13 Aralık 2014 Cumartesi

TAVAF:

 ‘’Evimi, (Kâbe’yi) hem tavaf edenler, hem ibadete kapananlar, hem rükû ve secdeye varanlar için tertemiz bulundurun’’ (Bakara sûresi-125)

‘’Gerçekten Safa ve Merve, Allah’ın özel ibadet yerlerindendir. Onun için her kim hac ve umre niyetiyle Kâbe’yi ziyaret ederse, tavafı bunlarla yapmasında ona bir günah yoktur’’ (Bakara sûresi-158)

‘’Bir vakit İbrahim’e ‘’Bana hiç bir şeyi ortak koşma, evim olan Kâbe’yi tavaf edenleri, kıyama duranlar, rükû edenler ve secde edenler için temizle’’ diye o evin yerini hazırlamıştık’’ (Hac sûresi- 26)

‘’Sonra kirlerini temizlesinler, adaklarını yerine getirsinler,  o kadim evi, Kâbe’yi tavaf etsinler’’ (Hac sûresi-29)

Tavaf, bir şeyin etrafında dönmek anlamındadır. Evrende her şey döner. Yerküre, ay, güneş, yıldızlar. Elektronlar da Atom çekirdeği etrafında  dönerler. Tavaf eden hacılar da bu ezeli evrensel kurala uyup  Kâbe etrafında dönerler.

Kâinatta her şey soldan sağa doğru dönerken, Tavaf; Kâbe’nin sol tarafa alınmasıyla sağdan sola doğru olur. Çünkü Kâbe’yi tavaftan gaye nefsten kalbe/gönüle yolculuktur. Kalp de vücûdun solundadır.

Tavafa Hacer’ül esved öpülerek başlanır, sonra ona secde edilir veya kendisine ulaşma imkânı yoksa işâretle selâmlanır ve ondan biraz geride durulur. Hacer’ül esved, Allah’ın yeryüzündeki sağ eli kabul edilir. Kâbe’de izdiham artarsa, kendisini öpmek istediğimiz, fakat bunu yapamadığımız işâret yoluyla kendisine bildirilir. Artık, kendisini öpmek üzere sıranın bize gelmesi beklenmez. Çünkü bizden böyle bir davranış istenilseydi, kendisine ulaşamadığımızda ona işâret etmekle yetinmemiz emredilmezdi.

Tavaf Kâbe’nin etrafında yedi kez dönülerek gerçekleşir. Her dönüş bir ŞAVT’tır (tur, dönüş).

Yedi rakamı da çok anlamlıdır. Fâtiha yedi ayettir, Namazda yedi hareket vardır. Nefsin yedi kapısı (hırs, kibir, riyâ,...), Nefsin yedi mertebesi (emmare, levvame...), dünyanın yedi harikası, yedi renk, yedi nota, yedi gün, yedi kat yer, yedi kat gök, yedi felek, yedi abdal, Cehennemin yedi kapısı, Kur’an’da tekrarlanan yedi (Hicr sûresi-87). Örnekler çoğaltılabilir.

Ayrıca Mekke’nin camileri de yedi minarelidir (Medine’nin beş minarelidir).

Tavafın yedi oluşu; Yüce Allah’ın zâtını tamamlayan yedi vasıftan ibârettir.  Bunlar nefsi isimlerdir:

el-Hayy, el-Alîm, el-Mürîd, el-Kâdir, es- Semî, el- Basîr, el- Mütekellim.

Bu isimlerin sıfatları da aşağıdaki gibidir.

Hayat, İlim, İrade, Kudret, İşitme, Görme ve Kelâm. (Allah ancak bu yedi sıfatla idrâk edilebilir)

Yedi tavaftaki gaye insanın bu (kendine ait sandığı) sıfatlardan geçip (fenâ), Allah’ın sıfatlarına girmesidir (Bekâ). Allah’ın sıfatına girmenin mânâsı; 

Hayatı; Allah’ın Hayatına, İlmi; Allah’ın İlmine, İradesi; Allah’ın, İradesine, Kudreti; Allah'ın Kudretine, Semî (işitmesi); Allah’ın Semî’ne,  Basarı (görmesi); Allah’ın Basîr’ine,  Kelâmı; Allah’ın Kelâm’ına bağlanması demektir. (Cemâlnur Sargut/ Kâbe’nin Hakîkati Syf. 22-23)

‘’Tavaf, Allah’ın zâtını tamamlayan yedi vasfını tavaf etmek demektir. Bu yedi vasfından ilk şavt, Allah’ın hayatına hayatımı bağlıyorum demektir. Yani O’nun HAYY sıfatıyla, diriliş sıfatıyla her nefeste diriliyorum. Bunu hissettir bana Allah’ım demektir. İkinci şavt, Allah’ın ilmi ile ilimleniyorum, yani her öğrendiğim şey beni Allah’a götürüyor demektir. Üçüncü şavt, irademi Allah’ın iradesine bağla ki, nefsimi irâde edip kötü huylarımı yenebileyim demektir. Dördüncü şavt, Allah’ın kudretiyle beni kudretlendir ki bütün gücümle O’na hizmet edeyim demektir. Beş, altı ve yedinci şavt ‘’Allah’ım benden işit, benden gör ve benden konuş niyazlarıdır.’’   (Cemâlnur Sargut /Can-ı Candır Syf-91-92)

‘’Hacer’ül Esved’den alınan izinle Kâbe’nin çevresinde yapılan yedi dönüş, ‘’beyazın siyahın’’ içinde damla damla eriyişinin, nefsin rûha dönüşünün kimyâsıdır. Her dönüşte ‘’araz’’ lar (var sandığımız varlığımız) gözden silinmekte, arazın arkasında gizli olan ‘’hüviyet’’ ortaya çıkmaktadır. Başka bir ifadeyle her yedi tavaftan biri Cenab-ı Hak’ın yedi sıfatına yani ‘’Hayat, İlim, İrade, Kudret, Duyma, Görme, Kelâm’’ sıfatlarına işaret etmekte, böylece tâlipli her dönüşte kendisinde iğreti/emânet olan bu sıfatları aslî sahibine geri vererek O’nun zâti ahadiyetinde ‘’fenâ’’ bulmaktadır. (Cemâlnur Sargut/ Kâbenin Hakîkati Syf. 27)

Lütfi Filiz Hz.  ise, Allah’ın yedi isminin yedi sıfat olarak yansımasını şöyle anlatır:

‘’Allah Hayat, İlim, İrade, Kudret, Duyma, Görme ve Kelâm sıfatlarını kullarına da bahşetmiştir ama O’ndakiler asıl, bizdekiler de hayaldir. Çünkü verdiklerini alıverdiği anda yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur. Örn. Hayat. O yaşıyor, biz de yaşıyoruz, ama biz, O bu sıfatını bizde bıraktığı sürece yaşıyoruz, geri alıverdiği anda yaşamımız sona eriyor.

Allah’ın diğer tüm sıfatları için de durum aynıdır. Asılları kendinde olduğu için, Kendi’ndeki sıfatlara ‘’aslî sıfatlar’’, O asıldan kâinata yansıttıklarına da ‘’selbî sıfatlar’’ denir.

Aslî sıfatlar, isminden de anlaşılacağı gibi esastır ve Allah’ta kötü bir şey bulunmayacağı için iyi sıfatlardır. Bunların kâinata yansımasından oluşan selbî sıfatlar ise, aslî olanların karşıtı durumunda olduklarından, onlara göre negatiftir. (aynı fotoğrafın aslı ve negatifi gibi)

Bu nedenle cennetin kâinata yansımasının cehennemi, Akl-ı Küll’ün yansımasının Nef-i Küll’ü veya sevabın yansımasının günahı oluşturması gibi.

Aslî sıfat esastır, zâtidir, has boyadır ve değişmez. Böyle olduğu için de ‘’Sıbgatullah’’ (Allah boyası) diye isimlendirilir.

Selbî sıfat ise nefisten doğduğu için, aslî sıfatın tam tersidir.

İnsan ‘’Allah günahımı affetsin’’ dediği zaman, ‘’Selbî sıfatlarımdan dolayı yaptığım hatayı bağışlasın ve bana Aslî sıfatını nasip etsin’’ demek istemektedir.’’ (Noktanın sonsuzluğu-1 Syf. 93-94)

Melekler Arş’ı, hacılar Kâbe’yi tavaf ederler.

Kâbe kalp makamıdır ve Arş’ı simgeler.  Allah ‘’yerler ve gökler beni içine almadı, yalnız mümin kulumun kalbi aldı’’ derken İnsan-ı Kâmil’i kastetmektedir.

Çünkü İnsan-ı Kâmil kâinatın  Arş’ı/ kalbidir. ‘’Rahman Arş’a istivâ etti’’ (Ta-ha Sûresi- 5) Allah Mümin kulun kalbini kuşattı demektir.

Kimi Kâbe’ye gider. Kimine Kâbe gelir (Rabiatül Adeviye  Hazretlerini Kâbe’bin karşıladığı hikâyesi meşhurdur). Kimi Kâbe olur (Beyazid-i Bestâmî Hz. nin meşakkatle Hac’ca gitmeye niyetlenen bir kişiye ‘’gel beni tavaf et’’ demesi onun Kâbe olduğunun kanıtıdır).

‘’Kâbe, İnsan-ı Kâmil’in (Hz. Muhammed’in) vücudundan başka bir şey değildir ki. Orada Allah’tan başka bir şey olamaz.’’ (Cemâlnur Sargut Hz. Âdem fassı Syf-24)

‘’And olsun ki, biz sana tekrarlanan yedi âyeti ve yüce Kur’ân’ı verdik’’ (Hicr Sûresi-87)

Yani Allah için sabit olan yedi sıfat verdik sana. Bu sıfatlar şunlardır: Hayat, İlim, İrade, Kudret, Semî (işitme), Basar (duyma), Kelâm (konuşma)......

‘’tekrarlanan...’’ yinelenen ve senin için sübutu/ortaya çıkışı ikilenen dir. Önce O’nun ahlakıyla ahlaklanman, O’nun sıfatıyla sıfatlanman sırasında Kalp varlığı makamında senin için gerçekleştiler. Sonra Tevhîd de ‘’fenâ bulma’’ nın ardından hakkani varlıkla ‘’bekâ bulma’’ makamında gerçekleştiler. (İbn. Arabi Hz. Tefsir-i Kebîr Tev’ilât)

Tekrarlanan yedi (es-Seb’ul mesani) Fâtiha sûresidir ve bu sûre Hz. Muhammed’e tahsis edilmiştir.

Çünkü âlemde ne varsa Kur’an’dadır, Hz. Muhammed/İnsan-ı Kâmil ile Kur’an ikizdir. Kur’an’da olan her şey  de Fâtiha’da toplanmıştır. O halde Fâtiha sûresi Hz. Muhammed’e aittir. Fâtiha açılış demektir. Kur’ân ve bütün kilitler O’nunla açılır.

Tekrar Tavaf’a dönecek olursak;

‘’Nasıl ki, Kâbe’yi tavaftaki gaye ‘’var sandığımız’’ kendi sıfatlarımızdan sıyrılıp ‘’Allah’ın sıfatları’’ ile sıfatlanmaksa, Kâinata gelmemizdeki gaye de Allah’ın bize emanet olarak verdiği ismimizi ortaya çıkarmak bütün melekelerimizin de onun etrafında tavaf etmesini sağlamaktır.

