17 Kasım 2016 Perşembe

ALEVÎLİK

Alevîlik; inanç, kültür ve toplumsal yaşamı kapsayan, bir çok inancın kaynaşmasından oluşan kendine özgü bir inançtır. Alevîler öğreti ve inançlarını, HAKK-MUHAMMED-ALİ, HÜNKÂR BEKTAŞ VELİ, KÂMİL İNSAN’lık yolu, kısaca ‘’YOL’’ olarak tanımlarlar.

M.S. 800-1100 yıllarında Orta Asya’da göçebe halinde yaşayan Türk’ler, Ortadoğu ve Anadolu’ya gelirken, kendi inançları dışında(Şamanizm) Budizm ve diğer inançlardan da bir şeyler getirmişlerdir. Alevîlik, Anadolu’da yaşayan çeşitli halk ve kültürlerden oluşmuş ve o tarihte var olan hâkim din ve toplumsal düzene karşı bir mûhalefet hareketi olarak ortaya çıkmış, gelişmiştir. Alevîler; yaklaşık 20 milyon nüfusu ile Türkiye’nin üçte birini oluşturur.

Alevî- Bektaşî inancının temel ilkesi; ELİNE,DİLİNE, BELİNE(EDEB) sahip olmaktır. Alevîler; insan ve doğanın, uzaydaki tüm varlıkların birliğine(Vahdet-i mevcûd) aynı kaynaktan oluştuğu düşüncesine ve Tanrının(Allah’ın) bunların toplamı olduğu olduğuna ve Tanrının âlemdeki en mükemmel varlık olan insanın ÖZ’ünde olduğuna inanırlar.

Alevîlik; ‘’Her ne arar isen kendinde ara. Benim KABE’m insandır. Okunacak en büyük kitap insandır. İlimden gidilmemiş yolun  sonu karanlıktır. Bilim bizim yolumuzdur. Sevgi bizim dinimizdir, başka dine inanmayın. Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma. ENEL- HAKK’’ der.

Alevî öğretisinde, insan, bilim ve sevginin çok önemli bir yeri vardır. Alevî toplumunda 72 millete bir bakılır. Toplunda herkes (ırk, cinsiyet, milliyetçe) eşit, aynı hak ve özgürlüklere sahip olmalıdır.

Alevîler, bütün dinlerin olduğu gibi, İslâm’ın da temel/Öz buyruğuna saygı duyarlar, fakat Oruç, Namaz, Hac gibi ibadetlere ve Kur’an yorumlarına uymazlar. Ayrıca, Alevîliğin temel inanç ve ibâdet kurumu olan CEM ve CEM’de olan hiç bir uygulama bilinen İslâm kuralları içinde yoktur.

Alevîlik öğretisi, 1200 yıllarında yaşamış ve Alevîlerce PİR kabul edilen HÜNKÂR BEKTAŞÎ VELİ tarafından kurulmuştur. Bu öğreti ‘’4 KAPI-40 MAKAM’’ üzerine kuruludur. ŞERİAT, TARİKAT, HAKÎKAT VE MÂRİFET olarak adlandırılan bu kapılar YASA, YOL, EYLEM VE HAKİKÂT anlamındadır. Bu 4 KAPI, 4 ANA MADDE’ye HAVA, ATEŞ(Enerji), SU ve TOPRAĞA, bunları da CAN’a bağlamaktadır. Buna ‘’5’’ unsur denir ki, HÜNKÂR ‘’BEKTAŞ’’ ismi bu 5 unsûr olarak kabul edilen ‘’BEŞTAŞ’’ tan gelir. Burada hareket ettirici güç, ATEŞ/ENERJİ’dir. Her şeyin bir yüzü, bin ÖZ’üvardır. Önemli olan ÖZ’leri bilmek ve öğrenmektir.

40 MAKAM’ın ilki İMAN, son MAKAM’ı ENEL-HAKK/İNSAN-I KÂMİL makamıdır. Kısaca insan, Bilim ve Sevgi yolunda 4 KAPI ve 40 MAKAM’dan geçerek Tanrısal olgunluğa ulaşabilir. Alevîlerce yapılan SEMAH gelenelsel bir danstır ve bir çeşit ibâdettir. SEMAH kelimesi gökyüzü/Uzay; müzik ve sözle öğrenme anlamına gelir. CEM BİRLİKTİR. CEM’in kaynağı, İslâm öncesi eski Türk ve İran inanç ve kültürlerinin İslâmla birleştirildiği KIRKLAR MECLİSİ(Cem’İ) inancına dayanır. 19 Kadın, 21 Erkek ve Hz. Ali’nin de içinde olduğu ve CEM’e/Meclise, Hz. Muhammed Peygamber olarak değil Hamüdül- Fukara/Fakirlerin Hizmetçisi olarak girebilmiştir. Hizmet Alevîlikte en önemli unsurlardan biridir. Yola hizmet için girilir. Halk’a hizmet, Hakk’a hizmet olarak kabul edilir.

 4 KAPI, 40 MAKAM:

4 Kapı, 40 Makam; Allah’a giden yolda geçilmesi gereken aşamalar bütünüdür. Öğretisi Hz. Muhammed döneminde İslâm diniyle birlikte doğmuş olup, her Kapı ve her Makam Kur’an ayetlerine dayanmaktadır. Bu anlayış Hz. Ali ve Ehl-i Beyt ile devam etmiş, Hoca Ahmet Yesevî ile somutlaştırılmıştır. 4 Kapı, Şeriat, Târikat, Hakîkat ve Mârifet kapıları olup, her birinin Makamları vardır.

ŞERİAT KAPISININ MAKAMLARI:
1.İmân etmek 2. İlim öğrenmek 3. İbadet etmek 4. Haramdan uzaklaşmak 5. Ailesine faydalı olmak 6. Çevreye zarar vermemek  7. Peygamberin emirlerine uymak  8. Şefkatli olmak  9. Temiz olmak 10. Yaramaz işlerden uzaklaşmak.

TÂRİKAT KAPISININ MAKAMLARI:
1.Tövbe etmek 2. Mürşid’in emirlerine uymak 3. Temiz olmak 4. İyilik yolunda savaşmak 5.Hizmet etmeyi sevmek 6. Haksızlıktan korkmak 7. Ümitsizliğe düşmemek 8. İbret almak 9. Nimet dağıtmak 10. Özünü fakir görmek.

HAKÎKAT KAPISININ MAKAMLARI:
1.Alçak gönüllü olmak  2. Kimsenin ayıbını görmemek  3. Yapabileceğin hiç bir iyiliği esirgememek 4. Sabır ve Kanaat 5. Haya 6. Cömertlik 7. İlim 8. Hoşgürü 9. Özünü bilmek ve 10. Âriflik.

MÂRİFET KAPISININ MAKAMLARI:
1.Alçak gönüllü olmak  2. Kimsenin ayıbını görmemek  3. Yapabileceğin hiç bir iyiliği esirgememek 4. Allah’ın her yarattığını sevmek  5. Tüm insanları bir görmek  6. Birliğe yönelmek ve yöneltmek    7. Gerçeği gizlememek 8. Manayı bilmek 9. Tanrısal sırrı öğrenmek ve 10. Tanrısal varlığa ulaşmak (Vahdet-i Vücud)

Âleviliğin merkezinde İNSAN vardır ve İNSAN Tanrısal özellikler taşır. İnsan Tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak kabul edilir.İnsana gösterilen sevgi ve saygı, yeryüzündeki her türlü ibâdetten daha değerlidir. Bu nedenle ‘’her ne ararsan insanda ara’’ özdeyişi dile getirilir.

Alevîlik, dünyada yaşayan tüm insanları dost ve kardeş bilir. Farklı olmayı insanlık için zenginlik sayar. Alevîlik öğretisi hoşgörü temelleri üzerine kurulmuştur. Irkçılığı insanlık suçu sayar. Cinsiyet ayırımcılığı yoktur. Anlayışlarında ‘’aslanın dişisi de aslandır’’ anlayışı mevcuddur.


HACI BEKTAŞÎ VELİ:  13. yy. da yetişmiş bir düşünür ve gönül adamıdır. Âlevilerin ‘’PİR’’i kabul edilir. Horosan’ın Nişabur kentinde doğmuş(1209-1271), Nevşehir’in Hacıbektaş beldesinde yaşamıştır. Türbesi de Nevşehir’dedir. Şeyhi; ‘’AHMET YESEVÎ’’nin(1103-1165) hâlifelerinden olan  ‘’Lokman Perende’’dir. Alevî’lik ve Bektaşî’lik aynı öğretiler olmasına rağmen her Bektaşî Alevî olduğu halde, her Alevî Bektaşî değildir. Köy Bektaşî’sine Alevî, Şehir Bektaşî’sine Bektaşî denilmektedir. Herkes Bektaşî olabilirken, herkes Alevî olamaz. Çünkü Alevîlik soya bağlıdır ve ancak ana babası Alevî olan Alevî sayılmaktadır. ‘’AHMET YESEVİ’’nin ‘’TÜRKİSTAN’’dan ANADOLU’ya fırlattığı bir ucu yanık 700 yıllık DUT ağacı dalının Hacı Bektaşî Veli’nin türbesinin önünde ekili olduğuna inanılır. Gerçekten de görenler ağacın bir ucunun yanık olduğunu söyler.

17 Ekim 2016 Pazartesi

MATEMATİK VE 19

MATEMATİK; Yeni bilgilerin elde edilmesi, elde edilen bilgilerin açıklanması, denetlenmesi ve sonraki kuşaklara aktarılmasında yer ve zamana bağlı olmayan güvenilir bir araçtır. Aynı zamanda bir düşünce biçimi ve evrensel bir dildir.

Eski Yunanca’da ‘’ben bilirim’’ anlamındaki ‘’MATESİS’’ kelimesinden, sonra da ‘’Bilim, Bilgi, ve Öğrenme’’anlamına gelen ‘’MATHEMA’’ sözcüğünden türemiştir.

Matematik; hayatın ta kendisidir. Terzilikten Halıcılığa, Haritacılıktan Mühendisliğe, Mimariden  DNA’mıza kadar her şey Matematiksel bir düzen içindedir.

Yine; ‘’Pİ’’ sayısı  ve ‘’ALTIN ORAN’’ da matematiksel mûcizeler içerir. Tabiat da pek çok eser, insan da dahil  Altın Oran’ın mührünü taşır. Örn: Ayasofya ve KABE Altın Oran’a uygun inşa edilmiştir. Modern Fizikçi, İtalyan bilim adamı  Galileo Galilei; ‘’Tabiat Matematik dilinde yazılmıştır’’ der.

19 DA MATEMATİKSEL BİR SAYIDIR VE İNCELENDİĞİNDE DİKKAT ÇEKİCİ SIRLAR İÇERİR.

19’u özel ve sırlı kılan en önemli sebep, Kur’an’da geçen tek matematiksel sayı olmasıdır. Kur’an’ı Kerîm’in 74. Âyeti olan Müddessir(Gizlenen) sûresi 56 âyettir ve 30. Âyeti; ‘’ÜZERİNDE 19 VARDIR’’ diye devam eder. Bu sûrenin ilk iki âyeti;

1.Ey gizlenen     2.Kalk ve uyar

19 harftir ve sayısal değeri; 1974’dür. 1974 neye işaret eder?;  19 rakkamı ile Müddessir sûresinin sırası olan 74 yan yana getirildiğinde bu rakkam ortaya çıkar. Ayrıca; Kur’an’ın ‘’19’’ kodu ile yazıldığının ortaya çıkması da 1974 yılında olmuştur. Peki Kur’an-ı Kerîm neden başka bir sayı ile  değil de özellikle 19 rakkamı seçilerek yazılmıştır?. Çünkü; 19 ‘’ASAL’’ BİR SAYIDIR ve SADECE KENDİSİYLE VE 1 İLE BÖLÜNEBİLİR. (Güvenlik şifreleri oluşturulurken ASAL sayıların kullanılması, bankaların, istihbarat örgütlerinin de tercihidir)

Yine mûcizevî bir şekilde Allah’ın ‘’VAHİD’’(Bir) isminin ebced değeri de 19’dur. Daha da şaşırtıcı olan ‘’BESMELE’’deki harflerin sayısı da ‘’19’’dur.

Kur’an’da ‘’114’’ sûre vardır. Her sûre ‘’Besmele’’ ile başladığından, Kur’an’daki Besmele sayısının da ‘’114’’ olması gerekir. Ancak; Kur’an’da, sûre başındaki ‘’BESMELE’’ sayısı 113’dür. Çünkü TEVBE sûresinin başında ‘’BESMELE’’ yoktur(?). 114 sayısı ‘’19’’ sayısının katları iken, 113 sayısı ‘’19’’ sayısının tam katı değildir. Ancak TEVBE sûresinin başında olmayan ‘’BESMELE’’, NEML sûresinin 30. Âyetinde ‘’Mektup Süleyman’dandır ve Bismillahirrahmanirrahim diye başlamaktadır’’ ifadesi ile 114’e tamamlanmıştır. Ayrıca ‘’114’’ rakkamı Allah’ın ‘’CAMİ’’ (herşeyi CEM eden) isminin ebced değeridir. (Kur’an araştırma grubu- 19 mûcizesi)

‘’19’’ rakkamının izleri Kur’an’ın neredeyse bütün âyet ve sûrelerinde kendini gösterir. ‘’19’’ asal bir sayı olmasına rağmen her yere adeta mührünü vurmuştur. Kur’an; matematiksel mûcizelerle doludur. Çünkü; Allah kelâmıdır, Kâinat kitabıdır ve olmuş, olmakta olan ve  olacak tüm zamanı kapsar. Bu matematiksel sırlar EBCED, CİFR İLMİ bilgisi sahibi çok özel kimseler tarafından bilinir ancak bunlar kader sırrına girdiği için ‘’bilen söylemez, söyleyen bilmez’’. Her kelime, sûre ve âyet bir SIR içerir. Anlayabilene İŞARET’ler verir.

