9 Haziran 2025 Pazartesi

TEFEKKÜR (Derin Düşünce):

Tefekkür, Hz. Peygamber’in ilk amelidir. Hz. Peygamber; ’Tefekkür gibi ibâdet olmaz’’ ve ‘’Bir saatlik tefekkür, bin senelik ibadetten üstündür’’ diyerek tefekkürün önemine dikkat çekmiştir. İnsan dışında hiçbir yaratılmışta tefekkür olmaz. Tefekkür insana daha önce sahip olmadığı bir ilim kazandırır. Tefekkür aynı zamanda bir ibadettir. Tefekkür, kendi yokluğunu ve her yerde ilâhi saltanatı görerek o azametin sonsuzluğunu ve hikmetini düşünmektir.

Şeriat ‘’Allah’ın zâtı hakkında tefekkür etmeyi’’ yasaklamıştır. Çünkü akıl ve şeriat yönünden tefekkürün Hakk’ın zâtı hakkında bir hükmü olamaz. Tefekkür tehlikelidir. Tefekkür eden kimse, isâbet mi ediyor, yoksa hata mı ediyor, bilemez. Kudsi hâdisler; ‘’Allah’ın yarattıkları ve nimetleri hakkında tefekkür ediniz, Allah’ın zâtı hakkında tefekkür etmeyiniz’’ der.

Doğru olan Allah’ın ibret ve tefekkür âyetlerinin tümü üzerinde araştırma yapmaktır. Kur’ân âyetleri aynı konuya şöyle değinir; ‘’Onlar, ayakta dururken, otururken ve yanları üzerine yatarken, her vakit Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaradılışı hakkında derin derin düşünürler.’’ (Âl-i İmrân, 191)  ‘’İnsanlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bakmazlar mı, bu hususta düşünmezler mi? (Gaşiye, 88) ‘’Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi?’’ (Furkan, 45) ‘’Onlar Kur’ân’ı teberrür edip düşünmezler mi…?’’ (Muhammed sûresi, 24) (İbnü’l Arabi Hz. Hakîkat ve Tefekkür)

Derin düşünce olarak ifâde edilen tefekkürün ne olduğunu daha iyi anlayabilmek için düşüncenin nasıl oluştuğunu kavramak gerekir. Öncelikle düşünceler bize mi aittir? Düşüncenin bize ait olmadığına dair kanıtlanmış bilimsel çalışmalar vardır. 12 yy. ifâde edilen bu mânevi keşif, bugün bilimsel olarak da kabul görmüştür. Beynin verileri kalbe gönderdiği, kalbin karar merkezi olduğu ispatlanmıştır. Kûr’an’ın Hacc sûresinin 46. âyeti bu görüşü destekler niteliktedir. ‘’Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler kör olur’’  Yine bilim, devrim niteliğinde bir deney gerçekleştirir ve beynin düşünceyi varlığın uyguladığı fiilden 6 saniye önce aldığını söyler. Peki, kararların verilmesinde ve bu kararların uygulanmasında etken nedir denilirse bir üst akıl, ilâhi kader diyebiliriz. Çokça ifade edilen cüzî irademiz de külli iradeye bağlıdır ve bazı değerli Mutasavvıflara göre cüzi irade kaderimizi yaşamamız için bize sunulan hareket kabiliyetidir. Kalem yazmış, mürekkep kurumuştur.

İbnü’l Arabî Hz. göre: Rûha gelen her feyz (ilham, düşünce), ilâhi âlemden gelir. Ki orası gayb âlemidir. Ruh kendisine gelen o feyzi kalbe iletir. Kalp ise o feyzi duyulara dağıtır. Duyular da o feyze uygun işler görmeye başlar. (Tühfetü’s- Sefere Syf.63-64)

Allah; Kur’ân’ı Kerîm’in Tûr sûresinin 4. âyetinde ‘’Beyt-i Mâ’mura’’ yemin etmiştir.

‘’Yedinci Semâ’ da; yer alan Beyt-i Mâ’mur Kâbe tarzındadır ve iki kapısı vardır. Doğuya (rûha) bakan kapısından her gün yetmiş bin melek girer (Mümin olsun, kâfir olsun insanın aklına günde yetmiş bin düşünce gelir), sonra karşısındaki batı (nefs) kapısından çıkarlar ve bir daha ebediyen geri dönmezler. Allah her gün bu melekleri Ab-ı hayat nehrinden, Cebrâil’in her gün bu suya dalıp çıkarken kanatlarından düşen damlalardan yaratır. Her gün yaratılan bu meleklerden sonra Âdemoğullarının düşünceleri onların kalplerinde oluşmaya başlar. Bütün kalpler bu evden yaratılmıştır ve daima mâ’mur olacaklardır. Her melek de aynen kalpte geçen düşüncenin sûretinde olacaktır’’ (İbnü’l Arabî Hz. Kur’ân Varlık Syf. 140-142)

Bu bölümü batınî açıdan yorumlayacak olursak; yeryüzündeki Kâbe, Beyt-i Mâ’mur’un izdüşümüdür (gölgesi). Beyt-i Mâ’mur İnsan-ı Kâmil’in kalbini, Cebrâil (a.s) ise Külli Aklı temsil eder. Melekler ise meleke ve kuvvetlerdir. Burada anlatılmak istenen kulların kalbine gelen bütün düşüncelerin ilâhi âlemden geldiğidir.

‘’Mesnevî’nin bir beytinde şöyle buyurulur; Melek-i Mukarreb Levh-i Mahfûz’dan gayb âlemini nasıl çekip alırsa, bu enfüs/iç âleminde olan akıl da, her sabah, her günün dersini ve ilmini Levh-i Mahfûz’dan çekip alır. (Oku kitabını… İsrâ sûresi, 14) Melek-i Mukarreb, bu âlemi tasarruf etmeye, evirip çevirmeye memur olan meleklerdir ki, bunlar Mikâil, İsrâfil, Cebrâil ve Azrâil’dir.’’


1 Nisan 2025 Salı

SAMSARA:

Samsara; gezginlik, Dünya ve döngüsel değişim anlamına gelen Sanskritçe bir kelimedir. Sanskritçe Hindistan’ın şu anda sadece rahiplerinin kullandığı kutsal bir dildir. Hint dinlerinin ortak tanımı olan samsara yaşamın döngüsünü, ölümü ve yeniden doğuşu, var oluşu ve yok oluşu tanımlar. Budizm geleneğinin amacı bu döngüyü terk etmektir. Samsara; cehennemden tanrıya kadar insanoğlunun bildiği varlığın tüm tabakalarını içine alır. Bu döngüyü kırmak ancak beşeriyetin yok edilmesi ile mümkündür.

Samsara konusu açıklanırken benzer görüşlerin yer aldığı dört kaynaktan yararlanılmıştır. Bhagavat Gita’nın orijinal eseri, Rene Guenon’un İnsan ve Halleri kitabı, Niyâzî-i Mısrî Hz. Divanı ve Lütfi Filiz’in Noktanın sonsuzluğu eserleri…

Orijinal dili Sanskritçe olan ve İlahi olanın ezgisi anlamına gelen Bhagavat Gita, insanlığın en uzun destanı olarak bilinen, yaklaşık yüz bin dizeden oluşan Hint yazıtlarından Mahabbarata’nın bir parçasıdır. M.Ö 300 ve 100 yılları arasında yazıldığı söylenen bu eser İslâmiyet’ten çok önce yazılmış olması ve tasavvuf kültürü ile pek çok açıdan ayniyet taşıması nedeniyle ayrı bir öneme sahiptir.

Bu esere göre Samsara: ‘’Daima bir arada, bitmeyen döngü, akış, içinden geçmek’’ anlamına gelen samsri kökünden türemiştir. Sürekli hareketin, dalgalanmanın ve değişimin dünyası, varoluş, yaşam ve ölüm okyanusu, acı-haz döngüsü, zamanın tekerleği olarak da adlandırılır. Moşka ise; Özgürleşme, kurtuluş ve Samsara’dan çıkmak demektir.

‘’Bitmek bilmez doğum-ölüm döngüsünden, bu kördüğümden kurtulmanın yolu olan (doğru) eylemi şimdi sana anlatacağım. (Konuşan; Mutlâk olanın fiziksel beden almış sûretidir) Eylemde eylemsizliği ve eylemsizlikte eylemi görenler, (eylemlerin icrâcısı olarak kendini görmeyenler) insanlar arasında en Bilge kişilerdir.’’