İnsan’ın ‘’has ismi’’ Kâbe’ye,  diğer esmaları ise bunun etrafında tavaf eden hacı adaylarına benzetilebilir. Bu tıpkı bir Güneşin uydularının,  onun etrafında tavaf etmesi gibidir. (Lütfi Filiz Hz. Noktanın Sonsuzluğu-1 Syf. 254)

Tavâf iki kısımdır: İzâfa (ziyâret) tavâfı,  İlâhi feyzin devâmı için hiç durmadan terakkiye işârettir. Çünkü bu terakki, insâni kemâle erdikten sonra hiç kesilmez. Yüce Hakk Teâla’nın nihâyeti yoktur. Vedâ tavâfı, hâl yolu ile Yüce Allah’a doğru hidâyet bulmaya işârettir. Bu hidâyet; Yüce Hakk Teâla’nın sırrını, hak edene emânet eylemesinden ibarettir. (Cemâlnur Sargut Kâbe’nin Hakîkati Syf. 24)

Tavaf, feleğe özgü dairesel bir şekle sahiptir. Felekler de öyledir. Allah seni yıldızlara  özgü bu dönüş bilgisine ulaştırdığında tavaf eden sayılırsın. Çünkü felek ve yıldızların seçme hakkı yoktur. Felek ve yıldızlar, süfli/aşağı âlemin müdebbirleridir/tedbir sahipleridir. İhtiyârları/irâdeleri  yoktur. (Cemâlnur Sargut /Hz. İdris fassı Syf. 53)

‘’Yedi sıfat, yedi yıldızdır’’ (Cemâlnur Sargut/ Hz. Nûh fassı Syf. 162)

İşte sen ne zaman sende mevcut olan yedi sıfatın sadece Allah’a ait olduğunu, gökteki yıldızlar gibi hiç bir idarenin olmadığını idrak edersin, o zaman tavaf eden sayılırsın.

Kâbe’nin varoluşunun ve tavâfının sırlarıyla ilgili tâlim ve lûtuf konuşmaları (İbn Arabî Hz):

O sağ elini uzattı ve ben onu öptüm. Kendisine âşık olduğum sûret bana ulaştı. Sonra o bana ‘’hayat’’ sûretinde gözüktü, ben de ona ‘’ölüm’’ sûretinde gözüktüm. Sonra bu sûret diğer sûretle biatlaşmak (tokalaşmak) istedi.

Sonra, o bana bir bakış, bir ‘’göz’’ (basar) sûretinde gözüktü. Ben ona ‘’nazardan, bakıştan yoksun’’ olan bir kimse sûretinde gözüktüm. Bu durum bir ‘’şavt’’ı tamamladıktan ve şavtın bozulmasından sonra meydana geldi. Ve bu sûret diğer sûretle biatlaşmak istedi.

Sonra, o bana en yaygın ‘’ilim’’ sûretinde gözüktü. Ben de ona tam ‘’bilgisizlik’’ sûretinde gözüktüm. Yine bu sûret diğer sûretle biatlaşmak istedi.

Sonra, benim için çağrıyı ‘’işitmek’’ şeklinde gözüktü. Ben de ona, ‘’duymaktan yoksun’’ biri sûretinde gözüktüm. Yine bu sûret diğer sûretle biatlaşmak istedi. Bunun üzerine Hakk ikisi arasına perdelerini indirdi.

Sonra, o bana ‘’hitap’’ şeklinde gözüktü. Ben de onun için ‘’dilsizlik’’ sûretine girdim. Bu sûret diğer sûretle biatlaşmak istedi. Bunun üzerine Hakk o ikisi arasına Levh’in yazılarını, rakamlarını ve satırlarını gösterdi.

Sonra, o bana ‘’irâde’’ sûretinde gözüktü. Ben de ona ‘’hakîkate ve tabiata erişemeyen’’ kusurlu bir sûret olarak gözüktüm. Böylelikle (bana ait) sûret, (Hakk’a ait) sûrete biat etmek istedi. Bunun üzerine Hakk Teâlâ ikisi arasına ışığını ve nûrunu bol bol akıttı.

Sonra, o bana ‘’kudret’’ ve takat (güç) sûretinde gözüktü. Ben de ona ‘‘âcizlik ve ihtiyâç’’ sûretinde gözüktüm. Bu sûret diğer sûretle biatlaşmak istedi. Bunun üzerine Hakk Teâlâ kuluna kulunun kusurlarını (taksir) gösterdi.

(Burada anlatılmak istenen kulun Hakk’ın sıfatlarıyla sıfatlanması yani fenâdan bekâya ermesidir.)

Allah nasip etsin.

1 Kasım 2014 Cumartesi

NOKTANIN SONSUZLUĞU:

İnsan, varlığının farkına vardığı andan itibaren bir yandan kâinatı, diğer taraftan kendi derinliğinde varlığını hissettiği ‘’gerçek beni’’ aramaya yönelmiş, farklı din ve inanca sahip pek çok insan kendi din ve inançları merkez olmak üzere Yaradan’a ulaşmaya çalışmıştır.

İnsanın kendini tanıması ve kendinde var olanı görmesi fikir gözünün açılması ile mümkündür. Ancak o zaman insan Fâni’de Bâki’yi zevk edebilecektir.

Asıl olan kişinin kendini gönül gözü ile görmesi ve kendinde var olan esasın farkına varmasıdır. Bunun yolu da Yaratıcısını tanımaktan geçer. Çünkü cüz, Küll’den bir parçadır.

Allah ancak mânâ yönüyle bilinebilir. Madde yönüyle kendini tenzih etmiştir. Görünene ‘’Allah’’ demek, O’nu bir Esma  ile hudutlandırmak, ‘’Allah değildir’’ demekse, O’nu inkâr etmek olur. Doğrusu ikisi arasında  bir yol bulmaktır. Allah’ı dünyadayken görmek lâzımdır. Nerede görülecektir? Tabi ki, en mükemmel yaratık olan İnsan’da, yani İnsan-ı Kâmil’de.

Allah’ı;  Mûsevîler Tenzih ile, Îsevîler ise Teşbih ile kabul eder.
                           
Tenzih;  Allah’ın asla idrak edilemeyip, her türlü şekilden ve anlayıştan uzak olduğunu kabul etmektir. Bu nedenle Mûsevîlik şerîattır. Havralarda sadece Allah’ın altı yönden münezzeh olduğunu belirten ve ‘’Mühr-ü Süleyman’’  adı verilen altıgen yıldız vardır.
                
Teşbih ise; Baktığı yer varlıkta Hakk’ın bir tecellîsini görmek olup Hakîkat’tir ve din olarak  Îsevilîkte ortaya çıkmıştır. Onlar Allah’ı Hz. Îsâ’da görürler. İslâmiyet ise Tenzih ve Teşbihi kendinde toplayan mârifet dinidir. Teşbih  anlaşılmadan Tenzih’in ne olduğu idrâk edilemez.

 ‘’Biz bir resûl göndermedikçe azap edecek değiliz’’ (İsrâ sûresi-15)

Resûl akıldır. Çocukların ve akılsızların bu nedenle yükümlülükleri yoktur. Akıl zıtlıklarla çalışır. Şer ve hayır ancak akıl sayesinde idrâk edilir. İmam Câfer; ‘’Peygamber senin dışındaki akıl, akıl senin içindeki Peygamber’dir‘’ demiştir. İnsan dünyaya mâsum olarak geldiği halde bûlûğ çağından itibaren bu mâsumiyetini kaybeder.

Tevdid’de cinsiyet farkı ortadan kalkarak yine masumiyetini kazanır. Tevhid’de Bir’den başka bir şey yoktur. Görülen çokluk, Bir’in aynalardaki görüntüsünden başka bir şey değildir. Tevhid insanda hem içtedir, hem dıştadır. Dışta olana fiil, içte olana sıfat denir. İkisini de iyileştiren kimse insan olmaya adaydır. 
                                        
Tevdid ehli için mâsivâ (dünya) diye bir şey yoktur. Çünkü aslını seven gölgesini de sever.  
Tevhid’in zevkine varabilmek için orta düzeyde gitmek gerekir. Yoksa kişi çevresiyle konuşacak ve iletişim kuracak insan bulmakta zorluk çeker. 
                                                                                                     
Tevhid anlayışına göre, zât ‘’tek’’, sıfatlar farklıdır ve tek bir vücud vardır. Böyle olunca karşısındaki kendisi  olduğundan, komşusu aç olanın tok gezmesi günah olur. Çünkü aç gibi gördüğü komşusu, aslında kendinden gayrı değildir ve insanın kendini aç bırakması da vücuduna zararlı olduğu için günahtır.

Tevhid bir noktadan ibârettir. Bu anlayışa göre hiç bir şeye dokunmak doğru değildir. Çünkü her dokunulan dokunanın kendisidir. Karşısındakine dokunan kendisine dokunmuş olur. Bu nedenle kim ne yaparsa kendisine yapar. Çünkü görünen kendi zâtıdır ve kendisinden başkası yoktur.

Tevhid ehlinin kaşığının sapı bir metre olur. Ehl-i Tevhid Hak’tan gayrı bir şey olmadığı için düşman kavramı da yoktur. Ehl-i Tevhid nazarında en büyük Kâfir-i Billah İnsan-ı Kâmil’dir. Neden? Çünkü Allah O’nu gizler, O da Allah’ı. (Kâfir, Küfürden türemiştir. Küfür ise perdedir)

Satranç Tevhidi en iyi anlatan oyundur. Vezir;  Akl-ı küll,  Şah; Peygamber yani İnsan-ı Kâmil’dir. Akl-ı Küll O’nun etrafında tavaf edip durur. Kale; koruyucu zırh yani melekler, Fil; anasır-ı erbaa (ateş, hava, su, toprak), Piyon ise İnsan’dır.

Tevhidin sonu acziyetini idrak etmektir. Tevhid kitap okumakla öğrenilmez. İnsana kendini bildiren, canlı kitap olan Mürşid’dir.  Mürşid irşad eden/yol gösteren, mürid ise irade ve talep edendir.

Mürid’i önce Hak kabul eder, onu Hz. Habib-i Ekrem’ine gönderir. O’da kabul ederek Mürşid’ine gönderir. Müridler, Mürşid’lerini en az ayda bir kez görmelidirler. Çünkü onların gözlerinde ‘’FEYZ-İ MUKADDES’’ denen  görünmez, bir nevi lâzer ışını vardır. Bu mürşid’e ‘’FEYZ-İ AKDES’’ olarak gelir, ‘’FEYZ-İ MUKADDES’’ olarak çıkar.

Himmet, insanın milyarlarca beyin hücresinden bir kısmının açılması demektir. Bunu Mürşid yapar. Anne nasıl bebeğini sütü ile besledikten sonra, onu sütten keserek kendi gıdasını kendisinin temin etmesini ve kendi ayaklarının üzerinde durmasını beklerse, Mürşid de müridini bir süre ilim sütü ile besledikten sonra, eline kazma ve küreği vererek ilmi kendi kuyusundan çıkarmasını bekler. Buna ‘’fefhem’’ kendin bul denir.

Bu artık sorularının cevaplarını düşünerek bulmaya başlamaları demektir. Yeteri kadar olgunlaşırlarsa onlar da başkalarını besler. Bu ‘’baba’’ veya ‘’mürşid’’ makamıdır.

Mürşid’lik Rab esmasının tecellîsidir. Mürşid’lik birbirinden intikâl eden bir Sakal-ı Şerif bohçasıdır. Bu bohça, her efendinin kendi efendisini sarmalayıp içine almasıyla oluşmuştur ve o bohçalardan her birinin sahibi vardır. Sakal-ı Şerif’in kırk bohçaya sarılmasının nedeni, RİSALET harfi olan ‘’MİM’’ in ebced değerinin 40 olmasıdır.

Mürşid, MÂNÂ ve MADDE’nin birleştiği yer yani BERZAH’tır.

Konuşmalarıyla Mürşid’in ağzından çıkan Kevser, kulak kadehi yolu ile dinleyenin kalbine doğmaya başlar. Bu doluş devam ederse güneş mağribden/batıdan doğar ve müridin kıyameti kopar. Kişi ne kadar sohbet dinlerse dinlesin ancak bir gölet olabilir. Onun göl olabilmesi için kaynağının kendinde olması gerekir.

