onun tarafından mest edilmesinin ve tasdik edenlerin onun için sevgi duymasının sebebi budur. Kâinata sevgi bu yüzdendir. Her şey Hakk’ın aynasıdır. O, her bir sûrette açığa çıkan, her bir işârette aranan, her bir gözdeki bakış nesnesi, her bir ibâdet eyleminde ibâdet nesnesi ve görünen ve görünmeyendeki Nihaî Gayedir. Tüm kâinat O’na yakarır, O’nun önünde eğilir ve O’nu hamd ile tesbih eder.

Sonuç olarak Allah’ın âyetlerini kalbinin kulağıyla dinle… Sûretlere ne kadar takılırsan, kendi iç varlığını arındırman o kadar zor olacaktır. Kendi iç varlığın ne denli az arınmış olursa, içsel hakîkatleri kavrayışın da o denli az olacaktır. Kur’ân’ın mânâlarını anlama gayesi ile Kur’ân’ı gramer, dil ve hukuk gibi zâhiri bakış açılarıyla yorumlaman da, hakîki bilgiden uzaklaşmana yol açacaktır. Yol herkes için özeldir ve başarılı kılan sadece Allah’tır.

Kaynak: Mohammed Rustom/Merhametin Zaferi, Molla Sadra’da Felsefe ve Kutsal Kitap.

 

 

16 Nisan 2023 Pazar

 

Kâdir gecesi: Kur'ân'ı Kerim'in, Hz. Muhammed'e vahyedilmeye başladığı gece olup, Ramazan'ın son üçte birlik bölümünde olduğuna inanılır.

Kadir gecesi, tüm mübarek günler içerisinde özel bir öneme sahiptir.

 Ramazan’ın son üçte birlik bölümü nedir?

 Allah’ın gecenin son üçte birinde, dünya semasına tenezzül ederek, ''var mı benden bir şey isteyen?'' diyerek sorduğu kudsî bir hâdis ile bağlantılıdır.

Ramazanı sabır ve zorluk  (yani gece ve karanlık) gibi düşünürsek, KADİR, yani Allah’ın mânâsının tecellîsi olan Kur’ân’ın, insan tarafından idrâki, ancak bu zorluğa katlananlara inmektedir.

İbnü’l Arabî Hz.’ne göre insan bütünüyle gecedir. Beden, nefs ve rûhtan ibarettir. Kim ki beden (varlık) ve nefsinin esaretinden kurtulur, O Rûhtan ibâret olur.

 Bu da son üçte birlik bölüm olup, Allah'la irtibat kurulan, mânânın indiği yerdir. Burada duayı eden de duayı kabul eden de kendisidir.

31 Mart 2023 Cuma

ÂYÂN-I SÂBİTE – LEVH-İ MAHFÛZ:

Âyân-ı Sâbite, lügat anlamıyla değişmeyen, sabit kalan kaynak demektir. Tasavvufi manasıyla ise eşyanın (şeylerin) varlığa büründürülmeden önce Hakk’ın ilminde mahiyetinin, varlığa büründürüldükten sonraki kader ve kazâsının yazılı olduğu bir çeşit dosyadır. Bir şeyin varlığı başka, mahiyeti başkadır. Âyân-ı Sâbite, dış âlemde var olan eşyanın, Allah’ın ilmindeki mahiyetleri, gizli hakîkatleridir. Veya bir başka tanımla, eşyanın görünür hale gelmeden önce, Allah’ın ilminde bilgi olarak mevcudiyetidir. Bunların var olması, tıpkı kavramların insanın zihninde var olması gibidir. Âyân-ı Sâbite, hisler aracılığıyla algılanabilen Şehâdet âlemi ile Hak arasında yer alan bir varlık alanıdır (Ceberût âlemi).

Âyân-ı Sâbite, bir anlamda varlıkların modelleri ve kalıplarıdır. Belli bir şeyin şekli çeşitli ve değişik aynalara aynı anda, farklı biçimlerde yansıyarak bir çokluk meydana getirdiği gibi, bir ayna durumundaki âyân-ı sâbiteye akseden Hakk’ın varlığı da, böyle bir çokluk meydana getirir. Çokluk vehim ve hayal olarak vardır. Birlik ise, gerçek olarak mevcuttur.

Belli bir top kumaştan, farklı elbiseler meydana getirilebilir. Bu elbiselerin hepsi varlık olarak bir ve aynıdır. Çünkü aynı kumaştan yapılmıştır. Farklılık şekillerinden ileri gelmektedir. Şekilleri farklı kılan, model ve kalıpları, yani âyân-ı sâbiteleridir. Bunun gibi dış âlemdeki bütün varlıkları farklı şekillere sokup, çokluğun ortaya çıkmasına sebep olan âyân-ı sâbite de hiçbir zaman dış âlemde var olmaz. Dış âlemde görünen âyân-ı sâbite değil onun şekilleri, hâlleri, hükümleri, ayırıcı nitelikleri, belli özellikleri, fiilleri ve eserleridir. Âyân-ı sabitenin kendisi bâtın, sûreti zâhirdir.

Eşya ve hâdiselerin âyân-ı sâbitelerini (hakîkatlerini), Allah’tan başka kimse bilemez. Bu özelliği itibariyle âyân-ı sabiteye ‘’gaybın anahtarları’’ veya ‘’kaderin sırrı’’ adı da verilir. İnsanın bunları bilmesi mümkün olsa, kaderi ve geleceği de bilmiş olurdu. Bunun için Allah, âyân-ı sâbite sahasını insanlara kapamış, onun bilgisini kendisine tahsis etmiştir. Çok nadir hallerde, nebi ve velîlerin bir kısmına bazı âyân-ı sâbitelerin gösterilmesi mümkündür. Hak mahlûkatın (yaratılmışın) gözü hâline gelmedikçe, sır onlara açılmaz. Hak, onların gözü olur, onlar da eşyaya (şeylere) Hak nazarıyla bakarsa, o zaman bilmedikleri şeylerin bilgisi onlara açılır. Zirâ Hakk’ın nazarında hiçbir şey gizli kalmaz. Anlaşılıyor ki, ancak fenâ makamına gelip Hakk’a sığınan kimsenin Hakk’ın vücudunu giydikten, yani Hak’la Hak olduktan sonra kader sırrı kendisine açılmaktadır.

Her şeyin özü ve hakîkatinin vücut giymemiş hâline onun âyân-ı sâbitesi denir. Âyân-ı sâbitede kader sırrı gizlidir. Allah’ın, o kişide hangi isim ile tecellî edeceği hakîkati ve yine o ismin, o vücuttaki kâza ve kaderi, kişinin âyân-ı sâbitesini oluşturur.

