12 Aralık 2017 Salı


FETÂ/FÜTÜVVET:

Hz. Peygamber Bedir savaşından dönerken; ‘’Esas şimdi daha zor bir savaşa gidiyoruz. O da nefsimizle savaş’’ diyerek, savaş sembolizminin bâtınî ve zâhirî yönleri olduğunu hatırlatır. Yine bir sözünde ‘’Ben kıyâmete yakın kılıçla gönderildim’’  derken kadîm kimya ilminde kılıç sembolizminin ‘’ARINMA’’ demek olduğundan hareketle, sanki ‘’İnsan rûhunu temizlemek için gönderildim’’ der gibidir. Sonra bu kutsal seyfullah’ı (kılıcı) Ali’ye verir. ‘’Lâ fetâ illâ Ali, lâ seyfe illâ zülfikâr’’ der, verirken. Yâni ‘’Ali gibi Fetâ (yiğit), Zülfikâr gibi kılıç yoktur’’

İslâm’ın bu kılıcı, zâlime karşı sallanan bir bayrak gibi Hüseyin’e geçer. Hamza’dan, Ali’den, Ebû Zer’den, Hüseyin’den geçerek gelen bu kılıcın rûhu daha sonra Cüneyd’ler, Sülemi’ler, İbnü’l Arabî’ler, Kübrâ’lar vb. gibi büyük âriflerin eliyle İslâm FÜTÜVVET neşvesi (sevinci) olarak sistemleştirilir.

Fütüvvet; sözlükte genç, yiğit, civanmert, delikanlı, cömert vb. anlamlara gelen ‘’FETÂ’’ dan türetilmiş bir kelime olmakla birlikte, daha ziyade İSAR (kendinden çok başkasını düşünme) ağırlıklı bir kavram olarak kullanılmıştır.

Sûfi çevrelerinde Fütüvvet kelimesinin çok geniş içerikli tanımlamaları yapılmıştır. Ca’fer es-Sâdık’a göre Fütüvvet; ele geçen bir şeyi tercihen başkalarına sunmak, ele geçmeyen bir şey için de şükretmektir. Ebû Bekir el-Verâk ise; kişinin hasmının olmamasını, yani herkesle iyi geçinmesini ve herkesle barışık olmasını, sofrasında yemek yiyen müminle kâfir arasında ayırım gözetmemesini Fütüvvet olarak târif etmiştir. Harakâni Hazretleri bu hâli ‘’Her kim bu eve gelirse ekmeğini verin, adını dahi sormayın, zirâ ulu Allah’ın dergâhında rûh taşımaya lâyık olan herkes elbette Ebû’l-Hasan’ın sofrasında ekmek yemeye lâyıktır’’ diye açıklar. 

Kûşeyri Hazretleri Fütüvvet’in; dilenci veya yardım isteyenlerin geldiğini görünce kaçmamak, insanlara eziyetten kaçınıp bol bol ikramda bulunmak olduğunu ifâde etmiştir. Sülemî’nin eserlerinde Fütüvvet; bir kimsenin başkalarının hak ve menfaatlerini kendisindekinden üstün tutması, başkalarından gelen ezâ ve cefâlara katlanması, hataları görmezden gelmesi, özür dilemeyi gerektirecek davranışlardan  sakınması, kendisini aşağıda ve başkalarını kendisinden kıymetli bilmesi, sözüne sadık olması, vefâlı olması ve olduğu gibi görünmesidir. 

İbnü’l Arabî Hz.leri ise Fütüvvet’i ilâhi bir sıfat olarak sayar. Allah’ın Fütüvvet kelimesinden türeyen bir ismi yoksa da Fütüvvet; Her şeyin Ona muhtaç olup, O’nun hiçbir şeye muhtaç olmamasıdır. Bu Fütüvvet tarifi Allah’ın SAMET ismini hatırlatır.

Hallâc-ı Mansur; Fütüvvet kavramını sebat yönünden ele alır ve Fütüvvet’i, ‘’bir dava sahibi olmak ve neye mâl olursa olsun bu davadan dönmemek’’ diye tarif eder. Süleyman Uludağ’a göre Fütüvvet, güzel ahlâkı temsil etmesi sebebi ile Tasavvuf’un temel terimlerinden biridir. Fütüvvet ehli Hak aşkı ve halk sevgisiyle doludur. Onlar, sevdikleri kimseye gerek sevdiği gerek sevmediği hususlarda mûhalif olmaz, dostları bağışlar, onları azarlamaz, halka güzel zan besler ve onlara saygıyı muhafaza eder.

Hâce Abdullah Ensârî’ye göre Fütüvvet; Hakk’a karşı karşılık beklemeden, O’nun iyi bir kulu olmak için çabalamak, halka karşı kendi kusurlarını gizlememek ancak başkalarının ayıplarını görmezden gelmek, nefsine karşı ise kibri ve kendini beğenmeyi bırakmaktır.

Sülemî, Melâmetiye Risâlesinde Fütüvvet’i şöyle anlatır: ‘’Âdem’in özür dileyiciliği, Nûh’un dayanıklılığı, İbrâhim’in vefâsı, İsmâil’in sadâkati, Mûsâ’nın ihlâsı, Eyyûb’ün sabrı, Dâvut’un ağlaması, Hz. Mûhammed’in cömertliği, Ebû Bekir’in inceliği, Ömer’in cesâreti, Osman’ın hayâsı, Ali’nin ilmi....’’ En büyük ‘’FETÂ’’ Hz. Mûhammed’dir. Çünkü kıyamet gününde herkes ‘’nefsim nefsim’’ diyerek nefsini kurtarma derdine düşerken o, ‘’ümmetim ümmetim’’ diye ümmetinin derdine düşecektir. Ancak; Fütüvvet geleneğinin Hz. Mûhammed’e vâris ve Fütüvvet anlayışını en iyi temsil eden Hz. Ali’ye dayandırılması dikkat çekicidir. Sonuçta Hz. Ali, ideal bir ‘’FETÂ’’ kimliğiyle bir sembol haline getirilmiş ve hemen hemen bütün Fütüvvet-nâmelerde kendisine özel bir yer verilmiştir.

Doğruluk, vefâ, cömertlik, kerem, güzel huy, din-dil-ırk-soy -renk ayırımı yapmaksızın herkesi bir ve eşit görmek, göz tokluğu, arkadaşlarla iyi geçinme, iyilik yapma arzusu, kötü söz söylememe, güzel komşuluk, güzel konuşma, ahde vefâ, çocukları terbiye etme, büyüklere edepli davranma, kin ve aldatmadan uzak durma, misâfire hizmet, kötülüğe iyilikle karşılık verme, tevâzu, şikâyet ve kibirden uzak durma, ana-babaya iyilik, akrabayı ziyâret, kabahati örtme, fakirlere acıma, zenginlere şefkât, âlimlere tevâzu, yalandan, gıybetten, kulağı yanlışı işitmekten, gözü haramdan uzak tutma, iyilerle arkadaşlık, kötülerden kaçınma, dünyadan yüz çevirme, Allah’a yönelme, belâlara sabır, Allah’ın yasaklarına uyma, az tamah, günahkârlara şefkât, içi ve dışı bir olma.  Hâsılı ‘’sünnete uymak ve güzel ahlâk’’  Fütüvvet’in yollarından ve huylarındandır.

Fütüvvet; çocukluk ve yaşlılık arasındaki bir dönemdir. Bu dönem, insanın yetişkinlik çağından kırk yaşına ulaştığı ömrüdür. Allah bu makam hakkında şöyle der: ‘’Sizi zayıflıktan yaratıp, zayıflıktan sonra güç yaratan Allah’tır.’’ İşte bu Fütüvvet halidir ve kişi bu halde GENÇ/FETÂ diye isimlendirilir. Allah ardından şöyle buyurur: ‘’Güçten sonra zayıflık ve yaşlılık yarattı.’’ (Rum-54) Buradaki zayıflık, ömrün sonuna kadar olan yaşlılık zayıflığı, yaşlılık ise vakar, yani hareketteki zayıflıktan meydana gelen durağanlık ve ağır başlılıktır. Çünkü vakar, ağırlık anlamına gelen VIKR kelimesinden türer.

Hz. İbrâhim’in bir yaşlıyı gördüğünde şöyle söylediği rivâyet edilir: ‘’Ey Rabbim! Bu nedir?’’ Allah şöyle buyurur: ‘’Vakardır’’ Bunun üzerine İbrâhim şöyle der: ‘’Allah’ım! Benim vakarımı arttır.’’

Bu makam ve hâlin mensupları, gençler/yiğitler diye isimlendirilir. Onlar, bütün güzel huyları elde etmiştir. Bir FETÂ, elde ettiği huyları kullanacağı ve kendileriyle görüneceği mahalli bilmedikçe güzel huylara sahip olamaz. Bu nedenle Fütüvvet ehli, geniş bilgi sahibidir. Binaenaleyh, varolanların değerini ve ilâhi mertebenin değerini bilen kimse GENÇ/FETÂ diye isimlendirilebilir.

GENÇ, kendi nefsinin arzusunu bırakıp efendisi ve Rabbi olan Yaratıcısına dönerek ‘’ben bir kulum (köleyim)’’ demelidir. Efendisinin sınırında durup onun kurallarına uyan ve kıyas veya teorik düşünceyle bir ekleme veya tevile eksiltme yapmadan getirdiği şeye muhalefet etmeyen kimse GENÇ diye isimlendirilir. GENÇ hasmı olmayan, yaratıklara muamele ederken, imkânı ve kudreti ölçüsünde Hakk’ı razı edecek şekilde davranan kimsedir.

‘’GENÇ/FETÂ’’ nefsinin arzularına karşı çıkabilen yiğittir. ‘’FETÂ, NEFİS PUTUNU KIRAN KİŞİDİR’’ Fetâ; irâdesine hâkimdir ‘’Rabbi için nefsinin hasmıdır’’ Fütüvvet ehli, cinsiyet gözetmeden Allah’a yakın olan kimselere denir ki, İnsan-ı Kâmil’ler bu gruba girer.

EL-FETÂ, Kûr’ân’da da geçmektedir. ‘’O yiğit gençler mağaraya sığınmışlardı’’ (Kehf-10) ‘’Hakîkaten onlar rablerine inanmış gençlerdi’’(Kehf-13) ’’Bir vakit Mûsâ genç adama şöyle demişti’’ (Kehf-60) ‘’Buluşma yerlerini geçip gittiklerinde, genç adama Mûsâ şöyle dedi’’(Kehf-62) ‘’Kendisine İbrâhim denilen bir genç delikanlı’’ (Enbiya-60)

Mânevî varlıkları çoğunlukla nesnel simgelerle açıklayan İbnü’l Arabî Hazretleri, Kâbe’yi tavaf ederken Hacer-ül Esved tarafından kendisine doğru bir yiğit delikanlının(EL-FETÂ) geldiğini söyler. ‘’EL-FETÂ’’ rûhun tecessüm ederek kişiselleşmesinin simgesel bir yöntemle anlatımıdır. EL-FETÂ, yiğit delikanlı, Şeyh’in hacda karşılaştığı kişiliktir.

EL-FETÂ, Hac ibadetini yapan Şeyh’e haccın başlangıcında gözüken ‘’Rabbani sıfatlarla donanmış rûhani bir Zât’’ olarak tasvir edilir. İbnü’l Arabî Hz.leri bunu ‘’ikilikten kurtulmanın bir sembolü’’  olarak yorumlar. Şeyh’in 560 ciltten oluşan şâheser eseri Fütühat-ı Mekkiyye, kendisinin FETÂ ile Kâbe’de ikinci kez karşılaşması sırasında doğmuştur.

İbnü’l Arabî Hz.leri FETÂ’yı şöyle anlatır; Hem mevcûd hem madûm (yok), hem basit hem mürekkep, ne diri ne ölü, bilinen ve bilen ilim, hikmet, hikmetin konusu ve Hakîm(Bilge), hem müşâhede eden hem müşâhede edilen, Kâbe’nin bir tecellîsi, ya da Kâbe’nin içeriği, onun sırrını teşkil eden varlık olarak bu FETÂ, ete ve kemiğe bürünen Kâbe’dir. KÂBE VAR OLUŞUN KALBİDİR.

EL-FETÂ; sükût hâlinde konuşur. Onunla Şeyh arasında geçen konuşma sessiz bir diyalogdur. Engin bir nûra benzettiği bu yiğit delikanlının kendisinde gizli olan bilgileri gözler önüne serdiğini, tavaf esnasında bu eseri mânen kendisinden okuduğunu belirtir. Ancak eserin yazıya dökülüşü 31 yıl sürmüştür. Şeyh; bu eseri rabbinden aldığı emir ile yazdığını sıkça vurgular.

Sülemî Kitâbü’l Fütüvve’sinde ‘’Fütüvvet’le Muhammed’e açık bir FETİH verildi’’ ifâdesini kullanır. Fütüvvet, FETİH ve FÜTÛHÂT kavramları ile ilişkilendirilmiş, İbnü’l Arabî Hz.leri de Fütûhât-ı Mekkiye (Mekke’deki Fetih’ler) adlı eserinde ‘’FETÂ olduğunu iddia eden kimsenin yaşlanmayacağı’’ bahsinde ’’FETÂ; FETİH ve FÜTÛHÂT sahibidir’’ diyerek bu üç kavramı birleştirmiştir.

Bu anlamda ‘’Fetih sûresinin 1. âyetinde ’’Hz. Peygamber’e adeta bir hitap vardır. ‘’Biz sana doğrusu açtık; feth-i mubiyn’i (apaçık, parlak zafer) verdik...’’