‘’Bilgi ve tevazu ile donanmış bir mânevi önderde, bir inekte, bir köpekte ve hatta bir köpek-yiyicide aynı rûhu görenler, işte onlar gerçek Bilge’lerdir. Dışsal nesneleri dışarıda tutarak, gözleri (kapalı iken) iki kaş arasına sabitlenerek, burun deliklerinden akan nefesin alışını ve verişini eşitleyerek içe dönen, tefekküre meyleden, eylem organları, duyuları, zihni ve zekâsı üzerinde hâkimiyet kuran kişi için moşka (özgürleşme, Samsara’dan kurtuluş) nihai sondur. Böyle bir kişi arzudan, korkudan, öfkeden azadedir ve her zaman gerçekten de özgürdür.’’

‘’Hiçbir canlıya karşı içinde husûmet, düşmanlık taşımayan, herkese dost, arkadaş kalabilen, şefkat, merhamet sahibi olan, mülkiyet hissinden azade, eylemlerin icrâcısı olarak kendini görmeyen, haz ve acıya aynı gözle bakan ve gerçekten de her duruma uyum sağlayabilen, her zaman kendi içerisinde tatminkâr, gurur, hoşgörüsüzlük, korku ve kaygıdan azade, düşmana ve dosta aynı bakışla bakabilen, övgüye-yergiye, hazza-acıya, sıcağa-soğuğa aynı bakışı koruyabilen, gerektiğince gerektiğinde konuşan, hiçbir şeye ‘’benim’’ demeyen, işte o kişi Benim Sevgilimdir.’’

 ‘’İyi eylemde bulunan bir kimse asla kötü bir sona varamaz. Eğer bu nihai yoga (Birlik) haline ulaşamamışsa, iyi eylemlerde bulunanların vardıkları âlemlere hak kazanıp gider (ve) orada sayısız yıl geçirdikten sonra belli bir birikime (bilgi, zenginlik, kültür) sahip olanların, erdemlere kendini adamışların evlerinde yeniden doğar, yeniden beden alır. Ya da Bilge kişilerin olduğu ailelere doğarlar. İşte böylesi bir doğum alabilmek (bil ki) gerçekten çok zordur. Orada (bu yeni bedeninde) geçmiş fiziksel bedeninde taşıdığı bilgi ona zekâsı aracılığıyla yeniden aktarılır ve böylece de (geçmiş yaşamında kazandığına kıyasla) (yoga/Birlik adına) daha fazla bilgi için çaba göstermeye şevkle devam eder. (Dolayısıyla) Geçmiş çalışmaları, uygulamaları nedeniyle kaçınılmaz olarak o yine Birliğe yönelecektir. Öte yandan, bir Yogi (kurtuluşa erenlerin) irâdesi ile büyük bir çaba gösterirse (eğer) geçmiş yaşamlarından taşıyarak getirdiği tüm kirleri, saflığı bozan katışıklıkları arındırır ve temizler. İşte o zaman, nihai sona erişir.’’

‘’Tanrı’dan (Brahman’dan) başka hiçbir şey görmeyen bir zihne sahip olan, Tanrı’yı daima ve sürekli olarak hatırlayandır. İşte böylesi bir Yogi (kurtuluşa eren) zaten Tanrı ile birleşmiştir. Tanrı’ya ulaşan Bilge kişiler bir daha doğum almaz. Dolayısıyla nihai sona varır. Doğmak sınırlılığın ve acının mevkiidir. (Tüm varlıkların mevcut olduğu) âlemlerin hepsi Yaratılış’ın ilk formu dahi yeniden doğmaya, geri gelmeye mahkûmdur. Ancak Tanrı’ya ulaşanlar için bir daha yeniden doğum yoktur.’’

‘’Günün başlangıcında (sabah), tüm varlıklar tezahür etmemiş olandan tezahür etmiş olana geçer. Gecenin başlangıcında ise tezahür etmiş olandan tezahür etmemiş olanın içerisine geri çekilirler. Aynı varlıklar gerçekten de daha sonra tekrar tekrar tezahür eder, varlık kazanır ve sonra evrenin kapanışı olduğunda geri çekilirler. (Sonra yeniden) Gün doğduğunda tekrar tezahür eder, tekrar varlık kazanırlar. Ancak bu (evrenin, yaratılışın) tezahür etmemiş (madde formunun) da ötesinde tezahür etmemiş başka bir şey daha vardır ki o ebedidir ve her zaman mevcudiyettir. Tüm varlıklar yok olsa da o asla yok olmaz. Yokoluştan azade olan, varlık kazanmamış olan, ulaşılabilecek nihai sondur.’’

‘’Şimdi sana gidenlerin bir daha geri gelmediği ve gidip de geri gelmek zorunda kalanların yolunu anlatacağım. (İşte bu bahsettiğim yol ile) Ateş, ışık, gün, büyüyen Ay, kuzeye doğru yükselen Güneş, Brahman üzerine zihni tefekkürde olanlar (devrini tamamlayanlar) Brahman’ın âlemine giderler ve geri gelmezler. Duman, gece, küçülen Ay, güneye doğru yükselen Güneş; Brahman’ı bilmeyenler ise (yeniden zuhûr hallerine) geri dönmek üzere Ay Feleği’ne gider ve sonra geri gelirler. Biri için (lâ zuhûrdan zuhûra) dönüş yoktur, diğerindeyse (zuhûra) geri dönülür. Bunlar zuhûr etmiş âlemin biri aydınlık diğeri karanlık (yokluk ve varlık) iki daimi yoludur.’’

Rene Guenon’a göre; ‘’İnkişaf (gelişim) mecralarını tamama erdirmiş biçimler ‘’Ay Feleğinde/kozmik hafızada (İslâmiyete göre İnsan-ı Kâmil’de)’’ çözülmektedir. Her bir çevrim gerçekte bir varoluş hâli olduğu için, bireylikten (ayrı bir varlık olduğu anlayışından) azade olmamış bir varlığın terk ettiği eski biçim ve büründüğü yeni biçim iki farklı hâle aittir. Birinden diğerine geçiş, her iki çevrimin de ortak noktası olan Ay Feleğinde gerçekleşir. Ay Feleği yüksek hâllerle, aşağı hâllerin arasını ayırır (Berzah). Kesinlikle hiçbir varlık (reenkarnasyon iddiası gibi) aynı halden iki kere geçmez. Ay Feleğinden yani biçimler mecrasından çıktığı andan itibaren ‘’ölümsüzlüğe’’ sahip olacaktır.

‘’Samsara’dan (Bitmeyen döngüden) kurtuluşun (Moşka) ilkeleri ise kısaca tüm yaratılmışlarda Tek hakikati görmek, zıtlıkları birlemek, zihni saflaştırmak, eylemlerin icrâcısı olarak kendini görmemek ve sonuçlarına bağlanmamak olarak özetlenebilir. Her kim ki, ‘’ben hiçbir şey yapmayanım’’ der, o gerçeği görür. Bedenin bir deneyim alanı (nesne), Deneyimleyenin de Saf Özne olduğu Bilgi’sini bilen ölümsüzlüğe, kurtuluşa erer.’’

Kişinin yeryüzünde tekrar doğma ihtiyacından kurtulacak derecede gelişmiş, olgunlaşmış olması Nirvana olarak da adlandırılır.(Bhagavat Gita)

Rene Guenon yine Bhagavat Gita adlı eseri kaynak alarak şöyle der:

Doğum ve ölüm bir hâl değişikliğidir. Doğum ve ölüm (oluş ve bozuluş/icâd ve idam), en genel mânâlarıyla hâl değişikliği olarak ele alınırsa, bir hâlden başka bir hâle geçmektir. Ölüm, beşeri terkibin (dört unsurun) çözülüşüdür. Varlık beşeri ölüm ânıyla, lâtif hâle geçer. Doğumla birlikte beşeri olmak üzere başka bir hâli terk ederek beşeri olmuş varlık, artık ölüm ile başka bir şey olmak üzere beşeri olmayı bırakır. Cismani bedenin terki câhiller için de, ârifler için de aynıdır. Ancak bir noktadan itibaren bunlar için farklı yollar başlar. Ölümsüzlük zikrin (hatırlamanın) meyvesidir, ama cehâletten kaynaklanan bireysel zincirler henüz tamamıyla yok edilmemiştir. (Bireysellik, ayrı bir varlık olduğu anlayışı)