Gül ancak açınca kokusu ortaya çıkar. İnsanın kokusu da düşünceleridir. O gül kulda açmadan Allah, kulun düşüncelerini etrafa yaymasına izin vermez.

Her Mürşid, kendi bayrağı altında topladığı müridlerinin önüne düşer ve onları ‘’Liva-ül Hamd’’ adı verilen Peygamberimizin bayrağı altında toplamak üzere O, ilim şehrine ulaştırır. Çünkü hepsi sonunda orada toplanacaktır.

Mürşid, insanı âhiret âleminde ‘’veled-i kalp’’ olarak doğurduktan sonra, onu sohbet sütüyle besleyip büyüten annedir. Mürşid Ümm-ül Kitap’tır. Ümm-ül Kitap ve Fâtiha aynı şeydir. Fâtiha bütün kapıları fetheden demek olup Mürşid’e işarettir. Kendi kapılarını fethedip, kendi kitap olmayan, başkalarının kapılarını açamaz. Fâtiha sadece Mürşid’lere verilir. Bu onların örtülerini atmış olduklarını gösterir.

Mürşid’in vazifesi kişiye kendini öğretmek, kendini bildirmek, onun mânevî âleme doğmasını sağlamaktır. Doğum gerçekleştikten sonra Mürşid’in işi biter. Ondan sonrası Allah ile kul arasındadır ve Mürşid oraya karışmaz. Herkes kısmetine razı olacaktır. Allah kendisine cellâtlık görevi bile vermiş olsa o görevi kabullenecektir.

Kişi kendini bilirse, o zaman sevmediği bir esmanın etkisi altına girdiğinde, daha güçlü bir esmaya sığınması gerektiğini bilir. En büyük esma da İsm-i Âzam olan ALLAH’tır.

Mürşid’in vazifesi kişileri değiştirip başka kişiler haline getirmek, onları farklılaştırmak değil, onlara kendilerini bildirmek ve üzerlerindeki örtüyü açmaktır. Kendini bilen de, kendi kitap olacağı için kendi kitabını okur, başka kitaba ihtiyaç duymaz. Önemli olan, insanın içindeki kaynağı faaliyete geçirip fışkırtmaya başlamasıdır. Mürşid bunu yapar.

Herkes bir noktadan hayata başlar. Kiminin perdesi lâtifleşerek incelir. Kiminin ise kalınlaşır. Perdenin kalkması, insanın güneşinin doğması demektir. Bundan sonra bayram namazı kılınır.

İnsan-ı Kâmil veya Mürşid’in sembolü minaredir. Her minarenin kapısı kıbleye bakar. İnsan o minarenin merdivenlerini çıkıp, şerefeye ulaşmadıkça etrafını göremez. O merdivenleri çıkan, ezanı okuyup etrafını namaza yani kurtuluşa davet edebilir.

Bir Mürşid kâinatıyla birlikte Peygamberi ve Allah’ı bir noktada toplayabilirse, bu nokta Mürşid’lik noktasıdır. Mürşid’lerin bütün çırpınışları, kendilerine yeni bir elbise bulabilmek içindir. Müridler; Mürşid’lerinin rûhunun elbiseleridir. Efendi ile görüşme, bir mayalanmadır. Müridin hamuru bu maya ile kabarır. Bu maya Maya-i Muhammedi’dir.

Mürşid’ler ilâhi âlemde direksiyondadırlar. Bu âlemin direksiyonunda olanlar da gelmiştir, ama nâdir olarak. Mürşid’ler Allah’tan hiç bir şey istemezler. Ama Allah onların bütün ihtiyaçlarını, onlara verilen hediyelerle karşılar.

Hiç bir Mürşid, yerine bırakacağı birini yetiştirip nöbeti devretmeden göçmez. Mürşid’deki HİLÂFET, Allah’ın elbise değiştirmesinden başka bir şey değildir. Her asırda bir elbise değişir. Her asrın bir Kâmil’in meşrebine uygun olması bu sebepledir. Zamanın sahibi asabi, yani celâllî ise o asırda savaşlar, felâketler fazla olur. Zât cemâl ehli ve yumuşak huyluysa ilim ve irfan kapıları açılır. Celâli isyanının bastırılamaması, zamanın sahibinin asabi mizaçta olmasına bağlanmıştır. Burada zamanın sahibi Hak’a alettir.

Allah’ın bazı sevgili kulları göçerken afakta da bazı celâli tecelliler ortaya çıkmaktadır. Bunlar ‘’doğa olayları’’ olarak görülür. Kâmil’in göçü ile Küll boşalmakta, ama yeri boş kalmayarak dolmaktadır.

Günümüzde keşfedilen bütün teknolojik gelişmeler, keşifler, İnsan-ı Kâmil’in vücudundan afâka yansıyan olaylardan başka bir şey değildir. Bunlar aslında İnsan-ı Kâmil’den yansıyan bir rüya iken, o rüyaların afâka/dışa yansımasıdır. Bu rüya içinde rüyadır. Hz. Peygamber gibi büyük zâtlar da birer hayalden ibarettir.

İnsan-ı Kâmil’in yolla ilişkisi kalmadığı yani evini bulmuş olduğu için O, hakîkat ehlidir. O’nun yolla ilişkisi ancak birini kurtarıp eve getirmek şeklindedir. İnsan-ı Kâmil, Kur’ân-ı Nâtık’tır. Kendi Kur’ân olmayan Kur’ân’ı anlatamaz.

Her Kâmil etrafındakilere ışık saçtıktan ve pek çok kişiyi yetiştirip onları, kendilerini bilir hale getirdikten sonra, kemâlâtın kaybolmaması için mevcûdun içinden bir gül yetiştirip, onda fenâ bulmak sûretiyle görevin devamlılığını sağlar. Her koyun sürüsünün bir çobanı vardır. O başa Mürşid veya Tasavvuf diliyla ‘’GÜL’’ denir.

Allah Allahlığını, Peygamber Peygamberliğini kimseye vermez. Peygamber Allah’ın gölgesi, Mürşid ise gölgenin gölgesidir. Dünya da gölgedir. İnsan gölgesine dönerse onu tutamaz. Gölgesine arkasını dönerse, gölge onun peşini bırakmaz. Işığa arkanı dönersen gölgenin peşinden koşarsın. Işığa yüzünü dönersen gölgen peşinden gelir. İnsan-ı Kâmil’ler gölgesizdir.

Mürşidlerin bazı müridlerine görev ve bazı yetkiler vermeleri; ‘’Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığına bakmaz mısın’’ (Fûrkan sûresi-45) hükmünce gölgelerini uzatmaları anlamına gelir.

Tüm ölenlerin rûhu İnsan-ı Kâmil’de toplandığı için ona ‘’rûh’ların kabri’’ denir. Tüm rûhlar O’na gömülür. (O’ndan gelinir, O’na dönülür)

Hacer-ül Esved; İnsan-ı Kâmil olup, kâinatın gözüdür. Allah kâinatı O gözle görür. Bunun insandaki temsilcisi kalpteki  ‘’nokta-yı süveyda’’dır. Allah kulunu oradan görüp, oradan idâre eder.

‘’Kulunu ayetlerimizden bir bölümünü kendisine gösterelim diye bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i  Aksa’ya götüren Allah her türlü eksikten münezzehtir’’ (İsrâ Sûresi -1)

Kıblenin Kudüs’teki Mescid-i Aksa’dan (afak), Mescid-i Haram’a (enfüs) çevrilmesi, yüzün celâlden cemâle çevrilmesidir. Yani insanın kaynağını kendinde bulması anlamına gelir.

Mescid-i Aksa Mürşid, Mescid-i Haram ise  Kalp’tir.

Tasavvufi eğitim, kendini kendinde bırakıp yine kendini kendinde buluncaya kadar çalışmak ve kendini kâinatta, kâinatı da kendinde bulmaktan ibarettir. Kişi eğitimini arttırdıkça her şeyin kendisi olduğunu öğrenir. Başkalarına sağladığı fayda aslında kendinedir. Bu bilince TEVHİD bilgisi denir.

İlim kullara iki yolla verilir:     
Vâsıtasız (Feyz-i Akdes, Kalp/Ledün bilgisi)          
Vâsıtalı    (Feyz-i Mukaddes/Mürşid)

Sıfat zâtın içindedir. İçte olan Feyz-i Akdes olarak, dışta olan Feyz-i Mukaddes olarak gelir. Yüzünüzü Mescid-i Aksa’dan, Mescid-i Harama çeviriniz demek, yani yüzünüzü Mürşid’den kendi içinize (kalbinize) çeviriniz demektir.

Bazı insanlar dünyaya arı peteğinde olduğu gibi dolu, bazısı yarı dolu, bazısı boş gelir. Dolu olan Feyz-i Akdes ile doldurulmuştur. Boş olanlar ise Feyz-i Mukaddes yani mürşid ile doldurulacaktır.

Biz hepimiz ilâhi âlemde bir vücûdu teşkil eden bir hücreden ibâretiz. Vücûd tektir. Mânâsı Allah, maddesi Hz. Muhammed’dir. Geri kalan yani ümmet, o vücudun azaları ve hücreleridir.

Hz. Peygamber; ümmetim, ümmetim demiştir. Bizler onun ümmeti yani azaları olduğumuz için, davetine icabet etmeyenleri dahi reddetmemiştir. Bu aynı insanın bir bölümünü yok etmesi gibi bir durumdur.

Her şey letâfetten kesâfete gelmiş olduğu için, sonunda yine letâfete dönecektir.

Hayat bir noktada toplanır (Cem/RÛH MAKAMI)                                    
Kâinata yayılır                       (Fark/ZITLIK)
Tekrar bir noktada birleşir (Cem-ül Cem/KALP MAKAMI)

İçi dışı bir, göründüğü gibi olan ve olduğu gibi görünen bir varlık olduğumuzda ancak İNSAN oluruz. İnsan eti yenmeyen, derisi giyilmeyen, tüyünden bir şey yapılmayan bir canlı olduğu halde neden yaratılmıştır. Sadece SEVGİ için. (Bu nedenle insan eti haramdır, yenmez)

‘’Mekrettiler, Allah da mekretti. Allah mekredenlerin hayırlısıdır’’ (Âli-İmrân sûresi-54)
Allah’ın yaptığı mekir (hile) bizimki gibi zararlı değil, kulları için faydalı hilelerdir.

Hz. Mûsâ; ‘’Allah’ın yaptığı en büyük hile, dünyayı bize var göstermesidir’’ demiştir. Eğer böyle olmasaydı, insanlar bu üç günlük ömürlerinde dünyaya ve dünya malına tapmaya kalkarlar mıydı? Bize dünyayı nasıl var göstermiştir? Her şey kendinden ve bir mânâdan, bir düşünceden ibâret olduğu halde, o mânânın muhafazası olan kabı bize var gibi göstermekle...

Aynı şekilde birbirine zıt esmâlarla bir taraftan Firavûn’u yaratıp, ona Firavûnluk yaptırmak, diğer taraftan da Hz. Mûsâ’yı yaratıp onu, doğru yolu göstersin diye Peygamberlikle görevlendirmek, ‘’TAVŞANA KAÇ, TAZIYA TUT’’ demek değil midir?

Lütfi Filiz Hz. 1911 yılında Tire’de doğdu. 34 yaşında iken Mürşidi Osman Dede’ye bağlandı. Mürşidinin 5 yıl sonra vefat etmesiyle ikinci hocası Kenzî Aziz Şenol’a inkisap ederek 23 yıl boyunca Allah aşkını paylaştı. Aziz Dede’nin vefatıyla yıllar boyunca aldığı bilgileri yaptığı sohbetlerle talip olanlara nakletti. Bu arada hayatını kazanmak için 56 yıl boyunca da saatçilik mesleğini sürdürdü. 2007 yılında Hakk’ın rahmetine kavuşan Lütfi Filiz Hz. aynı zamanda da şair ve neyzendi.