Nesefî hazretleri kaderi şöyle anlatır: ‘’Bil ki, Allah’ın levh-i mahfuz (korunmuş levha) hakkındaki ilmi, Allah’ın hükmüdür. Felek ve yıldızlarda yazılanlar, Allah’ın kazâsıdır. Felek ve yıldızların bu suflî âlemde (dünyada) zâhir olan eserleri, Allah’ın kaderidir.

Biri bir değirmen kurmak istese, önce kendi kendine bu değirmenin nerelerde kurulacağını düşünür. Bunun için taş, tekerlek, su ve bunun gibi şeyleri tasavvur eder. Sonra taş, tekerlek ve su elde eder. Dönüş sebeplerini hazırlar ve un üretir. O halde üç mertebe oldu. Önce ne kullanılmasını düşünmek hükümdür. Gerekeni hâsıl etmesi, kâzadır. Değirmeni döndürüp un elde etmesi kaderdir. Aynı şekilde Allah’ın felekler, yıldızlar, unsurlar ve tabiatlara olan ilmi, Allah’ın hükmüdür.  Felekler, yıldızlar, unsurlar ve tabiatları meydana getirmesi, Allah’ın kazâsıdır. Döndürmeye başlayıp da, felek ve yıldızların tesirlerinin bu âlemde zâhir olması, Allah’ın kaderidir.’’ (Örn. Bulutun su buharını taşıması hükümdür, bulutun açığa çıkması kazâdır, zamana bağlı olarak yağmur yağdırması kaderdir)

Kazâ ve kader insanın içinde gizlidir. Bizim âyân-ı sâbitemiz, özümüz, ezel âleminde, ahâdiyette, Allah’ın zâtı ile vardı. Kazâ, âyân-ı sâbitede külli olarak özetlenmiştir. Yani kazâ denen şey bizim âyân-ı sâbitede, Allah’ın kalemiyle yazılmış ve asla değişmeyen hükmüdür. Bu hükmün aşikâr olması için yaşadığımız olaylara kader denir. Kader, levh-i mahfuzumuzda (korunmuş levhada) yazılı hükmün, istidadımıza göre yaşanma şeklidir. Sonuçta ezeli nasibimiz olan hüküm, yani kazâ vukua gelir. Çalışma ve gayretimiz, bizim levh-i mahfuzda yazılı olan kaderimizin, zamanını ya da hâlini, bizim üzerimize nasıl aksedeceğini programlatır. ‘’Şurası gerçektir ki, Biz her şeyi kadere göre yaratırız’’ (Kamer, 49)

Kazânın bir vakti yoktur, çünkü bu ezeli, zamansız ve mekânsız bir hükümdür. Kader ise, zamansız ve mekânsız hakîkatin belirli vakitlerde, takdir edilen zamanlarda ve mekânlarda açığa çıkmasından ibarettir. Bundan dolayı kaderde belirlenen vakitte asla ileri ve geri gitme olmaz, yani kader kazânın ayrıntılanmış hâlidir.

‘’Bir olayın kazası zaman içermez. Sebep ile yaratılmış bir sabitliğe sahiptir. Örn: Deprem kuşağı olan bir bölgede depremin olması bir kazâdır. Yani kesin ve sabittir. Jeolojik ve yerleşim olarak depremin olması kaçınılmaz bir fiziki olaydır. Bu o yörenin kazâsıdır. Yani sabitlenmiş bir hakîkattir. Ancak ne zaman deprem olacağı ise o bölgenin kaderidir. Şimdi insanların o bölgeden,  deprem olacak kaygısı ile kaçmaları ne kazâyı değiştirir ne de kaderi. Bir zaman deprem olabilir düşüncesi ile yaşamaları ise, yine kaderi değiştirmeyecektir. Zamanı ancak hükümler belirler. Hüküm yetkisi ise ancak Hakk’a ve ilâhi isimlere aittir. Her şey kanunlar çerçevesinde düzen içinde olduğu için de, sabit kazâ halinin, ne vakit kader haline dönüşeceğini ancak zaman enerjisi belirleyecektir.’’ (Kevser Yeşiltaş, Arif İçin Din Yoktur, Syf. 64)

‘’Kader demek senin vücudunun yoğurulmuş toprağıdır. Her ne olup ne bitecekse toprağınla beraber yoğrulmuştur. Zamanı geldikçe vukua gelir. Fakat bütün bunlar sebeplere bağlanmıştır. Ancak sen sebepleri görme. Hep Allah’tandır. Evvel de O’dur, Ahir de O’dur. Zâhirde O’dur, bâtın da O’dur.’’ (Ken’an Rıfâi Hz.)

Canlıların maddi ve manevi rızıklarının sorumluluğu Rezzâk olan Allah’a aittir. Bunların zaman içindeki bütün durum, konum ve rızıkları Allah tarafından tespit edilmiş olan kader kitabında (Levh-i mahfûz’da) apaçık yazılıdır. Hiçbir canlı bu kitaptaki programın dışında hiçbir şey yapmaya kâdir değildir. Onlar hakkındaki hüküm ezelde her şeyi bilen Âlim olan Allah tarafından verilmiştir.

Allah bir kulun kaderinde kendisi için bir şeye hükmetmişse, O’nun bu hükmü dua ve adak ile mezarlardan, falcı ve meczuplardan medet umarak değiştirmesi mümkün değildir. Başına ne gelecekse gelecektir. Eğer bir kimse,  bir dilek için dua eder de, o duanın içeriği Allah’ın hikmeti ile gerçekleşecek olursa, bu duayı, o kimsenin nefesinin kuvvetinin bir emâresi olarak ya da kaderini değiştirmiş bir dua olarak değil de, onun ezelde Cenâb-ı Hakk’ın tâyin ve takdir ettiği hükmün gereği olarak kabul edilmesi gerekir (Dua  kulun Allah ile irtibar kurmasıdır). Hz. Peygamber;  ‘’Vukû bulanda hayır vardır’’ ve yine ‘’Bir işin sonunu sabırla beklemek ibadettir’’ demiştir.

‘’Yeryüzünde vukû bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın’’ (Hadid, 22)

Mevlânâ, bunu şöyle anlatır: ‘’Hayat bir satranç oyunudur. Satrancın kuralları ve sonuçta kimin kazanacağı mutlaka bellidir. Bu bizim levh-i mahfuzumuz olan kaderimizdir. Sana düşen oyundan zevk almaktır.’’  (İbnü’l Arabî Hz. Fusûsu’l Hikem, Hz. Üzeyir fassı)

İMÂM-I MÜBÎN/LEVH-İ MAHFÛZ:

İmâm-ı Mübîn (apaçık imam, önder), Kur’an’da iki yerde geçer. ‘’Her şeyi imâmı mübînde saydık’’ (Yâsin, 12). ‘’Onlar imâm-ı mübîndedir’’ (Hicr, 79) Birinci âyetteki imâm-ı mübîn tefsir kitaplarının görüş birliği ile Levh-i Mahfûz’dur (korunmuş levha). İkinci âyetteki imâm-ı mübîn ile açık yol kastedilmiştir.  