Örn:  MUHAMMED, KALB, İSLÂM ve ALLAH ALLAH  kelimelerinin her birinin ebced/matematik değeri 132’dir. RAHMANİ NEFES VE ÂDEM kelimelerinin ebced değeri 45’dir. 45, AYNA’daki yansıması 54 ile toplandığında ortaya çıkan 45+54= 99 Esma-i Hüsna’nın sayısıdır. ALLAH ile ÂDEM+HAVVA isminin ebced değeri 66’dır. (Kutsal sırlar Syf. 48-49)

Ayrıca; Erkek ve Kadın kelimesi  Kur’an’da ‘’24’’ kere, Dünya ve Âhiret kelimesi ‘’115’’ kere, Melek ve Şeytan kelimesi ‘’88’’ kere, Hayat ve Ölüm kelimesi ‘’50’’ kere eşit olarak geçmektedir.

NAMAZ kelimesi ‘’5’’ kere, AY kelimesi ‘’12’’ kere, GÜN kelimesi ‘’365’’ kere geçmektedir.Yine, Hadîd  Kur’an’da 57. Sûredir. El-Hadid isminin ebced değeri 57’dir. Sadece Hadid/Demir kelimesinin ebcedi 26’dır. Demir’in Atom numarası da 26’dır.Örnekler çoğaltılabilir.

Yine ‘’19’’ a dönersek; Mustafa Kemâl Atatürk’ün hayatında da ‘’19’’ rakkamı çokça vardır. Örneğin: ATATÜRK; 19. Yüzyılın bitimine 19 yıl kala doğmuştur. Harbiye’ye 19 yaşında girmiştir. 19 Aralık’ta Yıldız sarayına çağırılmıştır. Harp Akademisindeki sicilinin rakamlarının toplamı 19’dur. Çanakkale savaşında 19. Fırkayı kurup, komuta etmiştir. 19 Mayıs’ta Miralây olmuş, 19 Eylül’de rütbesini almıştır. Samsun’a 19 Mayıs 1919’da çıkmıştır. Bandırma vapurundaki yolcu sayısı 19’dur. Mecliste, milli mücadeleye başlama tarihi 19 Kasım 1919’dur. Milletin iradesini, Meclise devretme kararını 19 Mart’ta almıştır. ‘’Mustafa Kemâl Atatürk’’ ismi 19 harften oluşmuştur. ‘’Ne Mutlu Türk’üm diyene’’ sözü de 19 harftir. 19X2= 38 yaşında ölmüştür. Öldüğünde yaşı 19X3= 57’dir. 1919-1938 yılları arası, tam 19 yıl Türk Milletinin kaderine hakim olmuştur.

ANCAK, 19 RAKKAMINDAKİ EN BÜYÜK SIR; İNSAN-I KÂMİL’İN SİMGESİ OLMASIDIR. NEDEN 19? ÇÜNKÜ; İNSAN-I KÂMİL 18 ÂLEMİ(18.000) CEM EDER VE KUR’AN’LA İKİZDİR DE ONDAN.

18 ÂLEM NELERDİR?.  AKL-I KÜLL,  NEFS-İ KÜLL,  ARŞ,  KÜRSİ, YEDİ GÖK(Zûhal, Müşteri, Merih, Güneş, Ay, Zühre, Utarit), DÖRT UNSUR(Ateş, Hava, Su, Toprak), MADEN, BİTKİ, HAYVAN.

İNSAN-I KÂMİL KÜLLİ OLARAK 18, CÜZZİ OLARAK 18.000 ÂLEMİ KENDİNDE TOPLAYANDIR.

İNSAN-I KÂMİL’in; HAKİKATİNE ASLA VARILAMAZ.(Çünkü, Bir’i sadece Bir bilebilir). Ancak Osman Nuri Küçük; Sayılar ve Rüyalar adlı kitabının 128. ve 135. Sayfalarında harika bir açıklama yapar. Buna göre; Hakk’ın vücudu(Allah), varlığın sûreti olan ‘’İNSAN’’ ile çift hale gelmiştir. ‘’İNSAN’’ Hakk’ın ZÂT’ından ilk taayyün sonucu zûhur eden ve tüm varlığı içmâlen kendinde barındıran ‘’NÛR-İ MUHAMMEDİ’’ terimi yerine kullanılmıştır. Buna göre; Allah’ın(Hakk’ın) Şehâdet(Dünya) âleminde en KÂMİL anlamdaki mazhâriyeti, İNSAN-I KÂMİL’in TAM MAZHÂRI ve GAYE VARLIK olan HZ. MUHAMMED’de gerçekleşmiştir. Bu İNSAN-I KÂMİL diye adlandırılan NÛR-i MUHAMMEDİ’nin Hz. Peygamber ve sonrasında onun vekillerinde tecelli ettiğinin anlatımıdır.

AYRICA; İNSAN-I KÂMİL’İN ‘’19’’ SAYISI İLE ANILIP, BESMELENİN DE ‘’19’’ HARF SAYISINA SAHİP OLMASI DA ÇOK ŞAŞIRTICI DEĞİLDİR. ÇÜNKÜ BESMELE; İNSAN-I KÂMİL DİYE ADLANDIRILAN NUR-İ MUHAMMED’İN TAM MAZHÂRI(görüldüğü yer) OLAN HZ. MUHAMMED(sav)dir. NEDEN ?.

ÇÜNKÜ; ÂLEMDE NE VARSA KUR’AN’DA, KUR’AN’DA NE VARSA FÂTİHA’DA, FÂTİHA’DA NE VARSA BAŞINDAKİ BESMELE’DE, BESMELE’DE NE VARSA ‘’B’’ HARFİNDE, ‘’B’’ HARFİNDE NE VARSA ALTINDAKİ ‘’NOKTA’’ DADIR. İLİM BİR ‘’NOKTA’’ DIR. NOKTA; MADDİ VE MANEVÎ BÜTÜN ÂLEMLERİN VARLIK KAYNAĞI OLMASI BAKIMINDAN BÖLÜNME VE PARÇALANMA KABUL ETMEYEN ‘’MUTLAK GAYB’’DIR. HER ŞEYİN ASLI ‘’NOKTA’’DIR.

ELİF; YEDİ NOKTA’NIN(Ateş, Hava, Su, Toprak, Maden, Bitki ve Hayvan) BİRLEŞMESİNDEN MEYDANA GELİR ve EBCED DEĞERİ ‘’1’’DİR. ‘’ELİF’  HARF OLMAYIP, HARFLERİN KUTBUDUR. HİÇ BİR HARF ‘’ELİF’’siz OLMAZ. BÜTÜN HARFLER ONA MUHTAÇTIR. ELİF HİÇ BİR HARFE BİTİŞMEZ, BÜTÜN HARFLER ONA BİTİŞİR. BU NEDENLE ELİF ‘’ALLAH’’ ın ‘’ZÂT’’ına İŞARETTİR. ‘’ALLAH’’da ‘’ELİF’’ GİBİ HER ŞEYDİR VE HER ŞEYDEDİR. O HİÇ BİR ŞEYE MUHTAÇ DEĞİLDİR, HER ŞEY ONA MUHTAÇTIR.

BESMELE’NİN BAŞINDAKİ ‘’B’’ HARFİ, ALFABENİN 2. HARFİDİR VE ‘’ELİF’’ İLE DİĞER HARFLER ARASINDA ‘’BERZAH’’tır. EBCED DEĞERİ ‘’2’’ dir. BESMELE, ALLAH’IN İSİMLERİNİN ‘’B’’ HARFİNDE VÜCUD GİYMESİDİR. BİSMİLLAH’DAN ‘’B’’ KALDIRILIRSA, İSMİLLAH(Allah’ın isimleri) KALIR Kİ, BİSMİLLAH İLE ALLAH’ın BÜTÜN İSİMLERİNİNİN TAŞIYICISI  OLAN HZ. MUHAMMED’E İŞARET EDİLİR. ‘’ELİF’’ ALLAH’IN ZÂT’I İSE, ‘’B’’ ALLAH’IN İSİM VE SIFATLARININ TAŞIYICISI HZ. MUHAMMED’İN VÜCUDUDUR.

‘’B’’ NİN ALTINDAKİ NOKTA İSE HZ. ALİ, YANİ İNSAN-I KÂMİL NOKTASIDIR. ‘’B’’ VÜCUD, NOKTA İSE MÂNÂ’DIR. Hz. MUHAMMED; ‘’Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır. Şehirlere kapılarından giriniz’’ DERKEN, BANA ANCAK HAKİKAT’İ TEMSİL EDEN İNSAN-I KÂMİL İLE ULAŞABİLİRSİNİZ DEMEKTEDİR.

KİŞİ ‘’BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM’’ DEDİĞİNDE HEM ‘’ALLAH’’I, HEM ‘’HZ. MUHAMMED’’İ, HEM DE ‘’HZ. ALİ’’Yİ ANAR. BU İKİ SULTANI; MUHAMMED VE ALİ’Yİ AYRI GÖREN ‘’VELÂYET’’İ İDRÂK EDEMEZ. HZ. MUHAMMED; RAHMAN VE RAHİM, HZ. ALİ ‘’RAB’’(terbiye edicilik) TECELLİSİ TAŞIR.

HZ. MUHAMMED; ÂLEMLERE RAHMET OLARAK YARATILMIŞ OLUP KENDİSİNDE CEZA SIFATI BULUNMAMAKTADIR. İNSAN-I KÂMİL’İN İSE KEDERİNE CEZA SIFATI KARIŞMIŞ OLABİLİR.

HZ. MUHAMMED; HZ. ALİ İÇİN ‘’Eti etimdir, kanı kanımdır’’ diyerek ‘’B’’ ve altındaki ‘’NOKTA’’nın aynı olduğunu vurgulamıştır. Çünkü ‘’B’’  ‘’NOKTA’’sız olmaz.

NOKTA CEVHER’DİR, ARAPÇADA ‘’SIFIR’’ GİBİ YAZILDIĞINDAN ADEM/YOKLUK SAYILIR. NOKTA, KALEMDEN DÜŞEN(İLK AKIL) MÜREKKEBİN İLK DAMLASI OLUP ‘’RAHMET’’TİR. RAHMAN VE RAHİM, ‘’RAHMET’’TEN TÜRER.

RAHMAN UMUMÎ’dir VE BÜTÜN YARADILMIŞLARA, İYİYE DE KÖTÜYE DE(Haşa Allah katında kötü yoktur)RIZIK VERENDİR.

RAHÎM İSE HUSUSÎ’dir VE RAHMETİ, MERHAMETİ SINIRSIZ OLAN, AZARLAMADAN, İNTİKAM ALMADAN KORUYAN, AFFEDENDİR.

HZ. PEYGAMBER; NASIL Kİ MÂNÂ İLE MADDE, GAYB İLE DÜNYA ARASINDA ‘’BERZAH’’SA, ‘’B’’ HARFİ DE ALLAHIN KELÂMI OLAN KUR’AN VE KUL  ARASINDA ‘’BERZAH’’TIR(Perde,Hicap).

ÇÜNKÜ; SEMAVİ DİNLERİN KİTAPLARININ HEPSİ ‘’B’’ İLE BAŞLAR. KUR’AN BESMELE İLE, MESNEVÎ BİŞNEV/DİNLE İLE, CELCELUTİYE BEDE’TÜ İLE BAŞLAR. BAŞINDA BESMELE OLMAYAN TÖVBE SÛRESİ DE ‘’B’’ HARFİ İLE BAŞLAR.

TEVBE sûresinin başında BESMELE’nin olmamasını, İbn. Arabi Hz.leri şöyle açıklar; TEVBE  dönmek demektir ve hiç şüphesiz Hak Tealâ her hangi bir şeyi bağışladığı zaman, ondan geriye dönmez ve o şeyi yokluğa göndermez. Beraat/Tevbe'nin Rahmet'i ortaya çıktığında(BESMELE), ehlinin yüz çevirmesi, Rahmet'in kendilerinden kaldırılmasını hükmetti. Böylece melek durmuş ve Besmele'yi nereye koyacağını bilememiş. Çünkü beşer toplumlarından her ümmet, Rahmet'ini kendi Peygamberine inanmakla almıştır. Bu bağlamda Allah şöyle buyurdu: ‘’Bu Besmeleyi Süleyman’a iman eden hayvanlara veriniz, Onlar sadece kendi Peygamberlerine inanmakla sorumludur.’’. O hayvanlar Süleyman’ın kadrini, kıymetini bilip ona iman edince, kendilerine insanî Rahmet'ten pay verildi. Bu insanî pay, müşriklerin elinden çekip alınan ‘’Bismillâhirrahmanirrahim’’dir. Fütühat-ı Mekkiye-1 Syf. 223-224

BESMELENİN  ANLATTIĞI ÂDEM’DİR. ALLAH ÂDEM’E İSMİNİ SORMUŞ; ÂDEM DE, ‘’Ya Rab’bi unutturuldum, sen neyi bilirsen, ben onu bilebilirim’’ DEMİŞTİR.  İŞTE BESMELENİN SIR’RI BURADADIR. BİR KİMSE MEVLÂ’NIN GÜZEL VE LÂTİF İSMİ ANILDIKTAN SONRA KENDİNİ UNUTUYORSA, O İŞİ BİZZAT HAKK TEALÂ YAPAR.