17 Ekim 2014 Cuma

DUÂ

‘’Rab’biniz buyurdu ki, siz bana duâ edin, ben de duânızı kabul edeyim’’(Mü’min sûresi-60)

‘’İçinizden yalvararak ve ürpererek, haddi aşmadan Rab’binize duâ ediniz, hiç şüphesiz o haddi aşanları sevmez’’(A’raf sûresi-55)

‘’Kulların beni senden sorarlarsa de ki; ben onlara yakınım. Bana duâ edenin duâsını kabul ederim. Buna karşılık onlar da benim emirlerime uyup, bana iman etsinler ki, doğru yola kavuşmuş olsunlar’’ (Bakara sûresi-186)

‘’De ki, duânız olmazsa Rab’bim size ne diye değer versin ki’’ (Furkân sûresi- 77)

Duâ nedir ve Allah kullarının neden O’na dua etmesini ister?.

DUÂ İHTİYACIN NETİCESİDİR VE İHTİYAÇSIZ OLAN YALNIZ ALLAH’TIR.

Hz. Şems; Allah’ın huzuruna vardığında ‘’açın kapıları ben geldim, Allah’ta olmayan bir şey getirdim’’ demiş. Melekler ‘’Ya Şeyh, Allah’da olmayan ne var’’ diye sordukları zaman, ‘’Duâ ve niyaz Allah’da yoktur, çünkü O ihtiyaçsızdır’’ diye buyurmuştur.

Öyleyse Duâ bizim hiçliğimizin, Allah’ın ise herşeye muktedir olduğunun delilidir.

DUÂ;  RAB İLE KUL ARASINDAKİ EN YÜCE İLİŞKİDİR VE ALLAH BU İLİŞKİYİ İSTEMİŞTİR.

Hz. Mevlâna; ‘’insanı Allah’tan uzak kılan iki şey mal ve sıhhattir’’ demiştir. Çünkü ihtiyaç ve istek Allah ile kul arasında güçlü bir bağdır.

Duâ huzura vesiledir. İhsana kavuşmak ise geri dönmeyi gerektirir. Öyleyse kapıda beklemek, sevap alıp dönmekten daha mükemmeldir.

Allah’ın ‘’duâ edin icâbet edeyim’’ demesine rağmen; neden bazı dualar kabul edilirken, bazıları kabul görmez?.

Duâların kabul edilmeye en yakın olanı, HÂL ile yapılan duâdır.

HÂL İLE YAPILAN DUÂ  ODUR Kİ, DUÂ SAHİBİNİN ÇARESİZ KALMIŞ OLMASI VE O İHTİYACI İSTEMEKTEN BAŞKA ÇARESİ OLMAMASIDIR.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ‘’Nefsini Kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, gerçekten kul duâ eder, hâlbuki Allah ona öfkelidir. Bundan dolayı ondan yüz çevirir. Sonra kul yine duâ eder. Allah Teâla yine yüz çevirir. Sonra tekrar duâ eder. Bunun üzerine Hak Celle ve Âlâ meleklerine der ki: Kulum benden başkasına duâ etmekten sakındı, duâsını kabul ettim’’ (Kuşeyri Risâlesi)

Halkın duâsı sözleriyledir, Zâhitlerin duâsı fiilleriyledir, Âriflerin duâsı HÂL’leriyledir.
Meselâ bir dilenci gelip ‘’ban on para ver’’ der. Bu lisan-ı kâl ile yapılan duâdır. Diğeri boynunu büküp, el açar. Bu lisân-ı hâl ile sadaka talep etmektir. Bazen bir fakir, ne lisan ile ne de hâl ile sizden sadaka istemediği halde, siz onun muhtaç olduğunu anlar ve ona yardımda bulunursunuz. İşte bu da lisan-ı istîdad ile olur.
ÇÜNKÜ İSTİDÂD EN GİZLİ DUÂ’DIR. (onun istidadında/kaderinde o sadakayı almak vardır).

Sebebu’l-icâbe(talebi kabul etmek veya etmemenin sebebi): Doğru bir şekilde Hakk’a yönelmek veya yönelmemek.

Kul Allah hakkında doğru ve geçerli bir bilgi sahibi olup, O’na hakkıyla itaat ederse, bir şey istemek niyetiyle Hakk’a yönelişi geçerli olabilir. Böyle bir kulun dileğine, Hakk katından sür’atle karşılık verilir. Kul, doğru bilgi sahibi, Hakk’ın emirlerini gözeten, O’na itaatkar ve emirlerini yerine getirmekte arzulu olduğu ölçüde, Hakk da, diğer kullarına göre onun dileğini hızla yerine getirir.

Oysa, Hakk’a dair doğru bilgiden yoksun ve emirlerine itaat etmeyen kimse, duâsı kabul edilenlerden olamaz.

Müşahade’ye dayanan(kalp gözü ile görme), sahih/doğru bilgisi olmayan kimse de ‘’bana dua edin, size icabet edeyim’’ ayetiyle, duâsına karşılık verileceği vadedilmiş kimselerden değildir. Böyle bir kişi, zihninde somutlaşmış bir sûrete yönelmiştir. Söz konusu sûret, kendi düşüncesinden, hayalinden veya başka bir insanın hayal ve düşüncesinden oluşmuştur. Bu nedenle böyle bir insan, duâsına icabet edilmekten mahrumdur.

Hz. Peygamber’e, amcası Ebû Tâlib ‘’Rab’bin duâna ne kadar hızlı icabet ediyor, Rab’nin sana ne kadar da itaatkâr,Ya Muhammed’’ dediğinde, Hz. Peygamberde ‘’Amca! Sen O’na itaat edersen, O da sana itaat eder’’ diye cevap vermiştir. (Abdürrezzak Kâşâni Hz.)

Yaptığı duâya bu dünyada karşılık göremeyen kişi,ahirette bol ecir alır. Günahları, hatâları bağışlanır. Duâlarının karşılığını öbür âlemde görür.

Hz.Peygamber(s.a.v.) bir hadisinde şöyle buyurmuştur; ‘’Kıyamet günü, imanlı kimse amel defterinde bir çok iyi şeylerin mükafatı şeklinde bazı şeyler görür, hayret eder’’
Bunun nedeni kula şöyle izah edilir; ‘’işte bunlar, senin dünyada duâ yoluyla istediğin şeylerin karşılığıdır. Kaderinde olmadığı için orada verilmedi; burada onların mükafatını alıyorsun’’ (Abdülkâdir Geylanî Hz.)

Allah bazı ihsanları ise, sevgilisinin yakarışına bağlamıştır. Biri Hz. Musa’ya, devamlı Allah’a yalvardığını ve bir evlat istediğini söyler. Hz. Musa’da bu bebeğin, adamın levh-i mahfuzunda görülmediğini anlatır. Ama adam duaya devam eder ve eşi hamile kalır. Hz. Musa şaşkınlık içinde bu hadisenin iç yüzünü sorduğunda, Allahu Azimüşşan;  BAZEN SEVDİĞİMİN, GİZLİ HAZİNEMDEN ALMASINA İZİN VERİRİM’’ diye buyurur. Buradan da anlaşılıyor ki;

LEVH-İ MAHFUZ’UN İÇİNDE KİMSENİN BİLMEDİĞİ BİR MUALLAK BÖLÜM VARDIR Kİ, ALLAH BUNU SEVDİĞİNİN DUÂSIYLA MUKAYYET KILMIŞTIR.

GÖRÜLÜYOR Kİ, LEVH-İ MAHFUZ’UN İÇİNDEKİ  ÖZEL OLAN MUALLAK KISIM, GENEL MUALLAKTAN FARKLI OLUP, EVLİYÂNIN DUASIYLA ORTAYA ÇIKAR.

ASLINDA İSTEK DENEN ŞEY  ALLAH’IN  KULUN GÖNLÜNE KENDİSİ İLE İLİŞKİ KURMASI İÇİN YERLEŞTİRDİĞİ ŞEYDEN BAŞKA BİRŞEY DEĞİLDİR.

DUÂNIN VEYA ISRARIN İSTEĞİN OLMASINDA HİÇBİR ROLÜ YOKTUR.

ÇÜNKÜ DUÂ ZÂT-I İLÂHİ İLE İLİŞKİ KURMAKTAN BAŞKA BİRŞEY DEĞİLDİR.

ONUN İSTEK VASITASIYLA BİZE ULAŞMASINI İDRAK ETTİĞİMİZİN ŞÜKRÜNE DUÂ DENİR.

BİR KİMSE ALLAH’TAN HERHANGİ BİR ŞEYİ TALEP ETTİĞİ ZAMAN, TAMAMEN KENDİ ‘’İSTİDÂD’’ ININ HÜKMÜ ALTINDA BULUNUR. TALEBİNİN BİR SONUCU OLARAK ELDE ETTİĞİNİ DE, YİNE ONUN ‘’İSTİDÂD’’I BELİRLER. HATTA ONUN HERHANGİ BİR TALEPDE BULUNMASINI DAHİ ‘’İSTİDÂD’’ I BELİRLEMEKTEDİR.

VARLIK, ALLAH’IN LÛTFU OLAN İSTEMEYİ, EZELİ İSTİDADINA GÖRE YAPTIĞINDAN, BU İSTEK  HAKK’TIR.

SAKÎ(mutsuz), ÂYÂN-I SÂBİTE’sindeki  ŞEKÂVETİ ORTAYA ÇIKARACAK ŞEKİLDE İSTER.

SAİD(mutlu), ÂYÂN-I SÂBİTE’sindeki  SAİD’liğini  AŞİKÂR EDECEK ŞEKİLDE İSTER.

ÂRİF İSE İSTEMEZ;  ÇÜNKÜ O, HER ‘’AN’’ ALLAH’I İLE VE ONUN TECELLİ ETTİĞİ GÖNLÜNDEKİ ZUHÛRATLA MEŞGULDÜR.

İnsan-ı Kâmil’lerin bir kısmı Allah’tan istekte bulunmazlar, zira O’nun işine karışmak gafletine düşmekten korkarlar, bir kısmı ise, ‘’duâ et’’ emrine uyarak başkaları için duâ ederler.

Peygamberler ise, Allah’tan emir almadıkça duâ etmez. Zaten bu durumda duâyı eden ve kabul eden birlenir.

Hz. Peygamber şöyle duâ etmiştir:

‘’Yarabbi, Sen’den af ve afiyet dileriz ve yine senin ismin affedicidir, bizleri af eyle’’

‘’Yarabbi, bize hayrı, hayır olarak göster ki uyalım. Şerri, şer olarak göster ki, ondan kaçalım’’

‘’Yarabbi, senin affınla cezandan, rızânla gazabından, seninle senden sana sığınırım’’

Hz. Peygamber’in Allah’ın verdiği sıkıntı ve belâdan, memnun olduğunu göstermek üzere, kendisine eziyet  edenlere duâ etmesi bizlere örnek olmak içindir.

Duânın ve rızâ göstermenin hakikati de budur.

HZ. DAVUT; ‘’ALLAH’IN BÜYÜKLÜĞÜNÜ, HER DUÂ’MIN KABUL EDİLMEYİŞİYLE ANLADIM’’ demesi, gerçekleşmesini istediğimiz ve bu nedenle duâ ettiğimiz isteklerimizin, bazen gerçekleşmemesinin  bizim için hayırlı olduğuna  işaretidir.

ALLAH(c.c.) DER Kİ; BENİ ZİKRETMEKTEN DUÂ ETMEYE FIRSAT BULAMAYAN KULUMA, BANA DUÂ EDİP İSTEKTE BULUNAN  KULUMA VERDİĞİMDEN DAHA FAZLASINI VERİRİM.

ALLAH HERŞEYİ BİLEN, GÖZETEN VE MERHAMETLİLERİN MERHAMETLİSİDİR. HER OLANDA VE OLMAYANDA BİR HAYIR VARDIR. BUNU İDRAK ETMEK MARİFET’TİR.