‘’Küçük büyük her ne varsa onları saymıştır’’ (Kehf, 49). Burası divan sahibi kâtibin makamıdır ve o ilâhi mertebenin kâtibidir. Bu kâtip imâm-ı mübîndir (apaçık imam). İmamın imamı ise kitaptır. İmâm-ı mübîn’e bir birey ismi diye baktığımızda o Kitap, Kur’an-ı Kerîm ve Levh-i Mahfûz’dur.

‘’Onlar ne derse desin, doğrusu bu pek şerefli bir Kur’an’dır. Onun aslı Levh-i Mahfûz’da her türlü müdahaleden koruma altındadır’’ (Bürûc, 21-22)

‘’Bilmez misin ki, Allah gerçekten de göklerde ve yeryüzünde ne varsa bilir; şüphe yok ki bu, bir Kitap’ta bulunmaktadır. Şüphe yok ki bu Allah için pek kolaydır.’’ (Hac,70)

‘’Gökte ve yeryüzünde hiçbir gizli şey yoktur ki apaçık Kitap’ta bulunmamış olsun’’ (Neml, 75)

 ‘’Melek-i Mukarreb (yakın melekler) olarak adlandırılan Mikâil, İsrâfil, Cebrâil ve Azrail bu âlemi tasarruf etmeye, evirip çevirmeye memur olan meleklerdir. Bu melekler her günün emirlerini Levh-i Mahfûz’dan nasıl çekip alıyorsa, bu enfüs (iç) âleminde olan akıl da, her sabah, her günün dersini ve ilmini Levh-i Mahfûz’dan çekip alır ve ona uygun işler yapar.’’ (Hz. Şit fassı, Syf. 19)

Sonuç olarak, herkes bu dünyada âyân-ı sabitesinin, ezelde ekilmiş tohumunun neticesini görecektir.

20 Şubat 2023 Pazartesi

 HURUFİLİK:

Hurufilik, Fazlullah Esterabadi tarafından XIV. yüzyıl İran’ında kurulmuş, izleri XVII. yüzyıla kadar Anadolu ve Balkanlarda takip edilebilen mistik ve felsefi bir akımdır. Hurufilik iki dönemde değerlendirebilir: Birinci dönem, akımın Fazlullah ve öğrencileri tarafından kurulup temellerinin İran ve Azeri topraklarında atıldığı yaklaşık yarım yüzyıllık bir süreci kapsar. İkinci dönem ise Aliyyu’l A’lâ, Mir (Seyyid) Şerif, Seyyid Nesimî ve Refi’î gibi Hurufi düşünürlerinin Fazlullah’ın ölümünden sonra Anadolu ve Suriye’ye geçmeleriyle başlayıp XVII. yüzyılda Balkanlarda devam eder. Hurufiliğin bu ikinci döneminin Osmanlı topraklarında, elde bulunan yazma eserlerin tarihlerinden hareketle, iki buçuk yüzyıl boyunca parlak bir şekilde sürdüğü söylenebilir.

Hurufiliğin birinci döneminde yazılan eserler genelde Farsçadır. İkinci dönemdeki eserler ise çoğunlukla birinci dönemde yazılmış bu temel eserlerin, hiçbir zaman kelime kelime olmasa da Türkçe’ye tercümesi konumundadır. Seyyid Nesimî tarafından Anadolu’da Hurufiliği yaymakla görevlendirilen ve muhtemelen Anadolu’ya geçen ilk Hurufilerden olan Refi’î 1409’da yazdığı Beşâretnâme’sinde, bu eseri zorlanarak da olsa Türkçe yazdığını belirtmiştir. Bu açıdan Refi’î, karşımıza Hurufiliğin Anadolu’da yayılma şeklini belirleyen kişi olarak çıkar, uyguladığı yöntem de Hurufi felsefesinin Türkçe ifade edilmesidir.

 Hurufiliğin amacı varlığın hakîkatinin harfler aracılığıyla kavranarak yine harflerle Allah’ın varlıkta müşâhede edilmesi ve O’na ulaşılmasıdır. Harflerin, aralarında öncelik ve sonralık olmayıp tek bir hakîkat olduğunu kabul eden Hurufiler doğal olarak ilgilerini harflerin yekûnuna vermişlerdir. Onlara göre mümkün olan tüm sesleri ifade eden azami harf sayısı 32’dir ki bu Fars alfabesinin harf sayısıdır. Kur’ân alfabesinin 28 harfi de, 32 harfi içinde barındırmaktadır. Zira 29. harf olarak kabul edilen Lamelif harfinin eczasında (eczanın, harfin okunuşunda ortaya çıkan harfler olduğunu hatırlatalım) tekrarsız olarak 4 çeşit harf (l, m, e, f) ortaya çıkmaktadır. İşte Lamelif’ten ortaya çıkan bu 4 harf, Farsçada olup Arapçada olmayan 4 harfin kaim-i makamıdır (yerine geçen harftir). Hurufi felsefesi Arap ve Fars alfabesinin işte bu 28 ve 32 harfi üzerine kuruludur.

 Hurufiliğe göre varlık, harflerin yani tanrısal kelâmın zuhûrudur. Harflerden hareketle tüm varlıkta tanrısal kelâmı dolayısıyla tanrıyı müşâhede etmek mümkündür ve gereklidir. Kâmil bir insan, kendi yaratılışında bu ilahî kelimeleri müşâhede ederek vûslat makamına, yani Allah’ın zât ve sıfatına ulaşmış olacaktır.

Varlık ve harfler arasındaki ilişki konusunda ilk nokta, yaratılmış olan her şeyin, Kur’ân’da belirtildiği şekliyle Allah’ın ‘’Kün’’ yani “Ol” emriyle varlık sahnesine çıkmış olmasıdır. Allah’ın kelâmı olan bu emir, harflerden oluşmaktadır. Dolayısıyla varlığın özünde harfler vardır ve her bir yaratılmışın varoluş sebebi harflerdir.

Allah’ın, varlığı yaratırken buyurduğu “Ol” emri, O’nun kelâmıdır ve kelâm, Allah’ın sıfatlarından biridir. Nasıl ki renk, koku, şekil gibi sıfatlar bir cismin kendisinden yani zâtından ayrılamazsa Allah’ın sıfatı olan kelâm da tanrısal kişilikten yani Allah’ın zâtından ayrı düşünülemez. Kuvvet-i ezelî nin 32 kelimeden başka sıfatı yoktur ve bununla zuhûra gelir. Bu 32 kelime de onun zâtından ayrı değildir, bilakis zâtın aynısıdır. Yani harflerden oluşan Allah’ın kelâmı, Allah’ın zâtından ayrı değil O’nun zâtının aynıdır.