Hz. Resûlullah’ın (sav.) fetihleri üç kısımdır. Birincisi: Yakın fetihtir. Bundan maksat, NEFİS makamından yükselmek sûretiyle KALP kapısının açılmasıdır.

İkincisi: Rûh nûrlarının zuhûr etmesi ve kalbin RÛH makamına yükselmesi ile gerçekleşen apaçık, parlak fetih; FETH-İ MUBİYN. Böylece NEFİS de KALP makamına yükselir.

Üçüncüsü: Mutlâk fetih. Buna da ‘’Allah’ın yardımı ve fetih gelince’’ (Nasr-1) âyeti ile işaret edilmiştir. Bundan maksat da mutlâk FENA sonucu VAHDET kapısının açılması, zâti müşâhede ile CEM aynına gark olunması ve teklik nûrunun zuhûr etmesidir.

Sonuç olarak konuyu tek bir çatı altında toplarsak; Fetâ, nefis putunu kırarak nefsani arzularından kurtulan, irâdesine sahip, Peygamberin sünnetine uyan, güzel ahlâk sahibi kimsedir. Bu Fütüvvet ehli kimseler; nefislerini önce kalp, sonra rûh makamına yükselterek vücûtlarında BİRLİK bilincini oluşturmuş ve bu anlayışlarını hâl haline getirerek topluma örnek olmuşlardır. İstidatları ölçüsünde ismini; isimlerini, kendi hakîkatlerini açığa çıkaran bu kimseler Hakk’ın kâinatta kendileriyle tasarruf ettiği en temiz AYNA’lardır. 

Kaynak: İsmi geçen zâtların çeşitli risaleleri. Hz. Peygamber ve Fütüvvet kitabı.

21 Kasım 2017 Salı


KUANTUM FİZİĞİ VE FELSEFESİ

İnsanlık tarihi boyunca bütün toplumların, tek bir ortak noktası olmuştur. O da gerçeği aramak. Yüce Yaradan tüm kâinatı ve canlıları yarattı, kendi varlığı ile ilgili ipuçları bıraktı. Arayıp bulalım, çaba gösterelim istedi. Özünde mükemmel olan, Tanrısallık özelliği taşıyan rûh varlığının kâinattaki yolculuğu, bu ipuçlarını aramak, özünde var olan mükemmelliğini her boyutta tatbik etmek ve gerçeğe bir nebze yaklaşmaktır. Biz buna tekâmül diyoruz.

Doğada, yıldızlarda, hatta kendi gezegenimizde aranılan bu ipuçlarının, aslında kutsal âyetlerde bahsedilen, mistiklerin binlerce yıldan beri bahsettiği, tüm dinlerin şifrelerle ve sembollerle aktarmaya çalıştığı bir durum olduğu ve teknoloji ilerledikçe aslında aranılanın büyükte değil, küçükte olduğu ortaya çıkmaya başladı. Ve Kuantum keşfedildi.

Kuantum; insanlık tarihinin en büyük keşfidir. Kuantum kuramı; Atomu ve Atomaltı partikülleri inceler. Kuantum, bize görünmeyenin ardında görüneni, belirliliğin ardındaki belirsizliği, cansız maddenin ardındaki canlılığı, akıp giden zamanın değişkenliğini gösterdi. Kuantumun keşfi ile aslında küçük olandaki ipuçlarının değerlendirilmesi, değerlenmesi gerektiği fark edildi. Kâinatın en küçük yapıtaşı insan, insanın en küçük yapıtaşı atom ve atomun en küçük yapıtaşı olan Kuant’lar ve Kuant’ların soyut evrene açılan kapısında keşfedilen Takyon’ların görevleri anlaşılırsa gerçeğin görünür hale gelebileceği anlaşıldı. Kuant’lar maddi, Takyon’lar ise soyut evrenin yapıtaşlarıdır.

Takyon’ların görevi, bilgiyi arttırmak ve evrenin düzenini sağlamaktır. Kuant’ların düzensizliğinin aksine, onların bütünselliği düzeni sağlar. Kendi enerjilerini ve ısılarını kendileri yaratırlar. Ve bizim evrenimizde en yüksek hız olan ışık hızından milyonlarca kez hızlıdırlar. Zamanda ters yöne hareket ederler. Bizim zaman anlayışımız geçmişten geleceğedir. Takyon’lar ise gelecekten geçmişe doğru hareket ederler. Onların evreninde hız, zaman ile ters orantılıdır. Yani hız arttıkça zaman yavaşlar ve durur. Takyon adı verilen materyaller, bizim evrenimizde bulunmamakta, paralel evrenlerden gelmekte ve sadece laboratuvar ortamlarda tesbit edilebilmektedirler. Bizim evrenimizde de ışık hızına ulaşmaktadırlar. (Işık; bir saniyede 300 bin km. Yol alırken, rûh, bir saniyede tüm evrendeki her zerreyi tek tek dolaşabilir. Rûh enerjisinin zaman ile ilişkisi çok daha yoğundur)

Kuantum bize, baktığımız ve gördüğümüz her şeyin aslında bir de görülmeyen tarafı olduğu fikrini kazandırdı. Ucu bucağı belirsiz, sonsuz ufuklara yayılan bu Makrokosmos’u yani Büyük  Evreni hepimiz görebiliyoruz. Peki Mikrokosmos yani Küçük Evrene nasıl ulaşabileceğiz derken, en sonunda Mikrokosmos yani Küçük Evren de keşfedildi.

Kuantum fiziği, Atomaltı parçacıkların sırlar dolu perdesini biraz aralayınca anlaşıldı ki, Atomların içinde de ahenkli ve heybetli bir Kosmos var. Atom çekirdeği Proton’a sahip, Proton’un da içinde Kuark adı verilen milimetrenin trilyonda biri kadar küçük bir mekâna sığışmış parçacıklar var. Yani dünya içinde dünya, onun içinde de dünyalar.... Kuark’ları bir arada tutan da, Gluon denilen kütlesiz parçacıklar. Yani her şey birbirine enerji ile bağlı. Düzensizliğin içinde düzen olan bir Kaos’un mükemmel uyumu.

Bizler, Atomlardan meydana gelen insan varlıkları olarak enerji bütünüyüz ve enerji ile dopdoluyuz. Bir an dünyasal gözlerle değil de bir üst boyuttan baksaydık dünyaya, birbirimizi parlayan ışık halinde ve boşlukları olan süptil (lâtif) enerji olarak görürdük. Enerjetik boyutunu görmemize engel nelerdir dersek; tüm duyu organlarımızın şu veya bu şekilde mercekler sistemine göre ayarlanmış olmasındandır. Bizdeki beş duyuyu kaldırın, önümüzde engel kalmasın, sırf frekanslardan oluşan sonsuz bir âleme tanıklık edeceğiz. Bir de iyi ya da kötü olarak gördüğümüz her şeyin temelinin, sadece enerjilerden oluşan frekanslar olduğunu görseydik.......

ATOM; bir enerji bütünüdür. Hem dalga, hem parçacık özelliği taşıdığı için de şekli tam olarak görülemez. Bilim adamları Atomu devasa büyüten Atom mikroskoplarıyla incelemeye kalktıklarında çok şaşırırlar. Çünkü gördükleri ya parçacıktır ya dalga. Buna belirsizlik ilkesi denir. 

Yapılan çalışmalar, Atomaltı parçacıklarının bir enerji boyutundan, başka bir enerji boyutuna düzenli geçiş yapmadıklarını, âdeta sıçradıklarını keşfetti. Buna ‘’KUANTUM SIÇRAMASI’’ adı verildi. Atom partikülü sıçrama yapınca, o arada kalan nereye gitti denilirse, işte burada paralel boyutlar ve çoklu evrenler devreye giriyor. Görülebilir evrenimizin dışında, başka boyutların olduğu artık bilimsel olarak kabul görüyor. Parça bütünde, bütün parçadadır. Her şey her şeyle etkileşir. Hawking, mantıksal olarak beynimizde hiçbir şeyin bütünden bağımsız olarak gerçekleşmediğini ileri sürüyor. Tüm Atomaltı parçacıklar birbiriyle sonsuz zamanda haberleşirler. Tüm evren aynı An’da haberleşir. Çünkü en küçük zerrenin bildiğini evren de bilmektedir.       

Tüm sistemin bir frekansı vardır. Frekans 1 saniyedeki titreşim sayısıdır. Evren titreşen canlı bir organizedir. Uygulanan kuvvetin frekansı, uygulanan nesnenin frekansı ile aynı olursa, frekansın büyüklüğü artar ve buna REZONANS denir. Bazı duaların belli sayılarda söylenmesi, duanın kabul görmesi ile doğru orantılıdır. Kalp gözünün açılması, anlayışın değişmesi, Yaradan ile bütünleşme, zikir ile yapılan dualar ve mantra ile yapılan Meditasyonlar bunlara örnektir. İbadet; bedenin Atomları ile kâinatın Atomlarının irtibatını sağlamak için gereklidir. Ayrıca zikrin, beyin dalgalarını düzenleyici etkisi de vardır. Pozitif bir fikir, titreşim sayesinde beynin hücrelerini faaliyete geçirmektedir. Sevgi evrende var olan en büyük REZONANS örneğidir. Sevgi bir titreşimdir ve yüce Yaradan’ın sonsuz sevgisi sayesinde evren varlığını sürdürmektedir. İlâhi aşk da bir REZONANS durumudur ve Allah’ın evrende var olan yüce sevgi enerjisi ile REZONANS’a girmek, aynı titreşimsel ritmi yakalamaktır.

Evrenin her zerresinin frekansı, titreşme sayısı vardır. Sayısı bazı coğrafi bölgelerde farklılık gösterse de ortalama ölçüm saniyede 7.8 devirdir. Dünyanın titreşimi insanlar üzerinde de etkilidir ve biz zamanı, dünyanın titreşimine göre algılıyoruz. Titreşimlerdeki değişiklik, zaman kavramımızı da büyük ölçüde etkiliyor. Ne kadar hızlı titreşme olursa o kadar süptil (lâtif) bağlantılarımız kuvvetlenir, algılarımız ve anlayışımız değişir. Son ölçümlerde dünyanın REZONANS’ının saniyede 11 devire ulaştığı ve buna bağlı olarak da zamanın hızının arttığından bahsediliyor. Gün 24 saat iken, hissedilen 16 saat. Rûhsallığa daha yakın bir insanlık. Dünyanın yeni titreşimsel boyutuna uygun çocuklar doğuyor (Bilge rûhlu İndigo çocuklar). Bitki ve hayvanlar bu titreşime ayak uydurabilen canlılar. Çünkü dünya onlara ait. Bizler ise dünyada yaşayan bir türüz.

Her şey bir enerji. Düşünce bir enerji. Madde bir enerji. Enerji hem titrer, hem salınır. Evren de titreşen ve salınan enerji bütünü. Ve her şeyin bir titreşme sayısı var. İnsanlar 62-64 hertz titrerler. Organların da; karaciğerin, böbreğin ve kalbin ne kadar titrediği biliniyor. Cihaza giriyorsunuz, bütün vücudunuzu tarıyor ve titreme sayılarının farklılığından, azalmasından sorun olduğu tesbit ediliyor. Şifacıların yaptığı da bu. Şifa verme yöntemiyle, titremesi farklılık gösteren organ ile Rezonansa giriliyor. Şifa da aslında, niyet ile niyeti kabul eden arasındaki Rezonanstır. Anadolu’nun pek çok yöresinde, evlerimizde asılan nazar boncukları, Adaçayı tütsüleri ve dualar ile olumsuz enerjileri uzaklaştırmaya niyet edilir. Evinize gelen kişilerin sizin hakkınızdaki düşünceleri veya sizin başkaları hakkında düşündüğünüz olumsuz düşünce formları eşyalarınıza sinebilir. Çünkü düşüncenin de bir frekansı vardır. İşte olumlu düşünceler yüklenerek asılan bu obje ve dualar, mekânla Rezonansa girerek olumlu titreşimler yayar. Bizim yaydığımız enerjiler birbirimizi, dolayısıyla da kâinatı etkiliyor.

Madde enerji bütünüdür ve bize bahşedilen en büyük özellik düşünce ise ve düşünce de bir enerji ise, bizler düşüncelerimizle var olan her şey ile etkileşim halindeyiz. Olumlu psikolojinin hedefi, psikolojinin bir bilim dalı olarak yalnızca rûhsal bozuklukları iyileştirmek değil, olumlu niyetlerin yapılandırılmasına yönelmeyi de sağlamaktadır. Olumlu psikoloji; huzur, tatmin olma duygusunun gelişmesi, memnuniyetin artması, umut besleme, iyimser davranış, düşünce ve mutluluktur. Sağlıklı düşünce yapısı, fizik bedeni de sağlıklı kılar. Bizler, hayatımız boyunca her saniye pozitif olamayız. Bilim adamları, olumlu psikolojinin kişiler üzerinde ‘’OLUMSUZ’’ etki yaratabileceğinden de endişe etmişlerdir.  Önemli olan hayatın içinde ta kendisi olabilmek ve kendimizi unutmadan, merkezden uzaklaşsak da geri dönebileceğimizi bilerek yaşamaktır.

Tüm çocukluk boyunca, hep olumsuzluklarla büyütüldük. Yapamazsın, düşersin, tembel, kâbiliyetsiz, üşürsün, hasta olursun, elleme, yapma (subliminal mesajlar). Olumlu düşünmek öğrenilebilir ve öğretilebilir. Alışkanlıkların belli bir zamanı vardır ve genelde vücut 28 günlük bir alışkanlık süresi yaşar.  Enerji çalışmalarında da 21 günlük bir zaman diliminden bahsedilir. Olumlu düşünceyi de beynimize şuurlu olarak alışkanlık haline getirmeliyiz. Kuantum fiziğinde, benzer benzeri çeker, ne düşünürsek o enerjiyi yayınlarız; auramızda kalır ve düşündüğümüz şeylerin kalitesine göre düşük ya da yüksek frekanslı enerjileri çekmeye başlarız.