DUÂ ALLAH İLE İRTİBAT KURMAKTIR. DUÂ EDEN KİBİRLİ DEĞİLDİR. EHL-İ ÎMAN, DUÂ’DAN KAÇINMAMALIDIR. (Abdülkâdir Geylanî Hz.)

Allah idrak etmeyi nasip etsin. Amin.

20 Eylül 2014 Cumartesi

YASAK AĞAÇ:

‘’Biz: Ey Âdem! Sen ve eşin beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yeyin; sadece bu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendinize kötülük eden zâlimlerden olursunuz, dedik.’’ (Bakara sûresi- 35)

Bu ayetin batınî açıklamasında Havva’nın yaradılışı,  cennet’teki ‘’YASAK AĞAÇ’’ ve Âdem ile Havva’nın  cennet’ten  yeryüzüne inişi anlatılmaya çalışılacaktır.
 
Allah Âdem’i iki eli ile(Cemâl ve Celâl) yaratmış ve yeryüzüne Hâlife kılmıştır. Peki ya Havva nasıl yaradılmıştır?.

Beşeri cisimlerin yaradılışı dört türdür...

Âdem’in cismi, Havva’nın cismi, İsa’nın cismi ve Âdemoğullarının cismi.

Allah bu dört yaratmayı;  el-Hucûrât sûresi 13. Ayette birleştirmiş ve şöyle demiştir:

‘’Ey insanlar! Biz sizi yarattık’’. Burada Âdem’i  kastetmektedir.
‘’bir erkekten’’ . Burada ise Havva’yı kastetmektedir.
‘’bir dişiden’’ İsa’yı kastetmektedir.
‘’erkek ve dişiden’’ Âdemoğulları kastedilmektedir. (Fütühat-ı Mekkiye 1 Syf- 359)

Ayrıca ÂDEM TOPRAKTAN, HAVVA (Âdem’den alınmış) KABURGADAN, İSA RUHU’L KUDS’UN (Cebrail) ÜFLEMESİNDEN, ÂDEMOĞULLARI İSE ‘’kokuşmuş bir sudan’’ (Mürselat sûresi- 20) yaratılmıştır.

Hz. Âdem cennette tek başına yaşarken yanlızlığının giderilmesi için Havva yaratılmıştır.
Allah Havva’yı Âdem’in sol kaburga kemiğinden yaratmış,  Âdem’deki boşluğu da  Havva’ya arzu ile doldurmuştur. Çünkü varlıkta boşluk kalmaz.

Havva’nın  Âdem’den bir parça olması nedeniyle, Âdem’e duyduğu sevgi aslına/vatanına özlem olup, Âdem’in Havva’ya duyduğu sevgi de, parçaya yani kendinedir. Çünkü kadın erkeğin bir parçasıdır. Aslında Kadın ve erkek TEK bir parçadır. (İbn. Arabi Hz.)

Âdem, akl-ı küll’ün temsilcisidir. Çünkü önce akıl yaratılmıştır. Akl-ı küll pozitif olduğu ve her pozitifin içinde gizli bir negatiflik bulunduğu için, negatif olan nefs-i küll yani Havva da yaradılışta Âdem’in içinde gizlidir. Âdem ZÂT, Havva sıfat olup, ZÂT’ta SIFAT gizlidir.

Yani Âdem’in yaratılmasıyla birlikte, içindeki Havva da meydana çıkmıştır. Çünkü ikisi iç ve dış olarak birbirlerinden ayrılmayan bir bütündür. Kainat ve dünya da böyledir. Her şey, pozitif ve negatif devrenin tamamlamasıyla döner. Nesiller de bir erkek ve bir dişiden ürer.

Allah, kendini görmek için Âdem’i, onun kendini görmesi için de Havva’yı yaratmıştır.

Âdem mana, Havva ise maddedir.

Âdem’in cennet’ten atılmasının nedeni, Havva’ya aşık olarak gözünü ZÂT’tan ayırıp SIFAT’a çevirmesidir.  Sıfat ZÂT’tan ayrılmıştır ve onun donmuş /kesif halidir. Âdem SIFAT’ta ZÂT’ı görememiştir. Bu aynı;  çiçeğe bakan bir kimsenin o çiçekte Allah’ı görememesi gibidir.Göremeyen kimse de Allah’tan uzak olmuş demektir. Çünkü, sıfat ZÂT’tan ayrılamaz.

ZÂT cennettir. ZÂT’tan uzaklaşmak da, cennetten kovulmaktır. (Lütfi Filiz HZ.)

Biz: ‘’Ey âdem! Sen ve eşin beraberce cennete yerleşin.....dedik’’ Eşinden maksat NEFS’tir. Havva olarak isimlendirilmesinin nedeni, zulmânî cisimle(vücud) beraber olması, ondan ayrılamamasındandır. Âdem ile Havva’nın ayrılmamaları emredilen Cennet ‘’RUH ÂLEMİ SEMÂSI’’ dır. Cennet nimetleri de ‘’KALBİ GIDALAR ve RUHÎ MEYVELERDİR’’ (İbn. Arabi Hz. Tefsir-i Kebîr)

Allah Âdem ile Havva’ya cennetini sunmuş, orada dilediğince yiyip içmesi ve gezmesi konusunda özgür bırakmıştır. Sadece yasak ağaca yaklaşılmasını yasaklamıştır.

Kur’an-ı Kerîm ‘’yasak ağaç’’ ile ilgili bilgi vermemiş, sadece ağaça yaklaşılmasını yasak kılmıştır. Bu konuda fazla bir bilginin olmaması, fazla bir bilginin Allah katında gereksizliğinin göstergesi olduğu kabul edilmiştir.

 Yine bu ağacın ne olduğuna yönelik çeşitli yorumlar yapılmış, Elma, Üzüm, İncir, en çok da BUĞDAY olduğu fikri kabul görmüştür.

Hıristiyanlar ise yasak ağacın Âdem ile Havva arasındaki cinsi yaklaşım olabileceğine inanmış, RUHBANİYET(evlenmemek)  fikri de böyle gelişmiştir.

AĞAÇ: KAZA VE KADER AĞACI; EŞ- ŞECERE/İNSAN-I KÂMİL; HAKK’IN CEMÂLİ;  AŞK AĞACI

YENEN MEYVE: BUĞDAY; DÜNYA VE DÜNYAYA AİT DÜŞÜNCELER; BEŞERİYET; NEFSİN İSTEKLERİ; GAM VE MİHNET

CENAB-I HAKK, Hz. ÂDEM’E: ‘’Sana Cennet’i ihsan ettim. Maksadın Cennet ise hasıl oldu. Nimetler de verdim. Gayen bu ise o da oldu. Ye, iç, otur, eğlen, gez, yürü..... Yalnız şu yasak ağaca yaklaşma. Çünkü sana ihsan ettiğim şeyler akıl ölçüsü içindedir. Yasak olan ağaç ise ‘’AŞK’’ dır. Onun meyvesi gam ve mihnet, gölgesi zulmet ve hayrettir. Süsü güzelin gözyaşıdır. Mihnet muhabbetsiz, yakınlık belâsız olmaz. Cennet ise rahat köşesi ve sığınaktır’’ dedi. (Ken’an Rıfâi Hz.)

Eli açıklık ve cömertlik Âdem’i Cennet’e  gönderdi; o orada izzet minderlerine oturtuldu. Bütün Cennet onun emrine âmâde kılındı. O, Cenneti iyice seyretti; ama aşk ve acının tozuna bile rastlamadı. ‘’Yağla su birbirine karışmaz’’ dedi.

Âdem Cennetin hiç bir değeri olmadığını görünce, ayrılmaya karar verdi. Ama Allah onu ona mülk olarak vermişti. Oradan çabucak çıkmanın yolu Allah’ın emrini tutmamaktı. (William Chittick)

Zaten Âdem’in kaderinde yeryüzünde HÂLİFE olmak yazılıydı( Ben yeryüzünde bir Hâlife yaratacağım Bakara-30)

Yûsuf’u çirkin bir fiil işlemekten koruyan RAB, Âdem’i de ağacı tatmaktan koruyabilirdi. Ama dünyanın kargaşa, keder ve belâ ile dolması gerekiyorduysa, ne yapabilirdi.? (William Chittick)

Allah Âdem’e Halîfe’lik yani yeryüzünde kendi adına hükmetme gücü vermiştir. Bu güç bir şereflilik değil, bir sınama aracıdır. İnsanın bir şeyden alıkonulması bir sınamadır. Şereflendirmek ise bir serbestliktir. Halîfe makamında bulunan kimse hareketlerinde dâima bir sakınma durumundadır, daima bir ihtiyat halindedir.

Bu, şunu ortaya çıkarır ki, insanlıkla ilgili HİLÂFET mutlak değildir. Ve bunun özel bir sınırı vardır ki, tecavüzü zûlümdür. O sınırı tayin eden de bu ağaçtır.

Zûlüm bir şeyi yerli yerine koymamaktır. Zûlmün karşılığı ise HİKMET’tir. Hikmet her şeyin yerli yerine konulmasıdır.

‘’Biz EMANET’i göklere, yere ve dağlara teklif ettik de, onlar yüklenmekten çekindiler, korktular. O’nu insan yüklendi. Doğrusu o çok  zâlim, çok cahildir’’. (Ahzâp sûresi- 72)

Bütün mevcudat Allah’ın insan eline arz ettiği bir emanettir. İnsan o EMANETİN hakkını verdiği zaman SUFİ, vermediği zaman CAHİL ve ZÂLİM oluyor. (İbn. Arabi Hz. Emanet ve Hikmet)

Bunun üzerine şeytan onları oradan kaydırdı, içinde bulunduklarından çıkardı.  Biz de: ‘’Birbirinize düşman olarak inin, orada belirli bir müddete kadar sizin için bir karar yeri ve nasip vardır’’ dedik. (Bakara sûresi- 36)

 ‘’birbirinize düşman olarak inin’’  ifadesinde çok özel bir işaret vardır.  Allah’ın bilinmezliği olan   ‘’lâ taayyün’’ (zuhûr’un olmadığı) AHADİYET yani ZÂT âleminden, VAHİDİYET, oradan da ULUHİYET mertebesine iniş vardır.  Nedir bu âlemler?.

AHADİYET: İsim ve sıfatların olmadığı, ‘’YÜCE ZÂT’’ MERTEBESİ. TEK’LİK.

VAHİDİYET: İsim ve sıfatlar ZÂT olarak açığa çıkar. Ancak aralarında hiç bir FARK yoktur. Biri diğerinin aynıdır. İLK TAAYYÜN/İLK ORTAYA ÇIKIŞ. BİR’LİK.

ULUHİYET: İsim ve sıfatların her biri, özellik ve niteliklerine göre açığa çıkar. Böylece Muntakim/intikam alan isim ilen Mün’im/nimet veren isim, birbirinin zıttı olur. Bütün isim ve sıfatlar bu makamda böyledir.  İKİNCİ TAAYYÜN

ULUHİYET METREBESİNE; RAHMANİ NEFES, HAKİKATLERİN ŞEKİLLENDİĞİ MERTEBE, EZELİ İLİM MERTEBESİ, İNSANIN HAKİKATİ MERTEBESİ, ‘’AMÂ’’ (ince bulut ) MERTEBESİ, İNSAN-I KÂMİL/BERZAH MERTEBESİ DE DENİR. Bu mertebeye BERZAH denmesinin nedeni; HAK ile HALK’ın arasında perde olması nedeniyledir. (Abdülkerim el-Cili Hz.)

İŞTE BU İNİŞ, ZITLIKLARIN OLDUĞU MERTEBE; ‘’ULUHİYET’’ MERTEBESİNEDİR.