 Diğer taraftan her bir varlığın bir ismi vardır ki bu isimler harflerden oluşmaktadır. Bu isimler, varlığın bizzat kendisiyle ki buna müsemma (isimlenen) denir, doğrudan ilişkilidir. Zira söz konusu ismi oluşturan harflerde bazı değişiklikler yapıldığında, bu isim artık vaz’ edilmiş olduğu müsemmayı karşılamayacak ve göstermeyecektir. Buradan hareketle, isim ve müsemmanın aynı olduğu sonucuna ulaşılır ki bunu, her bir varlığın aslında harflerden ibâret olmasıyla da ifade edebiliriz.

 Varlık ile harfler arasındaki ilişkiyi açıklayan diğer bir nokta ise, harflerin varlıktaki bilfiil ve bilkuvve  mevcûdiyetidir. Örneğin iki cismi birbirine vurduğumuzda ortaya bir takım sesler çıkmaktadır ki bu sesleri biz harflerle ifade ederiz. Cisimlerin birbirlerine vurulmasıyla ortaya çıkan bu ses, onlarda harflerin bilkuvve var olduğunu göstermektedir. Canlılardan hayvanlar ise cansızlardan farklı olarak sesleri yani harfleri bilkuvve olarak değil bilfiil ortaya çıkarmaktadırlar. Ancak, her hayvan, mevcut tüm seslerden sadece bir kısmını telaffuz edebilmektedir. Canlılar içinde ontolojik olarak en üst noktada bulunan insan ise, kâinatta mevcut olan tüm sesleri bilfiil telaffuz edebilen tek canlıdır. Kur’ân’da Allah’ın Hz. Âdem’e esma-i küllü yani tüm isimleri öğrettiği zikredilir [2/31]. Meleklerin Âdem’e secde etmelerinin bir nedeni de Âdem’deki bu bilgidir. Hurufilere göre, Âdem’e Allah’ın öğretmiş olduğu esma-i küll, mevcut tüm sesleri ifâde eden 32 harftir.

 Varlığın temeli olan, bilkuvve veya bilfiil varlıkta bulunan harfler, tüm bunların yanında, fiziksel olarak da tüm varlıkta görülmektedir. Örneğin hayvanlarda bulunan 2 göz deliği, 2 kulak deliği, 2 burun deliği ve bir ağız boşluğunun toplamı 7’dir. 4 unsurla çarpıldığında ise 28 olmaktadır. Var olan her şeyi simetrik iki parçaya ayıran ve hatt-ı istiva denilen çizgiyi yüzün ortasından geçirdiğimizde bu deliklerden ağız boşluğu ikiye ayrılarak 8 boşluk oluşturur. 4 unsurla çarpımı da 32’ye eşittir. Elde edilen bu 28 ve 32 sayıları, ilahî kelâmın varlıkta kendini göstermesi, diğer bir ifadeyle ilâhi zuhûrun varlıktaki izleridir. Bu noktada 32 harfin zuhûru olan 32 alâmete sadece hatt-ı istiva ile ulaşılabildiği için, hatt-ı istiva 32 harfin bir göstergesi olarak kabul edilmiştir. Bitkilerin yapraklarını iki eşit parçaya ayıran damar, hurma ve buğday gibi bitkilerin çekirdeklerini de iki eşit parçaya ayıran çizgi, horozun ibiği, gergedanın boynuzu, devenin dudağındaki yarık, tüm bunlar hatt-ı istivaya yani 32 harfe işaret eder.

 İnsan ise esma-i küllün yani 32 harfin tamamının vücudunda hatlar şeklinde zuhûr ettiği tek canlı olması hasebiyle varlık zincirinde en üst konumda yer almaktadır. İnsan, yüzünde saç, 2 kaş ve 4 kirpik olmak üzere 7 hatla dünyaya gelmektedir. Bu hatlar insanın yüzüne anne karnında iken yazıldığı için ümmî hatlar (anne/ana) olarak isimlendirilir. Bu 7 hat, 4’ der unsurdan (Ateş, hava, su, toprak), oluştuğundan özünde (7x4) 28 hattır. Hatt-ı istivânın  geçirilmesiyle, saç hattı ikiye bölündüğünden 8 hat elde edilir ki bu durumda 4’ der unsurdan oluşan bu hatlar bize (8x4) 32 hat olur. Diğer canlıların vücutları kıllarla kaplı olduğundan yüzdeki bu hatlar sadece insanda müşâhede edilmektedir.

 Erkeklerde buluğ çağına ulaştıktan sonra yüzün iki tarafındaki sakal, bıyığın iki tarafı, iki burun deliğindeki kıllar ve çene altı olmak üzere 7 hat ortaya çıkar. Bu hatlara ebî hatlar (baba) denir. Hatt-ı istivâ ile çene altındaki hattın ikiye bölünmesiyle 8 hat zâhir olur. Bu hatlardan da 28 ve 32 alamete ulaşılır. Diğer taraftan 7 ümmî hattın çıktığı 7 mahal vardır ki bunların toplamı 14’türEbî hatlar da aynı şekildedir. 7 ayetten oluşan ve her namazda okunan Fâtiha sûresini tanımlayan seb’u’l mesânî (tekrarlanan yedi) terimi Hurufi felsefesinde aynı zamanda yüzdeki bu hatları ifâde etmektedir.

 İnsanda ilahî kelâm olan 28 ve 32 harfin zuhûru bunlarla sınırlı değildir. Bir insanın ağzında 28 veya 32 diş vardır. Vücudunda toplam 12 delik vardır ve hatt-ı istiva geçtikten sonra 16 delik ortaya çıkar. Mahalleriyle birlikte bu deliklerin sayısı 32 olur. İnsan vücûdunda 360 parça kemik, damar, sinir vardır. Bu da 6 kere 28 ve 32’ye eşittir ki insan vücudunun 6 yönden 28 ve 32 harfin mazharı olduğunu ifade eder. İnsanın sağ ve sol ellerindeki parmaklarda toplam 28 mafsal vardır. Hurufi metinlerde örnekler bu yol üzere çoğaltılmıştır.