KUL ‘’BİSMİLLÂH’’ DEDİĞİNDE BESMELE, VAROLUŞ İÇİNDE VARLIK MAKAMI OLMAKTADIR Kİ, BU CENAB-I HAKK İÇİN ‘’KÜN’’ OL EMRİ MAKAMI DEMEKTİR. (Cili Hz. Besmelenin şerhi)

İbn. Arabi Hz. ‘’BESMELE’’ ile ‘’Hacer-ül Esved’’ arasında da bir bağ kurar. Şöyle ki; ‘’İHLÂS SÛRESİ, tıpkı beş direk üzerinde yükselen, üzerinde çatısı bulunan, etrafı duvarlarla çevrili, açık kapısı olmadığı için hiç kimsenin hiçbir şekilde içeri giremediği bir ev gibidir. Ama evin dışında, duvarına yapışık bir direk bulunmaktadır. Keşif ehli kimseler bu direği mesh ederler, tıpkı yüce Allah’ın, Kâbe’nin dışına, sağ tarafına koyup duvarına eklediği HACER-ÜL ESVED’in meshedilmesi gibi. Beyt’ten maksat İHLÂS SÛRESİ’dir. Beş direği ise, sûrenin beş ayetidir. Altıncı direk olan HACER-ÜL ESVED’de, sûrenin başındaki ‘’BESMELE’’dir.

İHLÂS SÛRESİ; Sadece TENZİH isimlerini ihtiva etmesi nedeniyle bu isimlerle ahlaklanmak imkânsızdır. Bunlar; HÜVE, ALLAH, AHAD, ALLAH, SAMED. BESMELE SÜTUNUNA GELİNCE; O MESHEDİLİR VE DIŞ YÜZÜ İDRÂK EDİLİR(Rahman ve Rahim). AMA BEYT’İN İÇİNDE KALAN YÜZÜ OLAN ‘’BİSMİLLAH’’ İLE AHLÂKLANMAK MÜMKÜN DEĞİLDİR.   ÇÜNKÜ; KULLUK ULUHİYETLE(Allah ile) AHLÂKLANAMAZ (O’nun sıfatlarını giyinemez).(Kutsal sırlar Syf.38-40)

Pİ SAYISI(    ): Bir dairenin çevresinin çapına bölünmesiyle ortaya çıkar ve her seferinde 3,14.... değerini verir. 3,14.... ile başlayıp çıkan sonuç; sonsuza kadar tekrar olmaksızın devam eder  ve çıkan ondalık sayılar arasında her sayı bulunur. Bu sayı içinde doğum tarihimizden sosyal güvenlik numaramıza, dolap kilidimizin kombinasyonuna kadar her şey vardır. Bu ondalıklar harfe dönüştürüldüğünde var olmuş tüm sözcükler elde edilebir. Burada tüm hayat hikayemiz, yaptığımız her şey kayıt altındadır. Bu güne kadar elde edilen en uzun sayısı 206.158.430.000 basamaklıdır.

ALTIN ORAN( O ): Bu sistem, dünyanın ve kâinatın hemen hemen her yerinde olan ve bulunan matematik ve sanatta, bütün parçalar arasında gözlemlenen, içerisinde uyum açısından en etkin boyutları veren bir orandır. Bu oranın sayı değeri 1.618’i işaret eder. İnsan bedeninde, insan kafasında, çam kozalağı, papatya çiçeği, Mona Lisa tablosunda, tavşan, deniz kabuğu v.b. Neredeyse kâinatta bulunan her şeyde ALTIN ORAN vardır.


Ebced hesabı nasıl yapılır:1 Elif(Allah), 11 Hüve-O(5+6), 111 Orta Kutub(100+9+2), 1111 Hilfat-Ravza(Cennet) (200+6+900+5) kelimelerinin ebced değeridir. Her şey Elif(1’in) yansımasından ibarettir. Tüm arap harflerinin ebced değerleri 1’den(Elif), 1000’e(Gayn) kadardır. Gayn en yüksek rakkam olarak  Hz. Mûhammed’i gösterir. 1111 sayısı da bu gün Hz. Peygamberin mübârek kabrinin bulunduğu RAVZA’nın ebced değeridir. Aynı zamanda dört külli mertebenin de kutupluğuna delâlettir(Lâhut, Cebârut, Melâkut, Mülk). 
Ez-Zâhir=1106 +5(Ez-Zâhir ismi varlık mertebelerinin 5.sidir)= 1111 HİLFAT  (Hz. Peygamber’in zûhurudur). 
Allah Hayretimizi arttırsın. AMİN.

26 Eylül 2016 Pazartesi

CELCELUTİYE

Celcelutiye; bir DUA,  İLİM ve ŞİFA kanalı olup, ‘’FÂTİHA’’ sûresinin batınî açılımıdır.  Celcelutiye, bir SİMYA yani DÖNÜŞÜM, insanlığın bilincini ilâhi bilince yükseltecek bir BURAK(Mirâç) ve bilinç kapısıdır ve 'İSM-İ ÂZAM’’ı içinde barındırmaktadır.. Bu mânâ, Hz. Mûhammed (s.a.v.)e, Cebrâil (a.s.) vesîlesiyle inmiş, Ledünni açılımı, ilmin kapısı İmâm-ı Ali(ra) ile olmuştur.

Hz. Ali(ra); olmuş ve olacak olayları Celcelutiye bablarında EBCED ve CİFR İLMİ ile sırlamıştır. Celcelutiye’nin büyük kısmı Arapça olarak yazılmıştır. Ancak EBCED ve CİFR hesaplarının denkleşmesi ve bazı bilgilerin gizli kalması, ancak ehlinin bilmesi için, bazı kısımları Arapça’nın kardeş dillerinden, Âdem ve İbrâhim(as) dilleri olan, kadîm  Süryânice olarak yazılmıştır. Bu dillerin seslerinin, tını ve kelime yapılarının DNA’mızdaki bilgiler üzerinde çok olumlu etkileri vardır.

Celcelutiye, Kadîm Süryânice ismidir. Arapça’da ‘’El-Bediu’’ esmasına bakar. ‘’El-Bediu’’; eşsiz, benzersiz bir şekilde örnek edinmeksizin yaratan anlamının yanında, güzellik ve bütünlük yani TEVHİD mânâlarını içerir.

İmam-ı Buni, İmam-ı Gazâli, Said-i Nursî, Ahmed-i Gümüşhavenî, Câfer es Sadık, Mûhammed el –Bakır, Zeynel Abidin gibi bir çok âlim, Celcelutiye’nin bir çok boyutları açtığını, derin ilimlerin ve etki alanlarının olduğunu anlatmış ve bu sırlı dua ile ilgili eserler yazmışlardır.

CELCELUTİYE, KAYNAĞI VAHİY OLAN CANLI VE SIRLI BİR KANALDIR.

Celcelutiye’de ana kanal Peygamber’dir. Onun genel yayıcıları ise Sahabe ve VELİ’lerdir.

Celcelutiye, bizde açılmayı bekleyen, potansiyel ‘’ESMA’’ları aktive eden sırlı bir çalışmadır ve bunun nasip olması isteğimize ve ‘’İSTİDÂDIMIZ’a bağlıdır. Ancak hayat sadece bir esmadan veya âyetten ibaret değildir. HAYAT, İSM-İ ÂZAM’IN YAŞANMASIDIR. Çünkü, Celcelutiye’nin hazinesi İSM-İ ÂZAM, kaynağı Mûhammed Mustafa(sav), üstâdı da İmam ALİ’dir(Aliyy).

Özümüz BİR ve TEK’tir. Ancak nefis dediğimiz benlik, ÖZ’ün gelişimine, açılımına direnç gösterdiği ölçüde sancı çekecektir. Acı, gelişime gösterilen dirençtir. Alışkanlıkların çözülmesi, yani putların kırılmasının başlangıç süresi biraz zahmetlidir. Ancak başı ZAHMET, sonu ise RAHMET’tir.

Beden dünya boyutuna aittir. Zaman ve mekânla sınırlıdır. Fakat nefes, burada olmasına rağmen dünyaya ait değildir. Bütün bedenleri birbirine bağlayan ve insanı kâinatla ilişkilendiren unsur ‘’NEFES’’tir. Beden ve kâinat arasındaki görünmez köprüdür. Bütün aktarımlar nefes aracılığıyla olur. Koku, renk, görüntü, bilgi, vb... Nefesin içinde ‘’PRANA’’ denilen bir ÖZ vardır ve bu ÖZ nefesten bağımsızdır. Nefes bu ÖZ’ün kabuğudur. PRANA(RÛH) her yerdedir, kuşatandır. O zaman nefesle üflenen ‘’RÛH’’tur. ‘’Âdeme rûhumdan üfledim’’ (Hicr-29, Sad-72)

Nefes çok önemlidir. Örneğin; Nefesi daha çok veriyorsan çok fedakârsın; daha çok alıyorsan aç gözlüsün; tutuyorsan bencilsin; kesik kesik alıyorsan endişeli ve kaygılısın; sıcak olması, soğuk olması farklı zihin hallerini gösterir vs.... Çünkü Nefes, zihindeki duygu değişimlerini, nefsin hangi mertebesinde olduğunu gösteren işarettir.

NEFİS MERTEBELERİ VE ÇAKRALAR:

KÖK ÇAKRA: Kuyruk sokumu veya omuriliğin en sonundaki menzil. Bu bölgede ‘’ACB-UZ ZENNEB’’ denilen, insanın ölümünden sonra bedeni çürüse de yok olmayan, bedenin çekirdeği olarak kabul edilen bir kemik bulunur. İnsanın bu ‘’ACB’’dan yaratıldığı ve tekrar ondan meydana geleceği söylenir. Bu hayatta ve bilmediğimiz boyutlarda yaptığımız her şey bir tohum gibi, burada kayıt altına alınmıştır. Kuyruk sokumunun sonundaki bu çok önemli merkez, ‘’KUNDALİNİ’’ enerjisini barındırır. Kundalini, insan bedeninde ‘’RÛH’’un(aslında NEFS’in)  dirilmesi ve farkındalık için verilmiş bir enerjidir. Bu uyuyan bir yılan olarak sembolize edilir. Yılanın uyandırılıp yedi mertebeden(omurilikten) geçerek tepe çakrasında özgürleşmesi ve KUŞ metaforuyla ‘’ZÜMRÜT-Ü ANKA’’ya dönüştürülmesi amaçlanır. Kundaliniyi uyandıran ‘’NAMAZ’’dır.

CİNSEL ÇAKRA: Cinsel organlar bölgesidir. Cinsel daire; kök enerjinin kendisini dişil ve eril olarak ikiye ayırdığı ve TEKVİN(yaratma) için bir araya geldiği, ancak birbirine karışmadığı noktadır. ÖZ’ü anlaşılabilirse, rûhani âlemlere geçiş kapısıdır. Anlaşılmazsa, nefsaniyeti arttırır. Cennete(cenin-rahim), RÛH’un doğumuna açılan kapıdır.

MİDE ÇAKRASI: Göbek bölgesindedir. Hadiste ‘’EBHER’’ olarak geçmektedir. Hz. Peygamber; vefâtı anında ‘’EBHER’im KOPTU’’ dedikten sonra BERZAH ÂLEMİ’ne intikâl etmiştir. Bu, bir tür kordondur. Bizi  bu dünyaya, maddeye bağlayan parlak bir damardır. Ana rahmine nasıl göbek kordonu ile bağlıysak, duble bedenimize ve astral âleme de aynı noktada gümüş kordon adı verilen bir bağ(ebher) ile bağlıyız. Burada, mide ve kalp dairesinin birlikte ele alınması gerekir. Mide, maddi hayatın, kalp ise manevi hayatın merkezidir. Biri maddi, diğeri mânevi rızıktır. Mide ve Kalp daireleri sağlam olursa, diğer menzillerin de DENGE’de olacağı söylenir. Bir hadiste; ‘’kalp iyi olursa diğer azalar da iyi olur’’ denilmiştir. Aynı şey mide için de söylenir. İnsan yediğine dönüşür. Her hastalığın temelinde tokluk vardır. Mide maddi denge merkezidir. Bir insanı göbekten tavana as, dengede durur. Nefes buraya gelir, ne kadar derinlere giderse o oranda ilhamlar başlar. Bu daireyi ‘’İNFAK’’ uyandırır. Nefesi almaya değil vermeye dikkat et. Verenlerden ol. İnfâka, önce nefesi vererek başla. Nefesi verebildiğin kadar ver, almaya sen karışma. Beden ne kadar alacağını senden daha iyi bilir. Nefes buraya düşer ve buradan yükselir. Aydınlanma, göbek  merkezlidir. ‘’Nefsini/Nefesini bilen RÂB’bini bilir’’. Hayat göbekten girer, ancak kalpte yaşanırsa KEMÂL olur. Biri dişil, biri erildir.

Din ve imân göğüstedir, kalptedir.Kadınlar ellerini göğüslerine bağlar, çünkü enerji merkezleri kadınlarda göğüs(cemâl-rahim) bölgesidir. Erkekler ise ellerini göbek(celâl-rahman) dairesine bağlar, çünkü erkeklerin enerji merkezi, farkındalık noktası orasıdır. Mide dairesi RIZIK’la ilgilidir ve erkek burada rızkı verenin Allah olduğunu unutup, dengeyi kaybedebilir. Mide dairesi, ancak kalp dairesi ile dengelenirse yanılsamalardan kurtulunur. Biri semâvîdir, biri arzîdir. Kadın ve erkek dengesi Ârif’liktir. Karın bölgesinin Arapçadaki ismi BATIN’dır. Yani mide bölgesi hem zâhir, hem batın’dır. Zâhir ve Bâtın birdir. Tohum ile ağaç, Rûh ile beden gibi....

KALP ÇAKRASI: Kalbin dirilmesi, Kalp gözünün açılması bu dairededir.

BOĞAZ ÇAKRASI: Boğaz, baş ile bedeni birbirine bağlar. Madde ile mâna birlikteliği İSLÂM noktasıdır. Beyin bedenin isteklerini, beden de beynin ihtiyacını bilir. Gerçek iletişim. Domuzun boynu yoktur meselâ. Bu dairenin salgı bezi tiroittir ve tiroit vücudun enerji dengelerini düzenler. Bedensel ve rûhsal gelişim arasında dengeleyici hormonları salgılar ve hücreleri aktive eder, besler ve büyümelerini sağlar. Tiroidin şekli, tıpkı kanatlarını açmış kuş gibidir. Kuş metaforu, kuş dili, rûhsal âlemlerden haber almayı, iletişimi sembolize eder. ‘’Bütün insanların kuşunu boynuna bağladık’’(İsrâ-13) Bu bölge yılanın, kuşa veya kanatlara dönüşmesi ve rûhsal bilgilerin semâvî âlemden gelmeye başlamasıdır.