Hoşgörülü olun, enerjinizi koruyun. Hayat enerjiniz sizde kalsın. Aynı zamanda da başka enerjilerle de etkileşiminizi korumuş, negatif enerjilerden korunmuş olursunuz. Hem enerjiniz sizde kalır, hem de başkalarının negatif enerjilerini de kendinize çekmemiş olursunuz. Toplumsal bunalımların, kavga ve dövüş ortamının tek ve en güçlü doğuş sebebi SEVGİ eksikliğidir. Hoşgörülü olursanız seversiniz, sevilirsiniz. Hayallerinizin gerçekleşmesini istiyorsanız, bir kişinin hayalini gerçekleştirin.

Her olay, bize anlatmak istediğini bünyesinde gizleyen şifrelerden meydana gelmiş halkalardır. Bu şifreleri çözebildiğimiz oranda huzuru yakalayabiliriz. Çünkü tekrarlanan olaylar bize bir mesaj vermek istemektedir. O mesajı yakaladığımız, anlayışına vardığımız AN’da olaylar zincirinin dönüşümünü kırmış ve yeni anlayışlara yelken açmış olacağız. Tek yapmamız gereken gözlemdir. Olayın gelişi, şiddeti ve bittikten sonra bizde bıraktığı intiba. Bunları gözlemleyebildiğimiz, aklımızla, mantığımızla mûhakeme yapabildiğimizde, bize anlatmak istediğini anlayabildiğimizde onu rûhumuza aktarabiliriz. İnsan yaşamda kaldırabileceği kadar olaylar yaşar. Mutluluklar AN’lık ve geçicidir. İnsan hayatı boyunca mutlu olamaz. Olmaya çalıştığı için mutsuzdur. Hayat boyu mutluluk sadece masallardadır. İnsan dış kaynaklara bağlı kalmadan, mutluluğu içinde bulmalıdır. Bunun için de rûh dinginliği ve her türlü aşırı tutkudan uzak durmak gerekir. Şükür sahip olduğun ve olamadığın her şeye yapılmalıdır.

Nietche; ‘’Uçuruma bakarsan, uçurum da sana bakar’’ demiştir. ‘’Hiç’liğe bakarsan, Hiç’lik de sana bakar’’. Ektiğini biçersin, düşüncen ne ise O’sundur. Ego’ya sahibiz. Ve sahip olduğumuz şeyleri de gerektiği zaman kullanmalı, gerektiği zaman kontrol altına almalıyız. Istırabın kaynağı Ego’nun/Nefs’in denetlenmemesidir. Bunun ortadan kaldırılması da; doğru anlama, doğru niyet, doğru düşünme, doğru konuşma, doğru eylem ve çaba.....Gotama Buda buna ‘’ORTA YOL’’ der. Yaratılan ve var olan her şey bir amaç uğruna yaratılmıştır ve vardır. Evrendeki çeşitliliğin, çokluğun aslında bir ölçü ve denge içerisinde, bir bütün halinde ‘’BÜYÜK ZEKÂ’’ unsuru olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Bütün ile anlayabileceğimiz tek şey, hepimizin bir ve bütün olduğudur. Biz hatasıyla, doğrusuyla zaten bütüne hizmet ediyoruz, dolayısıyla da tekâmülümüzü gerçekleştiriyoruz.

Tüm kâinat; yasalar, ilkeler ve sistemler bütünü. Var olan her şey, canlı cansız Büyük Evren ve Küçük Evren (Atom, Atomaltı partiküller...) bu yasalara, ilkelere ve sisteme dâhildir. Ne yaparsak yapalım, bu yasalar ve kanunların dışına çıkamayız. Çünkü, Büyük Evren’in yapıtaşı olan insan ve insanın yapıtaşı olan Atom ve  Atomaltı dünyası, bu sistemin düzeni içerisinde yer alır.  Evren ve canlı cansız, tüm görünen görünmeyen her şey, ihtiyaca yönelik bir düşünce ürünüdür. ‘’Mistiklerin âlemlerin aslı hayaldir’’ sözü buradan gelir. Hayal kelimesi gereksizdir anlamında söylenmemiştir. Evren ilâhi düşünce ürünüdür. İlk Rezonans, ses titreşimi ile ‘’OL’’ kelimesi ile başlar. İlk yaratılan şey canlı düşünce enerjisiydi ve söz enerjisine dönüştü. İlk titreşimle kâinatı meydana getiren cümle ‘’OL’’ dendi. Kuantum felsefesi de bunu tamamıyla destekler.

Kuantum fiziğine göre; Her insanın Atomu ile bir kayanın, taşın Atomu aynıdır. Aynı yaştadır. Hiçbir Atomun, evren var olduğundan bu yana tanesi bile eksilmemiştir. Sadece dönüşmüştür. Bu yüzden ölüm ve yok olma yoktur. Dönüşüm vardır. Bir organizmayı meydana getirecek Atomlar toplanır (İcad),  bir tezahür oluşur. Ve o tezahür dağılır (İdam), başka bir tezahür oluşur. Bunun adı ölüm değil, dönüşümdür. Her şey bir enerjidir ve sonunda aslına döner. Tüm Atom ve Atomaltı partikülleri aynı yaştadır, ne eksilmiş ne de fazlalaşmıştır. Yok olmamış dönüşmüştür.

Sıfır dönüşümü simgeler. Sıfır/Sifr, hiç, boşluk anlamındadır. Tüm sayılar Bir’den çıkmıştır. Bir’de Sıfırdan. Sıfır, ne azalır ne çoğalır. Yuvarlak, daire şeklinde yazılır ve daire kusursuzluğun simgesidir. Mu dininde; ‘’Tanrı tektir, herşey ondan varolmuştur ve ona dönecektir’’ kavramı daire içinde NOKTA olarak sembolize edilir. Sırları bilen, sırları çözen Yılan da başta tıp olmak üzere pek çok yerde karşımıza çıkmaktadır. Kuyruğunu ısırmış yılan da evrendeki dönüşümü ifade eder.

Eski uygarlıkların mitolojilerinde; Aslan ve Güneş ilâhi irâdeyi sembolize eder. Atlantis’in tarih sahnesinden silindiği dönem Aslan burcuna denk gelmektedir. Sfenks’lerin başının insan, vücudunun ise Aslan olması bir dönüşümün sembolüdür. Denizkızı da bunlardan biridir. İnsanlaşan Aslan’lar, bilgelikten uzaklaşan bizim devrimizin insanlarını anlatmaktadır. Aslan’laşan insanlar ise galaktik ırkın sembolüdür. Hz. ‘Îsâ dedi ki; ‘’Ne mutlu, insanın yediği aslana ve aslan insan olacak, ve aslanın yediği insana  ve aslan insan olacak’’. Hz. Ali; Allah’ın Aslan’ı. Resmedildiği zaman Aslan resmi ile görülür. Hz. Ali, ‘’B’’ sırrının altındaki ‘’nokta’’. O nokta, evrenin yapıtaşı olan insandır ve insanın yapıtaşı da Atom’dur.

Atom, tüm kâinatın canlı veya cansızların yapıtaşıdır. Kâinatta bulunan her şey insan bedeninde de bulunur ve eksiklikleri hayati önem taşır. İnsan da bulunan elementler: Oksijen, Karbon, Hidrojen, Nitrojen, Kalsiyum, Fosfor, Potasyum, Kükürt, Sodyum, Mağnezyum, Bakır, Çinko, Selenyum, Molibdenyum, Flor, Klor, İyot, Mangan, Kobalt, Demir, Lityum, Stronsiyum, Alüminyum, Silikon, Kurşun, Vanadyum, Arsenik, Brom. Kutsal âyetlerde anlatılan ve önemle üzerinde durulan, insanın topraktan yaratılması, Kuantum fiziğinde de insanın toprakla aynı Atoma sahip olduğunun bilimsel olarak ıspatıdır.

Tüm yaratılanlar Öz’de eşittir, farklı boyutlarda, zamanlarda ve ortamlarda farklılık ve çeşitlilik gösterir. Bu çeşitlilik ve farklılık onların eşit olmadığını asla göstermez. Kâinattaki tüm düzen, eşitlik ve denge, seçme özgürlüğü ilkesinden dolayıdır. Çünkü her varlık, özündeki varlıksal ihtiyaca uygun olanı seçer ve tatbik eder. Bir yaratılan diğer bir yaratılana müdâhalede bulunamaz, engelleyemez, zarar veremez, önüne arkasına geçemez. Kimse kimseden ne üstündür, ne de aşağıdadır. Çünkü eşitlik ilkesi söz konusudur. Öz’ünde birlik ilkesi taşıyan varlık, tecrübe ve çaba göstereceği her ortamda vazifesini lâyığıyla yerine getirmekte, O birliğe hizmet etmektedir..

Mistiklerin (Özündeki hakîkati arayanların) ‘’âlemlerin aslı hayaldir’’ sözü ve kuantumun keşfi ile anlaşılan maddenin %99’unun boş olması, örtüşüyor olabilir. Makro ve mikro kosmos boşluklardan meydana gelmiştir. İmam Rabbani (1563-1624) maddenin içi BOŞ’tur demiştir. Bu boşluk da ESİR maddesi ile kaplıdır. Esir, Atomun yapıtaşıdır. Akıcı ve nüfus edicidir. Her yerdedir. Isı, ışık ve sesin, elektriğin yayılması Esir’in varlığının en güzel delilidir. Çünkü boşlukta ısı ve ışık yayılmaz. Tüm kâinat, en küçük zerresine kadar Esir maddesiyle doludur. Esir denilen madde, ‘’AN’’ zaman da haberleşmeyi sağlamakta, kâinatta her şey ‘’AN’’ zamanda haberleşmektedir.

Zaman dediğimiz kavram, gerçekten akan bir şey midir?. Dün, bugün ve yarın. Geçmiş, şimdi ve gelecek. Biz An’da iken geçmiş nerede?. Nereye gidiyor ya da kayboluyor?. Gelecek önümüzde mi duruyor?. Oysa zaman gelişmiyor, akmıyor, geçip gitmiyor. Bizim beyinlerimiz, algılarımız, bilinçlerimiz gelişiyor, bedenlerimiz gelişime uğruyor, teknolojide varılan sonuçlar gelişiyor, fakat zaman ne ilerliyor, ne geriliyor. Zaman sonsuz bir kavram. Zihin geçmiş ve gelecekte iken, bizim bedenimiz şimdi de. Şimdinin ve An’ın enerjisini alamıyor bir türlü. Zihin o kadar meşgul ki, gelen enerjiler ona teğet geçip gidiyor. Şimdi’nin gücünü bir türlü yakalayamıyor.

Hayatta başarıyı yakalamış ve planlarını gerçekleştirebilen kişiler, örnekleri saymakla bitmeyecek kişiler var; onların bedenlerinin ve zihinlerinin aynı zamanda yaşamayı başarabilmesinden dolayıdır. Şimdi’nin gücü işte burada yatıyor. Zaman ile mekânı çakıştırmak. Başına gelen her şeyin ona ceza olarak verildiğini düşünenler, şansının yaver gitmediğini düşünenler, sürekli kaderine kızanlar ve küsenler. Geçmişteki her şeyi affetme, korkularını yenme çalışmaları, planlar, hedefler.... An’ı bir kez yaşadığımızda aldığımız haz, bizi hep An’da kalmaya ikna edecektir. Sezgilerimiz artacak, rüyalarımız değişecek, düşüncelerimiz pozitifleşecek, daha mutlu ve huzurlu olacağız. Çünkü An’daki enerji evrensel enerjidir, bütündür, ne geçmiş vardır, ne gelecek. Zaman ve mekân mevhumu geçicidir. Her şey An’da gerçekleşmektedir.

Kutsal âyetlerde bahsedilen en çarpıcı sembolik ifade ‘’DİRİ’’ olma meselesidir. Kuantum kavramı, her şeyin canlı olduğunu ortaya koyar. Tüm kâinat canlıdır ve her türlü bilgiyi bünyesinde saklar. Diri Bilge’liktir, bilginin sembolüdür. Çünkü ölüm ve uyku dünya yaşamını simgelerken, DİRİ olmak, BİLGİ sahibi olma anlamında kullanılmıştır. Eğer insan, ezel ile ebed arasında rûhun varlığının amacını, dünyadaki yaşamın uyku ve dünya malının geçici olduğunu bilirse diri olacaktır. Dirilik yüce Yaradan’a kavuşmaktır. Diri ve ölümsüz Yaradandır. Tek yol ve hedef; gerçek bilgiye ulaşma ve Yaradan’ı tanımadır. Bunun için de yola kendimizi tanıyarak çıkmalıyız. Tüm dinlerin; inanç, ahlâk ve felsefi sistemlerin, en ilkel inanışların bile ortak özelliklerinden bir tanesi insanın kendisini tanımasıdır. ‘’İlacın senin kendindedir ve görmüyorsun ve hastalığın da senden, ama şuuruna varamıyorsun ve sen kendi cirmini çok küçük zannediyorsun, halbuki âlem-i ekber senin içindedir’’ (Hz. Ali)

Bilgi tek bir kaynaktan yayılır. Biz varlıklara düşen onu uygulamak ve bilgi ile hareket etmek, naçizane yorumlamaktır. Bilgi paylaştıkça değer kazanır ve değeri artar. Bilgiye sahip çıkalım, koruyalım, paylaşalım ama sahiplenmeyelim, kendimize mal etmeyelim. Her şeyin Öz’ü birdir. Kâinat (görünen ve görünmeyen evren) bilgi ile inşa edilmiştir. Bizlerin Öz’ü bilgidir.  Bilgi bize, dosdoğru ve apaçık verilmiyor. Şifrelerle, kodlarla ya da sembollerle kapatılarak aktarılıyor. Araştır ve bul; yaşa ve öğren; düşe kalka çabala ve bul. Yani bize hedeflenen kendi kendimize bulmamız. Herkes kendi yolunu kendi bulmalı. Fakat o yolu bulanlar da nasıl bulduklarını anlatmalı ki, bir sonrakilere yardımı olabilsin. Gerçek, herkesin içinde, gönlünde ve rûhunda gizlidir. Herkesin bir gerçeği vardır. Bizler hepimiz tek tek, rûhumuzun enerjisini yeryüzüne, maddeye aktarmak ve maddeyi de tekâmül ettirmekle görevli varlıklarız.