İnsan 28 ve 32 harfi telaffuz edebilen ve vücudunda hatlar aracılığıyla harflerin mükemmel bir şekilde zuhûr ettiği tek canlı olmasıyla “Ahsen-i takvim” dir. İnsandaki bu mükemmel zuhûrun ifâde ettiği mânâ insanın, ilahî kelâmın diğer bir deyişle Allah’ın tam bir mazhârı olduğudur. Nitekim bir hadiste de “Allah, Âdem’i kendi sûreti ve rahman sûreti üzerine yarattı” denmiştir. (Hurufilik/Fatih Usluer)

 Hz. Peygamber (a.s.); ‘’Kur’ân 7 harf üzerine inmiştir. Fâtiha da 7 âyettir ve onlardan biri besmeledir’’ diye buyurur. Bu harfler Kur’ân’ın aslı olup; Fe, ye, mim, dal, lâm, vav ve nûn dur.  Kur’ân nasıl 7 harf üzerine nâzil olduysa, Fâtiha sûresi de, Kur’ân’ın aslı olan o 7 harf sayısınca, 7 âyet olarak gelmiştir.

 Arap Alfabesi 28 harftir. Kur’ân’ı Kerîm’de bu harflerden 14 tanesi 29 sûrenin başında ‘’huruf-u mukattaa/kesik harfler’’ olarak zikredilmiştir. 14 harfi ise hiç kullanılmamıştır. Tekli, ikili, üçlü, dörtlü ve beşli olarak kullanılan harfler: Sâd, Kâf, Nûn, Hâ-Mim, Tâ-Sin, Tâ-He, Yâ-Sin, Elif-Lâm-Mim, Elif-Lâm-Râ, Tâ-Sin-Mim, Elif-Lâm-Mim-Râ, Elif-Lâm-Mim-Sâd, Hâ-Mim-Ayn-Sin-Kâf, Kef-He-Yâ-Ayn-Sâdşeklindedir.

Kur’ân’ı Kerim’in ve tüm semavî kitapların aslı, Hakk Teâlâ’nın isimleri ve sırları olan ‘’mukattaa’’ harfleridir. Mukattaa harflerinin mânâsı şimdiye kadar insan idraki tarafından anlaşılamamış ve ona gizli kalmıştır. Nitekim Hz. Ali, ‘’Allah tüm kitaplarda sır olarak vardır. Kur’ân’ın sırrı, sûrelerin başındadır (mukattaa harflerindedir)’’ demiştir. Mukattaa harfleri Kur’ân’ın aslıdır.

Kur’ân’da 29 sûrenin başında yer alan ve Allah’ın kelâmının varlığına işâret eden mukattaa harfleri, 29 harf sayısına eşittir. Kur’ân’ın aslı 28 harftir, lâmelif ile birlikte 29 olur. Hz. Peygamber: lâmelif’ i de harflere dâhil ederek, ‘’Kim 29 harfe îman etmezse, ateşteki yerini hazırlasın’’ buyurmuştur. Bu nedenle de, Fâtiha sûresinin adı ‘’Fâtihatü’l Kitâb’’ ve ‘’Ümmü’l Kitâb’’ olmuştur. Fâtiha sûresi başında mukattaa harfi gelen 29 sûrenin sayısına eşit olarak, 29 sözcükten oluşur. Ayrıca Fâtiha sûresi’nde geçen harfler de, mukattaâtta geçen harflerden oluşmuştur. Dolayısıyla Kur’ân’da olan Allah’ın tüm sırları, Fâtiha sûresinde de mevcuttur.

Diğer taraftan Fâtiha sûresi 21 (çeşit) harften oluşmuştur, aynen Havva’nın yüzündeki 21 hat gibi ki o, hakîkatin anasıdır 21 hat: 7 ümmi/ana hat (saç, 2 kaş ve 4 kirpik) , 7 ümmi hattın mahalli ve 7 ebi/baba hattın mahalli. Bir bebek, annesinin karnındayken, annesinin yüzündeki gibi 7 hat, onun yüzüne yazılır ve bu hatlarla (7 ümmi hat ile) dünyaya gelir. Bu 7 ümmi hat gibi, ergenlik çağından sonra da 7 (ebi/baba) hat (2 bıyık, 2 burun kılı, 2 sakal, 1 çene altı ) ortaya çıkar. (Fâtiha sûresi 29 sözcük, 21 çeşit harften oluşur)

Fâtiha sûresi 21 (çeşit) harften oluştuğu için, alfabenin 7 harfi (Se, cim, hı, ze, şın, zı, fe) Fâtiha’da yer almamıştır. Hakk Teâla, Havva’nın yüzünde 7 hattı (ebi hattı) yazmamıştır. Eğer o 7 hat Havva’nın yüzünde yazılmış olsaydı, Âdem’in yüzündeki 28 ve 32 hattı okumak mümkün olmazdı. (Havva’nın yüzünde 21, Âdem’in yüzünde 28 ve 32 hat vardır)

Kutsî bir hâdise göre: ‘’Namaz Fâtiha iledir ve Fâtiha’sız namaz düzgün değildir.’’  Mirac gecesi Hz. Peygamber’e 50 vakit namazı farz kılınmış, Peygamber’in azaltılmasını talep etmesiyle azaltılarak 5 vakit namaz farz olmuştur. Namaz 3 kısımdır. (Bir günde) 17 rekât kılınan ‘’hazarda’’ namaz, (bir günde) 11 rekât kılınan ‘’seferde’’ namaz ve (bir günde) 15 rekât kılınan Cuma gününde namaz. ‘’Namazdan maksat secdedir’’ Allah kendi kudret eliyle, zâtının alâmeti olarak, 28 ve 32 harfi Âdem’in yüzüne yazdığı için böyle bir emirde bulunmuştur. Namaz kılanın aynen Allah’ı görüyormuş gibi, 32 hattın alâmetine secde etmesi gerekir. 28 hattın alâmeti (Arap alfabesinin 28 harfinin 22 de noktası olduğundan) 50 harf ve noktadır ve bunlar Kur’ân’ın aslıdır. Hazarda (17), seferde(11) ve Cuma gününde (15) kılınan farz namazları toplamı, 28 ve 32 dir. (17+11, 17+15)

Namazdan maksat secde olduğu gibi, kıbleye yönelmek namazın şartlarındandır. ‘’Yüzünü Mescid-i Haram’a çevir’’ (Bakara, 144-149-150) Mescid-i Haram’dan kasıt Kâbe’dir. Hz. Peygamber; ‘’Allah, Âdem’in başını ve alnını Kâbe toprağından; göğsünü ve sırtını Mescid-i Aksâ’dan; sağ elini doğudan, sol elini batıdan (alınan toprakla) yarattı’’ demiştir. Beytü’l Makdis de peygamberin kıblesidir ve Kâbe gibidir. Nasıl ki Kâbe Âdem’in baş ve alnının makamıdır, Beytü’l Makdis de onun göğüs ve sırtının makamıdır. Hz. Peygamber önce Beyt’ül Makdis’e yöneldi, namaz kıldı ve secde etti. Zira göğüs ve sırt kalbin makamıdır. Hz. Ehadiyyet’ten feyiz önce kalbe gelir, oradan dile gelerek zâhir olur. Dilin yeri de ağızdır ki, Âdem’in yüzündedir.