Şimdi; Bel kemiği yani OMURGA, kök çakra ile başladı değil mi?. Kök çakrayı aktive eden neydi? NAMAZ. Namaz yani SALAT aynı zamanda ‘’BEL KEMİĞİ’’demek. Beden de baş, ‘’MİM’’ harfinin baş kısmı, kuyruğu ise omurga. Bilim adamlarına göre omurga beynin uzantısı. Bu omurganın içinden geçen ‘’GÜMÜŞ KORDON’’var. Hassas bir sinir. Dik durduğunda, kıyamlarda, namazda bu siniri kesinlikle hissedersin. Bu sinir, yer çekimine ters hareket eder ve enerjiyi yukarıya çeker. Dik durmayıp, kambur durduğun an, boyun bölgesine yakın o enerji tıkanır yukarı çıkamaz. Sırt  bölgesi geçmiş, ön bölge gelecektir.Beyine çıkamayan bu ince enerji, tam boyun bölgesinde topaklaşır ve tıkanır. Migrene, kamburlaşmaya neden olur. Geçmiş yükler ve tıkanan enerjiler, astral planda odunlar olarak sırt kısımda görülür. Onlar biriken duygu ve düşüncelerdir. Omurganın esnekliği ile bedenin alıcılığı, rûhsal idrak arasında bir ilişki ve orantı vardır.

İşte KUNDALİNİ, KUDRET YILANI  omurgadan, bu gümüş kordon yolu ile yükselir. MİRAÇ merdiven demektir. Merdiven ise omurgadır.

3. GÖZ- RA DAİRESİ: Kûrbiyet noktası. Kâbe kavseyn ev edna; iki yay aralığı, hatta daha da yakın olan nokta(Necm-9). İki kaş aralığı, 3. GÖZ noktasıdır. Ön alın bölgesi, SECDE mahalli öyle mübarek bir beldedir ki, burası sıfatlardan fena bulma mahallidir. Bu bölgenin salgı bezi olan hipotalamus ve hipofiz, orkestra şefi gibi bütün sistemi koordine eder. Hipotalamus, kökleri aşağıda, dalları yukarıda bir ağaca benzer. Zaten insan bedeni, tüm sinir ağı yapısı ile ağaç şeklindedir. Hipotalamus; niyetlerimizi, duygu ve düşüncelerimizi PEPTİT adı verilen kimyasallar üreterek gerçeğe dönüştürür. Üzüntü, korku, sevgi, nefret, şehvet gibi....Kimyasallar burada hazırlanır. Niyet et, hayal et, gerçekleşsin.

RA; Nûr, Güneş anlamındadır. ‘’AM’’, Sevgi. ‘’AMON - RA; KOZMİK  SEVGİ GÜNEŞİ DEMEKTİR’’. ’’AMOR’’ ise Aşk demek. AMİN;  AM-İN, Sevgi kapısı.

Tüm alt daireler bu daireye gelebilmek içindir. Herkes kendi istidâdınca bu daireden hissedardır. Bu işlerin pirlerinin, üstadlarının HİMMET’leri olmadan şifreler, kilitler açılmaz. Makam-ı Râziye’de şükre devam ettikçe, RAZI oldukça 3. GÖZ beslenir. 3. GÖZ Merdiye makamıdır, irade ve ÖZ BEN kanalıdır. Burada farkındalık o kadar yüksektir ki, damarlarından akan kanın sesi duyulur. Kulaklarda çok güçlü uğultular, gök gürültüsü ve çan sesleri gibi sesler ile bedendeki bütün biyokimya değişir. Bu sesler, Hz. Peygamber’in ilk boyut değiştirmesindeki zil seslerine benzetilebilir. Eğer o anda kişi, maddi göz ile değil, 3. GÖZ ile bakabilirse her tarafı NÛR denizi olarak görür. İlizyon kaybolur, her şey enerji formuna dönüşür. Rahmet sağanakları yağmaya başlar. Bu tepe çakrasının açıldığının işaretidir.

Sıkışık enerji bir anda patlar ve çözülür. Her tarafı saf bir NÛR alır, eşya ve tüm nesneler kaybolur. Beden oradadır, ancak yoktur. Tıpkı bir tül gibi havada sallanmaktadır. Maddi beden yerdedir, ancak astral beden havada tül gibi sallanmaktadır. Âlemin nabzını bizzat kendisinde hisseder. Kendisi âleme dönüşmüştür. Yıldızları, güneş ve ayı, hepsini net ve asılları ile bütün sistemi, galaksileri uzayı görür. Bunlar fizik planda değil, astral planda gerçekleşen olaylardır. Çok kısa süren bir olay, salike saatlerce gelebilir.

TEPE ÇAKRASI: ARŞ dairesi. Sıdret’ül Müntehâ, Son sınır, Makam-ı İbrahim. Bu yedi çakranın açılıp birleşmesi , sekizinci noktayı, sekizinci daireyi açar ki, Allah adına Hâlife’lik burada başlar. Ferdiyet, birlik. Özgürlüğe kanat açmak. Kulluk budur.. Bu bölgenin salgı bezleri ‘’EPİFİZ ve BEYİN’’dir. EPİFİZ bezi PİNEAL diye de anılır. Bu bez, üç hormon salgılar. 1. MELATONİN hormonu, uyku ve uyanıklığı belirler. Karanlıkta aktive olur. 2. SEROTONİN hormonu, mutluluk hormonu olarak da bilinir, zindelik verir. 3. DMT(Dimetil-Triptamil) hormonu, uyku sırasında salgılanan bir çeşit halisinojendir. Salgılanması RÜYA’ların görüldüğü evreye denk gelir ve etkilerinin arasında zaman algısında değişim oluşur.

Tepe çakrasının sembolü  ‘’YILDIZ’’dır. Pentegram. Beş köşeli YILDIZ. İnsan bir baş, iki el ve iki ayak ile aslında bir yıldız âlemidir. Bu yıldızda 10 köşe ve 10 açı vardır. 10 dönüşümlerin sayısıdır.

Celcelutiye’nin en nihayetindeki yolu, insandaki İSM-İ ÂZAM’ı uyandırıp, onu yaratan ve yaratılan yanılsamasından kurtarmak ve fenafillah’a ulaştırmaktır. Herkesin İSM-İ ÂZAM’ı farklıdır. Senin İSM-İ Âzam’ın, bu varoluşta tutunduğun isimdir. O isim ile, diğer isimleri okursun, o isim diğer isimleri açar.

Celcelutiye, harfler ve semboller ilmidir. Semboller, kadîm bilgileri ve bilgilerin deneyimlerini, enerjilerini kendinde depolayan rûhsal çiplerdir. Yani bir düşünce, evrensel bir bilgi veya bir olay, sayılara veya şekillere aktarılıyor ve bağlanıyor. Ve sen o şekli gördüğün anda, o bilginin ana klasörüne ulaşmış oluyorsun. Sende o dosya açılıyor. Her harfin, her sayının ve her şeklin taşımış olduğu anlamlar ve enerjiler vardır. Semboller, değerler kötüye kullanılmasın diyedir. Kur’an’daki müteşabih ayetler demek, zaten sembollerdir. Semboller bir mânâyı gizleyerek açıklar. Burada önemli olan sembol değil, sembol ile açılan bilinçtir.

Hz. Süleyman’ın yüzüğünde, Celcelutiye’deki bazı semboller vardı ve rüzgarları yönlendirirken bazı esmaları sesli söyleyip, havada bazı şekiller çiziyordu. Ehl-i Beyt’in iç gömleklerinde, Osmanlı Padişahlarının tılsımlı gömleklerinde de semboller vardır. Hz. Ali’nin Zülfikâr’ında, Davût (as) kalkanında, Hz. Süleymanın kılıcında da Celcelutiye’den semboller bulunurdu. Hz. Fatma, şifa vereceği zaman, bu sembolleri kişinin üzerine işaret parmağı ile çizerdi.

Ashab-ı Suffa, Rical-i Gaybler, Kırklar Meclisi, Agarta, Hermes ve Khufu Rahipleri gibi görevli kişiler veya aydınlanmışlar, insan bilincinin yaratıcı bilinçle eş zamanlı işletiminin bilgilerini ve bunun yollarının nasıl olduğunu aktarmak için, semboller kullanmışlardır. Ashab-ı Suffa okulunun bir köyü vardır. Dışarıdan hiç kimsenin girememiş olduğu ‘’Al-Kulfa’’ köyü. Buranın varlığı hakkında zerece şüphe yoktur, çünkü tarihte adı geçer. Bu köyün yerini bulmak kimseye nasip olmamıştır. Ancak derin meditasyona giren Sufi, şimdi Al Kulfa’nın nerede olduğunu bilir ve oraya gidebilir.  Bu köy, sıradan zihinlerin kaldıramayacağı titreşimler yayar. Buraya ancak HİÇ’lik ile girilebilir. Bu köyün İSLÂM’dan önce de olduğu söylenir. Burası 3. GÖZ enerjisi ile ziyaret edebileceğin bir zamansızlık ve mekânsızlık noktasıdır. Oraya tensel değil, ancak astral ulaşılır.

Hira dağının yapısı, MİKA mineralidir. Mika minerali, cam kristallerine benzer. Yalıtım özelliğine sahiptir. Güneş ışığı mikaya, mineraline, madenine yansıdığı zaman orası rengârenk olur. Ayrıca , mika mineraline hangi bilgiyi yükler ve hangi niyetle kodlarsan, o enerjiyi kat be kat arttırarak geri  bildirim yapar. Tıpkı su elementi gibi. Hira dağı, Hİ-RA bir adı da NÛR dağıdır ve güneşli havalarda parlar. Hira mağarası da dünyasal mekânda 3. GÖZ’ü temsil eder. RA(güneş) kanalını kendinde toplayıp yayan bir özelliğe sahip. Pİ-RA-MİT’ler de kezâ öyle. İstanbul’un da çok özel bir ‘’RA’’ merkezi var. Sultan Ahmet Camii, Ayasofya ve Mısır(sütun- Hermes asası). Burada RA’nın; Güneşin rolü, bilincin ve elementin niteliklerini uyumlamak ve aktive etmek. Sürecin hızlanması. Böylece enerji birikiyor, birikiyor ve belli bir eşiğe geldiğinde kuantum sıçraması yapıyor.

Tevrat; Yakup(as) ile Tanrı’nın yüz yüze görüşmesinden bahseder. PİNEAL(Epifiz) İbrânice ‘’Tanrının yüzünü görmek’’ anlamındadır. Lâtince de ise ‘’ÇAM KOZALAĞI’’ anlamını taşır.  Bu bez; florürlü diş macunları, tuz ve şeker tüketimiyle kireçlenir ve aktifliği yavaş yavaş azalır. Ali Baba ve Kırk Haramiler; ‘’açıl susam açıl’’ dediğinde hazinelerle dolu mağaranın kapıları açılırdı. Simsim, Arapçada susam demek. Samsamin esması, Celcelutiye’de kalp gözünün açılmasına bakar. Simsim de hazinenin açılması. Beden mağarasında saklı duran hazine....

Göklerde ne varsa, yerde de o vardır. Güneşteki değişiklikler dünyayı, dünyadaki değişiklikler insanı etkiler. Allah, yıldızların üzerine yemin etmiştir. Sembol ile hakikat, birbirine organik olarak bağlanmıştır. Örn: Venüs, sende  sakinlik ve uyumla ilgiliyken,  Mars; tam tersi seni tetikleyen, yerinde durdurmayan bir enerji yayar. Ay ve Güneş tutulmaları ise farklı farklıdır. Bu dönemde ve dolunayda kılınan özel namazlar ve özel dualar vardır. Gezegenler daha çok insan ve kollektif bilinçten etkilenirken, yıldızlar kozmik ve kozmik süper bilinçten etkilenir. Doğduğumuz anda ufuktaki takımyıldızı, yıldızlar, gezegenler, bilinçaltını etkiler. Allah, yıldızlar, gezegenler ile beyni kodluyor. Bu ilâhi kaderin kalemi gibi. Sen, sana en uygun olan dönemde, zamanda bu varlık sahnesine yansıyorsun. Öyle tesadüfi değil. ‘’Her şeyi tek tek saydık, ölçtük, biçtik’’(Nebe-29) Kendin hakkında endişelenme, bütün, seni senden daha çok düşünüyor.

Her gezegen, hem kendi etrafında, hem de Güneş etrafında büyük bir hızla döner. Samanyolu, Güneş sistemi de dahil tüm takım yıldızlarla beraber, kendi merkezi etrafında dönmekte olup, bir turunu 225 ile 250 milyon yılda tamamlar. Ayrıca Güneş sistemi de, Solar Apeks denen yörüngede spiral dönüşle 72.000 km/saat hızla ilerler ve her spiral dönüş 26.000 yılda tamamlanır. Bu büyük döngü (çark, ZOYDAK) 26.000 yılda bir, başladığı noktaya geri gelir. ZOYDAK, büyük döngüdür. 12 burçlu dev bir  saat. Bir burçtan diğer bir burca geçiş 2160 yılda oluyor ve başın sona gelmesi 26.000 (2160x12= 25.920) yıl alıyor. İşte, 21.12.2012 yılı ZOYDAK’taki başlangıç ve sonun birleştiği, devirin tamamlandığı yıl. ( 9 gezegen var. 10. Gezegenin 2005 yılında keşfedilen Marduk olduğu söyleniyor)

Peki sonra ne olacak, yaşam bitecek mi?. Hayır, yeni esmalar ile tanışacağız. Yeni döngülere geçiş olacak. Her 25.920 yılda bir, Güneş sistemi ve Dünya için başlangıç ve son noktasının birleşmesi ile yeni bir dönem başlayacak. Buna FOTON KUŞAĞI deniliyor. FOTON ışık parçacıkları bulutu. Yeni bilinçlerin ve yeni görünümlerin sergilendiği bir dönem. Bu döneme 1987 yılında girildiği söyleniyor. Yani süreç başladı, ancak kemâle gelmesi, önümüzdeki dönem içinde olacak. Bu çağ, kimileri için hayır, kimileri için şer olacak. Güneş gibi..... Hayatta olanlara çiçek açtıracak, ölü olanları kokutacak. Sistem döngüsü, İHLÂS SÛRESİ ile tamamlanacak. EHAD, TEKLİK BİLİNCİ. Aslında bütün Kâdim öğretilerdeki bilgiler de İHLÂS SÛRESİ’nin şerhinden başka bir şey değildir. EHÂD ile başlayıp, EHÂD ile biten bir süreç.....