Bireysel niteliği korunan rûh eğer varlığın yüksek derecelerine ulaşamamışsa ve dünya hayatı boyunca zikre devam etmişse, (ölümle) lâtif biçimde bileşik kalır ve hayati melekeler de bu lâtif biçimde birleşir. Yani cismani biçimden çıkılmıştır, ancak lâtif biçim varlığını sürdürür. Varlık böyle kalmayı zuhûr etmiş âlemlerin dışsal çözülüşüne kadar (kıyamete kadar) sürdürebilir ve nihai çözülüşle birlikte, bu âlemdeki bütün varlıklarla beraber Aşkın Brahma’ya dönecektir. (Brahma: Yüce düzenleyici, Külli akıl, kendilik)

Bedenin terki anlamında ölümden önce Brahma’nın gerçek bilgisine ulaşan, bütün bireysel kayıtların nihayet ortadan kalktığı lâ zuhûr hâline çekiliş/sönüş derecelerini kat edemez. Sadece Vûslat’ta kalır. ‘’Vûslat’’ sadece kuvve olarak gerçekleşmişse, ‘’kurtuluş’’ dolaysız olarak ölümle birlikte gelecektir. Ancak bu kurtuluş, şayet Vûslat tam ve fiili olarak tahakkuk etmişse, hayat esnasında da vuku bulabilir. Hatta bazı istisnai durumlarda bu hayati melekeler ve unsurların kaynaklarına dönüşü öyle bir tarzda cereyan edebilir ki, cismani biçimin kendisi bile hiçbir iz bırakmadan kaybolacak, normal olarak varlık tarafından terk edilmek yerine bütünüyle lâtif hâle ya da lâ zuhûra geçecek ve gerçek mânâda bir ölümden söz edilmeyecektir. Lâ zuhûra ait hallere giren için zaman kaydı kalmamaktadır. Zaman ve mekân cismani hâle aittir.

Ölüm bireyliğin lâ zuhûrda sönüşü, emilişi, dürülmesi, örtünmesi anlamlarındadır. Bu sönüş, bir yok oluş mânâsına gelmemektedir.  Kızgın taşa su serpildiğinde suyun buharlaşarak yok olması, atmosferde genişleyerek yayılması gibi  ‘’Kurtuluş’’a erenin durumu budur. Kurtuluşa ulaşan varlık da yok olmayıp veya lâ zuhûrda yutulmayıp her türlü sınırın ötesine genişlemektedir. Aynı atmosferde sonu belirsizce yayılan su buharı gibi… Görünüşteki yok oluş gerçekte ‘’dönüşüm’’ dür.

Tam ve nihai kurtuluşa ulaşmanın Bilgi’den başka hiçbir vâsıtası yoktur. Bilgi Mânevi ve Mânevi olmayan olarak iki kısımdır. Mânevi Bilgi özünde katiyetle  (bir üstadın dizinin dibinde oturarak) iletilemez ve herkes ancak kendi başına ona ulaşabilir.

Kurtuluş ve Bilgi aslında bir ve aynı şeydir. Bilgi olmadan selâmete ulaşılamaz. Bilgi ışığın karanlığı yok ettiği gibi, cehâleti de yok eder. İnsan hakîki ilâhi bilgiye belirlenmiş amelleri yerine getirmeden de ulaşabilir. Cismani bedenin Kurtuluş için bir engel teşkil etmediğini anlamak gerekir. Biçim dışı kurtuluşun, hayatın içinde kurtuluştan daha kâmil bir mertebe olduğunu zannetmek hatadır. Kurtuluş, ölümsüzlüktür.

Bilgi’ye ulaşan kişi onu başkalarına iletme ya da daha doğru bir deyişle (hakîki bilginin iletilemez olması sebebiyle) onlardaki imkânları uyandırma ehliyetini edinmiştir.

‘’Mevki, mekân ve zamandan münezzeh, kıblesi her yerde olan, ne sıcağa ne soğuğa (zihni bir etkiye) mâruz kalınan, bâki bir saadet ve bütün karışıklıklardan nihaî bir kurtuluş sağlayan bir kimse  eylemsizdir, bütün şeyleri Brahma’da (yüce düzenleyici/Külli akıl) bilir ve sonsuz Selâmet’e kavuşur.’’

Brahma’nın dışında hiçbir şey yoktur. O tıpkı her yere yayılmış olan, aynı anda şeylerin hem dışına hem içine nüfus eden Esir gibidir. O üç âleme (Berzah âlemine, onun altında ve üstünde olana) yayılmış Brahma’dır. Brahma, kendini kendi ile bilendir.

Kesif zuhûra tekâbül eden uyanıklık hâli (gündüz) , latif zuhûra tekâbül eden rüya hâli (gece) ve biçim dışı hâl olan derin uyku. Varlık derin uykuda lâ zuhûr veya en azından biçim dışı sahaya girer. ‘’Yaşayan nefs’’ de Aklı- Küll’ün bağrına çekilir. Bireysel ‘’yaşayan nefs’’ rüya hâlinde ‘’kendi ışığına sahiptir’’ ve sadece kendi arzusu vâsıtasıyla, tamamen kendinden kaynaklanan bir âlem üretmektedir. Bu âlemin nesneleri tamamen zihnî kavramlardan, yani lâtif biçimlere bürünmüş fikir tertiplerinden ibârettir ve bireyin kendi lâtif biçiminin heyulâsından (hayalinden) imâl edilmektedir.

Tekrar edersek; Kurtuluş ve Bilgi aslında aynı şeydir. Kurtuluşa ulaşmanın Bilgi’den başka hiçbir vâsıtası yoktur. Bilgiden kasıt Mânevi Bilgi’dir. Kurtuluş’a/Nirvana’ya erenler, Yogi (Yalnız), Mânevi İnsan, İnsan-ı Kâmil gibi isimler ile anılır. (Rene Guenon/İnsan ve halleri)

Niyâzî-i Mısrî Hz. ise şöyle der:

‘’Bütün insanlığın Âdem a.s. belinden (zürriyetinden) çıktığı anlayışa istinaden insanların ruhlarının tekrar Âdem’e geri dönmediği ve evrene dağıldığı kabul edilir. Bu anlayışa göre ruhların evrende bulundukları ilk yer madenlerdir. Ruh, madenden bitkiye, bitkiden de hayvanların yemesi ile hayvanlara geçmiştir.

‘’Allah sizi yerden bir bitki olarak bitirdi, sonra sizi oraya geri çevirir ve sizi tekrar çıkarır. Allah yeri sizin için bir sergi yaptı’’ (Nahl, 19) Eğer insan bu âlemde kemâlatı bulamazsa, bulamadan ölürse Allah onu cemâda (madenlere) verir, cemâdden nebata verir, nebatı bir hayvan yer hayvana geçer, hayvanı insan yer insana geçer ve yeniden doğumla insan olur. Bu seyirden insanlığını bulursa kurtulur. Kemâlatı bulamazsa bu seyir sürekli olarak tekrarlanır, ta ki kâmil olana kadar.

Onun için İnsan-ı hayvan olanlara hitap yoktur denir. Hesapları görülür, hakkı olan hakkını alır, cezası olan cezalandırılır ve sonra toprak olur ve onlar toprak-cemâdat olurlar.’’ (Niyâzî-i Mısrî Divanı. Syf. 133)

Yine Lütfi Filiz Hz. aynı konuya şöyle değinir:

Bu dünyada hakîkatine ulaşamayan kişi, yere düşüp filizlenmeyen ve meyve vermeyen bir tohum gibidir. Sonuçta parçalanır, gübre ve enerji olur. Daha sonra tekrar tohum halini alabilmesi için, pek çok safhadan geçmesi gerekir. İşte ‘’devriyat’’ denen olay budur.

Giden bir daha gittiği elbise/beden ile geri gelmeyecektir. Hakk, devamlı gelip gitmeye devam edecek, ama her geldiğinde yeni bir elbise ile gelecektir ‘’Her an yeni bir şe’n’de...’’ (Rahman-29) Her gelen Zât bakımından aynı sıfat yahut zuhûr bakımından farklıdır. Tıpkı düşen bir ağacın yaprağının yerine gelen yaprağın aynı yaprak olmayışı gibi.

Her insan bu dünya hayatında hakîkatine ulaşamayabilir. Aynı ağaçtaki meyveler gibi… Meyvelerinde kimi az kızarır, kimi yeşil kalır, kimi kurtlanır ve çürür. Neticede her meyve şahdâne yani tohumluk olmaz. Ancak, böyleleri de yaşamları süresince tıpkı arıların arıbeyini beslemek için hiç yemediği arı sütünü üretmek için çalışıp didindikleri gibi, insanlar da İnsan-ı Kâmil’e hizmet için çalışır.