Özünde tüm bilgilere sahip olan varlık, dünyaya doğduğunda tüm gerçekleri neden unutmuştur?. Neden kendisine sürekli hatırlatılması için görevli varlıklar gönderilmiştir ve ayetler, kutsal kitaplar sunulmuştur?. Dünya üzerinde bulunan dört kutsal kitap, birbirini tamamlayıcı bilgiye sahiptir ve en son gönderilen Kûr’an’daki tamamlayıcı ve bütünleyici bilgi akışı ile son bulmuştur.

Beden ölüyor, toprak oluyor; tüm bilgileri, DNA bilgileri kaybolmuyor, toprağa karışıyor. Atomları titreşiyor ve evren ile Rezonansa giriyor. Bilgi kaybolmuyor. Hiçbir Atom kaybolmuyor, sadece dönüşüyor. Çünkü tüm yaşadıklarımız bedene, hücrelere ve Atoma siniyor ve ölünce bu toprağa geçiyor, oradan titreşmeye devam ediyor ve biz topraktan besleniyoruz. Dönüşüm var, bilgi de dönüşüyor. Tekrar doğanlara geri dönüyor bilgilerimiz. Rûh başka bir bedenden diğerine bedenlenmiyor, bilgi yeniden bedenleniyor. Bilginin yeniden doğuşu, yoksa bir insanın yeniden doğması değil. Bilginin sürekli kayıt halinde olduğu bir evrende yaşıyoruz. Sevgi; evrensel bilgi deposuyla, kaynağıyla Rezonansa girilerek bilgi edinilmesi en önemli titreşimlerinden biri.

Evren, kâinat ve tüm âlemler ile onlar içerisinde bulunan görünen/görünmeyen tüm varlıklar arasında iletişimi sağlayan, haberleşmeyi tanzim eden basit bir enzim daha var. Adı DMT. Kısaca Tanrısal parçacık. Beyinde EPİFİZ BEZİ’nin bir enzimi. Ancak derin uyku esnasında, yani REM uyku devresinde salgılanıyor. Hatta zifiri karanlıkta. Salgılanması rüyaların görüldüğü evreye denk geliyor ve etkilerinin arasında zaman algısında değişim oluyor. Sadece doğum ve ölüm anında en yüksek seviyede salgılanıyor. Gece yarısından sonra da beynimizde minumum düzeyde bir salgı var. Kısacası geceleri evren ve tüm varlıklar ile iletişim halinde insan. Bilgi alışverişi.

Ancak; Varlık bildiğinden sorumludur. Merkeze yaklaştıkça mesâfe azalır fakat bilgi ve sorumluluk artar. Merkeze ne kadar yakınsan, o kadar uzağa fırlarsın. Ne kadar çok bilgi, o kadar sorumluluk demektir ve beraberinde bir o kadar da imtihan getirir. Bu imtihanlar hiç bilmeyen bir kişinin yaşadığı imtihanlarla kıyaslanamaz. Çünkü bilenle bilmeyen bir değildir artık. Herkes bilgisi sorumluluğunda imtihanlar yaşar. İmtihanı geçmemek diye bir durum söz sonusu değildir, önemli olan ne kadar zamanda olayı toparlayabildiğin ve farkına vardığındır. Sen Bir GÖZLEMCİ’sin, Çemberin hem içinde, hem dışında olmalısın.

Belki üç boyutlu dünyada yaşıyoruz, fakat zihin olarak hâlâ iki boyuttayız. Zihnimizin sınırlarını biraz açarak, evrendeki enerjiyle etkileşerek, Yüce Yaradan’ın izlerini takip etsek ve yorumlasak, gerçeğe ulaşmamız ‘’AN’’ meselesidir.

ÖZET’le; Kuantum fiziğini anlamadan, kuantum felsefesini çözmek; yaşamı, doğayı, evreni ve insan davranışlarını anlamak mümkün olamaz. Atom seviyesindeki partiküllerin çalışma prensibini anlarsak var olan her şeyi de idrakimiz ölçüsünde anlayabiliriz. Sadakallâhül Azim.

Kaynak: Kevser Yeşiltaş/ Kuantum fiziği ve Felsefesi


7 Kasım 2017 Salı

TÖVBE

‘’Allah tövbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir’’. (Bakara-37)

TÖVBE, DÖNMEK DEMEKTİR. Tövbe hem kul, hem de Allah içindir.
Tövbe kula nisbet edilirse,  GÜNAHLARDAN  İTAATE,
Allah’a nisbet edilirse, CEZADAN MAĞFİRETE(Bağışlamaya) dönüş anlamını taşır.
Allah tövbeyi emretmiştir. Çünkü Allah, kullarının Rahmet’inden ümit kesmesini yasaklamıştır.

Tövbe tıpkı sabun gibidir. Nasıl ki sabun insanı tüm kir ve pastan arındırırsa, tövbe de insanın gizli kirlerini siler götürür. Eğer kul kötülüklerden döner, amelini düzeltirse, Allah da onun durumunu düzeltir. Bu kuluna daha önce kaçırmış olduğu nimetleri tekrar verir.

EL-TEVVAB; iyiliğinle kuluna dönen demektir. Duayı vermekle, özür dilemeyi bağışlamakla, tövbeyi ise mağfiretle(Affederek) kabul edendir.

İyi ameller  Hakk’ın divanında,  günahlar ise meleklerin divanında bulunur. Çünkü Hakk temizdir ve sadece  temiz  şeyleri  kabul edebilir. Meleklerin divanında bekletilen günahlar, kulun tövbesiyle temizlendikten sonra Allah’a yükseltilir.Tövbe, nefsin işlemiş olduğu kötülüklerden dolayı üzüntü duymasıdır.

ALLAH YOLUNA GİREN KİMSELERİN İLK MAKAMI TÖVBE’DİR. İNSANIN GÜNAH İŞLEDİĞİNDE TÖVBE ETMESİ FARZ’DIR.

Tövbe, üç unsuru birleştirir. Günaha pişmanlık, şimdiki hâlde günahı terk, gelecekte de günah işlememeye niyet.

DÖNMEK ANLAMINDAKİ TÖVBE ÇEŞİT ÇEŞİTTİR. Örn: GÜNAHTAN İTAATE DÖNME: Allah’a teslim olmak, şikâyeti terketmektir. TABİATTAN ŞERİATA DÖNMEK: Çirkin huylarımızdan; Allah’ın istediklerini yapmaya, istemediklerini yapmamaya yönelmektir. ZÂHİRDEN BÂTINA DÖNMEK: Halk’tan Hakk’a, yani hayal ve mâsiva olan dünyadan Yaradan’a dönmektir. Halk’tan Hakk’a dönmek, Allah dışındaki her şeyden yüz çevirmektir.

Bir de TÖVBE’ye TÖVBE vardır. Kul günah işlemeye tövbe eder, tövbesini bozar, tekrar tövbe eder. Bu durumda TÖVBE’ye TÖVBE , tövbeyi  gerektiren günaha tövbe demektir. Ayrıca, kişi tövbesi nedeniyle nefsine bir değer atfederse, gerçekte bir günah olan beğenmişlik duygusu ortaya çıkarsa böyle bir TÖVBE’ye TÖVBE gerekir. ‘Onlar dönsünler diye Allah da onlara dönmüştür’’ (Tevbe-118) ayetinden anlaşılan, Allah kendisine dönmediği sürece kulun tövbesinin geçerli olmayacağıdır. O zaman, ‘’TÖVBE’ye TÖVBE’’ kulun kendi başına tövbe edebileceği iddiasından tövbe etmektir.

Tövbenin anlamı; şimdiki zamanda günahı bırakmak, gelecekte yapmamaya niyetlenmektir. Halbuki gelecek zamana dönük böylesine bir kararlılık, MÛHAKKİK SÛFİLERE göre bir edepsizliktir. Çünkü, insan Allah’ın ilminde tekrar günah işleyeceği belirlenmiş kimselerden olabilir. Bu durumda kararlılık hükmü karşısında ezilmek yerine, O’na karşı hükümranlık iddiası taşıyabilir. Bu durum onun günahının katmerleşmesine yol açar. Birinci günah edepsizlik, ikincisi RAB’bi ile yaptığı sözleşmeyi bozmaktır.

TÖVBE DE İNSANLARIN MERTEBELERİNE GÖREDİR. AVAM’IN (Sıradan insanın) TÖVBESİ; geçmişte yaptığı, halen yapmakta olduğu hatalardan tövbe etmek ve ileride hata yapmamak üzere niyet edip bu konuda  kararlı olmaktır. HAVAS’IN (Seçkinlerin) TÖVBESİ  İSE; KALP, Allah’ın zikrinden gafil olduğu ve dünya nimetleri ve vesveselerinden etkilendiği  zamandır.

Allah’ın kulundan beklediği, günahları kendine huy edinmemek için daima tövbe ve istiğfar üzere bulunmasıdır. İnsanı Allah’tan uzaklaştıran günah değil, günahta ısrar etmek ve tövbeyi unutarak  şeytana uymaktır.

Allah merhametlilerin merhametlisidir.  Kulu dönüp tövbe ettikçe, iblis gibi ısrar etmedikçe  bakar, yine bakar, sonsuz olarak bakar, bir oldu, iki oldu, nihayet üç oldu ‘’yetişir artık’’ demez, sayısız olarak döner bakar, çünkü RAHİM(bağışlayan)dir. Tövbe esasen rücu etmek, geçmiş asla dönmek demektir. Kula nispet  edilirse; günah halinden, asli düzgün haline dönmek, Allah’a nispet edilirse; öfkeden Rahmet’e dönmek manâsındadır.

Yaratılış sırrında yatan en büyük hakikat, Allah’ın kuluyla  RAB (terbiye edici, eğitici) diliyle konuşması, kulun ise mutlaka Allah’a dönmek için gayret içinde olmasıdır.

ANCAK GAYRET DE EZELİ NASİPLE ALAKALIDIR.


Rahmet’in üzerimize devamlı yağdığını hissedebilmek için dua, ibâdet, hatta yalvarmak gerekir. Allah ile irtibatta olan diridir ki, günahı lûtfa çeviren işte onlardır.  İnsan; en büyük günah olan benliğini, kulluğa ve hiçliğe çevirmelidir.

TÖVBEKAR; ALLAH'IN İLMİNDE GÜNAHA DÖNMESİ TAKDİR EDİLENLERDEN İSE, GÜNAH İŞLEDİĞİNDE İKİ GÜNAHLI OLUR.

TÖVBEYE NİYET ETMEYEN TEKRAR GÜNAH İŞLEDİĞİNDE, TEK GÜNAHLI OLUR. ANCAK GÜNAHI TERKE NİYET  ‘KUL İLE RAB’Bİ ARASINDA BİR AKİD ‘’ ANLAMINI TAŞIR. KUL NİYETTEN SONRA TEKRAR GÜNAHA DÖNERSE, HEM GÜNAH İŞLEDİĞİ, HEM DE RAB’Bİ İLE ARASINDAKİ AKDİ BOZDUĞU İÇİN İKİ GÜNAHLI OLUR.

‘’Allah’a dönünüz’’ (Nûr- 31).   ‘’Allah dönenleri sever’’ (Bakara-222).

‘’DÖNÜNÜZ’’,  yani dönünüz ve sizden çıkan bu fiili nisbet ettiğinizin kim olduğuna bakınız. O zaman fiilin size değil Allah’a ait olduğunu anlarsınız. Çünkü fiil ZAT’tan ayrılamaz.

SUFİ, geçmiş ve gelecek günahlarla ve pişmanlıklarla uğraşmaz. O İbn’ül Vakt’tir.(Vaktin  çocuğu) AN’ı yaşar. Çünkü geçmiş hayal, gelecek ise meçhuldür.Kim zamanını geçmiş ve gelecekle doldurursa  AN’ı kaçırır.

KUL; kendi hemcinslerinden biri kendisine bir kötülük, bir haksızlık yaptığında, bu kötülüğe karşı iyilikle karşılık verir ve ona kötülükle mûkabelede bulunmaya kalkışmazsa, yani bu şekilde Allah’a dönerse, bu kul  ‘’TEVVAB’’ diye adlandırılır.Yani Allah’ın ‘’iyilikle kuluna dönen’’ ismini tam tecelli ettirir. Bu isme AYNA olur.

Sana karşı kötü davranışta bulunanları affedersen, Allah’da kendisine karşı yaptığın kötü davranışlardan dolayı seni affeder.