Tek bir hedef vardır; Rıza-ı ilâhi. Bu da her mertebede HAKK’ı bilmek demektir. Sen bu bilinçte olursan, o zaman sakin olursun. Ve sakin olan insandan doğal olarak Ahlâk-ı Mûhammedi çıkar. Bulanık sularda inci arama. Sakin ol ki, su bulanmasın. O zaman hemen ayağının dibindeki incileri, mercanları görebilirsin. Sen melekleri görünce başarılı olmuş, görmeyince başarısız olmuş olmuyorsun. O ibadetin içinde Rabbinle, Allah ile sohbette isen, ister melek gelmiş, ister ışık gelmiş, ister gelmemiş... Bunların hiç önemi yok. Bunlar bir hedef gibi algılanmasın. O zaman işin içine hırs girer ve ihlâs kaybolur.

Bir deprem, bizim handi sallantımızın; bir tusunami, bizim hangi taşmamızın; dünyadaki bu savaşlar, kalp dairesindeki hangi çatışmamızın yansıması acaba? Çünkü tüm bu savaşlar ve değişimler, senin âleminin yansıması. Kendini hor kullanma ki, doğada bu kadar seller olmasın. Senin toprakların kayıyor, senin ağaçların yanıyor. Kendinle barış ki, savaşlarda çocuklar ölmesin. Senin çocukların, lâfifelerin ölüyor.

Tasavvufta avam amelinden, havas ise düşüncelerinden dahi sorumludur. Çünkü senin birine zarar verme düşüncen, havaya yaydığın o enerji, gider iradesi zayıf birine musallat olur. O adam bunu yapar, sorumlusu sen olursun. Düşüncelerimize, yaşama kalitemize göre dağlar, taşlar, denizler bize dua veya beddua ediyor...Bazı musibetler de dualarının gerçekleşmesi adına olabiliyor.

Bu yolda tek bir şeyden kork. Seni sürekli öven veya yeren insandan. Aşırı övmek, dolayısıyla seni öldürmek, boynunu kırmak için yapılan, sana karşı olan bir nefrettir. Yermek, aşırı öfke de bastırılmış sevgidir. İnadından dolayı sevgisi, öfke olarak çıkar. Onun için inat, kötü ahlaktır.

Celâl ayrıştırmak, Cemâl barıştırmak için gelir. Celâl hasat zamanıdır. Yani olgunlaşanlar olgunlaştı, olgunlaşmayanlar ise, yeniden ekilmek üzere arınacak, ateşe atılacak.

Mitolojide kertenkele, ölümsüzlüğü temsil eder. Kertenkele kuyruğunu yeniler, hatta bir türü, tüm organlarını yeniler. Kuyruk insanda Nefs-i Emmâre’dir ve bazıları kuyruktan kurtulamamış olarak görülürler astral âlemde. Nefs, sürekli kendini yeniler ve haklı çıkarır. Bize düşen, o kuyruk bilincini yani omurgayı sürüngen seviyesinden KUŞ/RÛH bilincine yükseltmektir. (Allah nasip etsin.AMİN)

İSM-İ ÂZAM: Allah’ın en büyük ismidir ve âdeta bir sırdır. İsm-i Âzam’ı bildiğini söyleyen Dr. Münir Derman(Ö.1989); ‘’İsm-i Âzam’ın peşine düşmenin beyhûde olduğunu, onun bilinemeyip, ancak varlığının farkına varılacağını, bilinse bile, söylenilmesinin ve yazılmasının asla mümkün olamayacağını üstüne basa basa ifade eder.

Pek çok mutasavvıf, İSM-İ ÂZAM’ın ne olduğu konuşunda farklı görüşler öne sürer. Onlara göre; ‘’HUVE-O, ALLAH, ER-RAHMAN, ER-RAHİM, HANNAN, EL-HAYYU’L-KAYYUM, ZU’L-CELÂLİ VE’L İKRÂM, LÂ İLÂHE İLLALLAH, BESMELE, MÂLİKU’L-MÜLK, ELİF-LÂM-MİM’’ bunlardan bazılarıdır.

Hz. Peygambere göre ise Kûr’an’da İSM-İ ÂZAM aşağıdaki iki ayettedir; ‘’Allah bir tek ilahtır. O’ndan başka ilah yoktur, O Rahman’dır, Râhim’dir’’ (Bakara, 163)

‘’Elif, Lâm, Mim. Allah, Kendisinden başka ilâh olmayan, Sonsuza kadar diri, Hayatın ve Varlığın kaynağı ve Dayanağı olan, Her şeyi Hükmüne, İradesine Bağlı Kılan Yaratıcıdır’’ (Âl-i İmrân,1-2)

Mesele İSM-İ ÂZAM’ın bilinmesi değil, o ismin anlamının kulda kendiliğinden tecelli etmesidir. Çünkü; Bel’am, Kârûn ve Samiri gibi âlim kişiler, İsm-i Âzam’ı öğrenmiş, ancak kendi menfaatleri doğrultusunda kullandıkları için makamlarından düşmüşlerdir. ‘’Kalbini huzur hâlinde, ayık, hassas ve incelmiş bir biçimde gördüğünde, ne istiyorsan onu, Yüce Allah’tan iste!. İşte o isim, Allah’ın İSM-İ ÂZAM’ıdır’’. İsm-i Âzam; KÜN-OL mesâbesindedir.


İSM-İ ÂZAM’IN TAM VE GERÇEK MAZHÂRI; KÂMİL KUL OLAN ,RESÛL-İ EKREM EFENDİMİZ HZ. MUHAMMED’DİR.

Allah hepimizi onun yolunda sabit kılsın. AMİN.

23 Ağustos 2016 Salı

NEFİS HASTALIKLARI ve EDEB

EDEB, ZÂHİR ve BÂTIN EDEB OLMAK ÜZERE İKİ ÇEŞİTTİR.

ZÂHİR EDEB; ELİNE, DİLİNE, BELİNE SAHİP OLMAK İKEN, BÂTIN EDEB; BAKTIĞIN HER YERDE HAKK’IN BİR TECELLİSİNİ GÖRMEKTİR.

Zâhir ve Bâtın bir bütündür ve birbirinden ayrılmaz. Örn. Kayısı çekirdeği toprağa, dış kabuğu ile ekilir. Kabuk zâhir, içindeki bâdemi bâtındır. Zâhir olan kabuğunu kırıp, içini toprağa eksen kayısı filiz vermez. Bir kişi de zâhiri gözetmeden bâtına ulaşamaz. ‘’Namaz müminin miracı’’dır denir. Hiç kimse zâhiren namaz kılmadan ‘’MİRAÇ’’ yapamaz.

EDEB; NEFİS HASTALIKLARININ İLÂCIDIR,  EDEB OLMADAN NEFİS ISLÂH EDİLEMEZ.

Hastalıklar çeşit çeşittir. AKIL hastalıkları, BEDEN hastalıkları ve NEFİS hastalıkları.

Akıl hastalıkları açıkça bilinmektedir ve bunların ilâçları; tabi bir ölçü ile insanlardan uzaklaşıp ‘’HALVET’’ hayatını yaşamak ve onları düşünmeyi terk edip Allah’ı zikre devam etmektir. Bunun dışında bir ilâcı yoktur bu hastalıkların.

Bedenle ilgili hastalıklar da bilinmektedir ve beden hastalıklarının ilâçlarını bildirmek, tabiblerin üzerine düşen bir görevdir.

Nefis hastalıklarının tedavisi ise bir ilimdir ve bu ilme daha ziyade eğitimle uğraşanlar muhtaçtır.

Nefis hastalıkları; SÖZLERDE, FİİLLERDE VE HÂL VE DAVRANIŞLARDA BELİREN HASTALIKLAR OLARAK ÜÇ KISIMDIR.

SÖZ HASTALIKLARI: Bu hastalıklardan biri, Hakk sözü, doğru sözü gelişi güzel söylemektir. Bu en büyük hastalıklardan biridir. Bunun ilâcı ise, Hakk sözün, doğru sözün nerede, hangi alanda sarf edileceğini bilmektir. Hiç kuşkusuz GIYBET doğrudur, gerçektir; fakat gıybet yasaklanmıştır. Dedikodu da doğrudur, gerçektir; fakat o da yasaklanmıştır. Bir evde yaşanan nâmahremin, doğru ve gerçek olmasına rağmen, başkasına anlatılması ‘’günah-ı kebâir’’dendir. Yani büyük günahlardandır. Toplum içinde birine doğru, gerçek sözle nasiat etmek de doğrudur; fakat bunu toplum içinde yapmak, kesinlikle ayıptır. Böyle bir şey ancak câhillerden ve gazap sahiplerinden sadır olur. Çünkü nasihatten amaçlanan fayda, bir yararın sağlanması ve arada bir sevginin oluşmasıdır. Eğer nasihatler toplum içinde yapılırsa kabul görmez, hatta düşmanlık bile doğurabilir. Allah bu tür davranışları zemmetmiştir, yermiştir. Çünkü bu şekilde toplum içinde açıktan açığa yapılan nasihat, kendine nasihat edilen kimseyi zor durumda bırakır, onu utandırır ve o konuda yalan söylemek zorunda bırakabilir. Böyle bir davranış, büyük bir fesada sebep olabilir. Oysaki, o nasihati ona yalnız başına olduğu bir zamanda, güzel bir tarzda yaparsa,  o kimsenin kusurunu, ayıbını güzelce izhâr ederse, kendisine nasihat ettiği konuda o işin çirkin ve kaba bir iş olduğunu bilmiyorsa, ona bunu öğretmek olduğunu kibar bir dille ona açıklarsa, hiç kuşkusuz o kimse kendisine teşekkür eder, onu sever ve hayır duada bulunur. Her Hakk sözü, doğru sözü gelişi güzel söylemekle yükümlü değiliz. Buna, ne şeriat,ne yasa, ne de örf izin verir.

Aynı şekilde, bir kimsenin, insanlara nefret edecekleri bir tarzda cevap vermesi de böyledir, o cevap doğru bile olsa. Çünkü böyle bir davranış kötü tabiat, karaktersizlik, bilgisizlik ve Allah’a karşı hayâsızlığa delildir. Böyle bir kimse kendisinde, Allah’ın razı olmadığı bir ayıbı gidermekten uzaktır. Eğer o kimse, kendi ayıbına bakmakla meşgul olsaydı, bu tutumu kendisini başkasının ayıbıyla uğraşmaktan alıkoyardı.

Arkadaşının ya da dostunun hareketlerini izlemeyi, adetâ onun aldığı nefesleri sayacak kadar her şeyi kaydetmeyi kendisine uğraş edinen bir kimse, bu tutumuyla çok şiddetli bir hastalığa yakalanmış demektir. Çünkü o kimse kendisini ilgilendirmeyen bir işle uğraşmakla, kendi nefsinden gafil olmaktadır. Bu tutumu zamanla ruhunda yer eder, nefsinde birikir, zaman geçip de kendi nefsinde arkadaşı hakkında en ufak bir çirkinlik görünce, ya da ondan bıkkınlık ve usanç duyunca, ya da onun hakkında kendisinden bir yanılgı ortaya çıkınca, o zamana kadar kendisinde birikmiş hâlde duran onun bütün kusurlarını, kabahatlerini ortaya çıkarır. ‘’Sen falan gün şöyle şöyle demedin mi? Falan gün şunu şunu yapmadın mı?’’ der. Kötü gördüğü, gâfil olduğu, üzerinde nefeslerini saydığı şeylerin hepsini ona duyurur. Bu kez arkadaşı ya da dostu ona en büyük düşmanlardan biri olarak görülür. Bütün bunların aslı, kötü huyları, kusurları ve ayıpları kendi nefsinde biriktirdiği birikimlerdendir. Bu kötü tabiata bir delildir ve bu tür tutumlar dostlar arasında çok sık görülen şeylerdir.

Düşmanından bir kez sakın                                                                                                          Dostundan bin kez sakın!                                                                                                              
Çünkü dostluğunuz  bozulursa şayet bir gün,                                                                                          Sana nasıl zarar vereceğini çok iyi bilir dostun!