Ezeli ve ebedi olan 32 harfin alâmeti olan Âdem’in yüzündeki hatları, Allah kendi eliyle çizmiştir. Fazlasız ve noksansız olarak 32 harf, Rahman olarak arş üzerine istivâ etmiş, arş ile eşit seviyede olmuştur. Yer ve gök de 32 ilâhi harftir; zira yer ve gökler o harflerle ayakta durur.

32 harf cennettir. Cennetin 8 kapısı vardır ve o 8 kapıdan cennete girmek gerekir. Sırât-ı müstakimden, yani hatt-ı istivâdan geçerek cennete girilir. Sırâtı geçmeyen, yani Havva’nın yüzündeki 7 hat üzerinden (saç, 2 kaş ve 4 kirpik) hatt-ı istivâyı geçerek (saçın ikiye bölünmesiyle) 8 hatta ulaşamayan kişi, Âdem’in yüzündeki 32 (8x 4 unsur)hatta girmemiş olur ve cehennem ehlinden (Allah’tan gafil) olur.

Hz. Peygamber; ‘’Mirac Gecesinde rabbimi tüyleri bitmemiş bir genç sûretinde gördüm’’ demiştir. Yani yüzünde 7 hat olan bir sûrette. Bu Ümmü’l Kitabın (Fâtiha’nın) sûretidir. Bunlar, saç, 2 kaş ve 4 kirpik (7 hat) şeklindedir. Bu hatların her biri 4 unsurdan oluşur yani 28 (7x4) eder. Tüyleri bitmemiş gencin yüzündeki 7 hattın istivâsından geçince, saç hattının ikiye bölünmesiyle 8 hat ortaya çıkar. Bu 8 hatta 4 unsurdan oluşur ki 32 (8x4) eder.

Yâ-Sin sûresindeki ‘’Yâ’’ harfi nidâ ünlemidir. Nidâ ünlemi sadece isimlerin başında olur. İsim, isimlenen ile aynı olduğuna göre, Muhammed (a.s) ’’Sîn’’ dir ve ‘’Sîn’’ de Allah’ın kelâmıdır. Dolayısıyla ezeli ve ebedidir. O halde Hz. Muhammed de ezeli ve ebedidir ki, bu durumda mahlûk yani yaratılmış değildir. Hz. Peygamber; ‘’Allah’ın kelâmı yaratılmış değildir. Kim yaratılmış derse kâfirdir’’ diye buyurmuştur.

Ey talip! Kur’ân’ın aslı olan 32 ilâhi harften, niçin Hz. Muhammed (a.s.)’in adı ‘’Sîn’’ olmuştur dersen? ‘’Sîn’’ in ebced değeri 60 tır. 60 sayısı, 28 ve 32’nin toplamıdır. Kur’ân’ın aslı olan 28 ilâhi harf vardır. Ancak o, Tevrat, Zebûr ve İncil’den gelen 4 harfe işâreten lamelif’ten de de haber vermiştir ki, bu harfler ‘’pe, çe, je, ge’’dir. Bu harflerin ilâvesi ile harf sayısı 32 olur.

Bismillah, Elif, be, te, se, cim, ha, hı, dal, zel, rı, ze, sin, şın, sad, dat, tı, zı, ayn, gayın, fe, kaf, kef, lâm, mim, nun, vav, he, ye, lamelif ( pe, çe, je, ge). ‘’Allah Âdem’e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları (meleklere) arz etti’’ (Bakara, 31) Tüm isimler bu 32 harften oluşur. Hakk Teâlâ’nın kadîm kelâmı olan bu 32 ezeli ve ebedi harf de, O’nun zâtından ayrı değildir. Kelâmın mütekellimin (konuşanın) gayrı olduğunu söyleyen küfre girmiş olur. Varlığın yaratılmasından maksat, O’nun zâtını ve sıfatlarını bilmek ve tanımaktır.  Varlıktan bu 32 harf ayrılırsa, eşyanın da varlığı ortadan kalkar.

Hz. Peygamber; ‘’İslâm 5 şey üzerine inşâ edilmiştir’’ der. Bunlardan biri Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet etmek, Kelime-i tevhid yani ‘’lâ ilâhe illallah’’ demektir. Kelime-i tevhid, alfabedeki asıl 28 harf sayısınca 28 harften oluşmuştur (lâm, elif, elif, lâm, elif, he, elif, lâm, elif, elif, lâm, lâm, elif, he, mim, ha, mim, mim, vâv, rı, sin, vâv, lâm, elif, lâm, lâm, elif, he). Kelime-i tevhidi söyleyen kişi, şeriate göre Müslümandır. Kelime-i tevhîdin hakîkatini ve mahiyetini bilip, birliğine erdiğinde hakîkatine göre, kurtulanlardan, müminlerden ve muvahhidlerden olur.

Hz. Ali (k.v.) şöyle buyurmuştur: ‘’Ben (Allah’ın) konuşan kelâmıyım, ben Kef-He,Ye-Ayn-Sad’ım ve ben Seb’u’l Mesâni’yim (tekrarlanan yediyim)’’  Hz. Peygamber (a.s.), ‘’Ben ve Ali bir nûrdanız’’ demiştir. Hakk Teâlâ, kendi zâtına ve kelâmına nûr demiştir. Nûr tek bir hakîkattir ve onda çoğalma olmaz: onu bölmek, parçalara ve ayırmak mümkün değildir. Bu sadece oluş ve bozuluş olan sıfat âleminde mümkündür. Eğer tüm varlığın hakîkati tek olmasaydı, tevhîd nasıl ispatlanmış olurdu?

Tüm varlığın aslı ve yaratılışı, kün (ol) kelimesi iledir. Bu da, kef ve nûn harflerinden oluşur. Kef ve nûn da Hz. Ehâdiyyet’in kadîm kelâmı olması nedeniyle Hakk Teâlâ’nın aynıdır ve varlık da kef ve nûn un aynıdır. Dolayısıyla tüm varlığın harf ve kelâm olması gerekir; zira onun aslı harf ve kelâmdır. Böylece tâli olan şeyin asıl olanın aynı olduğu ispatlanmış olur. Kün; emrinin tüm varlığın aslı olması gibi, nokta da 28 harfin aslıdır. Kâtip, ilâhi bir harfi yazmak için kalemini kâğıdın üzerine koyduğunda, ilk önce bir nokta ortaya çıkar. Noktayı uzattığı zaman, diğer bir nokta ortaya çıkar ve böylece 7 noktaya kadar uzatılan noktalarla elif  harfi yazılmış olur. Kün emrini oluşturan kef ve nûn harfi, tüm varlığın aslı ve mahiyetidir ve Hz. Peygamber (a.s.) ‘’Her şey aslına döner’’ diye buyurur. Harflerin aslı da ‘’nokta’’ dır.