Ağacın da miracı çeşitli aşamalardan geçip meyve vermektir. Veremediği takdirde çürüyüp gübre olur ve başka bir bitkinin büyümesine, beslenmesine (tekâmülüne) katkı sağlar.

Hayat bir bütündür ve devamlıdır. Bu yüzden de ‘’ebedi hayat’’ diye bilinir. Ebedi hayat sadece insana verilmiştir. Her mertebenin ayrı ebedi bir hayatı ve Kaâbe Kavseyn’i vardır. İnsanın nefes alıp vermesi bile kendi mertebesinde bir Kaâbe Kavseyn’dir. Denizlerdeki gel-git olayı da denizlerin Kaâbe Kavseyn’idir. Kaâbe Kavseyn, mânâdan maddeye, maddeden mânâya dönüşüm keyfiyetine verilen isimdir. ’’Araları iki yay kadar veya daha az kaldı’’ (53/9) Vazifesini tamamlayan geri gelmez. Nihayetine varınca da mertebesi yükselerek nüzül âlemine gelir. Tıpkı Hz. İdris’in de birkaç asır sonra İlyas olarak geri geldiği gibi... İdris başka bir elbise ile terfi edip gelmiştir. Bu devir, bir bayrak yarışı gibidir. Elden ele, mertebeden mertebeye devreder. Amaç o bayrağı taşıyıp sonunda sahibine vermektir.

Bu devran küçük ve büyük devran olarak iki kısımdır. Küçük devran insanın dolaşımına benzer. Kan, küçük dolaşımda kalpten akciğere gidip döndüğü halde, büyük dolaşımda tüm vücudu dolaştıktan sonra kalbe döner. Büyük devranda da insanın bütün âlemleri dolaştıktan sonra aslına kavuşması gibidir. Kişi ölüp toprak olacak, sonra yine topraktan insan meydana gelecektir. Ama bu kez hangi isimle geleceği belli değildir. Çünkü parmak izi farklı olacaktır.

İnsan bu âleme devretmek için gelmiştir. İşi biten, devrini tamamlayan; varsa emânetini devredip döner, sonra değişik bir elbiseyle tekrar gelir. (Lütfi Filiz/Noktanın sonsuzluğu)

6 Şubat 2025 Perşembe

ATEŞ/NÂR:

‘’Dört temel unsurdan (Ateş, Hava, Su, Toprak) biri olan ateş, kâinatı meydana getiren en büyük güç ve enerjilerdendir ve pek çok gelenekte yeri olan kutsal bir semboldür. Çeşitli geleneklerde sembolize ettiği anlamlar incelendiğinde çoğunlukla ruhla, sezgisel bilgiyle, ilâhi olanla, arınmayla, dönüşümle, güçlü oluşla, enerjiyle, ruhsal hiyerarşiyle, ıstırapla, güneşle, ışıkla ve ocakla ilişkilendirildiği görülmekte; çevresini etkileyen bir güç kaynağı olma, karanlığı aydınlatma ve arındırma sûretiyle yükseltici olma özellikleri öne çıkmaktadır.

 Ateş sembolüne; Eski İran, Hint ve İslam dinlerinde, Eski Mısır, Grek, Roma, Slav, Maya, Kuzey Amerika, Meksika, Çin, Afrika, Polinezya ve Çin geleneklerinde rastlanmaktadır.

 Ruhsal açıdan değerlendirildiğinde ateş sembolü varoluş, varolmak, hayatta olmak şeklinde düşünülebilir. Ateş aynı zamanda bir şeyin canlandırılması, var edilmesi, açığa çıkarılması anlamına da gelir. Bir ocak veya ateş yandığı zaman orada pişirmek, beslemek ve etrafında insanları toplamak gibi eylemler açığa çıkar. Etrafında toplanan ise bir kabile, bir topluluk olabileceği gibi, küçük bir aile ya da çok daha büyük bir kitle de olabilir. Ocak ve ateş böyle bir örnekte var olmayı ve hayatta kalmayı simgelemekte, hamken pişirmekte, olgunlaştırmakta, aynı zamanda da besleyip, tortularından arındırmaktadır. Buradaki beslenme kavramı ruhsal olarak beslenmeyi işâret eder. Dolayısıyla ateş bilginin ışığında pişiren, arındıran, besleyen ve etrafında toplayan bir sembol olarak düşünülebilir.

 Ateş, rûha ait olan bilginin açığa çıkmasına neden olmaktadır. Söz konusu bilgi ateşte yanmak, ateşle imtihan olmak; yani ıstırap çekerek, arınarak ve pişerek açığa çıkmaktadır. Açığa çıktığında ise ateş, ışığı ile aydınlatan olup o ışıktan birçok insanın yararlanmasına da olanak sağlamaktadır. Işığın yayılması ise birleştiren, toplayan bilgiyi ifâde etmektedir.

 Bir yerde bir ocak yandığı zaman orada bilginin ışığı hayat bulur. İnce ruhsal tesirler ve yüksek bilgiler, insanları toparlayıcı ve birleştirici özellik taşırlar. Ruhsal bilgi rûhu temsil eder ve bilginin ışığını yayar. Ateşte yanarak arınmayı sağlayan ve böylelikle rûha ait olan bilginin ortaya çıkmasını sağlayan da ruhsal bilgidir. Ateşle imtihan edilme, genelde olumsuz gibi algılansa da gerçekte bir varlıktaki incelikleri açığa çıkardığı için o kişiye yapılabilecek en büyük yardım niteliğindedir.

 Yine ateşle imtihan olunan, bir başka deyişle ateşte yürüyen kişinin bazen yanma hissi duyması mümkündür. Söz konusu yanmanın hissedilmemesi içinse farkındalığı, konsantrasyonu yüksek bir seviyede tutmak gerekir. Ateş sembolü; ruhsal ışığı, gerçeğin ışığını bir meşale gibi elinde tutmak ve o meşalenin ışığı ile hizmet vermek şeklinde de açıklanabilir. Herkesin sahibi olduğu kendine ait meşalesini yakıncaya kadar faydalanabileceği bir meşaledir söz konusu olan…

Ateş çoğu ilk çağ insanına göre kâinatın yaratıcısı anlamına gelir ve güneşin dünyevi temsilcisidir. Kabala geleneğinde ise ateş insanın mânevi kısmıyla, özüyle özdeşleştirilir. Zerdüşt dininin inancına göre ise ateş, bu dinin tanrısı Ahura-Mazda’nın sembolü olup, kötülüklerden koruyucu niteliğe sahiptir.

Hint Metinleri olan Bhagavatgita’da ateş sezgisel bilginin sembolüdür ve yaratılışı gerçekleştiren Brahma ile özdeşleştirilir ve aynı zamanda günahları temizleyici oluşuyla bilinir. Çinlilere göre ise ateş beş elementten veya beş dönüşme halinden biridir, aynı zamanda kalbin ve rûhun sembolüdür. Çinliler ateş sembolünü eskiden yeniye geçiş ritüellerinde/dini törenlerinde kullanmışlardır.

 Ateş üzerinde yürüme ritüeline günümüzdeki Şaman uygulamalarında ve diğer arındırma törenlerinde hala rastlanmaktadır. Simyacılar da ateşi “dönüşüm elemanı” olarak kabul etmişlerdir.

 Sufizmde, değiştirici ve arındırıcı bir unsur olan ateşe girenin nûr olacağı söylenir. Bu sembol, İslam dininin kutsal kitabı olan Kûr’an’da çoğunlukla cehennem ateşi olarak geçer. Söz konusu anlamıyla ateş acı verici olup sonunda arınmaya varan bir sürecin vâsıtası olmaktadır. Cehennem ateşinde yanma sembolizminde belirtilen ateşten canın yanması vicdan azabını simgeler. Bu, ölümden sonraki hesaplaşma sırasında duyulan vicdan azabıdır.  Platon bu aşamayı “varlığın kendi kendini yargılaması ve dünyada bedenliyken yaptıklarının bedelini kendine ödetmesi” olarak ifâde eder.