Söz hastalıklarından biri de, insanların hâllerini, ne yaptıklarını sormak gibi kendisini ilgilendirmeyen konuları araştırmaktır. Ayrıca kendisinin evde olmadığı esnada, ailesinin neler yaptığını araştırıp sorması, soruşturmasıdır. Bu hastalığın ilâcı Hz. Peygamber’in davranışlarını taklit etmektir. Hz. Peygamber; savaş dönüşünde, ailesinin yanına geceleyin gelmemiş, sahabelerini de hoşlanmayacakları çirkin bir durum ile karşılaşmasınlar diye bundan sakındırmıştır. Gizli şeylerin örtülü, saklı kalması için bir yere giderken izin istemek de bu babdandır. İnsan yaptığı şeyler iyilik bile olsa, başkaları tarafından bilinmesini istemeyebilir. Eğer soru soran kimse, onunla ilgili bilgileri sormaya devam ederse, soru sorulan kişiyi, istemediği şeyleri söylemeye veya yalana teşvik eder. Ne şer’an, ne aklen, ne de görgü kurallarına göre bu, onun için uygun değildir. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır; ‘’Kişinin, kendini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi, onun müslümanlığının güzelliğindendir’’

Söz hastalıklarından biri de, insanın yaptığı iyiliği başa kakmasıdır. İyiliği başa kakma bir eziyettir. ‘’Ey iman edenler’ Malını gösteriş için infak eden, gerçekte Allah’a ve ahiret gününe inanmayan kimseler gibi, başa kakmak ve eziyet etmek sûretiyle yaptığınız hayırlarınızı iptâl etmeyin, boşa çıkarmayın’’(Bakara-264) Bu hastalığın ilâcı ise, insanın elinde bulunan imkânların, Allah’ın ilminde ne ise o şekilde kendisine bir nimet olarak verildiğini ve bu iyiliklerin, bu nimetlerin ancak bir emânet olarak kendi elinde bulunduğunu, onların gerçek sahibini henüz tanımadığını idrak etmektir. O nimetleri, işin aslında Allah’ın belirlediği kimselere vermek sûretiyle elinden çıkardığı zaman, emânetin gerçek sahibini tanımış olur. Emâneti ehline teslim etmiş olduğu için de Allah’a şükreder. Kim bu görüşle, bu düşünceyle iyilik yaparsa, ondan asla eziyet doğmaz.

Söz hastalıklarından biri de, çocuklarından birine, diğerlerine göre daha fazla iyilik yapan bir kimseye çocuklarının önünde bunu duyurması ve ‘’niçin aynı iyiliği bu çocuğa da yapmadın’’ diye lüzumsuz bir kelâm söylemesidir. Bu durum, o çocuğun nefsinde babasına karşı bir düşmanlık doğurur ve böyle bir davranış ancak câhil bir kimseden vaki olur. Bu hastalığın ilâcı da yoktur.

Bir başka söz hastalığı da, bir insanın ‘’Ben doğruyu söylerim; bunu duyan kimseye zor gelecekmiş, buna hiç aldırmam, beni hiç ırgalamaz’’ demesidir. Kendini savunurken de ‘’Ben falana doğruyu söyledim; bunu duymak ona zor geldi’’ der kendi nefsini temize çıkarır, başkasını yaralar ve incitir. Allah böyleleri için;‘’Onların kendi aralarında gizli gizli konuşmalarının çoğunda hayır yoktur’’ demiştir(Nisa-114) Bunun ilâcı bir kimseye gizliden sadaka vermektir. Çünkü açıktan sadaka vermek de, o kimsenin farkına varmadığı bir hastalıktır, çünkü o zaman sadakayı Allah’tan başkası için veriyor durumuna düşer. ‘’Onların konuşmalarının çoğunda hayır yoktur, ancak bir sadaka yahut bir iyilik yahut da insanların arasını düzeltmeyi isteyen müstesna’’(Nisa-114) Öyleyse, kim böyle yapmazsa, o kimse ilim sahibi olduğunu iddia etse bile cahildir.Çünkü Allah’ın murâdı, insanlar arasında sevginin ve saygının oluşmasıdır. Dolayısıyla bir insan konuşmak istediği zaman, bu alanda her açıdan Allah’ın razı olacağı bir tarzda konuşup konuşmadığına bakar. Eğer konuşmasında, bir kimse hakkında bir açıdan kötü konuştuğunu görürse, konuşmasının tümü Allah katında gayri makbûldür, yani kabul görmez. Allah o konuşmadan razı olmaz. Çünkü, Allah parçalanmayı da, bölünmeyi de hoş görmez.

Söz hastalıklarından biri de, geneli kapsamaksızın, devlet adamlarından biri ya da bir başkası olabilir, mûayyen bir şahıs üzerindeki bir kötülüğü, iyilik olarak sunmaktır.

Söz hastalıklarının ilâçları iki kısımdır. Birincisi; sükut etmek istediğin zaman konuşman, konuşmak istediğin zaman susmandır. İkincisi ise; sükut ettiğin zaman eğer Allah’a asî olacaksan, ancak o zaman konuşmandır. Eğer böyle bir durum söz konusu değilse, o zaman bir kelâm etmekten kesinlikle sakınmalısın! Konuşmanı beğenip güzel bulduğun ve konuşmayı süsleyip püslediğin zaman konuşmaktan sakın, çünkü o anda konuşmak en büyük hastalıklardan biridir. Susmaktan başka bunun bir ilâcı da yoktur. Fakat gizli kalmış bir hususu açığa çıkarmak için şahitlik yapacaksani o başka. Ölçü budur.

FİİL HASTALIKLARI: Herhangi bir fiili, örneğin namaz gibi bir ibadeti, toplum içinde, yalnız başına eda ettiğinden daha güzel bir şekilde eda etmekdir. Hz. Peygamber bu konuda şöyle demiştir; ‘’Bu bir ciddiyetsizliktir ki, o adam bu davranışıyla rabbini ciddiye almamıştır’’. Kur’an-ı Kerîm ise bu durumu;  ‘’Acaba o, olanları Allah’ın görmekte olduğunu bilmiyor mu?’’(Alak-14), ‘’Allah sizin gizlinizi de, açığınızı da bilir’’(Enam-3), ‘’Oysa ki, asıl kendisinden korkmaya lâyık olan Allah’tır’’ (Ahzap-37) ayetleriyle açıklar.

Fiil hastalıklarından biri de; insanlar yüzünden amelin terk edilmesidir.Bu, cemaat nezdinde riyadır. Aslında insanlar nedeniyle ameli terk etmek, Allah ehli olan üstadlar nezdinde bir riya değil, bir şirktir, Allah’a ortak koşmaktır. Kur’an-ı Kerîm bu konuda da; ‘’Sizi de, yaptığınız şeyleri de Allah yarattı’’(Saffat-96) ayeti ile açıklar. Öyleyse bu hususları iyi öğren, iyi bil.

HÂL HASTALIKLARI: Bu hastalığın en başında, bir kimsenin insanlar arasında ‘’bu da iyi insandır’’ diye bilinip şöhrete kavuşmak için, iyi insanlarla arkadaşlık yapmasıdır. Oysaki o, gerçekte kendi nefsanî arzularıyla yaşamaktadır.Bu konuda Kur’an-ı Kerîm; ‘’Nefsini kirleten zarar etmiştir’’ der.

Aynı şekilde hâl hastalıklarından biri de, kendi imkânı dahilinde olmayan giysileri giymektir. Bunun ilâcı ise, kendi imkânı dahilinde olan, kendine helâl olan giysileri ve benzeri şeyleri giymektir.

İşte kim bu hastalıkları ve bunların ilâçlarını bilip tanırsa ve o ilâçları kendi nefsinde uygularsa, onlardan büyük ölçüde yararlanır.  AMİN. 
       
(İbn. Arabi Hz. Marifet ve Hikmet Syf. 143-154)



15 Ağustos 2016 Pazartesi

FERÂSET VE DENGE:

Basîr; Allah’ın isimlerinden olup, her şeyi, her durumda, tüm boyutlarıyla, eşsiz ve benzersiz biçimde, mükemmel bir görüşle görendir.

Allah; karanlık bir gecede, kara bir karıncanın, kapkara bir kaya üzerindeki ayak izini görendir.

Oysa görme organı olan ‘’GÖZ’’ün görmesi sınırlıdır. Çok uzağı ve çok yakını göremez, çok büyük ve çok küçük şeyleri göremez, çok aydınlıkta ve çok karanlıkta göremez, objenin içini göremez, arkasını göremez.

Allah’ın Basîr isminin; kalpte tecellîsine ‘’BASîRET’’, müminde tecellîsine ‘’FERÂSET’’, eşyada tecellîsine ‘’ŞEHÂDET’’ denir. (Basîret Kalbin gözü, Ferâset ise o gözün NÛR’udur)

Hz. Peygamber; ‘’Müminin FERÂSET’inden korkun, çünkü o Allah’ın NÛR’uyla bakar’’ demiştir.

Ulvî âlem, bütün olarak duyu ve şehâdet âlemini hareket ettiren ve onu etkisi altına alan âlemdir. Bu Allah’ın hikmetinin bir gereğidir, yoksa kendiliğiyle bunu hak etmiş değildir. Öyleyse, şehâdet âleminde ortaya çıkan herhangi bir hareket ya da durağanlık ya da içmek ya da yemek veya susmak gibi bir davranışın kaynağı gayb âlemidir. İrâde, gayb âleminden kaynaklanır. Hareket vb. şeyler ise, şehâdet âlemindendir.

Gayb âlemi, (kalp gözü anlamındaki) basîret gözüyle algılanabileceği gibi, şehâdet âlemi de baş gözüyle idrak edilir. Baş gözü, karanlık ve benzeri engeller ortadan kalkmadıkça şehâdet âlemini idrak edemez. Aynı şey, basîret gözü için de geçerlidir. Onun perdesi de kirler, arzular, Allah’tan başkasını düşünmektir. Bütün bunlar; basîret gözüyle, gayb/Melâkut âlemini idrak arasına perdeye dönüşür.

İnsan; kalp aynasına yönelip onu zikir ve Kur’an-ı Kerîm okumak gibi davranışlarla parlatırsa, buradan bir NÛR meydana gelir. Bu NÛR, Allah’ın bütün varlıklarına yayılan  ‘’VARLIK NÛR’’u  ile birleşirse ferâset sahibi olur ve bilinmeyenleri keşf eder, âlemin hareket ve sırlarını öğrenir.

Kul FERÂSET özelliği kazandığında, FERÂSET sahibi olduğu sonucuna varılan bir takım alâmetler taşır. Kul ya DOĞAL, ya da İLÂHİ ferâset sahibidir.

DOĞAL FERÂSET SAHİBİ; bir insanın organlarına veya yapısına bakarak, ahmak ve akıllıyı, zeki ve aptalı, öfkeli ve öfkesizi, bayağı olanı ve olmayanı, hilekârı ve güveniliri, bozguncu olanı ve olmayanı tanır. Çünkü; bir kişi, Allah’ın razı olduğu ve olmadığı bir hareketi yaptığı zaman, söz konusu davranış, kendisinden ortaya çıktığı organda bir âlâmet bırakır ve bu âlâmeti FERÂSET sahibi bir kişi bilebilir.

İLÂHİ FERÂSET SAHİBİ İSE; bir insanın toprakta bıraktığı ayak izinden bedbaht (şaki) veya mutlu (said) olduğunu, onun yaradılışını ve yaradılışına ilişen özelliklerini bilir. Hatta ‘’bu kişi beyazdır, gözü şaşıdır’’diyebilir. İlâhi Ferâset sahibi, ‘’ALLAH’’ ismine izâfe edilmiştir. Çünkü ‘’ALLAH’’ ismi bütün isimlerin hükümlerini kendinde toplayandır. Onu, söz gelişi el-Hamid ismine ait saysaydı, bu NÛR sahibi, özellikle övülen ve mutlu olanı görürdü.

Doğa, dört şeyden ibarettir: ATEŞ (Esir), HAVA, SU, TOPRAK.

Bu dört unsurun bedendeki karşılığı: SAFRA (Ateş), KAN (Hava), BALGAM (Su), SEVDA (Toprak) şeklindedir(dört HILT). Bu karışımlarda ruhâni güçler vardır ve kendilerinden ortaya çıkan cisimde itidâl (denge) ölçüsünde, ya da itidâle yakın bir ölçüde bulunursa, itidâlin sağladığı güzel ve beğenilmiş durumları, işlerde orta hareketleri sağlarlar. İtidâl üzere bulunmazlarsa, saptıkları duruma göre hareketleri ortaya çıkarırlar. Böylelikle, bu karışımların arasından daha güçlü ve daha çok olanın otoritesi bedende ortaya çıkar. Buradan bedene hastalık iliştiği gibi, nefse de kötü ahlâk ilişir.

Beden doktoru, itidâli gerçekleştirinceye kadar, bu karışımlardan eksik olanı arttırarak ya da fazla olanı eksilterek hastalıkları iyileştirir. İlâhi doktor ise (ki Peygamberlerdir), ahlâkı tedavi eder ve nefsani amaçları öğüt, zikir, tasviye, yüce davranışlar hakkında uyarı gibi hususlarla yönetir ve tedavi eder. Böylece, düşünen nefs ‘’NEFS-İ NÂTIKA’’ güçlenir. Bu öğüt, sapmış mizâcı ıslâha yardımcı olduğu gibi, aynı zamanda bedenin doğasını ve onda bozulmuş olanı düzelten doktora da yardım eder. Bu nedenle bazı doktorlar, belli hastalıklar için güzel sesler dinlemeyi, türlü çiçeklere sahip güzel yerlere gitmeyi, çağlayanları görmeyi, bülbül ve benzeri kuşların seslerini dinlemeyi salık verir. Bütün bunlar, doktora yardım etmek üzere, mizacın düzelmesine yol açan ruhâni tedavilerdir. Seslerle tedavi edilmeyen hastalıklar da vardır. Bu hastalıklar, zikrettiğimiz şeylerin zıddıyla düzeltilir. Bütün bunlar, güçlü ve baskın karışım ile onun karşılığında eksik ve zayıf karışıma göre yapılan tedavilerdir.

Hastalıkların bir kısmı, mizaç ve ahlâkın yapısında aslî olarak bulunur. Örn: gözlerin çok patlak veya içe batık olması, çok ince veya çok kalın burun, aşırı beyazlık veya aşırı siyahlık, saçların aşırı düz veya aşırı kıvırcık olması, gözlerin aşırı mavi veya sürmeli olması gibi. Bunlar itidalden saparak, iki uçtan birine varmıştır. İnsanın ahlâkı, bu organların kendinde bulunduğu itidâl ve sapmaya göre belirlenir.