Ey İman edenler! Allah’a nasuh bir tövbe ile dönün’’(Tahrîm-8) NASUH; yırtıkları yamayan, delikleri kapayan, bozuğu düzelten ve gedikleri dolduran samimi bir tövbe ile Allah’a dönün. Çünkü herhangi bir makamın gediği, bozukluğu ve eksikliği, ancak ondan daha yüksek bir makama yükselerek, ondan tövbe etmekle kapanır, düzelir ve giderilir.

SONUÇ  OLARAK  GERÇEK  TÖVBE  MUHAKKİKLERİN  (Tevhid ehlinin) TÖVBESİDİR.

Allah kullarına tövbe etmelerini  emretmiş  olmasına  rağmen TÖVBE,  yani DÖNME ayrılmayı gerektirir. Bu ise kulun Rab’binden ayrılması demektir, bu da mümkün değildir. ‘Her nerede olursanız  O, sizinle beraberdir’’ (Hadid-4)

Mûhakkiklere göre tövbe; kulun bir ilahi isimden, başka bir ilahi isme dönmesidir. Örn.  El- Muntakim (İntikam alan) isminden, El- Gaffar (Ayıpları örten) ismine dönüş gibidir.

GERÇEK DÖNÜŞ (TÖVBE) ALLAH’ADIR.’’ ALLAH’A DÖNÜNÜZ’’ (Nur- 31). ‘’DÖNÜŞ RAB’BİNEDİR’’ (Alak- 8). ‘’VARIŞ  RAB’BİNEDİR’’ (Necm- 42).

YANİ HEPİNİZ  DAYANDIĞINIZ  ÖZEL İSİMDEN,  ALLAH  İSMİNE DÖNÜNÜZ. BU DA BÜYÜK BERZAH’LIK  (ASLA, KAYNAĞA DÖNÜŞ)  MAKAMIDIR. 

Sadakallâhül Azim. AMİN.

(C.Nur SARGUT- TÖVBE  Kitabından)
SECDE

’Hani biz meleklere, Âdem’e secde edin demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler’ (Bakara- 34).

Arapçada SECDE; itaat etme, boyun eğme, saygı gösterme, başı öne eğme, selamlama, alnı yere koyma, ibâdet kastıyla eğilme, teslim olma, bir kimsenin hükümranlığı altına girme anlamlarını taşır. Ayrıca SECDE, tevâzu ile alçalıp baş eğmek olup, ‘’kibr’’ in tam zıddıdır.

İnsan, iki Hakikâte sahip olarak yaratıldığı için Allah’ın senin üzerinde iki secde hakkı vardır.

- KÜLLİ SECDE,

- ÖZEL SECDE veya KALBİN SECDESİ.

KÜLLİ SECDE; İnsan, âlemin toplamı olması yönünden secde ettiğinde(mecmu’ul-âlem), secdesi külli secde olur. Hakk’a bütünün açısından(külli) secde et. Bu bütün âlemin secdesidir. Bu durumda âlemin hakikâtlerini secdende ifâ etmiş olursun. Hakk, külli secdende bütün secde sahiplerinin diliyle sana nida eder. Sen de bu nidayı işittiğinde, külli secde ettiğini anlarsın. Âlemde Allah’a secde etmeyen hiçbir varlık yoktur. ‘’ 7 kat gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tesbih ederler.Her şey onu hamd ile tesbih eder. Ancak siz onların tesbihlerini anlayamazsınız’’(İsra-44)

ÖZEL SECDE veya KALBİN SECDESİ; Allah yüzü ŞEHADET  âleminden, kalbi ise GAYB âleminden  yaratmıştır. Yüzün secdesi Kâbe’ye, kalbin secdesi ise  Tanrı’yadır. Yüzün secdesinin başını secdeden kaldıracağı bir süresi var iken, kalbin secdesinden sonra kalkmak söz konusu değildir. İnsanın secdeden başını kaldırması, Allah’tan gafil olmak ve O’nu eşyada unutmak diye isimlendirilen şeydir. Binâenaleyh kalbinin secdesinde başını secdeden kaldırmayan kimse, her şeyde sürekli olarak Hakk’ı müşahade eder. Bu kişi, gördüğü her şeyin öncesinde Allah’ı görür.

KALBİN  SECDESİ  GERÇEKTE  HAKK’I  MÜŞAHADE  ETMEKTİR. ÂHİRET GÜNÜNDE  SORGU  VE  SUALE  TABİ OLMAYACAK KİMSE, KALBİ SECDE EDEN KİŞİDİR. (İbn’ül Arabî Hz. Fütühat-3)

‘’Her şey bir üst makama secde eder. Koruk üzüme, cansız cisimler bitkiye, bitki hayvana, hayvan insana, insan ise meleğe secde eder.  Melek  Tanrı’ya, Melik’e secde eder ve Melik  insanın  hülasasıdır (ÖZÜ)’’ (Sultan Veled- Maârif)

PEYGAMBER, NEBİ VE VELİ’LER KALBİ SONSUZA KADAR SECDEDE OLANLARDIR. 

Şeytan bunlara ulaşmak için yol bulamaz. Veli hakkında bu koruma,  ‘’MÛHAFAZA’’ (hıfz) diye isimlendirilirken, Nebi ve Peygamberler hakkında ‘’İSMET’’ (masumluk) diye isimlendirilir.

Nebiler içte ve dışa(batın ve zahirde) şeytandan korunmuş kimselerdir. Onlar bütün hareketlerinde  Allah tarafından mûhafaza edilir ve sakınılır. Allah onları, örnek alınsınlar diye görevlendirmiştir. Onlar söz ve fiilleri ile hüküm koyarlar. Hz. Peygamber kendi şeytanı, yani onunla  SORUMLU YAKINI hakkında,  ‘’Allah bana, ona karşı yardım etmiş , o da Müslüman olmuştur ‘’demiştir.

Veli ise, Allah’ın dilediği bir şeyi kalbine aktarması esnasında, şeytanın yapmasını arzuladığı bir işten korunmuştur. İŞTE NEBİLERE ÖZGÜ İSMET (masumluk) İLE, VELİLERE ÖZGÜ MÛHAFAZA (hıfz) ARASINDAKİ FARK BUDUR.

Şeytan insandan ancak kalbiyle ve yüzüyle (batın ve zahir) secde ettiğinde uzaklaşabilir. Çünkü secde kulun Rab’bine en yakın olduğu eylemdir. ‘’Secde et ve yaklaş’’(Alak-19)

Allah meleklere, Âdem’e secde edin emrini verdiğinde, melekler birinci secdeyi emir ile, ikinci secdeyi Âdem’de Allah’ın tecellisini görerek yapmışlardır. Burada bahsedilen secde  saygı gösterme, yüceltme ve  SELÂM secdesidir. İbâdet secdesi ise sadece Allah’a yapılır.

ÇÜNKÜ SECDE ALLAH’TAN BAŞKA KİMSEYE OLMAZ.

Peki ÂDEM neden SECDE mahalli olmuştur? Âdem Halk olunmazdan evvel Cenâb-ı Hakk emâneti göklere, dünyaya ve dağlara arz eyledi. Bunlar kabul etmeyip özür dilediler. Fakat insan zayıf ve âciz Halk olunmuşken, emâneti nefsine yükledi ve sonra ağırlığına tahammül edemeyip, ayağı sürçtü ve diz üzeri gelip ‘’Yarabbi nefsime zûlmettim’’diye yalvarmaya başladı. Cenâb-ı Hakk, niyâzını kabul etti ve onu Rahmet’ine gark etti. Çünkü Âdem; Nefsinin hazlarını terk edip, Allah’ın RIZA’sını kabul ettiği için, nefsine zûlmederek emâneti kabul etmişti. İşte Âdem’den gayrısı, gök ehli ve dağlar cümlesi nefslerinin hazlarına halel gelmemesi için emâneti kabul etmemişlerdi. Bunun için Cenâb-ı Hakk Âdem’i meleklerden efdal(üstün) eyledi ve meleklere Âdem’e secde etmelerini emreyledi. (Kâzım Büyükaksoy)

Gazâli, Râzi ve Arabî Hz. ile bir grup ÂLİM, Hz. Âdem’e secde edenlerin yalnızca yeryüzü melekleri olduğu, bir kısım meleklerin veya gökteki meleklerin ise Âdem’e secde ile emrolunmadıkları görüşündedir. A’râf sûresi 10-11. Âyetlerden anlaşılacağı üzere Hitap; Âdem(a.s.)in şahsında Şeytan dışında bütün insan cinsini kapsadığının işaretidir.(Niyâzî Mısrî Divanı)

‘’Âdem’e  secde edenler 4 kısımdırBirinci kısım, Allah’ın emriyle ve Âdem’de Hakk’ın tecellisini görerek iki secdeye de  varanlardır. Hz. Hâtice, Hz. Ebubekir ve Hz. Ali gibi.

 İkinci kısım,  evvela secde etmeyip sonra secde edenlerdir. Hz. Ömer gibi.

Üçüncü kısım, önce secde edip sonra etmeyenlerdir. Vahiy kâtibi İbn-i Serh gibi.

Dördüncü kısım ise, ne önce, ne de sonra secde etmeyenlerdir. Ebû Cehil gibi’’(Ken’an-ER RÎFÂİ Hz.)

Birinci secde ŞERİAT secdesi olup, ibâdetle Allah’a varmaya çalışanlardır. İkinci secde HAKÎKAT secdesi olup, bunlar AŞIK’lar ve MECZÛP’lardır. İki secdeyi birden yapanlar KÂMİL İNSAN’lardır. İki secdeyi de yapmayanlar ise ŞEYTAN ve TAİFESİ’dir.(Mahmut Sami Ramazanoğlu)

Birinci secde GAYB’a imân, İkinci secde Allah’ın NÛR’unu görüp, secde etmektir. İkinci secde, aynı zamanda UBÛDİYET(Kulluk),  yani Halk’tan Hakk’a dönüştür(BEKÂ). (Cîlî Hz. Ahmet-ER RÎFÂİ Hz.)

BİRİNE SECDE ETMEK, ONUN İÇİN ÇALIŞMAKTIR. Bütün varlıklar insanlara secde  eder. Mevcûdat; aralarında Kâmil İnsan bulunduğu için insanlara secde eder. Çünkü, bütün insanlar, Kâmil İnsan’ın parazitidirler. (Nesefî Hz.)

Secde kulun Rab’bi ile buluştuğu yerdir. Secde kulluğu simgeler. Kulun secdeye varmak için eğilmesi, Rahman’ın  GECENİN SON ÜÇTE BİRİNDE dünya semasına inişini simgeler. Allah dünya semasına tenezzül ederken ‘Yokmu benden bir şey dileyen, vereyim’’ diye kuluna seslenir.

Secde Allah’ın hakikâtine duyulan hürmet ve teslimiyettir. 3. Secde Kâbe’de yapılır. Kâbe ortadan kalktığında, herkes birbirine secde eder. Secde ettikleri , kulda tecelli eden Allah’ın hakikâtidir.

Bütün bunların olabilmesi için, beşerin Allah’ın aynadaki hakîki tecellisi olan Hz. Peygambere, ya da kendi devrinde Peygamberin sırtında taşınarak içimizdeki putları kıran varisine secde etmesi  lâzımdır. Buda Hz. Ali makamı olan İnsan-ı Kâmil’lerdir.

ÂDEM  KALP’TİR. MELEKLER BİZDEKİ KUVVET VE MELEKELERİMİZDİR. MELEKLERİN ÂDEM’E SECDESİ,  KİŞİNİN  KENDİNDEKİ SÜFLİ(aşağı)  KISIMLARININ,  BİRLİĞİ GÖSTEREN  ULVİ(mânevi)  KISIMLARINA SECDESİ DEMEKTİR. YANİ NEFS’İN RÛH’A SECDESİDİR. KALP RÛH İLE NEFS ARASINDA YER ALIR. KALP NEFS’E  YÖNELİRSE  KARARIR.  RÛH’A  YÖNELİRSE  AYDINLANIR. BUNU  BAŞARAN ARİF OLUR. O ZAMAN O KALP’TE GÖNÜL OLUR. GÖNÜL DE  ALLAH’IN  İKÂMET  ETTİĞİ  YERDİR.

ALLAH HEPİMİZE NASİP ETSİN. AMİN. Sadakallâhül Azim.

24 Ekim 2017 Salı

HZ. SÜLEYMAN VE SEBE MELİKESİ BELKIS:

Hz. Süleyman; Hz. Davud’un oğludur.

Hz. Davud; İsrailoğullarına gönderilmiş bir peygamber, aynı zamanda Hükümdar’dır. Soyu Hz. Yakub Peygamberin oğlu, Yehûda’ya dayanmaktadır. Kudüs’te doğmuş, yaşamış ve ölmüştür. Kendisine İbrani dilinde Zebur kitabı indirilmiştir. Sesi çok güzel ve tesirli olup, Kur’ân’da pek çok ayette kendisinden bahsedilmektedir.

‘’Onun (Davud’un) hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve güzel konuşma (Hakk ile bâtılı ayırma yeteneği) vermiştik.’’ (Sâd, 20)

‘’Ey Davud! Muhakkak ki biz seni yeryüzüne Halife kıldık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah’ın yolundan saptırır.’’ (Sâd, 26)

‘’And olsun, Davut’a tarafımızdan bir üstünlük verdik. Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber tesbih edin, dedik. Ona demiri yumuşattık. Geniş zırhlar imal et, dokumasını ölçülü yap. (Ey Davut hanedanı!) İyi işler yapın. Kuşkusuz ben, yaptıklarınızı görmekteyim, diye (vahyettik)’’ (Sebe, 10-11)

And olsun rûh Davud’unun mertebesini yükselttik, ilmî ve amelî kemâlatı verdik. Bedenin azaları olan dağlara ve rûhani kuvvetler kuşlarına onunla beraber tesbih edin dedik. Unsurlardan oluşan cismani tabiat demirini onun için yumuşak hale getirdik. Vera ve Takva heyetlerinden geniş zırhlar yap, dedik. Çünkü insanı nefsin arzularının kılıçlarından ve şeytani dürtülerin oklardan koruyacak en güvenli zırh, Takva’dır. 