 Ateş, Kûr’an’da şimşek ve yıldırım sembolleri ile, güçle ve Allah’la ilişkilendirilmektedir. İbnü’l-Arabi’ye göre şimşek İlahi Zât’ın bir tecellîsidir. Bu yüzden eski çağlardan beri İlâhi Işık çakmaları “yürünemeyecek kadar karanlık olan yolu bir an için aydınlatıp varlığın birkaç adım ilerlemesini sağlayan şimşekler” olarak sembolize edilmiştir.

Grek geleneklerine göre ateş maddenin ‘’esir’’ haliyle yakından ilişkilidir.  (Esir maddesi Atomların tarlasıdır)

 Ölüm olayı ile boyut değiştiren varlığın ilk aşamada çektiği vicdan azapları ve duyduğu ıstıraplar, sıkıntılar birçok gelenekte ateşte yanma ile sembolize edilmektedir. Ölüm ötesinde ateşte yanma sembolizmi İncil’de de mevcuttur.

 Ateşin ilahi yönünün bir başka ifâdesi ise, sık kullanılan ve Hıristiyan Geleneğinde olduğu kadar Hint Geleneğinde de iyi bilinen “ateşteki demir” simgesi olmaktadır. Mevlâna, Hallac-ı Mansur’un  “Ene’l Hak” yani “Ben Hakk’ım” sözünü onu ateşteki demire benzeterek açıklar: Kor halindeki demir “ben ateşim” diye haykırır, buna karşın onun özü yine demirdir, ateş değil. Çünkü yaratılanın maddi ve fiziksel yönü devam ettiği sürece Allah ile insan arasında mutlak birliğin gerçekleşmesine imkân yoktur. Ateşin bir başka kullanımı da Hallac’ın pervane öyküsünde yer alır.

 "Pervane yavaşça kandile yaklaşır, öncelikle kandilin ışığını görür, sonra onun sıcaklığını hisseder, son olarak da tam bir özdeşleşme yaşamak için kendisini alevde yok eder". Ateşte eriyip yok olma şeklinde yanlış anlaşılan bu öyküde İslam tasavvufunun da temelini oluşturan evrensel gerçekleri fark etme, yasalarla bütünleşme arzusu duyma, yüksek farkındalığa ulaşma, aydınlanma ve ilahi aşk anlatılmak istenmiştir.

 Ateş sembolü “içsel ateş” olarak da adlandırılmakta ve bu ifade Şamanizm de, Tibet ve Maya geleneklerinde, Sûfizmde, Hindûizmde ve Bûdizmde de kullanılmaktadır. Bu anlayış ile öze ulaşılması için kabuğun kırılması ya da bir başka ifadeyle “içsel ateşle yakılması” gerekmektedir. Burada içsel ateş sembolü, varlığın kendisine çekebileceği yüksek seviyeli ruhsal tesiri ifade etmektedir. Dikey duruş sergileyen içsel ateşe sahip bir insan çevresine ışık saçma, karanlıkları aydınlatma ve aydınlanma yolunda demektir.’’ (Bedri Ruhselman)

Ateş tasavvufta şiddetli ''nûr'' olarak geçer. Hz. Peygamber ve diğer tüm peygamberler minyatür sanatıyla resmedilirken (nûrunun şiddeti nedeniyle) yüzleri peçeli ve başlarından çıkan bir ateş çemberi ile gösterilir.

Enbiyâ sûresinin 68 ve 69.  âyetlerine göre; ‘’Hz. İbrâhim Nemrut tarafından ateşe atılmış, sonra da o ateş Allah’ın emri ile onu serin kılmıştır…’’ Çünkü ateş, ateşi yakmaz.

Kasas sûresi, 29 ve 30. âyetlere göre de; ‘’Mûsa Tûr tarafından bir ateş gördü… Oraya gelince, o mübarek yerdeki vâdinin sağ tarafından kendisine seslenildi. Ey Mûsa! Bil ki Ben, bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’ım.’’ Mûsa’nın gördüğü kutsal ruh ateşidir… Mübârek yer, sır adı verilen kalbin kemâli yani sıfarlarda fenâ bulma makamıdır. Burada söyleyen de, dinleyen de Allah’tır.

 ‘’Hûd suresi- 40. âyet, Nûh tûfanını anlatır;  ‘’Nihayet, emrimiz gelip de ‘’TENÛR’’/Ocak ; kaynadığında…’’  Nûh kavmi; Nûh’un, ‘’tenûr’’un  ‘’nûr’’ olan hakîkatinin tercümanı olduğunu bilemediler. Bilemediler ki ‘’tenûr’’un aslı ‘’nûr’’dur ve ona cismanî varlık mertebesinde var oluşu tamamlayan ‘’te’’ harfi eklenmiştir. Ateş/tenûr, şiddetli nûrdur ve ondan fışkıran su ilimdir. Nûh (a.s) kavmi, ilmi reddettiği için ilim suyu ile helâk olmuştur.

Ocak/tenûr, İnsan-ı Kâmil’dir. İnsan-ı Kâmil’in ocağı Allah’ın inayetiyle hiç durmadan yanar ve yanmaya elverişli olanları vakit ve zamanı gelince tutuşturur.’’ (İbn’ül Arabi Hz.)

(İnsan-ı  Kâmil; mânevi kemâlde en yüksek dereceye yükseldiği için iksir gibi olan nazarıyla insanı kötülükten iyiliğe, küfürden îmâna çevirebilen nadir bulunan ulu veli, Kibrit-i Ahmer’dir )

Kibrit-i Ahmer (Kırmızı Kibrit); Şeyleri değersiz niteliklerinden, değerli niteliklere çevirmeyi sağlayan kimyadır (Simya ilmi). Bu kimya sayesinde taş yakuta ve bakır saf altına dönüştürülerek, değersiz varlığımızdan geçip zâta ulaşmak hedeflenir. İnsanın tüm gayreti; hayvani sıfatlarını, kalbin cevherlerine dönüştürerek âlemlerin Rabbine yaklaşma ve ona kavuşma çabasıdır. Fitne de altını bakırdan ayıran ‘’ateş’’ tir. Çünkü bir insanın kalbine fitne düştü mü onun cevheri ortaya çıkar.

Neticede; Nâr (ateş) da Nûr'da Allah'ındır. Nâr celâl (azâmet, kibriya), nûr ise cemâl (lütuf) tecellîsidir. Ancak Allah der ki; ''Celâlim cemâlimi örten perdedir''

21 Ocak 2025 Salı

 SENARYO:

Her tiyatro oyunu mutlaka bir senaryoya dayanır. Çünkü oyuna bir düzen ve anlam kazandıran senaryodur. Senaryonun amacı ve ele alınış biçiminin hikmeti ancak yazanın peşinen bildiği, seyircilerin ise ancak oyun bittikten sonra tahmin veya Îman edebilecekleri hususlardır. Senaryo; 

- Oyunun başını, sonunu ve iç dinamiğini belirler.

- Her bir aktörün, her bir figüranın oyun içindeki konumunu, davranışını, konuşmasını yani oyun içindeki kaderini tayin eder.

Her aktör veya figüranın oyun içindeki sorumluluğu senaryoya sadâkattir. Oyuncunun senaryonun dışına çıkma hürriyeti olmadığı gibi, senaryoya cebren uymak, kayıtsız şartsız teslim olmak zorunluluğu vardır. Oyunda oyuncudan beklenen, oyunu teslimiyet ve sabırla oynamasıdır.

Oyuncunun senaryoca belirlenmiş olan bütün hareket ve konuşmaları (yani rolü), gene senaryonun çerçevesi içinde kendisine sorumluluk yükler. Örneğin; oyunda, senaryo icabı, birisini öldüren ya da kurallara aykırı bir davranışta bulunan aktör, senaryoya göre bunun maddi, mânevî ve adlî sorumluluğunu taşır ve sorumluluğu üzerinden atamaz. (Oyun dahi olsa her eylemin bir karşılığı vardır).

İdrâk sahibi bir aktör arada sırada kendisini sahneden soyutlayarak, dışarıdan bakan bir kişinin bakış açısı ile seyrederse, senaryo icâbı sergilenen oyunun hikmetini daha iyi kavrayabilir ve bu ona büyük bir iç huzuru verir. Ancak bu tavrını bütün bir piyes boyunca sürdürecek olursa (Cem’de kalırsa), senaryonun doğal olarak kendisine yüklemiş olduğu zâhiri sorumlulukları (kuralları) unutabilir ve tavrı hikmet sahibi bir kimsenin tavrından, ''zındık'' bir kimsenin tavrına kayabilir.