‘’Allah’’ zâtın ismidir ve 5 harftir. Elif, lâm, lâm, elif, he. Bu 5 harf okunduğu gibi yazıldığında, 14 harf ortaya çıkar (elif, lâm, fe, lâm, elif, mim, lâm, elif, mim, elif, lâm, fe, he, ye). Bu 14 harf 14 mukattaa harfinin (elif, lâm, rı, kef, he, ye, ayın, sad, ta, sin, ha, mim, kaf, nûn) sayısına eşittir. Ayrıca 14 harf Âdem’in kerim yüzündeki 14 (ümmi ve ebi) hattın alâmetidir ki; ‘’Allah, Âdem’i kendi sûreti üzerine yarattı’’ denilmiştir. ‘’Çocuk babanın sırrıdır’’, ’’Muhammed (a.s.), Âdem (a.s.)’ın oğludur ve Âdem’in sûretinde yaratılmıştır’’ Âdem (a.s.) Hakk Teâlâ’nın halîfesidir. Halife birinin yerine geçen (kaim-i makam) demektir. Nitekim Âdem (a.s.) da, tüm meleklerin, peygamberlerin, evliyanın ve müminlerin secde ettiği kişi demektir. Emrolunan secde de, kulluk/ibâdet secdesi olup, tahiyyat/şahitlik ve saygı secdesi değildir. ‘’Allah’’ isminin harfleri ebced hesabıyla 66 dir. Âdem (elif, dal, mim) ve Havva (ha, vav, vav, elif) isimlerinin ebcedi de 66 dir. Buradan, Âdem ve Havva’nın Hakk Teâlâ’nın mazhârı, aynı ve hâlifesi oldukları anlaşılır.

‘’Muhammed’’ ismi de 5 harftir. Mim, ha, mim, mim, dal. Bu 5 harf de okunduğu gibi yazıldığında 14 harf (Mim, ye, mim, ha, ye, mim, ye, mim, mim, ye, mim, dal, elif, lâm) ortaya çıkar.  Allah isminin 14 harfi ile Muhammed isminin 14 harfi toplandığında 28 olur ki, Kur’ân’ın aslı ve benzersiz Hz. Ehâdiyyet’in zâtının isimleri olan ezeli ve ebedi 28 harf sayısına eşittir.

 ‘’Lâ ilâhe illallah Muhammedûn resûlullah’’ cümlesi Kur’ân’daki 28 harf sayısına eşit olarak 28 harftir. Kelime-i şehadetin sırlarına ulaşıp hakîkatini bilen kişi, gerçek şehid olur.

‘’Ey îman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman, yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı ve iki topuğa kadar da ayaklarınızı meshedin’’ (Mâide, 6) ayetinin nedeni şudur ki, dirseğe kadar elde ve topuğa kadar ayakta, 32 şer mafsal vardır. İlâhi harflerin alâmetleri el ve ayaklarda zâhir olduğu için, abdest alırken bu uzuvlar yıkanır. Kâbe’ye dönülerek secde edilir ve namaz kılınır. Zira Kâbe kelimesi Âdem’in ka’bından  (topuktan) türemiştir. Her ne kadar Kâbe, Âdem’in başı ve alnının yeri olsa da, Âdem’i yüceltmek için Âdem’in topuğuna ka’b denilmiştir. Bir nedeni de Âdem’in ka’bının da incik gibi düz bir yerde durmasıdır. Namaz için okunan ezan da, Kur’ân’ı Kerîm’deki tüm mukattaa harfleri sayısıncadır.

‘’Namazınızı dosdoğru kılın, zekâtı verin….’’ (Bakara, 43) Hakk Teâlâ (malın) onda birinin, hak eden kişilere verilmesini farz kılmıştır. Aynen 10 parmaktan 1 parmağın kelime-i şehâdet okunurken, Hakk’ın birliğine şahitlik etmek için kaldırılması gibi. Nitekim 10 parmakta 28 harfin ilâhi harfin alâmeti olarak, 28 eklem vardır.  ‘’Şehâdet ederim ki birdir, 28 ve 32 ezeli harften başka ilâh ve mâbud yoktur.’’

Konuyu tekrar gözden geçirerek özetlemeye çalışacak olursak:

Seyit Nesimi’nin eserlerinden yararlanılarak ele alınan bu çalışmada ‘’varlığın hakîkatinin harfler aracılığıyla kavranarak yine harflerle Allah’ın varlıkta müşâhede edilmesi ve O’na ulaşılması’’ amaçlanmıştır. Özellikle Arap ve Fars harflerinin sayısı ile  ‘’Âdem’in ve Havva’’nın ve Hz. Peygamberin Mirac’dan dönerken gördüğü ‘’tüyü bitmemiş delikanlı’’ nın yüzündeki hatların sayısının birbiri (harflerin sayısı) ile eşleşmesiyle ilgili bilgiler verilmiştir.

Arap alfabesinin harf sayısı 28, Fars alfabesinin ise harf 32’dir. Ancak Hz. Peygamber Lamelif’i bir harf kabul ederek, Arap alfabesinin harf sayısını 29 olduğunu söylemiştir.  Lamelif’in yazılışındaki 4 harfi (l, m, e, f); Tevrat, Zebûr ve İncil’den gelen 4 harfin (pe, çe, je, ge) yerine işâretle lamelif’ten haber vermiştir.

Arap alfabesinin 14 harfi 29 sûrenin başında huruf-u mukattaa olarak zikredilmiş, diğer 14 harf ise hiç kullanılmamıştır. Kur’ân’ı Kerim’in ve tüm semavî kitapların aslının, Hakk Teâlâ’nın isimleri ve sırları olan ‘’mukattaa’’ harfleri olduğu ve bu harflerinin mânâsının şimdiye kadar insan idraki tarafından anlaşılamadığı ve ona gizli kaldığı belirtilmiştir.