‘’belirli bir müddete kadar’’ yani ‘’iradi ölüm’’,  ölmeden önce ölme makamına gelinceye kadar(küçük kıyamet). Veya ‘’beşeri ölüm’’ gerçekleşinceye kadar(büyük kıyamet)

VARLIK BİR DAİREDİR. ÂDEM’İN CENNET’TE BAŞLAYAN VE AŞAĞILARIN AŞAĞISI SUFLİ ÂLEM OLAN DÜNYAYA İNDİRİLMESİYLE DEVAM EDEN YOLCULUĞU TEKRAR CENNET’TE SON BULACAKTIR. 

ÇÜNKÜ SON BAŞA DÖNMEKTİR.

Allah idrak etmeyi nasip etsin. Amin.

5 Eylül 2014 Cuma

HALÎFE:

Hatırla ki Rabbin meleklere: ‘’Ben yeryüzünde bir Halîfe yaratacağım’’ dedi. Onlar: ‘’Biz hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halîfe kılıyorsun?’’ dediler. Allah da onlara: ‘’Sizin bilmediklerinizi herhalde ben bilirim’’ dedi. (Bakara-30)
‘’Ey Davud! Biz seni arz’da halîfe yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet.’’  (Sâd sûresi-26)
‘’Sizi yeryüzünün (arz’ın) Halîfesi kılan, size verdiği nimetler hususunda sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur.’’(En’an sûresi-39)
‘’Sizi arz’da Halîfe’ler yapan O’dur.’’ (Fâtır sûresi- 39)
Halîfe, vekâlet gibi asâletin karşıtı olarak, başkasına vekil olmak, yani az veya çok onun yerini tutarak onu temsil etmek demektir.
‘’Bilmez misin ki, hakîkaten göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Hepsi O’nundur.’’ Bakara sûresi'nin 107.  âyetinde de belirtildiği gibi Allah göklerin, yerin ve ikisinin arasındaki her şeyin sahibi iken, neden meleklere ’yeryüzünde Halîfe yaratacağım’’ demiştir?.
Cenâb-ı Hakk bir Hadis-i Kudsî de: ‘’ Ben gizli bir hazine idim. İstedim ki bilineyim’’ diye buyurmuştur.
Allah bilinmek istemiş, ÂLEM’i  ve  ÂDEM’i yaratarak  bunları varlığına ‘’AYNA’’  kılmıştır.
Aslında âlem ayna, Âdem’de o aynanın cilası olmuştur.
Nasıl ki aynanın arkasındaki sır olmadan aynalık vasfı olmazsa, insan olmadan da Allah’ın tecellîsi (ki cila kökünden türemiştir) olmaz.
Allah’ın varlığının tecellîsi bir aynayı gerekli kılmış,  âlem aynasında aksini, Âdem aynasında da Ayn’ını (aslını)  seyretmiştir.
Allah neden ayna yaratmıştır?.
Allah’ın ‘’ayna’’ gibi bir vesîle olmadan tecellîsi, nûrunun şiddetinden bütün âlemin yanmasına neden olacağından, Allah ‘’Âdem’’i kendi sûretinde yaratarak güzelliğini o aynada seyretmiş, bütün âleme oradan tecellî etmiştir.
Hz. Âdem Allah’ın değil, O’nun isim ve sıfatlarını yansıdığı aynadır. Ayna sıfat mertebesidir. Çünkü Allah’ın zâtı tecellî etmez.
Ayna’nın aynalık vasfı ancak bir bakanın var olmasıyla ortaya çıkar.
Ayna ‘’ARAZ’’ dır. Araz ise devamlılığı ve kalıcılığı olmayan, kendi başına bir varlığı bulunmayan ve var olmak için bir CEVHER’e muhtaç olan şey demektir.
Allah ‘’Ben herşeyi senin için, seni de kendim için halk ettim(yarattım).’’ diye buyurmuştur.
Allah kâinatta yaratılan her şeyi İNSAN’a hizmet etsinler diye yaratmıştır. İnsan olmasa madenlerin, bitkilerin, hayvanların  hiç bir anlamı kalmaz.
O halde; kâinatta her şey insan için, insan da Allah için yaratılmıştır.  Aslında İNSAN diye kastedilen Halîfe, Hz. Âdem, Hz. Mûhammed (sav.) yani İnsan-ı Kâmil’dir.

Melekler Hz. Âdem yaratılmadan evvel, insanın kan dökeceğini ve fesat çıkaracağını nereden biliyorlardı?
Cenâb-ı Hakk, Âdem’i halk etmeden evvel, İlmullah’ı (Allah ilmini) zâhire çıkardı. Kur’ân’ı bildirdi. İşte Melekler Kur’ân’ı Levh-i Mahfuz’dan okuyarak bu bilgiyi elde ettiler.
Çünkü Melekler İNSAN’dan önce yaratılmıştır. Melekler soyut varlıklar olup, Allah ile insanlar arasında elçi ve aracıdırlar.
Melek/meleke; kuvvet yani AKIL’dır. Melekler ne mütehayyiz (belli bir yer tutan), ne de cisimdirler.
‘’Onlar gece ve gündüz Allah’ı tesbih ederler ve bu işten hiç usanmazlar’’ (Enbiyâ sûresi-20)
Melekler, saf nûrdurlar. Dört unsur (ateş, hava, su, toprak) ve altı yönün dışındadırlar. Yerin ve göğün ötesindedirler. Onların gıdası Tanrı’nın zikridir.
Meleklerin özgür iradeleri yoktur ve itaatkârdırlar. Sadece bir kere, Kur’ân’ın belirttiğine göre, Tanrı’nın hikmetinden sual etmişlerdir ki, bu da, Tanrı’nın Âdem’i yaratma ve onu kendi temsilcisi/Halîfe  olarak tayin etme niyetini açıkladığı zamandır. Fakat Tanrı’nın emir ve irâdesine teslim olduktan sonra, melekler yeni yaratılan Âdem’e secde etmişlerdir.
Birinci secde Allah’ın emri ile, ikinci secde Nûr-i İlâhiyi Âdem’in alnında görerek yapılmıştır.
Secde kulluktur ve sadece Allah’a yapılır. Meleklerin Âdem’e yaptığı secde selâm secdesidir.
Allah Âdem’i topraktan ve iki eli ile yoğurarak yaratmış, onu düzenleyerek rûhundan üflemiştir. İki elden kasıt ‘’celâl ve cemâl’’ dir. Yani sağ el ile mutlular (said), sol el ile mutsuzlar (şaki) kastedilmiştir.
Meleklerin  aksine Âdem’in hamuru şöhretle yoğrulmuştur, âsi olması muhtemeldir. Tabiatında hırs ve hile vardır. İnsanı her nevi şerre davet eden nefs de onunla birlikte bulunur.
İşte Âdem, bu iki sûreti kendinde toplayan bir varlık olarak yaratılmış, bundan dolayı da Halîfe’lik Âdem’e verilmiştir.
Halîfe’si olduğu kimselerin isteklerini karşılayacak yetenekler Âdem’de bulunmasaydı ve Hakk’ın yardımının insanlara, dolayısıyla âlemlere ulaşmasını sağlamada aracı durumunda olmasaydı, insanlar üzerinde Halîfe olmazdı.
Âdem; yaratan ile yaratılanlar arasında köprü yani ‘’berzah’’ tır.
Allah; İnsan-ı Kâmil’in dış/zâhir/görünen sûretini âlemin gerçek sûretine, iç/bâtın/görünmez sûretini de kendi sûretine göre yaratmıştır.
O halde Âdem hem ‘’Hakk’’, hem ‘’halktır’’. O, kendisinden insan türünün yaratıldığı tek bir nefstir.’Ey insanlar! Sizi tek bir nefsten yaratan  ve ondan eşini yaratıp ikisinden pek çok erkekler ve kadınlar üreten Rab’binizden sakının’’ (Nisa sûresi-1)
Halîfe, Hakk’ın sûreti ve aynası olduğundan onun hakikatini anlamak mümkün değildir. Çünkü ‘’biri’’ sadece ‘’bir’’ bilebilir.
‘’De ki; Rabbimin  kelimeleri için denizler mürekkep olsa... Muhakkak Rabbimin kelimeleri tükenmeden önce deniz tükenirdi.’’ (Kehf sûresi-109)
İnsan-ı Kâmil, bazen güçlü bir hükümdar sûretindedir. Bazen Rahmet, bazen şiddet ve güç, bazen intikam ve zorlama, bazen bağışlama ve hoşgörü, bazen örtme, bazen lûtuf, bazen sevinç, bazen şaşkınlık sûretinde görülür ve bazen de güler yüzlü bir şekilde ortaya çıkar.
Âdem, Hakk’ın bütün isimleriyle tecellisi olmak hasebiyle sûret giymiş Hakk gibidir.
O, bütün ilâhi isimleri kendinde toplayandır. Hüküm ve tasarruf sahibidir.
Besmelenin anlattığı Âdem’dir. Sırrı da ‘’O’’dur. O gizli hazinelerin hazinedarı ve mührüdür. Mühür nasıl hazineleri korursa, İnsan-ı Kâmil/Âdem’de yaradılmışları korur. Çünkü  Hakk’ın HALÎFE’si ve VEKİL’idir.
Bil ki: Gören ve görülen, var olmuş olan ve var eden, anlayan ve anlaşılan, bilinen ve bilen, ârif ve mâruf, vücûd ve mevcud, idrâk edilen ve idrak eden, bütün bu anlatılanlar bir şeydir. Aynıdır. Tek şeydir. Başka yol arama.
Bütün yaratılmışlar İnsan-ı Kâmil’in kuvve ve azasıdır. Dağlar kemikleri, dereler ve akarsular onun damarları, bitkiler kılları, acı sular kulak, tatlı sular göz ve ağzından akan sular olup, tuzlu sular teridir. ARŞ onun KALBİ, KÜRSÜ sadrıdır. Tüm peygamberler de AY’ın HİLÂL’den DOLUNAY’a geçerken geçirdiği evreler gibi geçirdiği TEKÂMÜL/GELİŞİM evreleridir.
Hz. Mûsâ Rabbini ‘’ilmen yakin’’, Hz. Îsâ ‘’aynel yakin’’, Hz. Mûhammed ise ‘’Hakk’el yakin’’ bilmesidir. Hz. İbrâhim mutmain (emin) olmuş nefsi, Hz. Eyüb sabrı, Hz. Ebûbekir sadakati, Hz. Ömer adaleti, Hz. Osman edebi,  Hz. Ali ise Zâhir’idir(Rabbi tecelli).
Hz. Cebrâil aklı, Hz. Meryem safiye makamındaki nefsi, Cebrâil’in üflemesiyle doğan Hz. Îsâ Veled-i Kalp’dir (kalp çocuğu).
İnsan-ı Kâmil; ‘’tam hayat’’ sahibidir ve tüm yaratılanlar onun parazitleridir. Yani ondan beslenir.
Velhasıl Allah kâinatta bir tek ‘’ayna’’ yaratmış, o aynada bilinmek istediği kadarını tecellî ettirmiştir. Allah bir an kendini ‘’Âdem’’ aynasında seyretmekten vaz geçecek olsa, âlem yok olur.
Görünen çokluk tek bir ‘’ayna’’dan yansıyan görüntülerden ibarettir.
Âyet’te geçen meleklerin tesbih ve takdis’ine gelince;
Tesbih; Allah’ı ortaktan, acizlikten ve eksikten tenzih etmek,
Takdis; Allah’ı mekâna taalluk etmekten, etkilenmekten, zâtı ve fiilleri itibariyle birden çok olmaktan, oluşumun kemâlinin bir parçası olmaktan tenzih etmek demektir.
Gökte ve yerde olan melekler, tesbih ederken, soyut rûhlar olan Mukarreb (yakınlaştırılmış) melekler, soyut olmaları, Rablerinin nurundan perdelenmemeleri, kendilerinden alt olanlara nûrlarını yansıtmaları ve başkaları üzerinde tesir bırakmaları, kahredici güce sahip olmaları nedeniyle  takdis edenlerdir. Takdis, tesbih’ten daha özeldir. Her takdis eden tesbih de ederken, tesbih eden takdis etmez.
Kaynak: İbnü’l Arabî Hz. Risâleleri. Abdülkerim Cili Hz. ‘’İnsanı-Kâmil’’



9 Ağustos 2014 Cumartesi


SEVEN VE SEVİLEN:

Bakara sûresi- 196

‘’Haccı ve Umreyi Allah için tam yapın. Eğer alıkonursanız kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban yerine ulaşıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden her kim hasta olursa yahut başından bir rahatsızlığı varsa, oruç veya sadaka veya kurban olmak üzere fidye gerekir. Emin olduğunuz vakit, kim hac günlerine kadar umre ile faydalanmak isterse, kolayına gelen bir kurban kesmesi gerekir. Kurban kesemeyen kimse hac gününde 3, memleketine döndüğünde 7 gün olmak üzere oruç tutar. Hepsi toplam 10 gündür. Bu söylenenler, ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar içindir.’’