Hz. Süleyman; Gazze’de doğdu, babasının yerine Hükümdar ve Allah’ın izniyle Peygamber oldu. Babasının yapımına başladığı Mescid-i Aksa’yı, tamamladı. Kudüs’te vefat etti.

‘’Sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü yine bir aylık mesafe olan rüzgârı da Süleyman’a verdik ve onun için erimiş bakırı kaynağından sel gibi akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı, onun önünde çalıştı. Onlar Süleyman’a kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. (Sonunda yere) yıkılınca anlaşıldı ki cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.’’ (Sebe, 12-14)

Kalp Süleyman’ının emrine hevâ rüzgârını verdik. Bedenin donmuş tabiat katresini ibâdet ve mûamelatta devamlılık göstermesi sûretiyle erittik, akmasını sağladık. Vehmi ve Hayalî kuvvetler cinlerininden bir kısmını onun emrine verdik. Süleyman’a/Kalb’e; Mânevi rızık ve  rûhani gıda kaplarını yaparlardı. Onun rûh makamında fenâ bulduğunu, sır halinde Allah’a yöneldiğini, Asa’sı olan hayvani nefse galip gelen zayıf bedensel kuvvetlerin hareketiyle anlayabildiler. Çünkü hayvani nefis; kalbin yükselişi ile zayıflar, gücü düşer. Hayali kuvvetler; sır makamı gaybını bilselerdi bu küçük düşürücü duruma düşmezlerdi.

‘’And olsun ki biz, Davud’a ve Süleyman’a ilim verdik. Onlar: Bizi, mümin kullarının birçoğundan üstün kılan Allah’a hamd olsun, dediler. Süleyman Davud’a vâris oldu ve dedi ki: Ey insanlar! Bize kuşdili öğretildi ve bize her şeyden (nasip) verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur.’’ (Neml,15-16)

Rûh Davut’una ve kalp Süleyman’ına ‘’ilim’’ verdik. Kalp ‘’Süleyman’’ı, Kral olan Rûh ‘’Davud’’una Siyaset, Nübüvvet ve Hidâyet olarak varis oldu. Bedensel kuvvetlerin başına reis olduğu zaman onlara dedi ki; Bize rûhani kuvvetler kuşlarının dili (Ledün ilmi) öğretildi. Ve bize külli ve cüzzi idrâklerden, kesbî ve vehbî (vâsıtalı ve vâsıtasız) kemâlattan verildi. Bu zâhir bir kemâldir ki, bu kemâle sahip olan başkasından üstün olur.

‘’Süleyman’ın, cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil orduları toplandı: hepsi bir arada (onun tarafından) düzenli olarak sevk ediliyordu.’’ (Neml,17)

Vehmi ve hayali kuvvetler cinlerinden ve onların etkenlerinden, zâhiri duyu insanlarından ve rûhani kuvvetler kuşlarından oluşan orduları, hevâ rüzgârlarının boyun eğdirilmesi neticesinde toplandı. Hepsi bir arada ifrâda kaçmadan, tefride düşmeden düzenli olarak.....

‘’Nihayet Karınca vâdisine geldikleri zaman, bir karınca: Ey karıncalar’ Yuvalarınıza girin: Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin! dedi. (Süleyman) onun sözünden dolayı gülümsedi ve dedi ki: Ey Rabbim! Beni, gerek bana gerekse ana-babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kulların arasına kat’’ (Neml,18-19)

İlmi hikmet yolunda bayağı melekeler kat ederken, mal ve sebepleri biriktirme hırsı karıncası vadisine geldiklerinde ‘’Bir karınca’’, kötülük melekesi ve hırs etkenlerine kaynaklık eden meleke şöyle dedi; ‘’Ey karıncalar!’’, zapt edilemez hırs etkenleri ‘’yuvalarınıza girin’’ kalp ve ruhâni kuvvetler, öldürmek ve yok etmek sûretiyle sizi kırmasınlar. Çünkü akıl gücü onun ayağını kırmış, hızlı yürüyüşünden ve tabiatına muhalefet ettiğinden topal kalmıştı.

Süleyman (Kalp), bayağı melekelerin ortadan kalkması ve faziletli melekelerin gerçekleşmiş  olması nedeniyle sevindi. Kendisine, nefsinin sıfatlarından ve fiillerinden fena bulmak şeklinde bahşettiği nimete, nefse ve rûha yani anne ve babasına, nimete şükretmesini muvaffak kılması için dua etti.

‘’(Süleyman) kuşları gözden geçirdi ve şöyle dedi: Hüdhüd’ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?  Ya bana (mazeretini gösteren) apaçık bir delil getirecek, ya da onun canını iyice yakacağım, yahut onu boğazlayacağım!’’ (Neml, 20-21)

Süleyman (Kalp), rûhani kuvvetler kuşlarının durumunu gözden geçirdi, düşünen kuvvet Hüdhüd’ünü onların arasında göremedi. Çünkü düşünen kuvvet, vehmin emrine girdiği zaman kayıptır. Düşünme gücü olabilmesi için akla itaat etmesi gerekir. Onu; vehme itaat etmekten alıkoymak ve akla itaat etmek hususunda güçlü bir riyazete tabi tutacağım.

‘’Çok geçmeden (Hüdhüd) gelip: Ben, dedi, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana çok doğru (ve önemli) bir haber getirdim. Gerçekten, onlara (Sebe’lilere) hükümdarlık eden, kendisine her şey verilmiş ve büyük bir tahtı olan bir kadınla karşılaştım’’  (Neml, 22-23)

Hüdhüd; kudsi bir varlık olduğu için riyazet zamanı fazla sürmedi ve apaçık bir delille çıkıp geldi. Ben, dedi; Beden şehrinin hallerine, küllilerle birlikte cüzileri de idrâk etmeye dair şeyler öğrendim. Çünkü Kalp; kendi başına, bizzat ancak külli şeyleri idrâk eder ve bunları kıyas ile sonuç çıkarmada cüzzi şeylere eklemez. Sebe’den; cesed şehrinden, duyularla müşâhede edilen bir haber getirdim.

‘’Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için doğru yolu bulamıyorlar. (Şeytan böyle yapmış ki) semalarda ve arzda gizleneni açığa çıkaran, gizlediklerinizi ve açıkladığınızı bilen Allah’a secde etmesinler.’’ (Sebe, 24-25)

Beden şehrine hükümdarlık eden bir kadın ‘’hayvanî rûh’’ ile karşılaştım. Kendisine bedeni yöneteceği, bedene hükmetmesini sağlayan tüm sebepler verilmiş ve bedensel tabiattan ibaret bir tahtı olup ona dayanmaktaydı. O ve kavmi dünyevi akıl güneşine boyun eğip emrine girmek, hükmünü kabul etmek sûretiyle secde ediyorlardı. Rûhun ve Hakk’ın emrine uymuyor, ona ibâdet etmiyorlardı. Bunun için de, tevhidi, dosdoğru yolu bulamıyorlardı.

(Nefs böyle yapmıştı) Allah’a secde etmesinler; rûhlar semalarından ve cisim arzından gizlenmiş potansiyel kemâlatı açığa çıkarmasınlar, boyun eğmesinler diye.

 ‘’O’’ Allah’dır. İlâh yoktur. Ancak ‘’O’’ vardır. Aziym Arş’ın Rabbi’dir’’ (Sebe, 26)

Her şeyi kuşatan Arş’ın sahibi Allah’tır.

‘’(Süleyman Hüdhüd’e) dedi ki: Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız. Şu mektubumu götür, onu kendisine ver, sonra onlardan biraz çekil de, ne sonuca varacaklarına bak.’’ (Sebe, 27-28)

Kalp, Düşünen kuvvete; ‘’vehme mi tabi oldun, fasit/bozuk hayalleri mi düzdün göreceğiz, ‘’Şu mektubu’’ ameli Hikmet’i ve İlâhi şeriatı götür, kendisine ver, itaat edip boyun eğmeyi kabul edecekler mi, yoksa yüz mü çevirecekler’’ dedi.

‘’(Süleyman’ın mektubunu alan Sebe melikesi,) Beyler, ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı, dedi. Mektup Süleyman’dandır, Bismillahirrahmanirrahiym/ Rahman ve Rahîm olan Allah adıyla (başlamakta) dır. Bana baş kaldırmayın, teslimiyet gösterip bana gelin, diye (yazmaktadır)’’ (Sebe, 29-30-31)

Mektup Süleyman’dandır; Kalpten sudûr etmiş ve fikir vasıtasıyla nefse ulaştırılmıştır. Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyladır. Galibiyet kurmaya, istila etmeye kalkışmayın. Bana gelin. Boyun eğmiş ve teslim olmuş olarak.

 ‘’(Sonra Melike) dedi ki: Beyler, ulular! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan (size danışmadan) hiçbir işi kestirip atmam. Onlar, şu cevabı verdiler: Biz güçlü kuvvetli kimseleriz, zorlu savaş erbabıyız: buyruk ise senindir: artık ne buyuracağını sen düşün’’ (Sebe,32-33)

Melike’nin; ‘’Beyler, ulular! Demesi, nefsin kabiliyetine, cevherinin temizliğine işarettir.
 ‘’Melike: Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı perişan ederler ve halkının ulularını alçaltırlar. (Herhalde) onlar da böyle yapacaklardır, dedi. Ben (şimdi) onlara bir hediye göndereyim de, bakalım elçiler ne (gibi bir sonuç) ile dönecekler.’’ (Sebe, 34-35)

Bir memleketin perişan edilmesi, üstün ve şerefli olanların zelil kılınması, bunların hazlardan ve lezzetlerden men edilmesine, kuvvetlere galip gelip istila eden unsurların riyazetle ezilmesine işarettir. Gönderilen hediye; maddi idrakler, nefsani şehvetler, vehmi ve hayali lezzetler mallarından oluşan süslerdir.

‘’(Elçiler, hediyelerle) Süleyman’a gelince şöyle dedi: Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Hediyenizle (ben değil) siz sevinirsiniz.  Onlara geri dön! İyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları muhakkak sûrette hor ve hakir halde oradan çıkarırız.’’ (Sebe, 36-37)

Süleyman/Kalp şöyle dedi; Allah’ın bana verdiği, yakinî marifetler, kutsi hakîkatler ve nûrani müşâhedeler, size verdiği maddi, hayali ve vehmi süslerden daha iyidir. Onlara; rûhani kuvvetlerden ve ilâhi nûrların desteğinden oluşan ordularla geliriz. Onları zorla, istilâ ederek oradan çıkarırız.

‘’(Sonra Süleyman müşavirlerine) dedi ki: Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o melikenin tahtını bana getirebilir? Cinlerden bir ifrit: Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm yeter ve bana güvenebilirsiniz, dedi.’’ (Sebe, 38-39)

Nefsin ve kuvvetlerinin ahlâk ve ibâdetle yaklaşmalarından önce kim beden şehrinin hükümdarı konumundaki hayvani rûhun tahtını getirebilir. İfrit’ten maksat, vehimdir. Çünkü vehim, tabiat kuvvetlerini korku ve ümitle kendine boyun eğdirir. ‘’onu sana getiririm’’, sen sadır makamından bulunduğun, sır makamına yükselmediğin sürece.

‘’Kendisinin de Kitaptan (Allah tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse ise: Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm, dedi. (Süleyman) onu (Melikenin tahtını) yanı başına yerleşmiş olarak görünce: Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lûtfundandır. Şükreden, ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir.’’ (Sebe, 40)

‘’Kitaptan bir ilmi olan kimse’’ ameli akıldır. Sahip olduğu ilim ise ameli hikmet ve şeriattir. ‘’Gözünü açıp kapatmadan’’ hakîkatleri, külli marifetleri idrâk etmeden önce ’’getiririm’’. Süleyman; Hayvanî rûhun tahtını ‘’yanıbaşında’’ kendisiyle bütünleşmiş, haliyle sabit, itaate yatkın görünce şükretti.

‘’(Süleyman devamla) dedi ki: Onun tahtını bilemeyeceği bir hale getirin; bakalım tanıyacak mı, yoksa tanımayanlar arasında mı olacak. Melike gelince: Senin de tahtın böyle mi? Dendi. O şöyle cevap verdi: Tıpkı o! (Süleyman şöyle dedi): Bize daha önce (Allah’tan) bilgi verilmiş ve biz Müslüman olmuştuk.’’ (Sebe, 41-42)

Melikenin tahtı; Riyazet aracılığıyla adetleri değiştirilince, yerilmesi gereken davranışları terk edilince, ifrat düzeyine ulaşmış yeme, içme ve uyuma gibi davranışları; aza kanaat getirmek, geceleri uykusuz kalmak ve zayıf kalmış rûhanî kuvvetleri de yüksek düzeye ulaştırmak sûretiyle ters yüz edilince tanınmaz hale geldi.  Melike tahtı görünce; ‘’tahtın bu şekli şimdiki halime, önceki şekli de önceki halime uygundu. Ama ben ulvî cihete yönelince, düzgün hale geldi’’ dedi. 

Süleyman/Kalp; ‘’fıtrat misakı esnasında bize ilim verilmişti ve dünya hayatımızdan önce boyun eğip teslim olmuştuk. Biz bu misakı unutmuştuk, hatırladık’’ dedi.