(Cemâlnur Sargut /Meryem-2 Syf.140-141)

 Zındık: Cem; Kul ve Hakk’ın bir olduğu makam. Birlik'te takılıp kalan ve Hakk’tan halka inemediği için bazı ibâdetlerini yerine getiremeyen kişiler. Bunlara meczup da denilir.

 ŞİMDİ BİR SENARYO HAYÂL EDELİM:

Senarist önce kendi eserini seyretmek için sahneye bir senaryo/oyun koymayı düşünür.(İLK AKIL)

Bu düşünceyi eyleme dönüştürmek için, eline kalemi alır. (YÜCE KALEM, Kalem sûresi 1)

Bir kâğıt veya Levha üzerine elinle yazar. (LEVH-İ MAHFÛZ, En’am-59, Yunus-61, İsrâ-58)

Sonra oyunda oynayacak oyuncuları toplar.

Onlara senaryoyu verir ve oyuncuları seçer. (RÛHLAR ÂLEMİ)

Oyunculara rollerini kabul edip etmediğini sorar. (ELEST BEZMİ, A’raf sûresi-172))

Kabul edenler rolleri ile ilgili kitapçığını alır. (OKU KİTABINI, İsrâ sûresi 14))

Sözleşmelerini imzalarlar. (AKİD, Mâide-1))

Tüm oyuncular dostça birbirini kutlar ve rollerinde başarılar diler.

Bir süre sonra sahneye çıkarlar ve senaryoya harfiyen uyarak rollerini oynamaya başlarlar. (DÜNYA SAHNESİ-AHDE VEFÂ, İsrâ sûresi-34)

İyiler kaynaşır, kötüler birbirine düşman olurlar. (AHDİ UNUTMA, Tâ-Hâ sûresi-115)

Rolü biten diziden ayrılır, bazen yeni oyuncular senaryoya dâhil olur.

Sonunda sergilenen oyun biter. (SON)

Oyuncular yorgundur, yıpranmıştır ancak ortaya iyi bir oyun çıkarmışlardır.

Artık bir kutlama yapma zamanı gelmiştir.

Tüm oyuncular Gala denilen bir organizasyonla sahneye çıkar. (ÂHİRET/BİR SONRASI)

Aralarında rollerini çok iyi oynadıkları için ödül alanlar olur.

Herkes birbiri ile kucaklaşır, birbirini kutlar. Yine eskisi gibi dost ve arkadaştırlar.

 Oyunda SENARİST ve YÖNETMEN (hatta OYUNCULAR) aynıdır.

  İbnü’l Arabi Hz. der ki; O bir elçi gönderdi; kendisinden, kendisiyle,  kendinedir. ‘’Elçiyi gönderen, Elçinin Kendisi, Elçinin getirdikleri, Elçinin vardığı yer. Hepsi O’’

Hz. Mevlâna ne der? “Hayat bir satranç oyunudur. Oyunun başı, sonu, oyuncuları ve kuralları bellidir. Bütün gaye bunun bir oyun olduğunu bilmek ve oyundan zevk almaktır.”

 Kûr’an âyeti ne der? ‘’Dünya hayatı oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir’’ (En’âm, 32 - Ankebut, 64- Muhammed, 36 - Hadid, 20 sûreleri )


12 Ocak 2025 Pazar

 ARZ-I  MEV’ÛD (Vadedilmiş Topraklar):

Öncelikle belirtmek isterim ki, bu siyasi bir yazı değildir. Sadece dünya varolduğundan beri yaşanan ve halen yaşanmakta olan savaşların, nedenlerini anlama çabasıdır. Bu savaşlar Âdem’in iki oğlu olan Hâbil ve Kâbil’in birbiri ile olan savaşıyla başlamıştır. Tasavvufta Hâbil aklı, Kâbil vehimi temsil eder.

Filibeli Ahmet Hilmi’nin Âmak-ı Hayal kitabında; İran’lı Din kurucusu Zerdüşt anlayışına göre (M.Ö. VII. yüzyıl) iyi ve kötü arasında sürekli bir çatışma vardır ve insan rûhu bu iki zıt gücün savaş alanı gibidir. Hürmüz iyiliği/aydınlığı, Ehrimen ise kötülüğü/karanlığı temsil eder. Bu âlem bir tarafın diğer tarafı yenmesi ve yok etmesi üzerine kurulmuştur. Aralarında bu savaş hiç bitmez.

Kitapta anlatıldığına göre, yine iki zıt güç taraftarlarıyla birlikte savaş meydanına çıkarlar, aralarında bir küre (Kalp) vardır. Kürenin (Kalbin) doğuya bakan kısmı aydınlık (rûh), batıya bakan kısmı karanlıktır (nefs). Nifak ile Muhabbet, Muhabbet ile Gazap, Gazap ile Hikmet, Hikmet ile Nefs-i Emmâre, Nefs-i Emmâre ile AŞK savaşır. En sonunda kazanan AŞK olur. Sürekli aydınlanıp kararan küre (Kalp) sonunda Aşk’ın zaferi ile tamamen aydınlanır. Hürmüz ve Ehrimen savaş meydanının ortasına gelir, birbirlerini saygı ile selamlarlar.

Âlem tekrar eski hâline döner, yine kürenin yarısı aydınlık, yarısı karanlık olur. Bu arada her ikisi de mensup oldukları efendinin elini öperler. Kardeşmişler gibi el ele verip selamlaşırlar…

(Birinin diğerine teslim olması ile sona eren savaş/mücâdele yerini bir süreliğine sükûnete bırakır. Ta ki, yeni bir savaş başlayana kadar… Cenk bitmez nefs mağlup olmazsa...)

Kıssadan anlaşılacağı üzere beden şehrinde nefsâni ve rûhani kuvvetler sürekli bir cenk içindedir. Kalp özelliği gereği halden hale girerek bir nefs tarafına, bir rûh tarafına meyleder. Kişi istidâdı ve rolü gereği nereye meylederse o taraf kazanır. Kûr’an âyeti ne der? ‘’Dünya hayatı oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir’’ (En’âm, 32 - Ankebut, 64- Muhammed, 36 - Hadid, 20 sûreleri )

Hz. Peygamber ’insanlar uykudadır, ölünce uyanırlar’’ sözü ile dünyanın bir rüya âlemi olduğunu vurgulamıştır. O zaman gece rüyası ile birlikte gündüz rüyasının da yorumlanması yani te’vili gerekmektedir.

İnsan zâhiri ve bâtıniyle bir bütündür. İç dünyası dış dünyasına yansır. İçsel çatışmalar dış dünyada da kendini gösterir. Dışarıda gördüğü aslında kendi içidir.

Şimdi dış dünyada oluşan olayların, savaşların iç dünyamızda nasıl anlaşılması gerektiğini, İbnü’l Arabi Hz. nin Kûr’an ayetleri yorumlarıyla ‘’İsrâilliler’’ üzerinden anlamaya çalışalım. Ancak bunun için dinlerin kökeni hakkında kısa bir bilgi faydalı olacaktır.

Hz. İbrâhim; ilk Müslüman, ilk Tevhid Peygamber’i olarak kabul edilir. Ancak hem Müslümanların, hem de İsrailoğullarının ‘’atasıdır’’.

Müslümanlık: Hz. İbrâhim’in oğlu, Hz. İsmâil’in (annesi Hâcer) soyundan gelen Hz. Muhammed’e inananların oluşturduğu bir dindir.

Yahûdilik: Hz. İbrâhim’in diğer oğlu, Hz. İshak’ın (annesi Sâre) soyundan gelenlerin bağlı olduğu bir din ve dini siyasallaştıran bir ırktır. Hz. İshak’ın oğlu Hz. Yakup’un bir diğer adı ‘’İsrail’’ olduğu için, ‘’İsrailoğulları’’ sözü buradan gelir. (Âli İmran-93, Meryem-58) ''İsrâil'' kelimesi; ''Tanrı yolunda, doğru yolda'' anlamına gelir. İslâm inancına göre ise; ''İsrâil, Allah'a doğru gece yapılan yolculuktur’’. Müslümanlar dışındaki bütün dinlerin atası Hz. İshak’tır.

Mûsevilik: Hz. Mûsâ’ya inanan ve onun yolundan gidenlere verilen bir isim ve dindir. Yahudilerin tamamı ‘’Mûsevi’’ dinine mensupken, Mûsevilerin tamamı ‘’Yahûdi’’ değildir. Bu kavim; Ken’an (Filistin) iline yerleşmeden önce ‘’İbrani’’, yerleştikten sonra ‘’İsrâilliler’’, sürgünden sonra ‘’İsrâiloğulları’’ diye isimlendirilirken, ferden ‘’Yahûdi’’ olarak adlandırılırlar.