Âyetin bâtıni (iç) anlamını incelersek:

‘’Haccı ve Umreyi Allah için tam yapın’’ Hac;  rûhun Allah’a doğru asla bitmeyen yolculuğuna işaret eder. Hac zât Tevhidi, Umre ise sıfat Tevhididir.

Tevhid;  baktığı her yerde Allah’ın birliğini idrak etmek ve ona uygun yaşamaya çalışmaktır.
Tevhid; fiil tevhidi, sıfat tevhidi ve zât tevhidi olarak üç kısımda incelenebilir.
Fiil Tevhidi: kişi kendinden ve karşısından gelen her fiilin Allah’tan olduğunu bilir.
Sıfat Tevhidi: kişi her olayda Hakk’ı görür ve her olayın nedeninin ona bir uyarı ve tekâmül fırsatı olduğunu bilir. (Umre)
Zât Tevhidi: kişi fiile, olaya takılmaz. Yapan yaptıran Allah’dır der. (Hac)

Umre (sıfat Tevhidi), Haccın (zât Tevhidinin) hazırlığıdır.
‘’Eğer alıkonursanız’’ nefsin bu yolculukta seni engellerse, ‘’Kolayınıza gelen kurbanı gönderin’’  nefsin bazı sıfatları dik başlı, bazıları ise zayıf hayvanların özelliklerine sahiptir. Sana en kolay gelen nefs hayvanını/bir kötü huyunu Allah yolunda kurban et.

‘’Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin’’ yani nefsinin bir sıfatını tam olarak Allah için kurban edene kadar emin olma. Başın tıraş edilmesi nefsin en güçlü sıfatı olan ''baş olma'' duygusunun yok edilmesidir.

‘’Her kim hasta ise veya başında bir rahatsızlığı varsa, oruç veya sadaka veya kurban olmak üzere fidye gerekir’’  istidadı zayıfsa, kederlerle sınanıp engellenmiş ise,  bazı nefsani lezzetlerden kendini alıkoymak, iyilik yapmak, riyâzat ve mücâdele ile kendindeki bazı nefsani kuvvetleri ezmek sûretiyle fidye vermesi  gerekir.

‘’Emin olduğunuz vakit, kim hac günlerine kadar umre ile faydalanmak isterse’’ hac günlerine (zât tevhidine) ulaşıncaya kadar umre (sıfat tevhidi) ile faydalanmak isterse, kolayına gelen bir kurban kesmek gerekir: burada kurban nefsimiz, bıçak ise mücâdeledir.

‘’Kurban kesemeyen kimse hac gününde 3, memleketine döndüğünde 7 gün oruç tutar’’
Hacda/vahdet makamında  3 gün (akıl, vehim ve muhayyile/hayal kuvvetlerinin fiillerinden),
Memleketine/çokluk makamına döndüğünde 7 gün (zâhir 5 duyu ile gazap ve şehvet güçlerinden) oruç tutması (uzak kalması) gerekmektedir.
‘’Bu söylenenler ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar içindir’’  yani vahdet içinde/kalp makamında  olmayanlar, dışarıdan gelenler içindir. Bunlar sevenlerdir.
‘’Sevenler’’ ona içtenlikle döndükleri için, Allah’ın kendi yoluna ilettiği kimselerdir.

Oysa Mescid-i Haram’da oturan hane halkının/kalp makamında olanların kurban sunmak, riyâzet etmek ve ihram giymek gibi zorunlulukları yoktur. Bunlar da sevilenlerdir.
‘’Sevilenler’’ ezeli ilgiye mazhâr olanlardır. Allah onları seçmiş ve dosdoğru yola iletmiştir. Bunlar ezelden bu kapının içindedir.

Hak taliplisi, varlık halkasını tanrı kapısına vurur. O kapının açılmasını bekler. Gerçek ihtiyaç sahibi o kapı açılıncaya kadar bekleyicidir. Bunlar sevenlerdir. Sevilenler ise ezelde o kapının içindedir.

Kurban (nefs) hayatta iken nefsin isteğine göre yapılan bütün ameller haram iken, kurbanın öldürülmesi ile birlikte helâl olur.
Tekâmül ederken insan nefsinin arzularına karşı koyarak ona zûlmeder. Tekâmül etmiş kişi ise nefsinin arzularını yerine getirerek ona zûlmeder.

Zâhirde kesilen kurbanın 3’te 1’i bize, 3’te 1’i ailemize, 3’te 1’i yakınlarımıza aittir. Yani nefsimizin hayvanını Allah için kurban etmeyi başarabilirsek bizim güzel halimizden ve ilmimizden hem kendimiz, hem de yakınlarımız beslenip yararlanır.

Kaynak: İbnü’l Arabî Hz. Tefsir-i Kebîr Te'vilât, Niyazi-i Mısrî Divanı.

28 Haziran 2014 Cumartesi

FÂTİHA:

ÂLEM’DE NE VARSA KUR’ÂN’DA, KUR’ÂN’DA OLAN HER ŞEY FÂTİHA’DA TOPLANMIŞTIR. ÇÜNKÜ FÂTİHA SÛRESİ KUR’ÂN’IN ANASIDIR. FÂTİHA AÇILIŞ YAPAN, AÇAN ANLAMINDADIR. KUR’ÂN ONUNLA AÇILIR.

Fâtiha yedi ayettir. Yarısı Mekke’de, yarısı Medine’de nâzil olmuştur.

Fâtiha sûresi üç kısımdır. Birinci kısım ALLAH için, ikinci kısım KUL içindir. Ortası  ‘’yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz’’ ifadesi ise hem kul, hem de Allah içindir. (Allah burada nefsine nefsiyle hitap etmektedir)

BİSMİLLÂHİRRAHMANİRRAHİM.

Fâtiha sûresinin ilk ayetidir. Kur’ân’daki her sûrenin başında yer alan Besmele’den farklı olarak bu sûrenin sırlarını içerir. Besmele, Hz. Peygamberin Allah’ın isim ve sıfatlarını ‘’B’’ olan vücudu ile taşımasını sembolize eder. ‘’B’’ vücud, altındaki nokta ise Allah’ın bölünemeyen ve parçalanamayan bütünlüğünü, hakîkatini temsil eder. BESMELE; Allah  ile kul, hak ile halk, Allah’ın kelâmı olan Kur’ân ile yaratılmışlar arasında berzah yani perdedir.
                
O perde olmasa âlem, zâtın zuhûrunun şiddetinden yanar, yok olur. Kısaca Besmele Hz. Muhammed’dir. Besmele, Allah’ın Hz. Peygambere ‘’KÜN’’ emridir. 

HAMD, ÂLEMLERİN RABBİ ALLAH’A MAHSUSTUR.

Hamd şükrün üstünde bir makamdır. Hamd acı, sıkıntı, belâ, ne olursa Allah’tan her gelenden memnun olma halidir. Hamd kelimesi Allah’tan Allah’a olduğu için, Allah’ın mânâsı ile Rab/öğretici sıfatı arasındadır. Çünkü HAMD bizim nefsimizle becerebileceğimiz bir hâl değildir. İnsanın acı ve sıkıntıyı gönlü ile hoş görmesi, hatta bunu sıkıntı ve acı olarak hissetmemesi, ancak Allah’ın o insanda ‘’TECELLÎ’’ etmesiyle mümkün olabilir.

HAMD;  DAHA ÖNCE VERİLEN BİR NİMET GİBİ, DAHA SONRA DA NİMET VERİLECEĞİNE OLAN KESİN İNANÇLA YAPILIR. ŞÜKÜR İSE VERİLMİŞ OLANA KARŞILIKTIR.

O, RAHMAN’DIR VE RAHİM’DİR.

Rahman ve Râhim, ‘’RAHMET’’ kelimesinden türemiştir. Rahman umumi, Râhim ise hûsusidir. Rahman, bütün yaratılmışlara rızık verendir. Râhim ise, Rahmet ve merhameti sınırsız olan, azarlamadan, intikam almadan koruyan, affedendir.

DİN GÜNÜNÜN SAHİBİDİR.

Allah hangi günün sahibidir? Kıyâmetin sahibidir. Kıyâm, ayağa kalktığımız AN’dır, huzura durduğumuz AN’dır. Kıyâm Allah’ın manasının bizde zuhûr ettiği AN’dır. ‘’Kendinden zannetme, onun sahibi benim’’ diyor Allah, bizi uyarıyor. ‘’sana el, ayak çapası verdim, vücudunda ziraat yaptın mı, mânâ zuhûr ettirdin mi, mânâ cevherini ortaya çıkardın mı? Ben o günün sahibiyim’’ diyor. Ama o hangi gündür. O gün insanın ‘’ben hiçmişim,  her şey O’ymuş’’ dediği gündür.

ANCAK SANA KULLUK EDERİZ VE YALNIZ SENDEN YARDIM DİLERİZ.

Namazda okunan Fâtiha’nın bu noktası size kendimizi hatırlatma noktasıdır. Dil; göze, kulağa, el ve ayağa, karın ve kalbe tercümandır. Burada Kâmil insanlar tir, tir titrermiş, kendilerini toplayıp ‘’ihdinassırâtelmüstâkim’’e geçebilirlerse kendilerini çok bahtiyar addederlermiş. Namazın bu devresinde huzurlu olan, bütün mevcûdiyetiyle Rabbine dönen, dilin dediği gibi bütün varlığıyla ona yönelen  mümin için namaz, miracdır. Aksi hâlde bütün azaların tercümanı olan dil hakikatten uzak kalır, iftirada bulunmuş olur.

BİZE DOĞRU YOLU GÖSTER.

İnsanın Sırât-ı Mustakîm/doğru yol üzere olması ancak mürşidinin, Peygamberinin ahlâkıyla ahlâklanmasıyla mümkündür. İkincisi sâbit kadem olmaktır. Yani; vazgeçmemek, gayret kılıcını elden bırakmamak. ‘’İstikrâr mucizedir’’ diyor Ârifler. Bu Sırât-ı Mustakîm’dir ve sonu TEVHİD’dir. O yüzden Peygamber’in Sırât-ı Mustakîm’i TEVHİD dir.

SIRAT-I MUSTAKÎM; ‘’RAB’’ isminin tecellisidir. Hidâyet’e erme, yetişme ve terbiye olma ile gerçekleşir.

KENDİLERİNE LÛTUF VE İKRAMDA BULUNDUĞUN KİMSELERİN YOLUNU; GAZABA UĞRAMIŞLARIN VE SAPMIŞLARIN YOLUNU DEĞİL.

‘’Mağdûbin’’, Mûsevî makâmıdır. Bir kimse ilme dönüp AŞK’sız ilimde takılır kalırsa ‘’gazaba uğramışlardan’’ olur. Gazap, zulmâni perde, maddi zevklerdir.

‘’Dallin’’ ise Hıristiyanlık makâmıdır. İnsan TEVHİD’E ulaşmadan yalnız AŞK’ta kalırsa, ilmi bir kenara bırakırsa şekli putlaştırır. Nûrani perdelerden ibâret, bâtıni nimetlere takılır.