‘’Onu, Allah’tan başka taptığı şeyler (o zamana kadar Tevhid dinine girmekten) alıkoymuştu. Çünkü kendisi inkârcı bir kavimdendi. Ona: Köşke gir dendi. Melike onu görünce derin bir su sandı ve eteğini yukarı çekti. Süleyman: Bu, billûrdan yapılmış, şeffaf bir zemindir, dedi. Melike dedi ki: Rabbim! Ben gerçekten kendime yazık etmişim. Süleyman’la beraber âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum.’’ (Sebe, 43-44)

Ona; sadır makamı olan köşke gir denildi. Burası zıtlardan, tabiatların farklılığından arındırılmış, şeffaflıkta cam gibi olan, safi kalbin nûrlarından oluşan billurdan yapılmıştı. Melike onu görünce; vahdet denizi sandı. Çünkü yükselişte vardığı, kemâl düzeyinin son noktası buydu. Eteğini; bedene bakan, beden içinde hareket eden, gazap ve şehvet gücü olmak üzere ikiye ayrılan süfli tarafını yukarı çekti. Ama amellerinin kalıntısı kılları, bu amellerin bulanıklığından kaynaklanan kara lekeler, izler üzerinde duruyordu.

Ben; perdelenmek, vehme bulanmak, arzuların, hevânın tutsağı aklı kulluk sunulan bir ilâh edinmekle kendime yazık etmişim. Hakk’ın emrine uymak, Tevhid kafilesine katılmak sûretiyle Süleyman ile âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum.

 İbnü’l Arabî Hz. Tefsir-i Kebîr Tevîlat.

BİLGİ: Hz. İbrâhim; ilk Müslüman, ilk Tevhid Peygamber’i olarak kabul edilir. Ancak hem Müslümanların, hem de İsrailoğullarının ‘’atasıdır’’.

Müslümanlık: Hz. İbrâhim’in oğlu, Hz. İsmâil’in soyundan gelen Hz. Muhammed’e inananların oluşturduğu bir dindir.

Yahudilik: Hz. İbrâhim’in diğer oğlu, Hz. İshak’ın soyundan gelenlerin bağlı olduğu bir din ve dini siyasallaştıran bir ırktır. Hz. İshak’ın oğlu Hz. Yakup’un bir diğer adı ‘’İsrail’’ olduğu için, ‘’İsrailoğulları’’ sözü buradan gelir. Müslümanlar dışındaki bütün dinlerin atası Hz. İshak’tır.

Mûsevilik: Hz. Mûsâ’ya inanan ve onun yolundan gidenlere verilen bir isim ve dindir. Yahudilerin tamamı ‘’Mûsevi’’ dinine mensupken, Mûsevilerin tamamı ‘’Yahudi’’ değildir. Örn: Mûsevi Türk, Mûsevi Kürt, Mûsevi Arap gibi... Bu kavim; Ken’an (Filistin) iline yerleşmeden önce ‘’İbrani’’, yerleştikten sonra ‘’İsrailliler’’, sürgünden sonra ‘’İsrailoğulları’’ diye isimlendirilirken, ferden ‘’Yahudi’’ olarak adlandırılırlar.

Hristiyanlık: Hz. İsâ’ya inananların oluşturduğu bir dindir.

5 Ekim 2017 Perşembe

İNSAN VE SONRASI:

İnsan; ‘’ÜNS’’ (Ünsiyet) kökünden türemiş bir kelimedir. Yakınlık anlamındadır. Aslında her varlık Allah’a şah damarından daha yakındır. Ancak kul bunun farkında değildir. Tasavvufta insan terimi ‘’İNSAN-I KÂMİL’’  için kullanılır. İnsanlık bir makamdır. İnsan görücü, bilici, idrâk edici rûhtur. Varlık mertebeleri AKL-I KÜLL ile başlar, İNSAN mertebesi ile son bulur. 

İNSAN-I KÂMİL: Vâhit/Bir olan varlık, birliğinde durdukça zuhûru mümkün değildir. Vâhit ancak kendi sûreti ile çift hale gelmekte ve zuhûr etmektedir. Buna göre Hakk’ın vücudu, varlığın sûreti olan insan ile çift hale gelmiştir. İnsan Hakk’ın zâtından ilk taayyün sonucu zuhûr eden ve tüm varlığı icmâlen kendinde barındıran ’’Nûr-ı Muhammedi’’ terimi yerine kullanılmıştır. İnsan-ı Kâmil insan türünün ilk örneği olan semâvî bir varlıktır. Her varlık giderek kendi semâvî ilk örneğine yaklaşacak; böylesi bir insan BERZAH olma niteliğine ulaşarak semâvi bir insana (İnsan-ı Kâmil’e) dönüşecektir.

AŞAĞIDAKİ YAZIDA KONU EDİLEN BEŞER İNSAN'DIR.

Fizik açıdan bakıldığında; İnsan denilen şey, bir varlığın, bağlı bulunduğu rûha hizmet etmek için yeryüzü küresinde kaba maddeleri bir araya toplayıp, kendisine araç olarak kullanmak amacıyla oluşturduğu bir bedendir.

Bir dünya bedeninin, dünya hayatı boyunca hizmet ettiği rûha, kendisinden beklenen hizmeti gereği kadar gördükten sonra, o rûha araçlık yapma amacı ortadan kalkar. Bunun sonucunda da o bedendeki değerlerin azalması icap eder ki, ilâhi düzende gereği kalmayan bütün süreçlere son verilmesi zorunludur. İşte bu zorunlulukla, kendisinin canlanmasına sebep olan varlık karşısında, bütün işlevlerini tamamlayıp artık işe yaramaz hâle gelmiş dünya bedenine, yukarıdan inen tesirler, yani değerler kesilir. Bu tesirlerin kesilmesiyle, onun bileşimindeki hareketlerin bir kısmı silinmeye başlar. O beden artık eski şeklini ve durumunu koruyamaz. Parçalanmaya ve dağılmaya başlar ve bu hâlin nitel (gözlem) olarak görünüşü ölümdür.

Metafizik açısından bakıldığında ise; İnsan, ilâhi âlemden tekâmül etmek/gelişmek gayesiyle fizik âleme beden, nefs ve rûh olarak inen bir varlıktır. Bu dünyadaki vazifesini istidâdı ölçüsünde tamamladığında da, bedenini, ait olduğu bu âlemde bırakarak tekrar aslına, ÖZ’üne geri döner. (Bedri Ruhselman)

‘’her nefs ölümü tadacaktır’’ (Âl-İmrân sûresi-185) âyeti gereği; her var olan, sonsuz ve bütünsel enerji alanına/aslına geri dönecektir. Bu bütün yaratılmışların ortak kaderidir.

Aslında her ‘’AN’’ ölüp diriliriz (halk-ı cedid) fakat farkına varmayız. Sürekli yiyip içmemiz, gözlerimizi kırpmamız bunun delilidir. 

Ölüm; İnsanî rûhun ayrılması, hayvanî rûhun sönmesidir. Rûh: Yürek kaynağından yükselen ve damarlar aracılığıyla beyne çıkan, yine damarlar aracılığıyla beyinden bütün bedene yayılan ve böylece her yerde istidâdına göre iş işleyen, gözle görülemeyecek kadar ince olan buhardır. ‘’Sana Rûh’un ne olduğunu soruyorlar, de ki; Rûh Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta bize pek az bilgi verilmiştir’’ (İsrâ-85)

İnsanda üç türlü rûh vardır. Zât’i rûh: Vücûd’da yer kaplamaz, çünkü zâtın sırrıdır. İnsâni rûh: O da vücûd da yer kaplamaz. Çünkü mekânı dimağ ve akıldır. ‘’Rûhumdan Rûh üfledim’’in manasıdır. Hayvâni rûh: Yeri karaciğerdir. Yani ciğerde olan duman buharıdır ki, bedene yayılmış damarlar aracılığıyla bedene sirâyet eder. (Hayvan canlı, hayat demektir) 

İnsanî rûh elemden habersizdir. Hayvanî rûh ise ayrılmayı hisseder ve azap çeker. Cehennemde azap çekenlerin elemi de hayvanî elemdir. (Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez)

İnsanî rûh ölümle Berzah’a gider. Beden ise topraktır ve toprağa döner. Çünkü fizik ötesi âleme geçebilmek için, bedenin bu his âleminde bırakılması gerekir. İşte Azrâil de, insanı âhirete, ulvî âleme doğurtan ‘’EBE’’ dir. Ölüm bir çözülmedir.

Tasavvufta iki tür ölümden bahsedilir.

1.   Bu dünyada bedendeyken ölmek. Yani kişinin nefsinin esaretinden kurtulup özgürleşmesi, nefsi rûha tâbi kılması, bedende dirilmesi, Kıyâmet’ inin kopması.

2.   Bedenin ölümü.

Bedende ölenler, Yani bu dünyada ölmeden önce ölme makamına ulaşanlar, diri olanlardır ki, onlar öbür dünyada sorgu ve suale tâbi olmayacaklardır.

Hz. Peygamber’in; ’İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar’’ sözü gereği uykudan bu dünyada uyananlardır. Bedr-i Habeşî vefat edince, onu yıkayacak kişi heybetinden etkilenir ve elini süremez. Hazret gözünü açar ve ‘’yıka’’ der. Gözünü tekrar kapar. İbnü’l Arabî Hz.lerinin babası da ölümünden sonra yıkanırken canlı ve mütebessimdir.

Ölmeden önce ölme makamına erenler, rûhlarını beden kabrinden özgür kılanlardır. Şeyh, çok defa özgür rûhlar ile karşılaşır. Bunlardan biri, Abbâsi Halifesi Hârun Reşid’in oğlu Ahmed el-Sebtî’dir. Kendisinden dört yüz yıl önce ölmüş olan bu zât, kendi zamanının en büyük kutbudur. (Aralarında uzunca bir sohbet geçer)

Gene şeyh; en büyük eseri olan Fütûhat-ı Mekkiye’yi (560 cilt) Kâbe’yi tavaf ederken karşılaştığı bir Rûhanî varlığın ilhâmı ile yazdığını belirtmiştir. Cebrâil (as); Hz. Peygambere her seferinde ‘Dıhye’ kılığında görünmüştür. (2 kere aslen görünmüştür)

Bir de; Hz. Ali ve Hacı Bektâşi Veli gibi kendi cenazesini yıkayanlar, namazını kılan ve gömenler vardır. Bunlar; ölmeden önce ölme makamına erenler, vücut kaydından kurtulanlardır. Onlar için ölüm Mevlâna’nın dediği gibi düğün gecesi/Şeb-i Arûz’dur.

Ölüm dünya menzilinden, âhiret (Misal-Hayal) âlemine intikâl (doğum) demektir.

Dünyadaki her şeyin hayatı belli bir süreye kadar devam eder. Bir canlının nefeslerinin sona ermesi, BERZAH âlemine intikâlle gerçekleşen son nefestir.

‘’tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında onları geriye dönmekten alıkoyan bir berzah vardır’(Mü’minun -100).

Bu Berzah; Hz. Peygamber’in çoğunlukla ‘’kabir’’ olarak adlandırdığı ve ölümden sonra, mahşer gününden önce gerçekleşen tüm olayların olduğu yere denk düşer.

BERZAH:

Berzah; Beyne-Beyne (ikisinin ortasında, ikisinin arasında anlamında, mücerret/soyut) demektir. Berzah; iki şeyi ayıran ve hiç bir zaman uç olmayan bir şeydir. Berzah; Bilinen- bilinmeyen, var olan- olmayan, akledilir olan ve olmayan şeyler arasında ayırıcı bir durumdur. Hayal berzah gibidir. Ne vardır, ne yoktur. Ne bilinir, ne bilinmez. Berzah; Aralarında bulunduğu iki şey ile zâtı gereği kavuşur. Berzah’ı berzah yapan özellik, kendisinde berzah bulunmamasıdır. Berzah iki ucu da kendinde birleştirirken, aynı zamanda iki âlem arasındaki mekândır.

Berzah’ın, berzah olabilmesi için her iki uçtan da kendinde var olması gerekir.

Örn: Münafık; Kâfir ile Mümin arasında, Kalp; rûh ve nefs arasında, Nefs; rûh ile beden arasında, Besmele (B harfi); Kur’ân’ın her sûresinde kul ile Zât-ı âkdes/ilâhi kaynak arasında berzahtır. Araf’da, cennet ve cehennem arasında berzahtır.

Misâl âlemi; maddi ve mânevî âlem arasındaki ‘’Berzah-ı Suğrâ’’ (en küçük Berzah) iken, Cebârut âlemi;  varlıkların mutlâk gayb mertebesine ulaşmasını engelleyen ‘’Berzah-ı Kübrâ’’(en büyük Berzah) dır.

Hz. Peygamber de; Hak ve halk arasında berzahtır.

İnsanî rûh, berzahta ilimler ve âmeller sûretinde bir şekil ve sûrete girer. Orada idrâk hakîkidir. Berzah’taki sürenin ardından KIYÂMET’teki süre başlar.

KIYÂMET:

İbnü’l Arabî Hz.leri KIYÂMET gününde yedi temel yerden bahseder.

AMELLERİN SUNUM YERİ: Kulların âmellerini sunacakları yerdir.