Hıristiyanlık: Hz. Îsâ’ya inananların oluşturduğu bir dindir.

‘’İsrâ’’ kelimesi gece anlamındadır ve Hz. Peygamberin Mirac’ı İsrâ sûresinde anlatılır. İsrâil kelimesi de ‘’Allah’a doğru gece yapılan yolculuk’’ demektir. Tevhid/Birlik kelimesi ise karanlığı temsil eder. Neden? Çünkü karanlıkta karşıdan gelen bir kişinin kadın mı, erkek mi olduğu anlaşılmaz. Karanlıkta zıtlıklar kaybolur, Birlik hâkimdir.

İsrâilliler Kûr’anı Kerimde övülmüş ve belirtilen kurallara uymaları şartı ile kendilerine Kutsal topraklar, Ken’an ili vadedilmiştir. Yine Kûr’an âyetlerinde belirtildiği üzere Hz. Mûsa’nın önderliğinde Mısır’dan yola çıkan İsrâiloğulları, Mûsa Tanrı ile görüşmek üzere Sinâ dağına çıktığında;  mücevherlerden yapılmış bir buzağı heykeline taparak, kendilerine semâdan her gün indirilen Kudret helvası ve Bıldırcın sofrasını beğenmeyerek, farklı gıdalar isteyerek Rablerine olan inançlarını kaybetmişler ve kırk yıl vadedilmiş topraklara girmeleri yasaklanmıştır. (Yahûdilerin anlayışına göre; Vadedilen topraklar Filistin, Kûdüs/Mescid-i Aksâ, Şam, Mısır ve Lübnan dağını ve Türkiye topraklarını da içine alan bir alanı kapsar. Ken’ân ili Cennet anlamındadır.)

Kûr’an âyetleri ne dönecek olursak:

 ‘’Bir zamanlar Mûsa, kavmine şöyle demişti: Ey kavmim! Allah’ın size nimetini hatırlayın: Zira O, içinizden resûller çıkardı ve sizi hükümdar kıldı. Âlemlerde hiçbir kimseye vermediğini size verdi. Ey kavmim! Allah’ın size yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz.’’  (Mâide sûresi, 20-21)

‘’Mukaddes toprağa girin…’’ Kalbin huzuruna girin. Burası rûh semâsı karşısında arz konumundadır. ‘’Allah’ın siz’e yazdığı…’’ Ezeli hüküm kapsamında, istidadınıza uygun olarak sizin için tayin ettiği yere girin. ‘’Arkanıza dönmeyin…’’ Beden şehrine meyletmeyin. Bedenin ihtiyaçlarını, lezzetlerini gidermek sûretiyle oraya yönelmeyin. Çünkü bedene meyletmek makamınızdan aşağı bir mertebedir. ‘’Yoksa kaybederek…’’ makamınızı kaybederek dönmüş olursunuz.

‘’Onlar şu cevabı verdiler: Ya Mûsa! Orada zorba bir toplum var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla giremeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de hemen gireriz.’’ (22)

‘’Orada zorba bir toplum var…’’ Orada vehim, hevâ (yanlış yönlendirilmiş sevgi), gazap, şehvet ve nefsin sıfatlarından oluşan Firâvun karakterli bir topluluk var. Onlara karşı koyamayız. (Bunları söylemelerinin sebebi, tabii lezzetlere ve cismâni şehvetlere alışmaları ve hevânın etkisi altına girmeleri sebebiyledir.) ‘’Onlar oradan çıkmadıkça…’’ Bizim riyâzat yapmamıza ve mücâdele etmemize gerek kalmadan Allah onları oradan çıkarmadıkça, biz oraya asla girmeyeceğiz.

‘’Korkanların içinden Allah’ın kendisine lütufta bulunduğu iki kişi şöyle dedi: Onların üzerine kapıdan girin: oraya bir girdiniz mi artık siz zaferi kazanmışsınızdır. Eğer müminler iseniz Allah’a güvenin.’’ (23)

‘’Korkanlar içinde… iki kişi...’’ Nazari ve ameli akıl şöyle dedi: Onların üzerine Kalp yani tevekkül kapısından girin.  (Rûh kapısı, Rızâ’dır.) Güç ve kuvvet Allah’tan olduğu zaman vehim, hevâ ve gazap sizden kaçar ve siz de zaferi kazanmış olursunuz. (Nazari akıl, davranışa dönüşmeyen idrak kuvveti, Ameli akıl, insana özgü her türlü dengeli davranışı ortaya koymakta etken olan akıl.)

‘’Ey Mûsa! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla giremeyiz; şu halde sen ve Rabbin gidin savaşın. Biz burada oturacağız, dediler’’ (24)

‘’Sen ve Rabbin gidin…’’ Eğer Resûlsen onları bizden uzaklaştır, bizim içimizdeki hevâyı ve kuvvetleri bizim mücadele etmemize gerek kalmadan ez! Bunları bizden savmasını Rabbinden iste! ‘’Biz burada oturacağız…’’ Nefis makamındaki yerimizde oturacağız ve buradan ayrılmayacağız.

‘’Mûsa: Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına hâkim olamıyorum. Benimle bu toplumun arasını ayır, dedi. Allah, Öyleyse orası onlara kırk yıl yasaklanmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık sen yoldan çıkmış toplum için üzülme, dedi’’ (25, 26)

‘’Öyleyse orası onlara kırk yıl yasaklanmıştır’’ Kalp beldesinden uzak kırk yıl şaşkın şakın dolaşacaklar. Çünkü nefis istilasına uğramaları nedeniyle Kalp makamına girmeleri haramdır, imkânsızdır. Kırk yaş güçlülük yaşı, gerçek buluğ vaktidir. (İbnü’l Arabi Hz. Tefsirî Kebîr Te’vilât/Sayf. 304-306)

Bu te’vil’de Mûsa Kalbi, Mûsa’nın büyük kardeşi Hârun Rûh’u temsil etmektedir. İsrâiloğulları Rûhani kuvvetler, Kutsal topraklar da Mutmain /Allah’tan emin olmuş nefistir.

‘’Yoldan çıkmış toplum için üzülme’’ Sen onların uğrayacakları azaptan dolayı kederlenme. Çünkü onlar yoldan çıktılar, hevâlarına uydukları ve azdıkları için kalbin yolundan ayrıldılar.

Buradan şöyle bir anlam çıkar: Vadedilmiş topraklar Mutmain/ olmuş nefis yani kalp cennetidir. Bir kulun bu makama ulaşabilmesi için bedensel lezzetlerden, nefsin hevâ ve heveslerinden, gazap ve şehvet gibi duygulardan kalbini arındırması gerekir. İsrâiloğolları rûhani kuvvetlerdir ki,  ‘’Allah’a doğru yapılan yolculukta’’ hevâlarına (Yahûdilik olarak sembol edilmiş olabilir) kapılarak amaçlarından sapmışlardır.

Hz. Mûsa Yâkup ve Yusuf’tan sonra İsrâiloğullarına gönderilen 3. Peygamberdir. Kûr’an âyetlerine göre Hz. Âdem’den Hz. Mûhammed’e kadar 25 Peygamber gelmiştir. Ancak bütün peygamberler en Kâmil görüntü olarak Hz. Mûhammed’de Cem olmuştur. Çünkü bütün Peygamberler Hz. Mûhammed’in bir sıfatını ve gelişim aşamalarını oluşturur. Hz. Âdem ilk yaratılışını, Hz. Eyüb sabrını, Hz. İbrâhim teslimiyetini, Hz. Mûsa aklını, Hz. Zekeriya cömertliğini, Hz. İsâ ise rûhunu temsil eder. Hz. Meryem de safiye makamındaki nefsidir. Her peygamber Mûhammedi kemâle ermek için bir mücâdele verir. Ancak her zaman karşılarında mücâdele edecekleri bir zıt güç vardır. Âdem karşısında İblis, Mûsa karşısında Firavûn, Hz. Mûhammed karşısında Ebû Cehil gibi… Hz. Mûhammed son Peygamber olarak en kâmil mertebeye ulaşır ve vedâ haccını tamamlar. Hac, nefsin rûha doğru olan yolculuğudur. Prototip bir sembol ve rehber olarak Kûr’an ve hadisler ışığında bize doğru yolu gösterir. Zaten ondan sonra da nübüvvet mühürlenir.