İlâhi doktor (Peygamber, Vâris veya Hakîm) gelir, kendisine boyun eğen bu yaradılışın ihtiyacını bilir. Onu terbiye etmek ve mutluluğu için çalışmak amacıyla gemini ele geçirir. Doktor, sapma söz konusu ise, yaradılışının gerektirdiği yönün tersine yöneltir. İlâhi Doktor, tedaviyi sapmanın nerelerde kullanılacağını göstererek yapar, insan için yeni bir yaradılış meydana getirmez.

Güzel ahlâka gelirsek, yaradılışı itidâlde olan insan, bunlarda kendisini yönlendirecek birine muhtaç değildir. Çünkü onun yaradılışının mizâcı ve itidâli, kendisine sadece güzel ahlâkı verir.

Ferâset sahibi kimsenin kontrolündeki kişi; itidâlden sapmış ise, seyr-i sülukunda mücâdele ve riyâzat yolunu takip eder. İtidâl halinde ise, sülukunda gönlü hoş ve haz alan, sevinen, mutlu birisi haline gelir. Başkasına güç veren işler, ona kolaylaşır. Böyle bir insanın nefsi arınır, temiz âleme katıldığında, ilâhi göz ile bakar, ilâhi kulak ile duyar, onun gücüyle hareket eder. İşlerin nereden gelip nereye gittiğini, kendisinden neyin çıktığını ve nereye vardığını görür. ‘’imân ferâseti’’ budur ve söz konusu ferâset, Allah nezdinde verilen bir şeydir.

Âlemdeki sapma ve itidâlin esası veya bileşiklerde bazı unsurların, başka unsurlara baskın gelmesinin nedeni, ‘’İLÂHİ BİLGİ’’nin etkileridir. Bu bilgiden hareketle Allah, dilediğine merhamet eder, dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder, râzı olur ve öfkelenir.

Allah, bütün hareket ve eylemlerinin düzgün olması için yaradılışı mûtedil bir insan yaratmak istediğinde öncelikle, anne ve babaya mizacını düzeltici şeyleri yemeyi nasip eder. Allah mutlu bir yıldız ile feleklerin hareketini ona göre belirler. Bu durumda yaradılış, en mûtedil şekilde ortaya çıkar ve var olur. Böyle biri, ne uzundur ne kısa. Etinin yumuşaklığı, katılık ve incelik arasındadır. Rengi sarı ve kızıla çalacak şekilde beyazdır. Saçının uzunluğu dengelidir. Ne dümdüzdür, ne de bütünüyle kıvırcıktır. Saçında kızıllık vardır. Yüzü geniştir. Gözleri koyuluğa ve siyahlığa yatkındır. Baş kemikleri dengelidir. Omuzları paralel, boğazı ölçülüdür. Baldırında ve belinde et yoktur. Sesi kısık ve durudur. Ne kabarık ne de incedir. Parmakları ince ve uzundur. Avucu açıktır (cömert). İhtiyaç dışında pek az konuşur. Bakışında rahatlık ve sevinç vardır. Mala tamahkâr değildir. Muhatabının üzerinde tahakküm kurmak ve başkanlık etmek talebi yoktur. Aceleci olmadığı gibi yavaş da değildir. Hakîmlerin söylediğine göre, yaradılışı en mûtedil ve sağlam kişi budur. Efendimiz ‘’Hz. Muhammed ‘’de bu yaradılışta yaradılmıştır. Böylelikle O, zâhir ve bâtında, bütün yönlerden insanların en kâmili olmuştur.

Bazen, rahimde bir mizaç bozukluğu gerçekleşmiş olabilir. Böyle bir bozukluğun insanın rahimdeki oluşumu esnasında herhangi bir organa, ya da organların çoğuna ya da bir kısmına etki etmesi kaçınılmazdır. Bu etki, o esnada söz konusu organ için maddenin oluşturduğu nutfedeki çekici güce göre gerçekleşir. Bu durumda etki, ya yapının bütününde ya da bazı organlarda gözükür. Örn: Kişinin alnı geniş, çenesi dar, sakalı seyrek, yanakları etli ve saçı çok ise, ferâset sahibi hakîmler, ‘’bu nitelikteki birisinden öldürücü yılandan kaçar gibi kaçmak gerekir’’ demişlerdir. Saçın sertliği, cesarete ve dimağın doğruluğuna, yumuşaklığı ise korkaklık ve zekâ azlığına işaret eder. Karında ve göğüste kılların çokluğu, insanın doğasının vahşiliğine, anlayışının azlığına ve zûlmü sevmesine işaret eder. Kumrallık korkaklık ve öfkeye, saçın siyahlığı, akıldaki aşırı durağanlığa, yavaşlığa ve adâleti sevmeye işaret eder. Bunların arasındaki saç rengi ise itidâle işarettir.

Kırışık bulunmayan geniş alın, düşmanlığa ve kendini beğenmişliğe işaretken, genişlik ve darlık bakımından orta seviyede olan ve kırışıklık bulunan alın sahibi, doğru sözlü, sevecen, anlayışlı, bilgili, uyanık ve uzmandır. Kulakları büyük kişi bilgisizdir, küçük kişi ise ahmaktır. Kaş çokluğu, merâmını anlatamamak ve zayıf konuşmaya, kaşları şakaklarına doğru uzamış olan ise şaşkın ve kendini beğenmişliğe delâlettir. Büyük ve patlak gözlü hasetçi, gözlerinin çevresinde sarı noktalar bulunan kimse ise en şerlisidir. Burnu ince kimse pervasız, burnu büyük olan kimse cesurdur. Burnu kabarık olan öfkelidir. En itidalli burun belli bir ölçüde uzun olandır. Dudakları kalın olan ahmak, orta kalınlıkta olan dengelidir. Yüzü zayıf ve uzun olan arsız, şişkin olan öfkelidir. Yüksek ses cesarete, hızlı ve ince konuşmak bilgisizliğe işarettir. Avuçları dizine kadar değen, kolları uzun kimse cesaretli, cömert ve soyludur. Kolları kısa olan korkak ve kötülüğü sevendir.

Omuzların genişliği, eziyete tahammül etmeye, boynun aşırı uzunluğu tecessüs etmek gibi gereksiz işlerle ilgilenmeye, kısalığı ise öğrenilmesi gereken işlerde ihmalkârlığa işarettir. Boynun katılığı, bilgisizlik ve oburluğa, sertlik ve uzunluktaki itidali akla, tedbire ve samimi dostluğa, güvenilirliğe delildir. Çok hareketlilik, hilekârlığa, kendini beğenmeye ve düşüncesizliğe kanıttır. Aşırı beyazlık, insanın bakışını büsbütün nûr âlemine vermesi, aşırı siyahlık ise şehvet ve doğa âlemine bırakmasıdır. Uzunluk ve kısalık, insanın iki âlemden birisindeki bakışının süresine işâret eder. Bu süre uzarsa uzunluk, kısalırsa kısalık diye ifade edilir. Süre, ihtiyaç ölçüsünde olmalıdır.

Kendisine baktığında yüzü kızaran ve utanan, hatta bazen gözleri dolan veya istemi dışında tebessüm eden kimse, seni seven, sana muhabbet besleyen ve içinde sana karşı saygı bulunan kişidir. Az konuşmak ve gülmek, insanın hikmet yerlerini gözetmesi demektir. Böylece ihtiyaç ölçüsünde konuşur ve güler.

Bunlar, doğa bilginlerinden, tecrübe sahibi hakîmlerin sözlerinden aktardığımız (hikemi feraset ile ilgili) hususlardır. Bu nitelikler çoğalır ve azalır, fakat galibe aittir. Bazen bir şahısta eşitlenirler.

Kısaca, riyazet ve bilginin kullanımı, zikredilen her bir kötü niteliği ortadan kaldırmada etkindir. Kim bunu tecrübe ederse, söylediğimizin doğruluğunu görecektir. Çünkü adet beşinci doğadır (DENGE) ve onun aslî doğada etkisi vardır. Bütün bunlar tecrübe edilmiştir.

İnsan şeriate göre üç kişiden biridir: Birinci, ya katıksız bir BÂTINİ’dir. Bu kişi bize göre hal ve fiil bakımından TEVHİD’i soyutlamayı kabul eden kişidir. Bu durum, BÂTINİ’de olduğu gibi, şeriat hükümlerini işlevsizleştirmeye ve ŞÂRİ’nin amacından sapmaya yol açar. Herhangi bir dini ilkenin yıkılmasına yol açan her davranış, bütün müminlere göre, kesin bir dille kınanmıştır. İkinci şık olarak, insan kendini büsbütün bırakmış katıksız bir ZÂHİRÎ olabilir. Bu tavır onu (TANRI’yı) cisimleştirmeye ve (yaratıklara) TEŞBİH’e sevk eder. Böyle bir insan, tıpkı BÂTINÎ gibi, din tarafından kınanır.  Üçüncü olarak insan, dildeki anlayışa göre, şeriatle paralel yürür. Öyle ki; ŞÂRİ’nin yürüdüğü yerde yürür, durduğu yerde durur, ayak be ayak O’nu takip eder. İşte bu ‘’ORTA’’ haldir (Denge). Allah’ın onu sevmesi de bu sayede gerçekleşir.

Hz. Peygamber; ‘’Bana uyun ki, Allah sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın’’ demiştir.(A’li İmrân-31)

O halde ŞÂRİ’ye uymak ve izini takip etmek, Allah’ın kullarını sevmesini sağladığı gibi, mutluluk da böyle gerçekleşir. İşte bu iki sûretin ‘’ilâhi ve beşerî sûret’ in karşılıklı olmasının tarzıdır.

İbn. Arabi Hz. Fütühat-ı Mekkiye/7 Syf. 369-384

BİLGİ:

DENGE; İtidâl - Orta yol - Sırat-ı Müstakim – Kendi hakîkatine bağlanmak.

Ahlâkın bozulması; Dengeden uzaklaşmak, itidâlden sapmak, iki uçtan birine yönelmek.

İki yol arasında ‘’BERZAH’’ olan kimse, her iki yolu birden gözleyebilir. İkisinden birine yönelen ise, diğerinden habersizdir.

Konuşmanın;  itidâli  ‘’HİKMET’’,  Aşırılığı ‘’TAŞKINLIK’’,  Azlığı ‘’BÖNLÜK-AKILSIZLIK’’

Öfkenin; itidâli ‘’ŞECAAT-CESARET’’, Aşırılığı ‘’ÖFKE PATLAMASI’’, Azlığı ‘’KORKAKLIK’’

Şehvet; itidâli   ‘’İFFET’’, Aşırılığı ‘’SAPIKLIK-FUHUŞ’’, Azlığı ‘’HADIMLIK-DONUKLUK’’

Ne hava, ne de toprak ol. Su gibi ol. Su orta yoldur. Allah evreni Su’dan yaratmıştır. İnsan-ı Kâmil’de Su’dur.

Hizmette, Merhamette, Temizlikte, Sevgide, Maddiyatta-Mâneviyatta DENGE.

 

4 Ağustos 2016 Perşembe

KUŞLARIN DİLİ – SİMURG

Kitabın yazarı FERİDÜDDİN ATTAR; 12. Yüzyıda İRAN’da doğmuş, MEVLÂNA ve YUNUS EMRE gibi büyük Sufileri derinden etkilemiş, ‘’VAHDET’i VÜCÛD’’ kavramının yaygınlaşmasında etkin rol oynamış büyük bir Sufi ve düşünürdür.

Eczacılık, tıp ve hekimlik ile uğraştığı için ‘’ATTAR’’ lâkabını almıştır. Asıl adı Muhammed’dir. Anne ve babasını küçük yaşta kaybettiği, evlenmiş olduğu, bu evlilikten doğan oğlunu kaybettiği ve bir moğol saldırısında öldürüldüğü edinilen bilgiler arasındadır.

Çok fazla Şeyh ile tanışmış, lâkin hiç birine bağlanmamıştır. Herkesin kendi vicdanını sorgulayan ‘’Büyük Yargıç’’a güvenmesi gerektiğini de gizli bir mana olarak iletmiştir.

‘’Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden nasip verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur’’ Neml sûresi-16

Feridüddin Attar ‘’Kuşların dili’’ adlı eserinde mecâzen kuşları kullanmış, bunun sebebini de, ‘’eserimde insanları kullansaydım, o eseri okuyanlar kibre kapılırdı ve kimse bu esere kıymet vermezdi’’ diye açıklamıştır.

Hikaye şudur ki; Vaktin birinde, dünyadaki bütün kuşlar bir araya gelirler, kuşların padişahı olan  ‘’SİMURG’’u bulmaya dair sözleşirler. SİMURG; ölüp küllerinden yeniden doğan ve KÂF DAĞINDA yaşayan efsanevi bir kuştur.  Mürşid’leri ‘’HÜDHÜD’’ önderliğinde yol almaya niyet eden kuşlar, yolculukları boyunca Hüdhüd’ün Simurg’a dönük olan yüzü ile tanışırlar(Mürşid’in bir yüzü HAKK’a, bir yüzü HALK’a bakar). Hüdhüd’ü kılavuz alan kuşlar, aslında Simurg’a ulaşmayı hedef almışlardır.

Her bir kuş, yolda Hüdhüd’e kendini, kimliğini ve nefsini tanıtır. Yol uzun ve çetrefillidir. Aşılacak derin vadiler, geçilecek dağlar, bayırlar vardır. Yol uzadıkça, içlerinde derin özlemler belirdikçe, bahaneler ve vesveseler üretmeye başlarlar.

Kimi dünyasaldır, kimi aşksal, kimi yer ve yurt arayışındadır, kimi yaşadığı hayata özlemden dem vurur, kimi ailesini öne sürer, kimi öleceğinden korkar. Her biri başka bir cinstir ve her biri yaradılışının bir yüzünü yansıtır yolda. Hüdhüd’de bıkmadan usanmadan, kuşların kendisine yönelttiği bin bir çeşit bahaneyi BİLGE’ce cevaplar. Onlara, kimliklerinden arınmalarını, kendi ruhlarındaki sonsuz çeşit yüzleri ile tanışmalarını söyler ve hakikat olan yüzlerini açığa çıkararak, bu yolun sonunda kavuşacakları SİMURG’dan(HAKK’tan) haberler verir.