Mukattaa harfleri 29 sûrenin başında (lamelif ile birlikte) 29 harf sayısıncadır. Fâtiha sûresi de 7 âyet, 29 sözcük, 21 çeşit harften oluşur. Havva’nın yüzünde de 21 hat vardır. Bunlar 7 ümmi/ana hat ( saç, 2 kaş ve 4 kirpik), bunların 7mahalli (yerleştiği yer), 7 ebi/baba hattın mahalli ile 21 (7x3) eder. Âdem’in yüzünde ise bunlara ilâveten ergenlik çağından sonra ortaya çıkan 7 ebi/baba hattın kendisinin ilâvesi ile (2 bıyık, 2 burun kılı, 2 sakal, 1 çene altı) 28 (7 ümmi, 7 ebi hat= 14, 7 ümmi ve 7 ebi hattın mahalli= 14, toplam 28) eder.

Âdem ve Havva’nın kerîm yüzündeki kitabı levh-i mahfûzdur. Tüm insanların amelleri levh-i mahfuzda yazılıdır.

Ayrca Fâtiha sûresi 21 (çeşit) harften oluştuğu için, alfabenin 7 harfi (Se, cim, hı, ze, şın, zı, fe) Fâtiha’da yer almamıştır. Hakk Teâla, Havva’nın yüzünde 7 hattı (ebi hattı) yazmamıştır. Eğer o 7 hat Havva’nın yüzünde yazılmış olsaydı, Âdem’in yüzündeki 28 ve 32 hattı okumak mümkün olmazdı.

Hatt-ı istivâ; Eşitleme, dengeleme, var olan her şeyi simetrik iki parçaya ayıran çizgi anlamındadır. Bitkilerin yapraklarını iki eşit parçaya ayıran damar, hurma ve buğday gibi bitkilerin çekirdeklerini de iki eşit parçaya ayıran çizgi, horozun ibiği, gergedanın boynuzu, devenin dudağındaki yarık, tüm bunlar hatt-ı istivaya yani 32 harfe işaret eder. İnsan, yüzünde saç, 2 kaş ve 4 kirpik olmak üzere 7 hatla dünyaya gelmektedir. Bu hatlar insanın yüzüne anne karnında iken yazıldığı için ümmî hatlar (ana hatlar) olarak isimlendirilir. Bu 7 hat, 4’ der unsurdan (Ateş, hava, su, toprak), oluştuğundan özünde 28 hattır. Hatt-ı istivânın  geçirilmesiyle, saç hattı ikiye bölündüğünden 8 hat elde edilir ki bu durumda 4’ der unsurdan oluşan bu hatlar bize 32 hat olur. Diğer canlıların vücutları kıllarla kaplı olduğundan yüzdeki bu hatlar sadece insanda müşâhede edilmektedir. ‘’Rahman arşa istivâ etti’’ (Ta-Ha, 5) Ezeli ve ebedi olan 32 harfin alâmeti olan Âdem’in yüzündeki hatları, Allah kendi eliyle çizmiştir. Fazlasız ve noksansız olarak 32 harf, Rahman olarak arş üzerine istivâ etmiş, arş ile eşit seviyede olmuştur.

Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet etmek, ‘’Lâ ilâhe illallah Muhammedûn resûlullah’’ cümlesi Kur’ân’daki 28 harf sayısına eşit olarak 28 harftir.

Eğer 28 harfi Kur’ân’dan çıkarsak, Kur’ân ortada kalmaz. Hayır, şer, fayda zarar, yücelik, hüzün, küfür, tevhîd ifâde eden her ne kelime varsa, hepsi bu 28 harftedir. Her bir Peygamber bir harf olarak kabul edildiğinde, Kur’ân’da da 28 peygamberin adı anılmıştır ki, tüm peygamberlerin hakîkatlerinin bir ve aynı olduğuna delil olur. ‘’Peygamberlerin arasında ayırım yapmayız…’’ (Â’li İmrân, 84)

Dirseğe kadar elde ve topuğa kadar ayakta, 32 şer mafsal vardır. İlâhi harflerin alâmetleri el ve ayaklarda zâhir olduğu için, abdest alırken bu uzuvlar yıkanır.

Hakk Teâlâ (malın) onda birinin, hak eden kişilere verilmesini farz kılmıştır. Aynen 10 parmaktan 1 parmağın kelime-i şehâdet okunurken, Hakk’ın birliğine şahitlik etmek için kaldırılması gibi. Nitekim 10 parmakta 28 harfin ilâhi harfin alâmeti olarak, 28 eklem vardır. 

Namazdan maksat secdedir. Secde etmeyen kâfirdir (örtülü, Hakk’tan uzaktır). Allah kendi kudret eliyle, zâtının alâmeti olarak, 28 ve 32 harfi Âdem’in yüzüne yazdığı için böyle bir emirde bulunmuştur. Namaz kılanın aynen Allah’ı görüyormuş gibi, 32 hattın alâmetine secde etmesi gerekir. 28 hattın alâmeti (Arap alfabesinin 28 harfinin 22 de noktası olduğundan) 50 harf ve noktadır. Bu da Hz. Peygamber’in Mirac’dan dönerken kendisine emredilen günde 50 vakit namaz sayısına eşittir.

Yâ-Sin sûresindeki ‘’Yâ’’ harfi nidâ ünlemidir. Muhammed (a.s) de ’’Sîn’’ dir ve ‘’Sîn’’ de Allah’ın kelâmıdır. Dolayısıyla ezeli ve ebedidir. Kur’ân’ın aslı olan 32 ilâhi harften, niçin Hz. Muhammed (a.s.)’in adı ‘’Sîn’’ olmuştur dersen? ‘’Sîn’’ in ebced değeri 60 tır. 60 sayısı, 28 ve 32’nin toplamıdır.

32 harf cennettir. Cennetin 8 kapısı vardır ve o 8 kapıdan cennete girmek gerekir. Sırât-ı müstakimden, yani hatt-ı istivâdan geçerek cennete girilir. Sırâtı geçmeyen, yani Havva’nın yüzündeki 7 hat (2 kaş, 4 kirpik ve saç) üzerinden (saçın ikiye bölünmesiyle) hatt-ı istivâyı geçerek 8 hatta ulaşamayan kişi, Âdem’in yüzündeki 32 hatta girmemiş olur.

Hayvanlarda bulunan 2 göz deliği, 2 kulak deliği, 2 burun deliği ve bir ağız boşluğunun toplamı 7’dir. 4 unsurla çarpıldığında ise 28 olmaktadır. Var olan her şeyi simetrik iki parçaya ayıran ve hatt-ı istiva denilen çizgiyi yüzün ortasından geçirdiğimizde bu deliklerden ağız boşluğu ikiye ayrılarak 8 boşluk oluşturur. 4 unsurla çarpımı da 32’ye eşittir.

Elde edilen bu 28 ve 32 sayıları, ilahî kelâmın varlıkta kendini göstermesi, diğer bir ifadeyle ilâhi zuhûrun varlıktaki izleridir.

Hakîkatlere Giriş/Seyit Nesîmî  (Yayına hazırlayan, Fatih Usluer)