Hz. Yusuf Mısır’ın (beden şehrinin) sultanı olmuş, ancak ölümünden sonra saltanat yine Firevun’un (nefsaniyetin) eline geçmiştir. Hz. Mûsa İsrâiloğullarını vadedilmiş topraklara ulaştıramamıştır (nefsi mutmain olamamıştır). Aynı Âmak-ı Hayal kitabındaki kıssa gibi sürekli nefsani ve rûhani kuvvetler kıyasıya mücadele etmiştir. Nihâyet rûhu temsil eden İsâ’nın doğumu ile rûh vücutta egemen olmuştur. İşte o zaman hakîkat elçisi son Peygamber Hz. Mûhammed doğmuştur.

Bu insanın hikâyesidir ve herkes kendi istidadı ölçüsüne bu hikâyeden pay alacaktır.

İslâm Peygamber'i (sav.) de, İsmâil Peygamber'in soyundan gelmektedir. İsmâil ve İshak kardeştirler. İkisi de İbrâhim'in oğulları olduğundan Mûhammed'de bir İbrâhim oğludur. Bu nedenle İsrâiloğulları ve Haşimoğulları (Hz. Mûhammed'in soyu) kardeştirler. Kûr'an'da Yakub'un Yahûdi veya Hıristiyan olmadığı belirtilir.

''Yoksa siz, şüphesiz İbrahim, İshâk, İsmail, Yakup ve oğulları Yahûdi veya Nasara idi mi diyorsunuz? De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz yoksa Allah'mı?'' (Bakara, 140)

‘’İbrâhim ne Yahûdi, ne Hristiyan idi: fakat o, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir Müslüman idi; müşriklerden de değildi.’’ (Al-i İmran, 67)

Kûr’an bizim anayasamız ise; olmuş, olan ve olacak olan her şey orada yazıyorsa, bu dönem hangi âyet evrende hükmünü sürmekte, acaba?

6 Ocak 2025 Pazartesi

HABBE:

Habbe nedir? Habbe; Çekirdektir, tohum ve Özdür. Tasavvufta söz, canlı bir tohumdur, Habbe’dir ki, ehlini buldu mu, vücûd bulur. Her Habbe dirilir, vücûda/mevcûda gelir de Dabbe olur. Dabbe; debelenen canlıdır. Her türlü canlı Dabbe dir.

Dabbe kelimesi Kur’ân’ı Kerîm’in Neml Sûresi 82. ayetinde şöyle geçer ‘’Ve kıyamet saati yaklaştığında, onlara verdiğimiz azap sözü onları gelip bulduğunda, yerin altından canlı bir varlık (Dabbe) çıkarırız.’’ (Kıyam-et ayağa kalkmaktır. Azap tat almaktır. Burada sözü geçen Dabbe de ölü olan kalbin canlanmasıdır. İşte o zaman insanın kıyameti kopar ve ölü iken dirilir, Allah’ın azap olarak ifâde ettiği tadı/lezzeti alır.)

Hubb kelimesi HABBE kökünden gelir. Hubb Sevgidir.

Sevgi; İnsanı bir kimseye veya bir şeye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten içsel duygudur. Burada söz konusu olan Allah sevgisidir ve bu tür bir sevgi tecellî ölçüsündedir.

Sevgi makamının dört adı vardır. Bunlardan birincisi ‘’el-Hubb’’dur. Hubb kelimesi hem sevgi ve muhabbet, hem de tohum anlamına gelir.  Fiil olarak da hem sevmek hem de tohum ekmek anlamındadır. Hubb hâlis sevgidir.

İkincisi ‘’el-ışk’’ dır. Aşk sevgide ifraddır, aşırılıktır. Yani aşırı bir dereceye ulaşmış sevgidir. Bu tür bir sevgi, insanı bütünüyle kuşatır, sevgiliden başka hiçbir şeyi gözü görmeyecek şekilde insanı kör eder. Bu hakîkat insan vücudunun bütün organlarına, bütün duygularına ve rûhuna işler, damarlarındaki kan gibi her yerinde deveran eder. İnsan bu dereceye ulaştığında başkasıyla konuşurken bile, sevgiliyle konuşur, başkasından bir şey duyduğunda sevgiliden duymuş olur, her nereye baksa sevgiliyi görür. Bu sevgi ‘’ışk’’ diye adlandırılır.

İşte Yusuf sûresinde geçen kıssada Züleyha’nın aşkı böyle bir aşktır ve damarı kesildiği bir gün kanı ‘’Yusuf, Yusuf’’ diye akar. Aynı şekilde Hallac-ı Mansûr da parçalandığında kanı toprağın üzerine ‘’Allah, Allah’’ diye yazar. Bunlar gerçek âşıklardır. İnsandaki gerçek AŞK, kişinin kendi içindeki kutsala duyduğu Aşk’tır.

Sarmaşık da ‘’Işk, aşk’’ kökünden türer ve hangi ağaca sarılırsa onun tüm besinini alır, onunla beslenir. Aynı âşıklar gibi… Aşk Allah’ın kendi yaratıklarına verdiği en kıymetli armağandır. Işk/aşk kelimesi Kûr’an’da geçmez.

Üçüncüsü ‘’el-vedd’’ dir. Allah’ın ‘’Vedûd’’ ismi bundan türer. Bu sevgiyle nitelenmiş insan sebatlıdır,  kararlıdır ve hiçbir şey ondaki bu hali değiştiremez. Hoşa giden ya da hoşa gitmeyen durumlarda etkisi aynı sürekliliktedir. ‘’İmân edenler ve salih amel işleyenler için Rahman, kararlı bir sevgi yaratacaktır’’ (Merhem Sûresi, 96) ayeti bu tür sevgiye delildir.

Dördüncüsü ‘’el-Hevâ’’ dır.  Hevâ’nın iki anlamı vardır. Birincisi; aşkın kalp içine inmesi ya da düşmesidir. Bu düşüş, sevginin gayb âleminden şehâdet âlemine inerek kalpte zuhûr etmesidir. İkinci anlamı ise; bir tutku ya da birdenbire ortaya çıkan bir sevgi yönelimidir. Bu tür sevgi türü şeriât hükümlerine uygunluk göstermez. Çünkü böyle bir sevgi eğilimi, senin yolunu şaşırtır, seni telef eder, sana gösterilen ve senin üzerinde yürümen istenilen yolda seni kör eder.  ’Ey Davûd! Seni yeryüzüne halife yaptık. Öyleyse, insanlar arasında hakla hükmet ve sakın ‘’hevâ’’ na uyma. Sonra bu seni Allah’ın yolundan saptırır...’’ (Sâd sûresi, 26) ayetinden de anlaşılacağı gibi bu istenilen bir sevgi değildir. Yanlış yönlendirilmiş sevgidir. Allah insandan, sevgisini,  gösterdiği ’Tek hakikate’’ bağlamasını istemiştir.

Seni Hakk’tan ne alıkoyuyorsa o senin putundur. Ne zaman kalbin Hakk’tan başkasına meylediyor ve ona bakıyorsa o senin hevândır. Allah ‘’Hevâsını ilâh edineni gördün mü?’’ (Fûrkan sûresi- 43) buyuruyor.

Allah, Kendisinden başkasına muhtaç değildir. Aynı şekilde Allah, yaratılmışlarda, Kendisinden başkasını sevmez. Demek ki, her aşığın, sevenin gözü içinde her sevgide, her sevgilide O zâhir olmaktadır. Varoluş içinde sadece Tek bir seven vardır. Dolayısıyla âlem hem sevendir, hem sevilen. Bütün bunlar hep O’na döner. ’’Allah sadece Kendisine tapmanızı (ibâdet etmenizi) emretti…’’ (İsrâ sûresi, 23)

Hiç kimse kendi Yaratıcısından başkasını sevemez. Çünkü insana, paraya, mevki veya âlemdeki herhangi bir şeye karşı duyulan sevgi türü içerisinde Allah gizlenmiştir. (Aslında kim neyi sever ve meylederse Allah’ı sevmektedir. Yaradılmış her şey Allah’ın bir tecellîsidir)

İbnü’l Arabî Hz. İlâhi aşk Syf. 81-59

O halde Habbe vücûd toprağımıza atılan sevgi ve muhabbet tohumu, Dabbe ise o tohumun hayat bulmasıdır.