Aslında, her bir kuşun farklı farklı yüzleri yolun sonunda kavuşacaklarını umdukları SİMURG’un sonsuz yüzlerinden sadece biridir. Çünkü nereye dönseler SİMURG’un yüzü oradadır. Bunu derinden hissedenler için yol kolaylanır. Bunu göremeyenler ise yoldan ayrılır.Kuşlar, yoldan geri dönseler de, yola devam etseler de, sonunda yine SİMURG’a kavuşacaklardır. Hedef, ölmeden SİMURG’a ulaşmaktır.

Hüdhüd’ün yol boyunca kuşlarla sohbeti hiç bitmez, tükenmez. Çünkü sohbetin kazası olmaz, ibadet gibi değildir. Bu yüzden bir muhabbet, bin ibâdete yeğ tutulur.

Kuşların SİMURG’a ulaşabilmeleri için aşılacak ‘’YEDİ VADİ’’ vardır. Her vadi, aşılması gereken bir aşamadır, gelişme yolunda çıkılacak olan basamaklardır. Bu VADİ’ler:

İSTEK VADİSİ, AŞK VADİSİ, MARİFET VADİSİ, İSTİĞNA VADİSİ(Allah’tan başka bir şeye ihtiyaç duymamak/gönül zenginliği), TEVHİD VADİSİ, HAYRET VADİSİ,  FAKR-Ü FENA VADİSİ’dir.

‘’Fena Vadisini aşmak için ölmeden ölmeliydi kuşlar. Ve bunu başarabilen 30 kuş, düşledikleri ‘’BÜYÜK KUŞ/SİMURG’’ ile karşılaştılar. Gördükleri kendilerinden başka bir şey değildi. Çünkü orası bir  ‘’AYNA’’ydı. Kaç kuş ulaştı ise, o kadar kuş göründü karşılarında’’.

SİMURG; RÛH’UN BÜTÜNLEŞMESİ, ARINMASI VE DÖNÜŞÜMÜNÜN ORTAK YÜCE BİR SEMBOLÜDÜR. KÂF DAĞINDA YAŞAYAN VE KÜLLERİNDEN DOĞAN EFSANEVİ BİR KUŞTUR. ATEŞ KUTSİYETİN SEMBOLÜDÜR VE SİMURG, VARLIĞIN NEFSİNİN, ATEŞ İLE ARINDIKTAN SONRA, KÜLLERİNDEN YENİDEN DOĞUŞUNUN İFADESİDİR.

Bu kuş; Yunanca da ‘’Phoenix’’, İran’da ‘’SİMURG’’, Arap kültüründe ‘’Zümrüt-ü ANKA’’, Türk mitolojisinde ise ‘’TUĞRUL KUŞU’’ olarak anılmaktadır.

SİMURG’un kelime anlamı; 30 KUŞ DEMEKTİR. ÇÜNKÜ O YOLCULUKTA SADECE 30 KUŞ ONA ULAŞABİLMİŞTİR. GAYE BEDENLİ İKEN ONA KAVUŞABİLMEKTİR.

KUŞ DİLİ RÛH’UN DİLİDİR ASLINDA. TASADAN YANA NE VAR İSE ATEŞE ATILMALIDIR Kİ; YANSIN, KÜL OLSUN, KÜLLERİNDEN YENİDEN DOĞABİLSİN. YENİ DOĞMUŞ BİR BEBEK GİBİ.

İŞTE SİMURG FELSEFESİ BUDUR. O BİZİM YÜREĞİMİZDE, EN DERİNLERİNDEDİR VE HER ZAMAN ÇIKMAYI BEKLEMEKTEDİR.

YOL DA SENSİN, YOLCU DA SEN, ENİNDE SONUNDA BULACAĞIN YİNE KENDİNSİN UNUTMA.

Âlem Hakk aynasında yansır, insanda yansıyan o perdede yaşamı seyreder.

İnsan RÛH’tur, ancak MADDE’de var olur. İkisi de birbirinden ayrılamayan iki cevherdir. Bir ve bütün olmalarına rağmen ayrı görünmek zorundadırlar. Maddede RÛH vardır ve bu RÛH’u ortaya çıkarmak görevi insana bahşedilmiştir.

Hüdhüd; BİR’lik gözünden bakandır. Bakan ile bakılan ayrı olmayınca BİLGE sembolü ortaya çıkar. Hüdhüd yolu bilen, hem zâhirden, hem bâtından haber verendir. Bilen farklıdır. Bilen bildiğini anladığı andan itibaren görevdedir, hizmettedir. Görev, görev benimdir diyenlerindir.

‘’Hakk kokusundan gayrı, âlemde başka bir koku yoktur’’ der KÂDİM BİLGİLER. Ferididdin Attar bir koku ustasıdır. Âlemlere MİSK-AMBER kokuları saçan bir SÛFİ’dir. Koku alma büyük bir hafıza içerir.

İlâhi olan her şeyin bir kokusu vardır. Koku, RÛH kaynaklı bir cevherdir. Çünkü koku Kur’an-ı Kerîm’de ‘’REYHAN’’ olarak nitelendirilmiştir. REYHAN ve RÛH aynı kökten gelir.

Tanrı, RÛH’unu Âdem’in burnuna üflemiştir. Burun, zâhirde koku alma organıdır ve bâtında da koku hafızası Hakk’a yoculukta en büyük güç ve gayrettir.

Hakk’tan ilham getiren, ilhamını hitap ettiren, Hu’yu anan, Allah’ı kalben  zikr ve tesbih eden her varlık ‘’KUŞ DİLİ’’ nden konuşmakta ve ‘Aleme MİSK-AMBER kokuları saçmaktadır.  

‘’Onların sonları MİSK’tendir. Yarışanlar bunun için yarışsın’’  Mutaffifin sûresi-26


Allah idrakini nasip etsin. AMİN.
YENİDEN DOĞUŞ (REENKARNASYON)

YENİDEN DOĞUŞ BİLGİSİ, İNSANLIK KADAR ESKİDİR.

Örneğin; Dünya üzerinde 70 bin yıllık geçmişe sahip olan ‘’MU’’ dininin esası, ‘’Tanrının TEK oluşuna ve RÛH’sal gelişim için sürekli olarak tekrar doğmak’’ inanışına dayanmaktadır. Bu anlayışla; insan yaratıldığı zaman, maddesel bedeninin geldiği yere, toprağa geri dönmesi takdir olunmuştur. Maddesel bedenin ölümüyle serbest kalan RÛH’un da öte âleme giderek, yeniden bedenlenmek üzere, yeni bir çağrı alana kadar orada beklediğine inanılır. Çünkü; tek bir maddesel yaşamın tüm maddi arzuların üstesinden gelmeye yetmeyecek kadar kısa olduğunu, bu vazifeyi tamamlayana kadar RÛH’un bir çok defa, farklı bedenlerde dünyaya gelmesinin takdir olunduğu inancı hakimdir.

Dünyanın dört bir yanında, birbirlerinden habersiz ve bu yasayı bilmeyen insanların yaşanmış deneyimlerinden bahsedilir. Özellikle ülkemizde de Adana, Mersin, Hatay ve Antakya civarlarında bu deneyimleri yaşayan insan hikayeleri mevcuddur.

Budizm ve Hinduizm dinlerine göre; insan bitki olarak da, hayvan olarak da dünyaya tekrar gelebilir. En son TANRI olarak dünyaya gelerek gelişimini tamamlayacak ve bir daha doğmayacaktır.(Tekâmül için akıl gereklidir. Bitki ve hayvan bundan mahrumdur)

Batı dinlerinde ise, tekamül tamamlanana kadar, her seferinde insan olarak farklı bedenlerde dünyaya geliş inancı vardır. Bu inanç; Hindular, Budistler, Katharlar, Eseniler, Yezidiler, Dürziler,Nusayriler, Anadolu Kızılbaşları, Asyanın Şamanist topluluklarının pek çoğunda ve bazı Kızılderili kabilelerinde de mevcuddur.

Üç büyük din, Müslümanlık, Mûsevilik ve Hristiyanlık RÛH göçünü ve Reenkarnasyonu kabul etmez.

Simurg felsefesi ise; tam da bunu, tekrar doğuşu anlatır.Kuşların göçü, RÛH’ların göçüdür aslında.

Peki Simurg bâtini bilgisi, insan ile nasıl bağdaşlaştırılabilir?

Bir canlı dünyaya geldiği zaman, genlerinde ve DNA’sında bulunan tüm özelliklerle doğar. Her insan, anne ve babasının genetiğini aldığı gibi, onların da atalarına kadar uzanan bir serüvenin de bilgisini beraberinde getirmektedir. Tekrardoğuşu bu şekilde ele alacak olursak, her insan doğduğunda, binlerce yıl öncesinin atalarından getirdiği bilgi ile doğmaktadır. Özünde, cevherinde, DNA iplikçiklerinde ve tüm hücrelerinin atomlarında binlerce yıllık bir eseri de taşımaktadır ve bunu gelecek nesillere aktarmaktadır. Bu bir dönüşümdür, devri âlemdir ve tekrardoğuşun mistik bir gerçeğidir.

Bilgi kaybolmuyor, atom kaybolmuyor, toğrağa girip çürüse de yok olmuyor, yine o topraktan besleniyor. Tek yaratım Âdem’den günümüze kadar çoğalarak gelen her nesil, ilk insanın bilgilerini hücrelerinde ve atomlarında taşıyor. Çünkü kâinat yaratıldığından beri hiçbir atom yok olmadı ve hepsinin yaşı aynı. Kâinat yaratıldığından beri ne varsa, şu an bizim bedenimizde, hücrelerimizdeki atomlarda aynısı mevcud. Var oluştan bu yana, tecrübe edilen her bilgi DNA larımızda kayıt altına alınıyor. Ve bir sonraki nesle miras kalıyor. Kısaca bilgi, bedenlerimizde tekrar tekrar doğuyor. Bu, evrensel tekrardoğuşun mistik ve kuantum felsefesiyle açıklanmış hâlidir.

Bu, hiç ölmeyecek, her daim diri kalacak, evrensel bir yaşamın döngüsüdür. Sonsuzluğun devri âlemidir. Yüce Yaratıcı’ya iman ederken, bir sondan, bir yoktan söz etmek en büyük küfürdür. Yüce Yaradan her daim diri olan kainatı yaratmıştır. Yok olmayan, her daim dönüşen kutsal bir yolculuktur tekrardoğuş. Varlığın mevcudiyetinin sırrıdır. En büyük sır ise döngüdedir, dönüşümdedir.

Her ayrılış, tekrar kavuşmanın da garantisidir aslında. Çünkü, RÛH MADDE’ye kavuşma özlemi çeker. Madde de, her seferinde RÛH’u bekler, yolunu gözler.Her doğum, RÛH’un madde ile olan aşkıdır. Her ölüm ise ÖZ’üne kavuşmadır. Tekrardoğuşlar hiç bitmeyen RÛH’un sonsuzluğudur.
Tekrar doğmak, yeniden bir bedene doğmak mıdır, yoksa bilginin tekrar doğması, tezahürü, ortaya çıkışı mıdır? Rûh başka bedenden diğerine bedenlenmiyor, bilgi yeniden bedenleniyor olarak düşünmek gerek. SİMURG FELSEFESİ, KOLLEKTİF ŞUUR BİLİNCİDİR, ÖLÜMSÜZLÜKTÜR. Bir Tırtılın kelebeğe dönüşümüdür. Bilginin yeryüzüne yeniden doğması, kendinden kendine doğma halidir.

Kuantum felsefesinde, parça bütünün bilgisini taşır. Parçanın başına gelen, bütünün başına gelir. İkisi ayrılmaz bir bütündür. Çünkü, her şey enerjidir. Bir atom, kâinattaki tüm atomlarla ‘’AN’’ zaman içinde bilgi alışverişi yapar. Her şey, her şey ile etkileşir. Bir atomun bildiğini, bütün atomlar bilmektedir ve biz insanlar da dahil tüm evren atomlardan oluşmuştur. En küçük yapı taşı atomdur ve tüm atomların yaşı milyarlarca yıldır.

Simurg felsefesi, rûhun, sonsuz tekrardoğuşlarında âlemden âleme, oradan bütün âlemlere doğru yaptığı mistik bir yolculuktur. Tekrardoğuşun amacı, ‘’BEDENLİYKEN ALLAH’a ULAŞMAKTIR’’

Bunun için, MANA ve MADDE’yi henüz nefes alırken tamamlamak ve bir etmekten başka çıkış yolu yoktur. İşte TEVHİD’in hakikâti de budur.

Simurg ateşler içerisinde tasvir edilir. Çünkü, ateş kutsiyetin sembolüdür. Sufizim’de ateşin arındırıcı olduğu ve ateşe girenin NÛR olacağı inancı vardır. ATEŞ, ŞİDDETLİ NÛR’dur. Temizleyicidir.  (Kevser Yeşiltaş- Kuşların dili)

İslâmiyet bu konuya şöyle açıklık getirir. ‘’O, her an bir oluştadır’’ (Rahman sûresi 29)

Bu ayet; ‘’1.Her an yeni bir yaratmanın 2.Tecellinin tekrarının olmamasının 3. Her an yeni benzerin yaratılmasının’’ bilgisini verir. Buna ‘’Halk-ı Cedid’’ de denilir.

Yaşam, Rahman’ın nefes alıp verme hareketidir. Buna bağlı olarak Allah’ın yarattıkları da onunla beraber nefes alır, verir.

Allah kulunu her nefes öldürmekte ve her an yeni bir nefes ile diriltmektedir. Her nefes, nefsimizin tekâmülü için bir fırsattır. Her nefes, aslında tekrardoğuştur. Her nefes; yeni bir bilgi, yeni bir fırsat ve tekâmül için yeni bir umuttur.


Allah nasip etsin. AMİN.