İKİSİNİN BİRLEŞİMİ İSE, MUHAMMEDİ YOL OLAN TEVHİD’DİR.

Fâtiha hamd sûresidir. Sadece Hz. Peygambere aittir. Çünkü Liva-ül Hamd bayrağını taşıyacak  O’dur. Makam-ı Mahmut, cennetin 8. katı sadece ona tahsis edilmiştir.

Fâtiha’nın sonunda Âmin demek Peygamber sünnetidir. ‘’Sana kendi sıfatlarımızla hamd etmekten âciziz, fakat bunu ancak Peygamberi takip ederek becerebiliriz’’ demektir.

Fâtiha; tekrarlanan yedidir.(ES-SEB’UL MESÂNİ) ‘’Andolsun ki, biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve yüce Kur’ân’ı verdik’’ (Hicr sûresi-87)

Sana yedi sıfat verdik. Hayat, İlim, İrade, Kudret, Duyma, Görme ve Konuşma. Allah ancak bu yedi sıfatla idrâk edilebilir. Hz. Peygambere yedi sıfat ile beraber, kalp ve rûh makamı da verilmiştir.

Tekrarlanan, yinelenen ve senin için sübûtu/ortaya çıkışı ikilenen. Önce onun ahlâkıyla ahlâklanman, onun sıfatları ile sıfatlanman, sonra TEVHİD’de ‘’FENÂ’’ bulman, ardından ‘’BEKÂ’’ bulman için.


Fâtiha günde ‘’40’’ kere okunur. Çünkü bir günde 40 rekât namaz kılınır. ‘’40’’ Mim harfinin ebced değeri olup ‘’Muhammedi zuhûrdur’’. Fâtiha’sız namaz olmaz. İnsan varlığın Fâtiha’sıdır. Allah onunla varlıkların kilitlerini açar.

Ölenin arkasından okunmasının nedeni ise, ölü gibi Allah’tan uzak yaşayanların, Allah’ın idraki ile dirilmesi içindir. ‘’ Biz Allah’ı andığımız an diri, gaflette olduğumuz an ölüyüz. Ömrün uzaması da Allah’ı anarak geçirdiğimiz vakitlerin çoğalmasıdır.’’ 

Gerçekte Fâtiha kendimizden, kendimize okumamız gereken bir duadır ki, kalplerimizi Allah aşkı ile diriltelim, fethedebilelim. ÂMİN.

9 Mayıs 2014 Cuma


TECELLÎ

Tecellî kavramı VAHDET-İ VÜCÛD/TEK VARLIK anlayışının üzerine inşa edildiği temeldir. Öyle ki, bu kavram doğru anlaşılmadan muhakkik sûfilerin sistemlerini çözmek neredeyse imkânsızdır.

Tecelli varlık bilim/insan açısından kullanıldığında feyiz, zuhûr, sudûr, tenezzül, taayyün gibi kavramlarla ilişkilidir.

Bilgi teorisi açısından ise tecellinin fetih, şuhûd, ve keşf terimleri ile anlam benzerliği vardır.

VARLIK/İNSAN AÇISINDAN TECELLÎ, GAYB MERTEBESİNDE OLANIN ZUHÛR MERTEBESİNE ÇIKMASI DEMEKTİR.

Bu kavram HAKK için kullanıldığında Hakk’ın Zât’ının bütün isim ve sıfatları ile kendisini izhâr etmesi/açıklaması demek olur. Tecellî kavramı muhakkik sufiler tarafından âlemin var oluşunu izah etmek için kullanılır.

VAHDET-İ VÜCÛD ANLAYIŞINA GÖRE VARLIK BİRDİR VE ONDA İKİLİK BULUNMASI İMKÂNSIZDIR.

BU NEDENLE  VARLIKTA YARATAN-YARATILAN İKİLİĞİNİ GEÇERSİZ KILMAK MAKSADIYLA SÛFİLER TECELLÎ KAVRAMINI KULLANMIŞLARDIR.

BUNA GÖRE TEK BİR HAKİKAT VARDIR VE BU TEK HAKİKAT TECELLÎ ETMEKTE YANİ ZUHÛR ETMEKTEDİR. ÂLEM İSE BU HAKİKATİN TECELLÎLER MERTEBESİ VEYA ZUHÛR MERTEBESİNDEN İBARETTİR.

Tecellî, Varlık Tecellîsi ve Müşahade Tecellîsi olmak üzere ikiye ayrılır.

VARLIK TECELLİSÎ; ÂLEMİN DOĞRUDAN VE DOLAYLI OLARAK HAKK’TAN VARLIK ALMASIYLA İLGİLİDİR.

BUNA GÖRE TANRI İLE ÂLEMİN DOĞRUDAN VE DOLAYLI İRTİBAT OLMAK ÜZERE İKİ TÜRLÜ İRTİBATI VARDIR. BİRİNCİ İRTİBAT TANRININ HER BİR VARLIKLA ÖZEL İRTİBATIDIR. İKİNCİ İRTİBAT İSE, BİR NEDENSELLİK SİLSİLESİYLE ŞEYLERİN MEYDANA GELMESİDİR.

BİRİNCİ İRTİBAT, ÂLEMDE BULUNAN TEK TEK ŞEYLERİN TANRI İLE ARADA BAŞKA SEBEPLER VE VARLIKLAR BULUNMAKSIZIN DOĞRUDAN ‘’VARLIK’’ ALMASINI SAĞLAR. YANİ DOĞRUDAN DOĞRUYA HER BİR TİKEL VARLIKTA TANRI TECELLÎ EDER VE BU VARLIK TECELLÎSİ  O TİKEL’İ VAR EDER.

VAHDET-İ VÜCÛD ANLAYIŞINI BENİMSEYEN SÛFÎLER BU ÖZEL İRTİBAT TARZINI ‘’VECH-İ HAS’’ TERİMİ İLE NİTELENDİRMİŞLERDİR. BU AYNI ZAMANDA MUTLAK BİRLİK OLAN TANRIDAN KESRETİN YANİ ÇOKLUĞUN NASIL ÇIKTIĞINA DAİR BİR İZÂHTIR.

MUTLAK BİR OLANDAN YALNIZ BİR ÇIKAR İLKESİ ÇERÇEVESİNDE HAKK’TAN YALNIZCA BİR ŞEY ZUHÛR EDER Kİ, BU DA VARLIK TECELLİSÎDİR. ZİRA HAKK MUTLAK VARLIKTIR. ÂLEMDEKİ ÇOKLUK, HAKK’TAN ÇIKAN BU VARLIK TECELLİSÎNİN HAKK’IN İSİM VE SIFATLARININ GÖLGESİ KONUMUNDA OLAN A’YAN-I SÂBİTE MAZHARLARINDA(tecellinin ortaya çıktığı yer) ORTAYA ÇIKAN GÖRÜNTÜSÜNDEN KAYNAKLANIR.

Varlık Tecellisi de  Tecelli-yi akdes(feyz-i akdes) ve Tecelli-yi mukaddes(feyz-i mukaddes) diye iki kısımdır. (Abdülkerim Cili Hz. Tecelli kavramını kullanırken, İbn.Arabi Hz.leri kitaplarında Feyz kavramını kullanmıştır.)

FEYZ-İ AKDES: HAKK’IN KENDİ ZÂT’INDA ZÂT’I İÇİN, ZÂT’IYLA TECELLÎ ETMESİDİR. BU TECELLÎ İNSAN BİLGİSİNİN KONUSU OLAMAZ. ÇÜNKÜ BU TECELLÎ SADECE ZÂT’A AİT BİR TECELLÎDİR.

FEYZ-İ MUKADDES: ZÂT’IN MÜMKÜN VARLIKLARDA GERÇEKLEŞEN TECELLÎSİDİR. BU TECELLÎYİ İLÂHİ İSİMLER VE SIFATLAR GEREKTİRMİŞTİR. BUNDAN DOLAYI ÂLEMLE ZÂT’IN İLİŞKİSİNİ SAĞLAYAN ETKENLER İLÂHİ İSİMLER VE SIFATLARDIR.

HAKK’IN TECELLÎLERİ SONSUZDUR VE  TECELLÎDE TEKRAR YOKTUR. HER TECELLÎ BİR ÖNCEKİNİ KAPSAR VE GENİŞLEYEREK DEVAM EDER. BUNA BAĞLI OLARAK ÂLEM DE SÜREKLİ GENİŞLER VE MÜKEMMELLEŞİR.

ÂLEMİN SÜREKLİ YOKLUĞA GİTMESİ VE TANRI’NIN DA ONU SÜREKLİ VARLIĞA ÇIKARMAK İÇİN KENDİSİNDE TECELLÎ ETMESİNE HALK-I CEDİD/HER AN YENİDEN YARATILMA DENİR.

MÜŞAHADE TECELLİSÎ İSE MÂRİFETULLAH İLE İLGİLİDİR. BU TECELLÎNİN ÖZELLİĞİ TECELLİGÂHIN YANİ İNSANIN VARLIĞINI SİLMEK VE ONA BİLGİ KAZANDIRMAKTIR. ALLAH HAKKINDAKİ BİLGİ ANCAK MÜŞAHADE TECELLÎSİ İLE ELDE EDİLİR. BU TECELL’İ  TECELLİGÂHIN, VARLIĞIN İSTİDADINA GÖRE DEĞİŞİR.

Tecellinin üç temel işlevi vardır.
1-Hakk’ ın zât’ında gizil/gizli halde bulunan isimler ve sıfatların, buna bağlı olarak da âlemin ortaya çıkmasıdır.
2- Ortaya çıkan bu isimler ve sıfatlar vâsıtasıyla ilâhi zât hakkında bilginin elde edilmesidir. Çünkü Hakk bilinmeyi istediğinden dolayı tecellî etmektedir.
3- Âlemin var olmaya devamını sağlamaktır.

HAK ÂLEME SÜREKLİ TECELLÎ ETMEKTEDİR. ÂLEM DE BU NEDENLE VAR OLMAYA DEVAM ETMEKTEDİR. EĞER HAKK’IN ÂLEMDEKİ TECELLİSÎ KESİLSE, ÂLEM DERHAL ASLI OLAN YOKLUĞA GERİ DÖNER. HAKK’IN TECELLİSÎ, ÂLEMİN KIYAMININ/AYAKTA DURMASININ SEBEBİDİR.

HAKK’IN TECELLİSÎ HANGİ ÂLEMDE GERÇEKLEŞİRSE GERÇEKLEŞSİN VE HAKK HANGİ ŞEYE TECELLÎ EDERSE ETSİN, BU TECELLÎ ‘’EZ-ZÂHİR’’ İSMİNDEN KAYNAKLANIR.

‘’EL-BÂTIN’’ İSMİNDEN NE DÜNYADA, NE DE AHİRETTE  TECELLÎ  VUKÛ BULMAZ.
Abdülkerim Cili Hz. Hakikat-ı Muhammediye Syf.22-23

ALLAH’IN DÜNYADAKİ HER MAHLÛKA DOĞRUDAN BAKAN VASITASIZ BİR ‘’VECH-İ HAS’’ı VARDIR. BU AYNI GÜNEŞİN DÜNYAYA IŞIĞINI ''VASITASIZ ''VERDİĞİ GİBİ VEYA AY ''VASITASIYLA'' VERMESİ GİBİDİR.


İNSAN GÜNEŞE BAKMAK İSTERSE, DOLUNAYA BAKMAK MECBURİYETİNDEDİR, ÇÜNKÜ GÜNEŞ HİCAPSIZ BİR HALDE TAM OLARAK GÖZÜKMEZ. EĞER GÖZÜKÜRSE IŞIĞININ DOĞRUDAN GELDİĞİ HER ŞEYİ YAKAR. 
İbn. Arabi Hz. Zaman ve Kozmoloji Syf.190