DEFTERLERİN ALINDIĞI YER: ‘’defterleri sağından verilen kimse’’ (el-Hakka, 19) ile kastedilen mümin ve mutlu (said) insandır. ‘’ve defteri sol tarafından verilen kimse’’ (el-Hakka, 25) ile kastedilen ise münâfıktır. ‘’defterini arkandan al’’ (el-İnşikak,10) defteri arkasından verilen ise, kendisine kitap verilen, kitabı arkasına atan ve onu değersiz bir pahaya satandır. Kâfir’in ise defteri yoktur. (Kâfir/küfür perde olup, onlar Hakk’a karşı perdeli olanlardır)

TERAZİLERİN KONULDUĞU YER: Terazi amelleri tartmak için konulur. Allah’a ortak koşanlar adına kıyamet gününde terazi konulmaz. ‘’Kıyamet günü onlar için terazi ortaya koymayız’’ (el-Kehf,105)

Çünkü Allah’a ortak (şirk) koşan insanın iyi âmelleri de boşa gitmiştir. Teraziye iyisiyle, kötüsüyle rûh âmelleri girer. Bunlar göz, kulak, dil, el, mide, cinsel uzuv ve ayaktır.

Terazi, saadet ve şekâvetin birlikte bulunmasından dolayı kurulur. İyilikleri ağır basan hesaba çekilmeksizin cennete, kötülükleri ağır basan da cehenneme girer. Ancak azap gördükten sonra şayet Îmanlı ise cehennemden çıkarak cennete girer.

YOL: Bu yol sırat yoludur ve nitelenirken ‘’kıldan ince, kılıçtan keskin’’ olduğu söylenmiştir. Dünyada bu yol şeriat bilgisidir. Şeriat dosdoğru yoldur. Kul namazının her rekâtında şöyle der: ‘’Bizi dosdoğru yola ulaştır’’ (Fâtiha-6)

İnsanların amelleri kendilerini yolda tutar. Böylece cennete geçemedikleri gibi cehenneme de düşmezler. En sonunda şefaat veya ilâhi inâyet (yardım) kendilerine ulaşır.

Bu hayatta kim başkasının suçunu bağışlarsa, Allah da onun günahlarını bağışlar. Kim işi zorlaştırmaya kalkarsa, Allah da onun işini zorlaştırır. Kim affederse, Allah da onu affeder. Öyleyse güzel huylara bağlanınız. Çünkü Allah bugün O’nun kullarına davrandığınız gibi, yarın size davranacaktır. İnsan nasıl davranırsa, Allah da onlara öyle davranır.

A’RÂF: Cennet ve cehennem arasındaki sûr benzeri bir perdenin yüksek tepeleri anlamındadır. Bir tarafı cennete bakar ki, Rahmet’tir. Bir tarafı cehenneme bakar ki, Azap’tır.

A’RÂF’ta cennet ehli cennete girmeyi ‘’umut’’ ederek, cehennem ehli ise cehennemde kalmaktan korkarak ‘’korku’’ ile bekler. Burası korku ile umut arasında bir yerdir

A’râf cennet ile cehennem arasında, yani Hakk’ı görenler ile Hakk’tan perdelenenler arasında berzahtır. Terazisinin kefeleri eşit olan kimseler burada bulunur.

İyilik ve kötülükleri eşit olan; kötülükleri cennete, iyilikleri ise cehenneme girmelerine mâni olan ve Cenâb-ı Hakk’ın kendileri hakkında hüküm verinceye kadar bu sûr üzerinde kalanlardır. Yani günah ve sevapları birbirine denk olup, bir müddet orada kalan kullardır.

Bunlar daha sonra Allah’ın lûtfuyla cennete gireceklerdir. A’râf; orta yerdir.

 ‘’A’RÂF’’ ve ‘’A’RÂF EHLİ’’ Kur’ân’da; A’RÂF sûresinde (46-50) şöyle anlatılır: 

‘’İki taraf (cennetlikler ve cehennemlikler) arasında bir perde ve A’râf üzerinde de herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır ki, bunlar henüz cennete giremedikleri halde (girmeyi) umarak cennet ehline: Selâm size! diye seslenirler’’

‘’Gözleri cehennem ehli tarafına döndürülünce de: Ey Rabbimiz! Bizi zalimler topluluğu ile birlikte bulundurma! derler’’

‘’(Yine) A’râf ehli simalarından tanıdıkları birtakım adamlara seslenerek derler ki: Ne çokluğunuz, ne de taslamakta olduğunuz büyüklük size hiç bir yarar sağlamadı’’

‘’Allah’ın kendilerini hiç bir rahmete erdirmeyeceğine dair yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı? (ve cennet ehline dönerek)‘’ Girin cennete; artık size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz’’ (derler).

‘’Cehennem ehli, cennet ehline ‘’suyunuzdan veya Allah’ın size verdiği rızıktan biraz da bize verin!’’ diye seslenirler. Onlar da: Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır, derler’’.

Âyette geçen ‘’A’râf ehli’’ hem cennet, hem de cehennem ehli ile irtibatlıdır. Onlar her iki gurubu da simalarından tanır.

A’râf adamları bu sûru bilmekle insanların en mutlularıdır. Onlar her iki zıt arasındaki mevhum çizgiyi görür. Böylece sınırları aşmazlar. Onlar her şeyi kapsayan rahmetin adamlarıdır.

ÖLÜMÜN KURBAN EDİLMESİ: Allah ölümü ‘’parlak bir koç’’ sûretinde ortaya çıkarır. Yahya (as.) elinde bir bıçak olduğu halde gelir ve ölümü yatırıp boğazını keser. Cennetlikler; ‘’Allah seni mübârek etsin. Bizi dünya sıkıntısından kurtardın’’ diye sevinirken, cehennemlikler; ‘’Orada ne ölür, ne hayat bulurlar’’ (el-A’lâ, 28) âyeti gereği uykuda gibidirler.

Hz. Peygamber(sav.) ‘’Ölüm mümin için bir hediyedir’’ demiştir. Ölümün kurban edildiği gün ‘’hasret günü’’ diye isimlendirilir. Bu durum her iki grup için de ‘’ebediliğin’’ özelliğini ortaya koyar.

Yahya; Hayy/Hayat demektir ve bu isim ona Allah tarafından verilmiştir. Ölümü ancak onun zıddı olan Hayat (Yahya) yok edebilir.

HÜKÜMDARIN ZİYAFET SOFRASI: Bu sofra Hükümdarın cennetliklere sunduğu ziyafet sofrasıdır. Ziyafet sofrasının bulunduğu meydanın toprağı ise tıpkı güneşin kursu gibi beyaz topraktır (el Kesîb/kum tepesi).

Cennetliklerin oradaki yemekleri Yunus balığının ciğerinden arta kalandır. Yunus denizde yaşayan bir su canlısıdır. Su ise cennete uygun hayat unsurudur.

Cehennemlikler için ise (yiyecek olarak) boğadan dalak çıkarılır. Dalak pisliklerin evidir ve orada bedenin pislikleri toplanır. (İbnü’l Arabi Hz. Fütûhât-ı Mekkiye-2 Syf. 451-458)

 Bu yedi kapının dışında cennetlikler için sekizinci bir kapı daha vardır ki; burası Rü’yet (görme) yeridir.

 Burası kum tepesi ‘’el-kesîb’’ vatanıdır. ‘’O gün (kıyâmet günü), dağlar ve yeryüzü sarsılır; dağlar çöküntü ile akıp giden kum yığınına (el-kesîb) döner’’ (Müzzemmil sûresi-14) Bu kum tepesi ‘’beyaz misk’’ ten yapılmıştır. Yüce Allah’ı görme (rü’yet) anında yaratıkların bulunduğu yerdir burası. Bu kum tepesi vatanı cennetin dışındadır. Çünkü burası Adn Cennet’indedir. İnsanların çoğu Kral’ın (Melik, Tanrı) huzuruna ancak bu yeri ziyaret ederlerse girebileceklerdir. (Nûrlar risâlesi Syf.36)

CENNET ve CEHENNEM:

Dünya hayatında yaptığımız fiil ve ameller, Cehennem üzerinden geçen ve sonu Cennet kapısı olan hayat köprümüzdür. Yani Sırat-ı Hüdâ’dır (Cennet yolu). Kıyamet gününde kişi o yolu görür ve tanır. Çünkü o yolu kendi inşa etmiştir. O köprüyü aşabilmek, bu dünyada yaptıklarımıza bağlıdır. Dünya Cehenneminden başarı ile geçmeden Hüdâ’ya yani Cennet’e kavuşmak mümkün değildir.

CENNET; Örtmek demek olup, Lâtifliği ve Rûhaniliği nedeniyle gizlenmek anlamına gelir. İnsan belli bir ilâhi ismin tecelligâhı olması yönünden Hakk’ı örter. Cennet Peygamberin mertebesidir. ‘’Ben senin vâsıtanla bilinirim, sen Ben’im vâsıtamla görünürsün’’ O zaman seni bilen, beni bilir.

Cennet’te ‘’Hûri’’ diye adlandırılan güzellikler bizim tekâmül etmiş nefislerimiz. ‘’Gılman’’ lar Akl-ı Küll’e bağlanmış akıllarımızdır. Köşk’ler ise; Hûri ve Gılman’larla bezenmiş vücûdlarımızdır. İşte kâmil olduğumuzda cennet biziz. Dünyada Allah’ı seyreden, hiçliğini bilen Kâmil’dir. Cennet’in dört ırmağı:  su/tevâzu, süt/ilim, şarap/aşk ve bal/tevhid dir. Kim vücûd memleketinde bu dört ırmağı barındırır, cennet olur. Cennet, Hz. Peygamber’dir.

CEHENNEM İSE; Derin kuyu demektir. Yağmurunu bırakmış bulut ‘’Cehâme’’ kelimesinden türemiştir. Yani Allah’ın Rahmet’ini yağdırmadığı yer. Cehennem insanın doğasıdır. Biz Âhiret’in kapısına, cehennem (doğamız) üzerindeki şeriât köprüsünden yürüyerek gideriz. Onun için herkes cennete girmeden önce cehennemden geçecektir, denir.

Bu köprünün bir ayağı Vakfe’de (durma), diğer ayağı cennetin kapısı üzerindedir. Bu köprü hayatta mânen bulunur.

Cennet dünyayı satanlar, cehennem ise satın alanlar içindir. Azap ve nimetler dünyada birbirine karışmıştır. Âhiret ise karışımı kabul etmez. Cennet nimet, cehennem ise azaptır.

Cehennemin 7, cennet’in 8 kapısı vardır. İnsan idraki 8’dir. 5 duyu (görme, duyma, dokunma, tatma, koklama) şüphe, hayal ve akıldır. Akıl bu 7 idrak ile olmaz nefsine uyarsa cehennemin 7 kapısı olur. Akıl ortaya çıkar 7’sine hâkim olursa 8’i cennet’in kapısı olur. Cehennemin her kapısı nefsin 7 sıfatındandır. Bunlar; Kibir, hırs, şehvet, haset, gazap, cimrilik ve kindir.

Nefs, Cehennemden bir parçadır. Biz nefs Cehennemine bu kapılardan gireriz. En büyük cehennem de Allah’tan gafil olmaktır.

Rûh, cehennemde insan sûretinde yanmaz. Allah kendi âyetlerini yakmaz. İnsan Rahman sûretinde yaratılmıştır. Fâtiha’nın 7 âyeti insanın yüzündedir. İnsan dünyada hangi hayvan sıfatı ile öldü ise, Cehennemde o sûretle yanacaktır. (Nefsin olumsuz sıfatları yanacaktır)

Öldükten sonra hiç kimse mezhebinden ve Târikat’ından (yolundan) dolayı sorgulanmayacaktır. İlâhi hükümlere uyup uymadığı konusunda sorgulanacaktır. Bir işin kötü ve yanlış olduğunu bile bile yapan kişi günahkârdır. Oysaki mümin, iyi ve kötü âmeli karıştıran kişidir.

Rahmet, cehennem ehlini de kucakladıktan sonra, cehennemlikler cehennemde olmaktan zevk duymaya başlarlar ve cennette olmadıkları için Allah’a hamd ederler. Buna göre, nerede olursan ol, mizâcına uygun olan şey seni bulduysa, saadet içinde olursun. Mizâcına uygun olmayan şey seni bulduysa azapta olursun. Azap tattır. ‘’Tadın azabımı’’ (Kâmer-39) Güzel şeyler tadılır. Cehennemlikler ateş ehlidir. Ateş ateşi yakmaz.

Âlem Rahman’ın nefesinden çıkar ve Rahman salt hayırdır. Var olan her şey kendi kaynağına dönmek zorundadır ve bu nedenle her şey salt hayra, iyiliğe döner.

Hazreti Mevlâna der ki; ‘’Suyun testiye dolması istenince, Pâdişah can ordusuna ‘’binin’’ emrini verir. Yani Allah’ın emrinde olan rûharın, bulundukları ulvî âlemden, bu süfli âleme(dünyaya) gelmesi istenince, Cenâb-ı Hakk, rûh ordusuna; ‘’Atlarınıza binin’’ emrini verir. Onun koyduğu kanun gereğince, erkeklerle kadınlar birleşir, çocuklar doğar, böylece rûhlar ten atlarına binerler.

Sonra, Cenab-ı Hakk, rûhları yücelere çekmek diledi mi ‘’Atlarınızdan inin!’’ emri gelir. Yani ten atlarına binmiş olan canları, ‘’süfli âlemden, ulvi/rûh âlemine’’ davet etmek için Allah tarafından bu işe memur olanlar; ‘’Atlarınızdan inin’’ emrini verirler. Bu emir gereğince rûhlar ister istemez, ‘’beden’’ atlarından inerler. Hakk’ın emri ile rûhlar âlemine varırlar, orada kalırlar’’

Beden, binek, elbise, kap her ne denilirse denilsin, bu dünyada ‘’rûh’’a hizmeti karşılığında,  varlık ölünce baş üzerinde taşınmayı hak eder.   Sadakallâhül Azîm